TOPLUMSAL YAPI VE İSLÂMİYET
Böylece, VII. yüzyılın başlarında, çok önemli bir ticarî ve dinî merkez olan, ancak aynı zamanda birçok toplumsal çarpıklıkları da haiz bulunan ve bir bunalım dönemini yaşayan, ahlâkî ve manevî çöküntü içerisindeki geleneksel Mekke toplumunda, Hz. Muham- med’in, inancı ve sisteminin temeline “Tevkid” yani “Allah’ın varlık ve birliğine inanç” akidesini yerleştirilmiş bulunan, evrensel ve eşitlikçi orijinal dinî çağrısı ve O’nun karizmatik kişiliği etrafında, dinî ve toplumsal bir tenkit, tepki, protesto ve reform hareketi olarak ortaya çıkan İslâm dini, ilk etapta yalnızca inanç ve ibadetle ilgili sırf dinî bir hareket şeklinde anlaşıldığından öyle pek fazla tepki almamış ve az çok taraftarlar bulmuş olmakla birlikte, aslında toplumun geleneksel inançları, dini, gelenek ve görenekleri ve yerleşik toplumsal düzeni ve yapısı için bu yeni çağrının arz ettiği büyük tehdit nedeniyle, geleneksel çevrenin ve otoritelerin tepkisini almakta gecikmemiş; buna karşılık, Mekke’den Medine’ye Hicret yeni din için yepyeni bir dönemin başlangıcı olmuş; Hz. Muhammed 632 de ahirete irtihal ettiğinde İslâm dininin sınırları da hemen hemen Arabistan yarımadasının tamamına uzanmış, bunu takip eden dönemde ise sınırlar, çok kısa zamanda kıtalar, uluslar ve kültürler-arası boyutlara erişmiştir.
Dinî morfoloji bakımından ele alındığında, Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilen şekli altında İslâm dini, katıksız bir mutlak monoteizm olarak karşımıza çıkmakta ve bu şekli altında o, Hz. İbrahim geleneğinin bir devamından ibaret görünmektedir. Allah, her şeyin yaratıcısı, her şeyi bilen ve kadir-i mutlaktır. O, evrensel kozmik düzenin yanı sıra insanların işlerini de düzenlemektedir. Evrende hiçbir şey onun iradesinden bağımsız değildir. Bu anlamda, İslâmiyet nazarında evrensel tarih, Allah’ın iradesinin kesintisiz bir tezahüründen ibarettir. O, aynı zamanda esirgeyen ve bağışlayandır. Allah, mükemmel bir sûrette yaratmış olmakla ve ona akıl ve irade gücü bahşederek yeryüzünde halifesi kılmış bulunmakla birlikte insan, aynı zamanda zayıf bir yaratık ve kuldur. Allah, Ademoğullarının dünyadaki bu zayıf konumu nedeniyle, onları uyarıp doğru yola iletmek üzere birçok peygamberler göndermiş olup, Hz. Muhammed bu zincirin son halkasını oluşturmaktadır. O’nun insanlığa tebliğ ettiği İslâm dininin bir kilisesi ve ruhban sınıfı bulunmamaktadır. Esasen bir Müslüman’ın ibadetini yerine getirmek üzere mutlak sûrette bir mâbede ihtiyacı da yoktur. Müslüman’ın dinî hayatı, aynı zamanda ahlâkî ve hukukî normlar da içeren kurumlar tarafından düzenlenmektedir ki meselâ İslâm’ın beş şartı bunun en tipik bir formülasyonu olmaktadır. İslâm dini, insanın bu dünya hayatını bir sınav olarak görmektedir. Çünkü, her insan ölümlü olduğu gibi, bu dünyanın da bir sonu gelecektir. İşte, kıyamet inancı buna işaret etmekte olup, ölüm mutlak bir yok oluş değildir ve insan, öte dünyada, bu dünyada yaptıklarından hesaba çekilecek, âhi- retteki kaderi buna göre belirlenecektir.
