Teoriler

thomas kuhn ve paradigma

thomas kuhn ve paradigma

Çağımızın önde gelen bilim filozoflarından Thomas Kuhn’un felsefesindeki en yaygın kavram, “paradigma” kavramıdır. Kuhn’a göre bir paradigmanın başlıca dört kurucu öğesi vardır: 
1 . İlk öğeye “simgesel genellemeler” ( “symbolic generalization” ) adını verir. Bunlar, doğa yasalarını andıran, ancak bilim adamlarınca tanımlama olarak anlaşılan önermelerden oluşur. Bu önermeler sınamaya tabi tutulmaz. Simgesel bir genelleme yanlışlanamaz. Örneğin Newton’un ikinci yasası (güç – kitle x hız) uzun bir süre gücün tanımı olarak; Ohm yasası da (iletkenlik = gerilim/direnç iletkenliğin tanımı olarak anlaşılmıştır. Bugün de geçerli olduğuna inanılan bir başka örnek, «hız = mesafe/zaman», önermesidir. (Bu önermenin yanlışlandığı düşünülebilir mi?) 
2. İkinci kurucu öğeye Kuhn, metafizik öğe der. Şu tür inanışlardan oluşur: Isı, hareket enerjisidir; algılanabilir olayların nedeni atomlardır, güç alanlarıdır, vb.; bir gazın molekülleri rasgele hareket halinde olan küçük, esnek bilardo topları gibi davranır, vb. 
3. Kuhn, üçüncü öğeye “değerler” ( “values ) adını verir. Ancak bunlara “kuramötesi” ( “metateori” ) ölçütler dense daha doğru olur: Zira burada söz konusu olan, niceliksel öndeyiler, niteliksel öndeyilerden daha iyidir, “kuramlar, daha basit ve daha tutarlı olmalıdır” gibi değerlerdir. 
4. Dördüncü öğe, “örnekler” ( “exemplars” ) adını alır. Kuhn’a göre kitabının en az anlaşılmış bölümü bu öğeyle ilgili olandır. Kuhn şunu anlatmak ister: Bilim adamları eğitimleri sırasında bir dizi standart problemi çözmeyi ve bir dizi standart deney yapmayı öğrenirler ve böylelikle nesnelerî ve olayları, sözle ifadesi ya da birtakım önermelerle özetlenmesi olanaklı olmayan, ortak bir bakış açısıyla görmeye başlarlar. “Örtük bilgi” ( “tacit knowledge”) edinirler. Bir dizi ortak “örnekler” i benimserler. Doğurduğu kuramsal soruları çözebilmeksizin ya da onu sınayabilmeksizin, bir doğa yasasının ne dediğini anlamak, bir anlamda, olanaklıdır. Ancak bunun için, doğa yasasının ifade edildiği önermenin ötesinde bir şeye gerek vardır. Bu da, “örneklerine” ilişkin bilgidir. 
Kuhn’a göre bilim iki şekilde yapılabilir. Ya bir paradigma veri kabul edilir ve “normal bilim” ( “normal science” ) yapılır; ya da paradigma değiştirilmeye çalışılır ve “devrimci bilim” ( “re- volutionary science”) yapılır. Normal bilim, bilimsellikle ilgili görülen özelliklerin çoğunu gösterirken; devrimci bilim felsefe olma eğilimindedir.                                                                             NORMAL BİLİM


