TOPLUMSAL TEORİ VE KENTLEŞME: KLASİK KENT KURAMLARI – Ekonomi Politik Yaklaşım Karl Marx Frederich Engels Max Weber İdeal Tip Olarak Kent
Karl Marx (1818-1883) Ve Frederich Engels (1820-1895):
Ekonomi Politik Yaklaşım
Max Weber (1864-1920): İdeal Tip Olarak Kent
Karl Marx (1818-1883) Ve Frederich Engels (1820-1895):
Ekonomi Politik Yaklaşım
Genel olarak, Marx ve Engels’in çalışmalarında kenti ayrı bir çalışma nesnesi olarak
ele alan ve/veya kenti sistematik olarak açıklayan kuramsal bir yaklaşım bulmak
zordur. Ancak, özellikle Engels’in Salford ve Manchester kentlerine ilişkin
gözlemlerinden yola çıkarak kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınışarın Durumu
başlıklı çalışması, çağdaşları ve hatta daha sonra gelen sosyal kuramcılarla karşılaştı
rıldığında; kent mekânının siyasal stratejiler açısından önemi üzerine yapılmış en
kapsamlı çalışmadır. Bununla birlikte, hem Marx’ın kendi çalışmaları hem de Engels
ile yaptığı çalışmalarda kente ilişkin dikkate değer bir dizi değerlendirme yer
almaktadır (şengül, 2001, s.10).
Marx, sanayileşmenin köy nüfusunu azaltarak kasaba ve kente göçü arttıracağı,
bu tür mekânsal değişimlerin yeni yaşam biçimleriyle birlikte insan davranışları ve
yaşam süreçleri ile ilgili değişikliklere yol açacağını ve proleterya kültürünün oluşacağı
nı savunmuştur. Marx’a göre, Orta Çağ’a kadar insan toplumlarının tarihi taşranı
n (kırın) tarihidir. Modern tarih taşranın kentleşmesidir. Marx açık biçimde, kapitalist
sanayileşmenin nasıl endüstriyel kasaba ve kentlerin aşırı hızlı büyümesine
yol açtığıyla ilgilenmiştir. Marx kapitalizmin insanların feodal bağlarını
koparacağını ileri sürmüştür. Burjuva sınıfı yerel ve bölgesel pazarları yok ettiği
için emekçi kitlelerde kırdan kentlere göç etmeye başlamıştır. Daha sonraki yapıtları
nda Marx, kapitalist birikimin zaman ve mekân boyunca tarım, endüstri ve nüfusta
çarpıcı dönüşümler ürettiğini çözümlemektedir (Urry, 1999, s.18-19). Marx’a
Marx, kenti ele alan bir
kuramsal çerçeve
geliştirmemiş ancak kenti
kapitalist gelişme
süreçleriyle olan ilgisi
açısından analiz etmiştir.
göre kentler kapitalist toplumsal süreçlerin bir sebebi değil, bu süreçlerin içinde
yaşandığı mekânlardır. Diğer bir deyişle kent, toplumsal değişim sürecinin yaşandığı
mekânlardır.
Ekonomi politik yaklaşım kentleşme olgusunu, kapitalizmin gelişimi ve
sermaye birikim süreçleri çerçevesinde analiz etmektedir. Kapitalist mekânın
üretim süreci, Marksist kentsel mekân kuramları kapsamında incelenmiştir. Marx
ve Engels, kapitalist devlet ve sınıf mücadelesi kuramında kenti, analiz birimi olarak
görmemelerine rağmen, feodalizmden kapitalizme geçiş bağlamında tarihsel
olarak önemli bir çözümleme nesnesi olarak ele almışlardır. Kentleşmenin önemi
ve farklı üretim biçimlerinin dönüşümünü göz önüne alarak, kır ve kent arasındaki
çelişki ve kapitalizmin gelişmesi açısından e kentin rolünü incelemişlerdir. Engels
1845 yılında yayımlanan İngiltere’de Emekçi Sınışarın Durumu ve Konut
Sorunu isimli çalışmasında, sınıf oluşum sürecinde kentin mekânsal özelliklerine
dikkat çekmiştir. Diğer bir deyişle işçi sınıfının yaşam koşullarını analiz ederek sı-
nıfsal oluşum ve kentsel mekân arasında ilişki kurmuştur.
