TOPLUMSAL DEĞİŞİM-DİN İLİŞKİLERİ
Din ile toplumsal değişimin karşılıklı ilişkilerinin temelde iki tipte gerçeklik
kazandığı söylenebilir: Bunlardan birincisi, dinin etkili olduğu din-toplumsal
değişim ilişkisi; ikincisi ise toplumsal değişimin etkili olduğu toplumsal
değişim-din ilişkisidir.
Dinin etkili olduğu toplumsal değişim-din ilişkisi, kendi içinde üç tipte
ele alınabilir: Birincisi, dinin toplumsal değişimi yavaşlatıcı, hatta bazen
engelleyici bir etken olarak etkili ve işlevsel olduğu din-toplumsal değişim
ilişkisi; ikincisi, dinin toplumsal değişimi takviye edici bir etken olarak işlev
gördüğü ilişki biçimi; üçüncüsü ise dinin toplumsal değişimin temel faktörü
olduğu ilişki biçimidir.
Toplumsal değişimin etkili olduğu toplumsal değişim-din ilişkisi de,
kendi içinde aynı şekilde üç tipe ayrılabilir: Birincisi toplumsal değişimin
dini engelleyici olduğu, olumsuz yönde etkilediği toplumsal değişim-din
ilişkisi; ikincisi, toplumsal değişimin dinin lehine işlev gördüğü ilişki biçimi
ve üçüncüsü ise toplumsal değişimle birlikte dinin kendini değiştirmesidir.
Bu tipoloji, din-toplumsal değişim ilişkilerinin, mutlak surette bu iki ana tip
birbirinden bağımsız olacak şekilde gerçekleştiği anlamına alınmamalıdır.
Çoğu durumlarda her iki tipin, iç içe, birlikte gerçeklik kazandıklarını söylemek,
sosyal gerçekliğe daha uygun düşer.
Dinin Etkili Olduğu Toplumsal Değişim – Din İlişkisi
Toplumsal Değişimi Yavaşlatıcı veya Engelleyici Bir Etken
Olarak Din
Dinin etkili olduğu toplumsal değişim – din ilişkilerinde gözlenebilen
hususlardan biri, dinin, toplumsal değişimi yavaşlatıcı veya engelleyici bir
etken olmasıdır. Gerçekten de din, muhafazakar yönünü devreye sokarak
mevcut sosyal düzen ve düzenlemeleri koruyabilmekte ve istikrar unsuru
olabilmektedir. Toplumsal istikrar faktörü olarak din, istikrarı koruyarak
toplum hayatında dengeli bir devamlılık temin edilmesinde etkili bir rol
oynayabilmektedir.
Dinin muhafazakârlık işleviyle mevcut durumu korumasında önemli
etkenlerden biri, insanların öteki dünyaya, ahirete inançlarıdır. Öteki dünya
inancı, insanların karşılaştıkları pek çok haksızlıklar karşısında susmalarını, o
haksızlıklarla hesaplaşmayı öbür dünyada büyük mahkemeye bırakmalarını
temin etmekte ve böylece bu dünyada sosyal ve siyasal düzen içinde pek çok
kargaşa, isyan ve savaşın çıkmasını önleyici bir işlev görmektedir.
Din, toplum aktörlerinin siyasal düzen veya devletle ilişkilerini düzenleyerek
de toplumsal düzenin korunmasına katkıda bulunur. İnsanların anayasa
ve yasalara uymalarında, toplumun kaynaşması, barış içinde yaşaması veya
çatışmasız bir biçimde varlığını sürdürmesinde önemli bir etkide bulunur.
Din, güçlü bir bütünleştiricilik işlevine sahiptir. Zira din, her şeyin üstünde,
insan hayatını düzenleyici bir temel fenomendir. Din, toplum bireylerinin
hayatını, onları içeren, ama aynı zamanda aşan mutlak anlamlar ve değerlere
göre düzenler.
Din, insanlara yardımlaşma duygusu kazandırarak insanların birbirlerine
yardım etmelerinde, sıkıntılı zamanlarda, hastalık, deprem, sel gibi felaketlerde
birbirlerine maddi ve manevi yönden destek olmalarında da işlev görerek
toplumun kaynaşması veya bütünleşmesine önemli katkılarda bulunur.
90
Durkheim’in din ile toplumsal bütünleşmenin yan yana var olduklarını
ileri sürmesinden ve dinde gevşemenin toplumdaki dayanışma bağlarını da
çözerek anomiye (amaçsızlık) yol açtığına işaret etmesinden beri sosyolojik
literatürde din, bildiğimiz kadarıyla hemen herkesçe bir istikrar faktörü olarak
değerlendirilmekte, bu nedenle de toplumsal değişime set çeken etkin bir
toplumsal güç olarak yer almaktadır. Din ayrıca, dünyevi düzenin anlam yoksunluğunu
gideren, toplumsal gerçekçiliği kutsallaştırılmış bir düzene
dönüştüren bir model olarak da kavramsallaştırılmıştır.