 Kuhn, normal bilimde üç farklı uğraş görür: 
1. Işığın dalgalardan oluştuğunu söyleyen bir paradigma varsa, frekansların ve spektral yoğunlukların belirlenebilmesi gerekir; belirli bir kimya paradigması farklı maddelerin atom ağırlıklarının belirlenebilmesini gerektir, vb. Normal bilimsel çalışmaların bir bölümü, bu ‘ örneklerde olduğu gibi, paradigmasal özelliklerin belirlenmesi ve bu belirlemelerin giderek daha büyük bir kesinlikle ve giderek daha kapsamlı olarak yapılmasıdır. Bir paradigma olmaksızın, hangi özgülüklerin belirlenmesi gerektiği bilinemez. 
2. Tarih çalışmaları, kuramların çoğunun her zaman yanlışlandığını, yani daima kuramda çelişik görülen veriler bulunduğunu göstermiştir. Diğer çalışmalar ise, bu yanlışlamaların aslında yanlışlama olmadığını, aksine kurama ya da paradigmaya uygun olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Örneğin, geliştirilmiş bir teleskopla, Kopernik kuramının içerdiği yıldız paralaksının gerçekten var olduğu gösterilebildi. Daha. önceki verilerin yanlış olduğu ortaya çıktı. ~Kuram doğruydu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Normal bilimde amaç, doğayla kuramı birbirine uydurmaktır ve bu daima kuramın kurallarına göre olacaktır. 
3. Kuhn’un paradigma betimlemesi, deneysel yasalar denilen yasalara yer vermez. Kuhn’a göre, bir kısım mantıkçı pozitivistlerin iddialarının aksine, deneysel yasalar teorilerden önce gelmiş değillerdir. Deneysel yasalar daima belirli bir paradigmadan hareketle belirlenmiştir. Örneğin, Coulomb’un elektriksel çekim yasası gibi bir yasanın belirlenebilmesi için, elektriğin ne olduğunu ve nasıl işlediğini aşağı yukarı anlatân bir paradigmanın bulunması zorunludur. Bu çeşit yasaların belirlenmesi normal bilimin işidir. Normal bilim çalışmalarının son bir yönü (ki, bunu dördüncü bir .uğraş olarak belirtmesi gerekirdi) , Kuhn’un, paradigmanın yayılması dediği uğraşıdır. Normal bilim çalışmalarının tümünün bir ölçüde bu yayma etkinliğine girdiği söylenebilir; ancak burada anlatılmak istenen, paradigmanın ,uygulama alanının genişletilmesi çalışmasıdır.  
    Paradigma öncesi dönemde birtakım okullar söz konusu bilim dalına hakim olmak için rekabet ederler. Daha sonra kayda değer bir bilimsel çalışmanın gerçekleşmesiyle okullardan biri öne geçer ve bu okulun fikirleri paradigmayı oluşturur. Yaptıkları araştırma ortak bir paradigma üzerine kurulu olan araştırmacılar aynı kurallara ve ölçülere bağıdır. Bu bağlılık sonucunda ortaya çıkan görüş birliği belli bir araştırma geleneğinin oluşması ve sürmesi için ön şarttır.   ğer bir paradigma veri kabul edilirse, hem çözümü gereken sorunları tanımlayacak, hem de bunların kabul edilebilir çözümlerinin neler olduğunu belirleyecektir, Biri, bir sorunu çözmede başarısızlığa uğrarsa, bu, paradigmanın bir yana atılacağı anlamına gelmez. Daha yetenekli birinin bu sorunu ileride mutlaka çözeceği söylenir. Kuhn bu durumu şöyle ifade eder: Normal bilim dönemlerinde kuramlar değil, bilim adamları sınanır. Bu dönemlerde bilim adamları bulmaca çözmeye çalışan kimselere benzer. Bulmacanın; sorunu çözmek için gerekli olan, tüm parçacıkları baştan verilmiştir. Bütün iş, parçacıkları doğru yerlerine oturtmaktan ibarettir. Kuhn’a göre her zaman için bir paradigma vardır; ama her zaman normal bilim yapılmaz. İlk üç kurucu öğeden oluşan bir paradigma daima bulunur. Ancak normal bilim için dördüncü öğenin de bulunması gerekir; oysa bazen bu öğe bulunmaz.


1.1.3. PARADİGMALAR ARASI GEÇİŞ(DEVRİMCİ BİLİM)

Bazen paradigma değişir. Örneğin, Ptolemaios astronomisi- nin yerini Kopernik astronomisi almış; Aristoteles dinamiği yerini Newton dinamiğine, o da yerini görelilik kuramına bırakmıştır. Kuhn’un paradigma değişmeleriyle ilgili olarak andığı diğer adlar Benjamin Frankdin, James Clerk Maxwell, A.C. Lavoisier, Charles Lyell ve Charles Darwin’dir. 
Paradigma değişmesi daima bir grupla bağıntılıdır: Bazen bu grup toplumun tümü olabilir. Kopernik devrimi tüm toplumu etkilemiştir. Öte yanda, optik alanında parçacıklar kuramından dalgalâr teorisine geçiş, her ne kadar sonradan tüm topluma yayılmışsa da, başlangıçta yalnızca küçük bir grubu ilgilendirmiştir. 
       Bilimsel devrimleri eski bir bilim yapma geleneğinin bir yenisiyle değiştirilmesi olarak tanımlayan Kuhn, var olan karşıt bilim görüşleri arasındaki seçimin büyük ölçüde sosyal-psikolojik bir süreç olduğu, bilginin temeldeki evrensel niteliği ile doğrudan bir ilgisi olmadığı görüşündedir. Dolayısıyla, karşıt bilim görüşleri ortaya çıktığı anda, bilgi üretimi ve bilimsel ilerleme, bir tür güç mücadelesidir.Birbiriyle yarışan farklı bilimsel yaklaşımlara
Kuhn “paradigma” adını vermiştir. Yapısalcı dilbilimden ödünç alınmış bir kavram olan,
gözlemlenmesi mümkün olan bir çok veriden bir diziyi belli kurallara göre “çağırma”, yani bir nevi rastlantıdan kurtarma ve gereğinde de aynı kurallara göre yeniden üretme anlamındaki bu teknik düşünceyi, belli bir bilimsel yaklaşımın doğayı sorgulamak ve doğada bir ilişkiler bütünü bulmak için kullandığı açık ya da örtülü bütün inançları,kuralları, değerleri ve kavramsal / deneysel araçları kapsayacak biçimde ele almıştır. Bilimsel devrimler çok sık meydana gelmediğine göre, normal zamanlarda yapılan “olağan” bilim uğraşını ve
araştırmaları bu geniş anlamıyla paradigmalar yönlendirmektedir. Bilim yapan toplulukları ve
değişik bilimsel uzmanlık alanlarını belirleyen de bu tür paradigmalara olan bağlılıktır. Kuhn yalnızca, bilim adamlarının değişik paradigmaları verilmiş olarak kabul ettiklerini ya da belirli bir dönemde böyle yapmaları, yani paradigmanın doğruluğunu tartışmaktan kaçınmaları gerektiğini savunmakla kalmaz, deneysel yasaları belirleyebilmek ve değişik özgülükleri ölçebilmek için mutlaka bir paradigmanın kabul edilmesinin zorunlu olduğunu söyler. Çünkü tüm deneyler, yardımcı varsayımlar gerektirir (bunlardan hangilerinin kullanılabilir olduğunu paradigma belirler) ve çünkü dilin yapısı öyledir ki, tüm bir dilsel bağlam verilmiş olarak alınmazsa, soyutlanmış bir önermeyi anlama olanağı yoktur. (Kuhn burada Wittgenstein’ın “dil oyunları” tartışmasına atıfta bulunur. 