Marx’ın analizlerinde kır-kent ayrımı işbölümüne dayanmaktadır. Orta Çağ’a kadar
insan topluluklarının tarihi kırsal kesimin tarihidir. Feodal yapıda kır-kent ayrı-
mı ilk kez gündeme gelmiştir. Marx, Orta Çağ’da tüccarların kurdukları ticari bağ-
lantılar ile kentlerin kırdan farklılaşmalarının gündeme geldiğini belirtir. Bu dönemde
kurulan kentlerin birbiriyle ilişkisi, sermaye birikimi etkisiyle kentlerde görülen
işbölümü farklılaşmasını desteklemiş ve yeni endüstrilerin doğuşunu uyarmıştır.
Kapitalizmin kent mekânında yarattığı sonuçlara ilişkin ilk ve kapsamlı değerlendirmeyi
Engels yapmıştır. Engels kapitalizmin kendi mantığına ve imajına uygun
bir biçimde kentleri nasıl dönüştürdüğünü, Manchester kenti özelinde gösterirken,
kapitalizmin yarattığı sömürü ve sefaletin sadece işyerine özgü olmadığını,
kent mekânında da benzer bir sefalet, yoksulluk ve çelişkinin ortaya çıktığını tüm
çıplaklığıyla göstermiştir.
Kentleşmeye ekonomi-politik bir perspektiften yaklaşan Marx ve Engels kapitalist
üretimin ve gelişimin kentlerde yarattığı olumlu ve yıkıcı etkilerini birlikte
ele almışlardır. Engels (1987, s.70-71) yaşadığı dönemde Londra’yı anlatırken bir
yanda muhteşem yapılar ve limanları diğer tarafta ise insanın midesini bulandıran,
insan doğasını isyana getiren sokaklardaki yüz binlerce insanın ilgisiz bir şekilde
birbirlerinin önünden geçmeleri gerçeğini vurgular. Engels, sokaklardaki bu kalabalı
k arasındaki tek sözsüz anlaşmanın birbirlerinin yolunu kesmemek için herkesin
kaldırımda kendi yakasında yürümesi olduğunu belirtir. Dolayısıyla Engels, büyük
kentlerde insan yığınlarının özellikle insana özgü olan diğerlerinin farkında olma
durumundan vazgeçerek, tamamen bireyciliğe geçtiklerini düşünmektedir.
Marx’ın (1986, s.763) belirttiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin kırsal yapıda
meydana getirdiği dönüşümler kırsal üretimde çok sayıda çalışanın işsiz kalmasına
ve kentlere göç etmesine neden olmuştur. O dönemdeki hızlı endüstrileşme beraberinde
tarihte görülmemiş bir kentleşme süreci yaratmıştır. Batı’da kapitalizmin
kentlere çektiği kırsal göçmenler kentlerde korkunç yaşam koşullarıyla karşılaşmı
şlardır. Aç kalmakla karın tokluğuna ve uzun süreli ölesiye çalışmak arasındaki
fark, kente yeni gelmiş işçi ve ailesi için yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgidir.