İslâm dini, ana hatları ile temas etmeye çalıştığımız bu temel esaslarını, birinci derecede, Allah’ın vahiy yoluyla son peygamberine gönderdiğine inanılan ve O’nun insanlara tebliğ ettiği Kur’ân-ı Kerim’den almaktadır. Fakat, aynı zamanda, O’nu insanlara tebliğ eden Hz. Mu- hammed, gerek kendi yaşayışı, sözleri ve gerekse de ona inanıp bağlananların oluşturduğu ilk Müslümanların yani Ashab’m yaşayışında şekillenen formu altında bir ilk model oluşturduğundan, bunu ifade eden “Sünnet” de Müslümanlıkta dinî bakımdan temel bir kaynak oluşturmaktadır.
Bu ilk model, tarihin rastlantıları çerçevesinde değişen durum ve gelişmelere bağlı olarak takip eden dönemlerde çeşitli yorumlara ve gelişmelere sahne olmuş, İslâm dünyasında eğilimler ve müteakip şekillenmeler de buna bağımlı kalmıştır. Böylece, İslâmiyet olgusunda, sosyolojik olarak, birlik içerisinde, çok çeşitli faktörler nedeniyle muhtelif kriterlerden hareketle ayırt edilebilecek olan bir çeşitliliği gözlemek mümkün olmaktadır. Böylesine bir birlik içerisindeki çeşitliliği, sosyolojik olarak, meselâ mekân bakımından çölün, köyün, kasabanın ve şehrin Müslümanlığında gözlemek mümkündür. Zaman bakımından ise, meselâ başlangıç döneminin, klâsik çağın yahut modern dönemin reformist yahut modernist ya da fundamentalist hareketlerinin farklı Müslümanlık anlayışlarını bulmaktayız. Ekol ve mezhep farklılıkları da önemli çeşitlenmelere imkân verdiler. Böylece, Hâricîlik, Şîîlik, Sünnîlik gibi fıkhî ve kelâmî mezhebî eğilim farklılıklarına felâsife ve mutasavvıfeninkiler eklendiler. Bunlara, meselâ ulusal ve bölgesel kültürlerin beraberinde getirdikleri çeşitlenmeleri ilâve ettiğimizde, dinî ve sosyokültürel bir fenomen olarak İslâmiyet olgusunun, din sosyologunun incelemeleri için bize ne kadar engin ve zengin bir alan sunduğunu anlamamız kolaylaşmaktadır.
Esasen, bilindiği gibi, hemen her din, ilk kuruluş dönemini takip eden zamanlarda, muhtelif merhalelerden geçmek süreriyle gelişip kurumlaşmaktadır ki, İslâm ümmetinin gelişim ve değişim seyrine göre Müslümanlık da kendi şartlarında bu sosyolojik kuralın dışında bir gelişme göstermiş değildir. Nitekim, bu gelişme ve değişmeleri ve bu çerçevede oluşan çeşitlenmeleri, başlangıç dönemlerinden itibaren en azından ana hatlarıyla gözden geçirmek, İslâmiyet olgusunun sosyolojik tetkiki bakımından önemli olmaktadır.