Marksist sosyologlar da, farklı öncüllerden hareket etmelerine rağmen
dinin değişime karşı koyan bir etken olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre
egemen sınıfların egemenlik aracı olan din, toplumsal değişime karşı güçlü
bir fren teşkil etmektedir. Bu bağlamda diyalektik ve çatışmacı din kuramları,
dini mevcut egemenlik ilişkilerini meşrûlaştırarak istikrarı sağlayan bir
fenomen olarak görürler. Marks, dini insanoğlunun gerçek ıstırabının bir ifadesi,
reel acı ve sıkıntıya karşı bir protesto, söz konusu ıstırabı hafifletme
veya meşrulaştırma çabası ve halkın afyonu olarak değerlendirmiştir. Bu
durumda din, kavranamayan, yanlışlığı görülemeyen bir dünyanın bilincini
ifade ederek ve ezilen sınıfları hayata bağlayarak, yanlış dünyanın gerçek
sefaletine karşı mümkün protestoları yatıştırma işlevi görmektedir. Böylece
dinin ideolojik işlevi, gerçek sefalete karşı protestoları nötürleştirerek ve öbür
dünyaya havale ederek egemen ve ezilen sınıflar arasındaki ilişkilerin
istikrarında kendini gösterir. Gerçekten de Marks’ın düşüncesinde din, cari
sosyal düzenlemeleri haklılaştıran, üst sınıfların bir aracı olarak hizmet gören
ve istikrarı korumaya çalışan bir ideolojidir. Dinin insanı değil, insanın dini
meydana getirdiğini savunan Marks’a göre din, ideal ama gerçek dışı bir
dünya yaratarak, sosyal adaletsizliklerin damgasını taşıyan gerçek dünya
karşısında bir teselli ve haklılaştırma işlevi görür. Bu nedenle Marks, dinin
bu dünyanın genel bir kuramı olduğu, dünyanın evrensel düzeyde ahlakî
açıdan onaylanması, törensel tamamlayıcısı, tesellisi ve haklılaştırılması
olduğu görüşünü taşımaktadır. Din, insanlık durumunun sefaletini yansıtır ve
insana bir teselli getirir. Fakat bu, razı oluşa götüren ve sosyal adaletsizliklere
karşı bilfiil mücadeleden geri tutan bir tesellidir. “Dinsel sefalet bir yönüyle
gerçek sefaletin dışa vurumu, diğer yönüyle de gerçek sefalete itirazdır. Din,
ezilen yaratılmışın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın ruhudur; tıpkı ruhun
kovulduğu sosyal şartların ruhu olduğu gibi. Din, halkın afyonudur.” (Marks
ve Engels, 1987: 11)
Bu noktada Marks’ın dinin yabancılaşma olduğuna ilişkin görüşüne de
işaret etmekte fayda bulunmaktadır. Marks’a göre din alinasyon, yani yabancılaşmadır.
Marks’ın düşüncesinde dine inanç, insan yabancılaşmasının en
derin biçimidir. Marks, dini kapitalist üretim tarzının yabancılaştırıcı etkilerinin
bir parçası olarak görmüştür.
Marks’ın din ile ilgili görüşlerine bakıldığında, dinin afyon olmasından
maksadın, insanların kendilerini olaylar, zalim yöneticiler, sıkıntılı sosyal
şartlar karşısında batmadan yüzeyde tutunabilmek için kullandıkları bir tür
kendi kendini aldatma, kendi kendini oyalama veya afyonlama faaliyeti olduğu
anlaşılmaktadır. Elbette bu afyonun geri planında egemenlerin çok önemli
roller icra ettikleri de gerçektir. Esasen Marks’ın kendisi, dinin bir işlevinin
afyon olduğunu söylememekte, dinin sosyal şartların bir ürünü olduğunu ve
dinin başlı başına bir afyon olduğunu ileri sürmektedir.
S. Freud’un din ile ilgili görüşünün Marks’tan temelde farklı olmadığını
da kaydetmek gerek. Freud, her ne kadar bireysel düzlemde bir din teorisi
geliştirmiş olsa da, hareket noktası itibarıyla Feuerbach ve Marks’la hemen
hemen aynı mantığa sahiptir. Bilindiği gibi Freud’a göre de din uyutucudur,
nevrozdur. Sonuçta aslında Marks ve Freud’a göre din açıklanıp rafa kaldırılacak
bir şeydir.
Ama yeri geldikçe belirtildiği gibi bu tür bakış açıları büyük ölçüde
sübjektif ve ideolojiktirler. Dinin belli bir zaman ve mekandaki durumu,
dinin o duruma indirgenmesini haklılaştırmaz. Her halükarda dinin başlı başına
değişimi engellediği veya yavaşlattığı görüşü, sosyolojide önemli bir
görüş olarak yerini almaktadır.
Dinin sosyal değişimi yavaşlatıcı görünümü, onun toplumun bütünleşmesinde
gördüğü işlevle de yakından ilgilidir. Din, özellikle hızlı sosyal
değişimlerde ve toplumsal farklılaşmalarda olası ve olan parçalanmalara karşı
toplumu korumak ve bütünleştirmek için harekete geçer. Gerçekten de tarihe
ve günümüze, basit, az farklılaşmış ve karmaşık, çok farklılaşmış toplumlara
bakıldığında dinin önemli bir bütünleşme faktörü olduğu görülür.
Özellikle de karmaşık toplumlarda dinin en önemli sosyal işlevlerinden
biri, sosyal farklılıklardan dolayı bölünüp parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya
bulunan toplumu birleştirmek ve bütünleştirmektir. Toplumsal işbölümünün
artmasına da bağlı olarak meslekî faaliyetler alanındaki ayrılıklar
kendilerini daha güçlü bir şekilde hissettirdiklerinden, artık doğal cinsiyet ve
yaş farklılıklarının ötesinde kesin sosyal statü farklılıkları toplumu çeşitli
kategorilere bölmekte ve bu durum karşısında toplumda sosyal bütünleşmeyi
sağlama ihtiyacı daha çok ortaya çıkmaktadır. Son derece farklılaşmış ve
üstelik hızlı sosyal değişim süreçlerine sahne olan toplumlarda bütünleşme
problemi daha fazla kendini hissettirmekte, bu durumda da dinin toplumsal
bütünleşmeyi sağlayıcı rolü daha önemli hale gelmektedir.