Ekonomi politik açıdan kentleşme sürecini değerlendiren Engels, üretim ve yeniden
üretim süreçlerini birlikte ele alarak Marksist sınıf ve kent analizine önemli
bir katkı sağlamıştır. Engels’e göre, kapitalizmin yarattığı sömürü ve sefalet kendisini
sadece üretim alanında göstermez. Yeniden üretim alanı da kapitalizmin yarattığı
sefalet ve sömürünün izlerini taşır. Bu nedenle Engels’in çalışmasının öz-
54 Kent Sosyolojisi
gün yanı, yaşam mekânı ve yeniden üretim süreçlerini sınıf çelişkisi ve sınıf oluşum
süreçleri açısından ele almasıdır (şengül, 2001). Nitekim Engels (1987, s.73)
İngiltere’de Emekçi Sınışarın Durumu ve Konut Sorunu başlıklı çalışmasında İngiltere’de
19. yüzyılda büyük kentlerde işçilerin oturduğu kenar mahallelerini şöyle
tasvir eder: “… Kentlerin en kötü mahallelerindeki en kötü evler; genelde uzun
bir sıra üzerine dizilmiş, tek ya da iki katlı, kiminin konut olarak kullanılan bodrumu
da bulunan, çoğunca kural dışı yapılmış kulübelerdir. Üç dört oda bir mutfak
bulunan bu evler, Londra’nın bazı kesimleri hariç, İngiltere’de bir uçtan öteki uca
işçi sınıfı evidir. Sokaklarda genelde kaldırım yoktur, inişli-yokuşlu, pis, çöp ve
hayvan pisliği doludur, kanalizasyon ya da atık su kanalı yoktur. Tam tersine, yollar
durgun, pis su birikintileriyle kaplıdır. Ayrıca kötü, karmakarışık yapılanma nedeniyle
semtin hava akımı engellenmiştir ve buralarda küçük bir alanda birçok insan
bir arada yaşadığı için, bu emekçi mahallelerinin nasıl bir havası olduğu kolaylı
kla tahmin edilebilir. 1840’da St. John ve St. Margaret kiliseleri mıntıkasında
5.294 konutta yaş ve cinsiyet ayırmaksızın tıka-basa doldurulmuş kadın, erkek, çocuk
tam 5.366 işçi ailesi, 26.830 kişi oturuyordu; bu ailelerin dörtte-üçünün yalnızca
bir odası vardı. … Bodrum katı haftada 3 şilin, giriş katında bir oda 4 şilin, ikinci
katta 4 şilin 6 peni, üçüncü katta 4 şilin, tavan arası 3 şilin bedelle kiraya veriliyordu”
(Engels, 1987, s.75). Görüldüğü üzere, kentleşmede oyunu kurallarına göre
oynadığı düşünülen gelişmiş ülkelerde de sanayi devrimi sonrası kentlerdeki insanlı
k dışı koşulların egemen olduğu bir ortam uzun süre varlığını korumuştur.
Marx ve Engels’in çalışmalarında kapitalist kentin ortaya çıkışı iki yönlü bir de-
ğerlendirmeye yol açmıştır. Kapitalist üretim ilişkileri bir yandan burjuvazinin zaferinden
itibaren bu sınıfın gericileşmesine ve sömürü ilişkilerine yol açarken, diğer
yandan başka bir ilerici durumu da doğurmuştur. Bu ilerici durum kentli sanayi
proleteryasının ortaya çıkmasıdır. Yığınlar halinde kentleşen yeni emekçi kesim
sanayi kentlerinde yoğunlaşırken, kapitalizmin gerici yüzü de iyiden iyiye belirginleşmiştir.
Emek güçleri sanayileşen kentlerde kapitalizmin özellikle erken dönemlerinde
acımasız bir sömürüyle karşılaşmışlardır. Kentlerde yoğunlaşan sanayi proletaryası
hem üretimin yapıldığı fabrika ve atölyelerde, hem de yaşam mekânında bir
arada yaşamakta, sömürü ve ezilme sürecini birlikte yaşamaktadır (şengül, 2001).
Engels’in Manchester kentindeki gözlemlerine dayanan çalışmasında en çok
vurguladığı boyutlardan biri, kent mekânında toplumsal kesimler arasındaki mekânsal
ayrımların sınıfsal bir nitelik taşımasıdır. Kentin mahalleleri birbirinden
sınıfsal temelde ayrılmıştır. Bu ayrımın en çarpıcı özelliği ise işçi sınıfı ile burjuvazinin
kent mekânında birbirleriyle hemen hemen hiç ilişkiye girmeden yaşamaları
dır (şengül, 2001, s.13). Engels kapitalist kentin gerek iş, gerekse yaşam mekânı
nda yarattığı çelişkilerin derinliği ve çalışan sınışarın mekânsal olarak birbirine
yakınlığından dolayı, kapitalizmin aşılmasının sadece bir zaman sorunu olduğunu
ve bu zamanın da çok kısa süre sonra oluşacağını düşünmüştür. Marx ve Engels
kentlerde emekçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerine meydan okumasının koşulları
nın oluştuğunu düşünmektedirler. Marx’ın işçi sınıfının sınıf bilincinin oluşumunda
kente özel bir önem verdiği söylenebilir. Marx’ın köylülüğe karşı takı
ndığı olumsuz tavrın arkasında söz konusu sınıfın belli bir sınıf bilincini ve eylemini
geliştirme konusundaki yapısal yetersizliği bulunmaktadır (şengül, 2001).