Bu perspektiften yaklaşıldığında, ilk planda, bunalımlı bir toplumsal ortamda, sosyolojik olarak, bir tür “dinî-toplumsal tepki ve protesto hareketi” görünümünü arz ettiğini ifade ettiğimiz İslâm dini, özellikle Medîne döneminden itibaren yeni bir dinî ve toplumsal doku ve bünyenin oluşum sürecinde etkin bir düzenleyici ve meşrulaştı- rıcı faktör fonksiyonunu üstlenmeye yönelmiştir. Bu süreç, aynı zamanda, küçük bir dinî cemâatten büyük ve evrensel bir ümmete ve kabile düzenindeki bir sosyo-politik yapıdan imparatorluğa doğru gelişen bir sürecin de başlangıcına işaret etmektedir. Yeni din nazarında, son tahlilde insanın vicdanında Tanrısı ile baş başa bırakılmış olması, kabile anlayışındaki kolektif dindarlık anlayışı bakımından çok önemli bir değişime işaret etmektedir. Bununla birlikte, yeni dinde kişi, dinî tabiatlı olan yepyeni bir cemâatin yani evrensel yönelimli Islâm ümmetinin içine yerleştirilmekte, ilişkiler buna göre yeniden şekillenmektedir. Nitekim, az bir zaman sonra bu dinî ümmet aym zamanda sosyo-politik, kültürel ve ekonomik bir üniteye de dönüşmüştür. Böy- lece, bu gelişim sürecinde İslâmiyet, büyük İmparatorlukların fay hatlarında ortaya çıkan ve sonuçta bizzat kendileri İmparatorluk bünyeleri ile bütünleşen evrensel büyük dinlerin, Budizm’in, Konfüçya- nizm’in, Zerdüştlüğün ve Hıristiyanlığın kaderini paylaşmıştır.
Her şeye rağmen İslâmiyet’in, toplumsal yapı bakımından, kabile ilişkilerinin egemen olduğu bir ortamda ortaya çıktığını önemle ve ısrarla vurgulamak gerekmektedir. Zira, bu yapının, İslâm dininin ve onun gelişme sürecine bağlı olarak şekillenmeye başlayan yeni dinî cemâatin müteakip gelişmesi üzerindeki tesirleri çok derin ve kalıcı olmuş, anlaşılan onlar günümüze kadar uzanmıştır. Böylece, meselâ Hz. Peygamberin vefatını müteakip başlayan yönetim problemleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iç çekişmeler, bu etkilerin en tipik bir göstergeleri olmaktadırlar. Nitekim, hilâfet mücadeleleri, bir ilk dönemin sonunda, Islâm ümmeti içerisindeki varlığını bugün de halâ kuvvetle sürdürmeye devam eden mezhebi bölünmeler için de temel bir başlangıç oluşturmuştur.
Bu çerçevede, denebilir ki İslâm dini, ümmet içerisindeki toplumsal yapılanma bakımından, fonksiyonel olarak bir yandan önemli bir birleştirici ve bütünleştirici faktör oluştururken, aynı zamanda ayrılıkçı gelişmeler için de yerine göre önemli bir meşrulaştırıcı referans teşkil edebilmiştir. Öyle ki, hemen tüm itizalî hareketler bir şekilde ondan kendilerine destek aramışlar, davalarını dinî olarak temellendirmek üzere kayda değer bir çabanın içerisinde görünmüşlerdir. Her şeye rağmen, yine de İslâm ümmeti içerisinde dinin temel fonksiyonunun esas itibariyle toplumsal bütünleşmenin sağlanmasına yönelik olduğunu önemle ve ısrarla vurgulamak gerekir. Anlaşılan, aslında bir şehir ortamında zuhur eden, ancak yine de kabile düzeninin egemen olması nedeniyle bu şehirsel yapının öyle pek fazla gelişmemiş olduğu bir toplumsal çevrede İslâm dininin bütünleştirici rolünün olağandan çok daha güçlü bir şekilde tezahür etmesi gerekmiştir.
Bu çerçevede İslâmiyet’in, şüphesiz bu fonksiyonunu hakkıyla yerine getirebilmek üzere, ferdî ve toplumsal hayatın tamamını kapsayan veya en azından öyle olduğunu öne süren küllî bir sistem oluşturduğu sıklıkla ifade edile gelmiştir ve bu bir ölçüde doğru gibi görünse de birçok bakımlardan da oldukça yanıltıcıdır. Zira, her yeni din yepyeni bir dünya görüşünü yahut zihniyeti de beraberinde getirdiği gibi, İslâm dini de öyle yapmış, ancak bunun toplumda hayatiyet bulması ve zaman içerisinde arz ettiği değişimler, Müslüman toplumların kendi şartlarında olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Böylece, İslâm dininin ortaya çıktığı konjonktürel durum ve şartlar, ondan bambaşka şartlarda hayatiyet bulan öteki birçok dinlere nispetle oldukça farklı olduğundan, anlaşılan daha kapsayıcı düzenlemeler gerekmiştir. Hakikaten, İslâmiyet’in başlangıçtaki şartları, meselâ Filistin’de ortaya çıkmış olmakla birlikte daha sonra Roma İmparatorluğumun yerleşik toplumsal, kültürel ve hukukî düzeni üzerine yerleşmiş bulunan Hıristiyanlığmkine nispetle çok daha değişik olmuş, bu bakımdan da değişim çok daha kapsamlı bir yeni toplum projesini anlayışını da beraberinde getirmiştir.