Marx bu yetersizliği açıklarken, feodalizmin mekânsal yapısı önemli bir belirleyici
olarak öne çıkmaktadır. Feodal üretim ilişkileri içinde sömürülen köylülerin
üretim sürecinde mekânsal anlamda birbirlerinden ayrı düşmeleri, biraraya gelerek
örgütlenmelerinin önünde önemli bir engeldir. Bu nedenle Marx ve Engels (1976,
s.26) kapitalizrnin kıra girişiyle kırsal yapıların çözülüşünü olumlu bir gelişme olarak
nitelemektedirler: “Burjuvazi kırı kentin iktidarına tabi kılmış bulunuyor. Devasa
kentler yaratıp ve kırla karşılaştırıldığında kentsel nüfusu dikkate değer biçimde
artırırken, nüfusun dikkate değer bir kısmını da kırsal yaşamın ahmaklığından
kurtarmıştır.”
Max Weber (1864-1920): İdeal Tip Olarak Kent
Weber kenti kavramlaştırırken ekonomik ve siyasi örgütlenme üzerinde durmuştur.
Weber’e göre iktisadi olarak kent, içinde yaşayanların tarımdan çok ticaretle
uğraştığı yerdir. Weber’in kent tanımına siyasi değişken açısından bakıldığında ise
kentlerin göreli özerkliği ön plana çıkmaktadır. Belirtiğimiz siyasi ve iktisadi boyutun
bir araya gelmesi Weber’in ideal kentini oluşturmaktadır.
Sözkonusu kent feodalizmden kapitalizme geçişte, rasyonelliğin, vatandaşlı
k haklarının, kapitalist girişimcinin geliştiği mekân olarak önemlidir. Weber’e
göre loncalar, kentin iş alanlarıyla giderek daha az ilgilenmeye, siyasi kontrol
ile de daha fazla ilgilenmeye başladılar. Dolayısıyla, vatandaşlık hakları lonca
örgütlenmeleri üzerinde temellendi. Sonuç olarak, Weber’e göre kentin önemi, kurumsal
bir meşruluk kaynağı olarak kapitalist girişimciyle ve vatandaşlık haklarının
doğuşuna kaynaklık etmesidir (Aslanoğlu, 1998, s.58-59).
Marx gibi Weber’in çalışmalarında da kent tarihsel olarak feodalizmden kapitalizme
geçişi simgeleyen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak özellikle
Marx’ın çalışmalarında kent başlı başına bir analiz nesnesi olarak görülmemiş, sadece
kapitalizmin gelişim süreciyle olan ilgisi oranında analiz edilmiştir.
Weber kenti analiz ederken kenti feodalizmden kapitalizme geçişin bir ideal tipi
olarak görmüştür. Weber’e göre kent, ekonomik açıdan içinde yaşayanların tarı
mdan daha çok ticaretle uğraştığı bir mekândır. Siyasi açıdan ise kentlerin özerk
bölgeler olduğunu düşünmektedir. Weber modern kentlerin doğuşunu karakterize
eden özellikleri açıklamaya çalışmıştır. Buna göre kent; bir yerleşim yerinin kent
statüsüne sahip olabilmesi için ticari ilişkilerin egemenliğinde şu özelliklere sahip
olmalıdır: Savunma amaçlı bir kale, pazar yeri, göreli özerkliğe sahip kent yasaları
nı uygulayan mahkeme ve kentte yaşayan kentlilerin seçtiği yöneticiler.
Bir ideal tip olarak kentler, Weber’e göre ussallığın (rasyonalitenin) vatandaşlık
haklarının ve kapitalist girişimciliğin geliştiği mekânlar olarak feodalizmin mekânları
ndan farklılıklar göstermektedir. Ancak, tıpkı Marx gibi Weber için de kent başlı
başına bir analiz nesnesi değil, feodalizmden kapitalizme geçişi analiz etmek oynadığı
roller açısından değerlendirilen bir olgudur.
Marx ve Engels kenti,
işbölümünün arttığı, işçi
sınıfının kitleselleştiği ve
bilinç kazandığı bir yerleşim
yeri olarak görürken, köye
karşı negatif bir tutum
almaktadırlar. Köylülük
onlara göre geri bir
yaşamdır.
Weber, kenti ekonomik ve
politik yönden tanımlayarak
ideal kent tipine
ulaşmaktadır. Politik olarak
kent, politik ve idari
düzenlemelere sahip bir
topluluk, bağımsız bir birlik
olarak düşünülebilir. Antik
dönemde kentler akrabalık
temeline dayanır. Modern
dönemde ulus-devlet
temeline dayalıdır. İdeal
kentin şu özelliklere dayalı
olması gerekir: 1. Kale, 2.
Pazar yeri, 3. Kısmen
bağımsız hukuk sistemi ve
mahkeme 4. Bir arada
yaşama 5. Seçimle gelmiş
idari otorite.
Kentler Weber açısından
feodalizmden kapitalizme
geçişte oynadığı özgün roller
açısından önemli bir
olgudur.
Weber, kentlerin feodalizmden kapitalizme geçişte önemli olgular olan ussallı
k, vatandaşlık hakları ve kapitalist girişimcilik konularında önemli roller
üstlendiğini vurgulamaktadır ve kentin bu gelişmelerin yaşandığı mekânlar oldu-
ğunu öngörmektedir. Weber, kentlerin gelişimini analiz ederken özellikle kentlerde
hesaplayıcı rasyonelliğin-akılcılığın gelişmesini öne çıkarmaktadır.
Weber kentsel yaşamı sürdüren bireyler arasında psiko-sosyal benzerlik eksikliğ
ini kabul etmekle birlikte, bu sorunun her biri birer mesleğe dönüşen uzmanlaşmı
ş ‘iş’ dünyası ile aşıldığını ifade etmiştir. Weber, kente yönelik tüm sosyolojik
analizlerinde -ki bu analizlerin konusu Orta Çağ kentler, Yunan, Çin ya da Hint
medeniyetidir- kentin doğasına hâkim olan ekonomik kurallarla ilgilenmiş; her
fırsatta kentleşmenin ve kentliliğin Batı demokrasisinin gelişimiyle ilintili yönlerine
vurgu yapmıştır.
Weber, kent olgusunu açıklarken Kıta Avrupası’nın sahip olduğu sosyal kurum
ve ilişkileriyle, geçmiş ve çağdaş medeniyetlerden farklı olarak açığa çıkardığı
kentsel topluluk kavramına vurgu yapmaktadır. Kentsel topluluğu kişilerarası
ilişkileri topyekün kavrayan bir birim olarak yorumlayan Weber, mekânda ekonomik
ve ticari ilişkilerin göreli hâkimiyetinin kentsel topluluğun açığa çıkması
ndaki en önemli unsur olduğunu düşünmektedir. Ona göre, kentsel toplulu-
ğun diğer unsurları ise istihkâm, pazar, bağımsız bir mahkeme ya da hukuk düzeni,
yönetsel form ve kent sakinlerinin katıldığı seçimlerle işbaşına gelmiş, kısmen
özerk yerel bir yönetimdir (Tellan, 2008, s. 35).
Weber, kentler üzerine yaptığı sosyolojik çalısmaları ulus devletlerin oluşum
çağına kadar getirmiş ve Orta Çağ’ın özerk kent devletlerini iddialı biçimde idealleştirmiştir.
Weber’e göre, gerçek anlamda kentler ancak Avrupa’da oluşmuştur.
Weber, kentin “topluluk hareketi olmaktan çok toplumsal bir hareket” olduğunu
belirtmesine rağmen, bir kentte aranması gereken nitelikleri ulus-devletler çağında
toplulukçu sayılabilecek bir tarzda belirlemiştir (Weber, 2000, s.122; Özyurt, 2007,
s.120) Weber kentin Doğu’da, Batı’da olduğu gibi, özerk, siyasi güce sahip, kendi
kanunlarını çıkartan özel mahkemeleri olan birimler olmadığını savunmaktadır
(Aslanoğlu, 1998, s.50). Weber, Batı kentlerinin özerkliği ile Avrupa kapitalizminin
oluşumu arasında ilişki kurmuştur.