Ancak, yine de İslâm dini mevcut bir durum ve şartlardan hareket etmiş ve orada birtakım değişiklikler gerçekleştirmiştir; ve esasen süreç, tarih boyunca kendi şartlarında devam etmiş ve günümüzde değişen şartlarda devam etmektedir. Bu çerçevede, belirtmek gerekiyor ki, tarihin hiçbir devrinde hemen hemen hiçbir büyük din, bağlılarının ferdî ve toplumsal hayatının tamamını kucaklayamadığı gibi, İslâm dini de, ne başlangıç döneminde ve ne de müteakip formları altında ferdî ve toplumsal hayatın tamamını kucaklamış değildir ve anlaşılan temelde o böyle bir iddiada da bulunmamıştır.
Bunun gibi, İslâmiyet’in dinî olanla dünyevî olan arasında hiçbir ayırım gözetmediği iddiası da tutarsız ve temelsizdir. Her ne kadar, tarihî şekilleri altında, din ve devlet ilişkileri bakımından İslâmiyet, hakim temayülü itibariyle, bu ikisini birleştiriyor görünse de, “din” ve “dünya” yine de orada temelde daha başlangıçtan itibaren sanılanın aksine belli bir ölçüde birbirinden ayrı tutulmuş, hattâ karşıt addedilmiş ve onlar tüm birleştirme eğilimlerine rağmen, İslâm tarihinin hemen hiçbir döneminde ideal anlamda birbiriyle tam olarak bütünleştirilmiş de değildir.
Her halükârda, belirtmek gerekiyor ki, öyle pek de fazla farklıla- şamamış ve sınırları belirsiz kalmış bir ümmet yapısı içerisinde İslâm dini, toplumsal yapının birçok katlarında fonksiyonel olmuş, bu amaçla normlar ve değerler üretmiş; durum ve şartlar gereği normatif özelliğin ağır basması nedeniyle geleneksel olarak Müslüman toplum daha çok bir “normlar toplumu” karakterini arz etmiş; her halükârda öteki dinlerde olduğu gibi İslâmiyet’in toplum hayatındaki rolü de, fazla gelişip farklılaşmamış bir toplumsal yapıda tamamlayıcı toplumsal fonksiyonlara yönelmiştir.[1]
Ancak, işaret etmeliyiz ki, bu durum, zaman içerisinde değişen bir süreçte gerçekleşmiş, toplumsal farklılaşma ve işbölümü az farklılaşmış bir toplum türünden giderek daha çok farklılaşmış ve karmaşık toplumsal ve kültürel yapılara yönelmiş, bu çerçevede toplumda değerler ve kurumlar birbirlerinden daha bağımsız varlık ve hayatiyetlere yönelmişler, uzmanlaşma birbirlerinden artan ölçülerden ayrışan kuramların kendi alanlarında daha çok derinleşmeleri mecburiyetlerini empoze etmiş, yeni ve değişik durumlar toplumsal yapı, kültür ve fonksiyonlar açısından yeni adaptasyonları gerektirmiştir. Bu bakımdan, burada, din sosyolojisi bakımından İslâmiyet konusunu, onun toplumsal değişme ile ilişkileri bakımından ele almak sûretiyle sürdürmek önemli olmaktadır.
[1] Krş.: Ş. Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul, 1983, s. 60-69.