Georg Simmel (1858-1918): Kentte Yabancılaşma
Sorunu
Simmel, tıpkı Durkheim, Marx ve Weber gibi daha kentsel olan alanlarda topluluk
duygusunun yok olduğunu öne sürmüştür. Bu düşünürlerin hepsi kentleşmenin
hızlanması ve büyük kentlerde çok sayıda insanın yaşamaya başlamasının topluluk
duygusunun ve mekâna bağlılığın yok olmasına, genel olarak ise anonimleşme
ve yabancılaşmaya yol açtığını ve bunların da kentsel yaşam kalitesinin düşmesine
neden olduğunu savunmuşlardır (Özdemir, 2011).
Kıta Avrupası’nda, kentleşmenin beraberinde getirdiği toplumsal sorunları gündeme
getiren ilk araştırmacı Georg Simmel olmuştur. Simmel kent konusunda
özellikle kültürel boyutlar üzerinde yoğunlaşmıştır ve kentsel yaşamın nasıl bireysel
bilinç dönüşümlerine yol açtığını ele almıştır.
Simmel çalışmalarında, kentin aşırı uyarıcı ve kökleri belli olmayan bir mekân
olarak okunması gerektiğini ifade eder. Simmel’e göre kent hayatının en temel
sorunu, toplumsal güçler, tarihsel miras, dış kültür ve teknik karşısında, kişilerin
kendi özerklik ve bireyselliklerini koruma çabasından kaynaklanmaktadır. Kentli
insan “para ekonomisi”nin de egemen olduğu, herkesi ve her şeyi sayıya indirgeyecek
biçimde rasyonelleşmiş, “dakiklik”, “hesaplanabilirlik” ve “kesinlik”in egemen
olduğu, kendisi için hiçbir şeyin özel bir anlamının olmadığı sınırsız zevk pe-
şinde koşan, sürekli birbiriyle çelişen tepkiler veren “bezgin tutum”un yaygın olduğ
u bir yaşam tarzına sahiptir. Bu sorunu anlamak isteyen sosyolog için, bireyselliğ
in metropoliten biçimlerinin psikolojik temelini kavramak önemlidir (Martindale
ve Neuwirth, 2003, s.39).
Weber’in kent analizi kentsel
gelişmeyi antik toplumların
feodalizme ve kapitalizme
geçişine bağlamaktadır.
Weber’ e göre, kentin özel
karakterinin varlıklarının
ticaret ve alışverişe
dayanması ve kentin bir
pazar yerleşim yeri
olmasıdır. Ancak ticaret ve
alışverişin yanında kentin
belli bir dereceye kadar
siyasi ve idari özerkliğe
sahip olmaları da gereklidir.
Savunma kalelerinin
yanısıra, sivil ve demokratik
katılım (kendi özerk yasa ve
ilgili dernekler, kendi
mahkemeleri) kentsel
gelişim için çok önemlidir.
Simmel’e göre, modern
yaşamın en derin sorunları,
muazzam sosyal güçler olan
tarihsel bir miras, dış kültür
ve yaşam tekniği karşısında
bireyin kendi özerkliğini ve
bireyselliğini koruma
çabasından doğmaktadır.
Simmel’in ünlü Metropol ve Zihinsel Yaşam (1902) adlı çalışması, modern
yaşamın en büyük sorununun bireyin kendi özerklik ve bireyselliklerini kendi ellerinde
tuttuğu iddiasından kaynaklandığını savunmuştur. Simmel, metropol yaşamı
nda kişiliğin dış güçlere nasıl uyum sağladığı sorusunun cevabını aramıştır. Simmel,
19. yüzyılın son çeyreğinde belirgin bir biçimde açığa çıkan metropollerde bireylerin,
dışsal etkenlere karşı bir mentalite geliştiremediklerini, bilinçliliklerini
öne çıkarıp duygularını gizleyemedikleri sürece de kentliliğin karakteristiklerine
sahip çıkamayacaklarını savunmaktadır. Ancak Simmel, insanlar bunları gerçekleştirdikleri
zaman ise insanların kentin bir dişlisine dönüşeceklerini ve kentsel ekonomik
ilişkilerin akıl yoluyla özgürleşme tasavvurunun sonucu olduğunu belirtmektedir
(Tellan, 2008, s.34).
Metropolde yaşayan insan, dışarıdan sürekli uyarıcı almaktadır ve uyarıcılara
karşı sürekli cevap vermek zorunda kalmaktadır. Bütün uyarıcılara cevap vermesi
imkânsız olduğu için kendisini kökünden koparacak dışsal çevredeki bu etkenlere
karşı koruyan bir davranış geliştirir. Bunun anlamı, kalbiyle ve duygularıyla de-
ğil, aklıyla hareket etmesi gerektiğidir. Çevresi onun bilincini arttırır ve bu da aklı
n egemenliğine yol açar. Simmel’e göre, kentin kurumları, akılcı ve hesaplayıcı
bir içeriğe sahiptir.
Simmel’e göre, metropol yaşama para ekonomisi egemendir. Buna göre, para
ekonomisi, belli bir zihin durumuna dayanmaktadır ve bu zihin; faiz, hesaplanabilirlik
ve dakiklik gibi nesnel ve ölçülebilir kazançlarla temellendirilmektedir. Kişiselliğ
in yok olduğu gündelik yaşam içerisinde parasal mübadele gücü ve sermaye
ile ilişkiler ön plana çıkmaktadır. Kişisel farklılıkları ortadan kaldıran kapitalist modernleşmenin,
bireyi kendi varlığını anlamlı kılmak için elinden gelen azami gayreti
sergilemeye zorladığını ifade eden Simmel’e göre metropolde birey, “çapraşık
duygusal durumların toplamı olduğundan daha da küçük, ihmal edilebilir bir niceliğ
e indirgenmiştir” (Simmel,1996, s.88).
Kent, zekânın olduğu kadar, para ekonomisinin de egemen olduğu yerdir.
Simmel kentleri, paranın ve pazar ekonomisinin iç içe geçtiği ve pek çok insanın şziksel
olarak yoğun ilişki içine girdiği yerler olarak tanımlamaktadır. Para insanlar
arasındaki mesafeyi eşitleyen ve insanları nesneleştiren bir araçtır. Parasal ilişki, bir
tür gayrı şahsi ilişkidir. Herkese aynı soruyu sordurur: Ne kadar?/Kaç para? Kentte
ekonomik hayat, herkesi bir sayıya indirgeyecek biçimde rasyonelleşmiştir. İmalatçı-
lar tanımadığı tüketicilere yönelik üretim yaptığı için, kendi çıkarını ve müşterinin çı-
karını rasyonel olarak hesaplamak zorundadır. Kentlerin büyümesi ve pazarın genişlemesiyle,
modern insan gittikçe daha hesapçı olmaktadır (Martindale, 2000, s.33).
Simmel için kentteki sosyal yaşam, dakiklik, kestirebilirlik ve kesinlik gibi
para ekonomisi ve entelektüel düşünce ile sıkı sıkıya bağlı karmaşık bir ilişkiler
ağını çağrıştırmaktadır. Para ekonomisi kesinlik ve dakiklik yaratır, insanları
kendi etkinlik ilişkileriyle ilgili olarak daha hesapçı yapar, bu durum insanları etkinliklerini
kesin şekilde programlamak zorunda bırakır (Urry, 1999). Toplumsal
örgütlenmenin mekân ya da insan üzerinden değil de para ekonomisine dayanması,
insan davranışlarını yeni bir biçimde örgütlemektedir. Bu yeni toplumsal örgütlenmede
insana ait kültürel değerlerin yerini ekonomik gerçeklikler almaktadır.
58 Kent Sosyolojisi
Kentte birbiri ardına gelen
uyaranlar, bireyin derin bir
değerlendirme yapmasına
fırsat vermez ve kentli
insandan daha az bir
derinlikli bilinçlilik talep
eder; tepki gösterme yetisi
zayışar. Kentli insan hızlı
karar vermek durumunda
olduğu için kalbiyle değil
zihniyle tepki verir.
Rasyonellik, kent hayatının
baskısı karşısında, öznel
hayatı koruma görevini
üstlenir.
Kent yaşamının aşırı uyarıcıları altında kalan birey çekingen, içi geçmiş ve boşvermiş
davranışlar geliştirir. Küçük ölçekli cemaat ile karşılaştırıldığında modern
kent, mekânsal büyüklüğü nedeniyle bireylere ve onların kendilerine özgü iç ve
dış gelişimlerine ortam sağlar. Kent, kentin rasyonalitesi ve entelektüalizminin kaynağı
ve ifadesi olan para ekonomisine dayanmaktadır. Akıl ve para insanlara yönelik
pratik bir tutum içine girer ve duyguların ve davranışların aynı düzeye gelmesini
sağlar.
Simmel’in kent kuramına yaptığı özgün katkılardan biri de, kent insanını bir yabancı
olarak kurgulamasıdır. Kentli insan, davranışlarını kendisi olarak gerçekleştiremediğ
i ve bölünmüş bir kişiliğe sahip olduğu için, bir yabancıdır. Yabancı,
yurdu/toprağı olmayandır. Yurt/toprak sadece şziksel bir değer değil, ayrıca
maddi hayatın süreklilik kazandığı sembolik bir duygudur. Kentin yurt haline gelebilmesi
için, insanların hem akıllı hem de duygusal varlıklar olarak etkileşimde
bulunmaları gerekir. Bu ise ancak günümüzün küçük kasabalarında veya eski Yunan
sitelerinde mümkündür. Ulusal, sosyal, ticari ve insani ortak özelliklerimiz,
modern toplumlarda yabancıyı bize yakınlaştıran bağlardır. Ne var ki bu bağlar,
geniş bir coğrafyaya yayıldığı ve bireyle ilişkisi geniş bir grup aracılığıyla olduğu
için, soyut bir yakınlığa dönüşür.
Simmel’de, kentsel yaşamın psişik formları, kentli insanın kişiliğini ve davranı-
şını etkileyen kurumlar, ilişkiler ve düşünceler kent sosyolojisinin odağına yerleşir.
Ona göre, kent sosyolojisinin “öncelikli konusu tam olarak kentlilerin zihinsel yapı
sıdır”. Bu nedenle de Simmel’in kent teorisi sosyal psikolojik kent teorisi olarak
değerlendirilmiştir (Martindale, 2005; Yörükan, 2005). Simmel’e göre modern
kentli insan, modernlik öncesinde veya kır yaşamında sosyal grupların üyelerine
vermediği, özgürlük ve kişilik sahibi olma fırsatına sahiptir. Kentsel ortamda temkinlilik
ve karşılıklı kayıtsızlık, bedeli kaybolmuşluk ve yalnızlık olan bir özgürlük
sağlar.
Simmel’in kalabalık sokaklarda yürüyen insanların birbirlerini tanımamasının
yaratacağı bunalım düşüncesi tartışmalı bir durumdur. Bunun nedeni basit bir
açıklamayla, sürekli olduğu düşünülen kalabalık sokakların aslında bireyler için
geçici olmasından ve insanların gideceği yere ulaşmaları için sadece birer araç olmaları
ndan dolayıdır. İnsan kalabalık sokakta gideceği yere ulaşmaya çalışırken,
tanımadığı kalabalıktan çok belki de ulaşımda karşılaşacağı sorunlardan daha fazla
etkilenir. Ulaşılacak yerde insanı bekleyen ortam da Simmel’in bahsettiği gibi tanı
dık ve bilindik olmayanlardan oluşsaydı kentte yaşam gerçekten katlanılmaz
olurdu. Kalabalık sokaklardan geçildikten sonra varılacak yer insanın çoğu zaman
tanıdığı/bildiği bir yer ve içindekiler de sokaktakiler gibi yabancı değildir. Kendi
sokağına, okuluna, çalıştığı binaya, üyesi olduğu örgüte vb. ulaştığı andan itibaren
en azından insanın kalabalık sokaklardaki kadar yalnız olmayacağını kısmen
varsayabiliriz.