Bu durumda paradigma değişmesi Kuhn bakımından sorun yaratır. Sorun, hem paradigmanın neden terkedildiği sorusuyla, hem de yeni paradigmanın nasıl olması gerektiğinin nasıl bildirileceği sorusuyla ilgilidir. Paradigmanın varlığı sınamanın ön- koşuludur. İçerdiği sorunların çözülmesinde başarısızlığa uğranılması anlamında dolaylı sınama dışında, bir paradigmanın doğrudan sınanması olanaksızdır. Her paradigma normal olarak her zaman kendisiyle bağdaşmayan verileri (anomalileri) içerir; ‘bu yüzden, tek başına anomalilerin varlığı bir paradigmanın terkedilmesi için yeterli neden olamaz. Kuhn’a göre bir paradigmanın terkedilmesinin normal kuramsal nedeni (elbette ki, sosyolojik ve psikolojik nedenler de gösterilebilir), paradigmanın çözmede başarısızlığa uğradığı sorunların sayısının çok fazlalaşmasıdır. Ancak, buna kalmadan da paradigma değişebilir. 
Bir paradigma kendini doğrudan deneylerde belli etmez; kısmen spekülatif bir öğeye dayanır. Birden fazla yeni paradigma ortaya çıkarsa, hangisi seçilir? Kuhn’a göre, önce felsefi bir tartışma yer alır ve sonunda paradigmalardan birinin doğal olduğuna karar kılınır. Dünya, paradigmanın tanımına uymalıdır. Paradigma değişmesi halinde, yeni paradigmanın akılsal (rasyonel) açıdan daha doğru kabul edilmesi değil; daha çok bir inanç değişikliği söz konusudur. Başka türlü olması da zaten olanaksızdır. Bir paradigma, deneyin ve akılsal (rasyonel) tartışmanın en genel öncülüdür, ancak genel öncüller asla kanıtlanamaz.
İki ayrı paradigmanın kavramlarının karşılaştırılamazlığı, Kuhn’un paradigma değişmesinin bir dinden başka bir dine geçişe benzediği görüşünü vurgular. Farklı paradigmaları savunanlar arasında, ancak kısmî bir haberleşme (communication) olabilir. Birinin dilinin diğerinin dilinde karşılığı yoktur. Biri diğerini anladığını söylüyorsa, bu, onun diğerinin dediklerini kendi diline çevirmesi ve dolayısıyla diğerini (kısmen) yanılış anlaması demektir. Yapılacak şey, diğerinin dilini ya da kuramını iyice öğrenmek, bundan sonra hangi kuramın doğru sayılabileceğine karar vermektir. Ancak, yukarıda da gördüğümüz gibi (Paradigmalar bölümüne bakınız) , Kuhn’a göre kişi dünyayı bir anlamda belirli bir paradigma aracılığıyla görür. Yani her iki dili öğrenmek mümkünse de, yansız bir açı yoktur. Kişi kendini daima bir paradigma içinde bulur. Bir paradigmayı benimseyip, başka bir paradigmanın dilini öğrendiği zaman, durumu İngilizce konuşa- bilen ama Fransızca düşünen kişiyi andırır. Ancak bu dil benzetmesini fazla ileri götürmemek gerekir. Çünkü, hem İngilizce hem de Fransızca konuşmayı ve düşünmeyi öğrenmek mümkündür. Oysa Kuhn’a göre, kişi diğer paradigmanın diliyle konuşmaya, dünyayı onun kavramlarıyla görmeye başlar başlamaz, o paradigmayı kabul etmiş olur. ~Bu, bir din değiştirmeye benzer.  
Şöyle de denilebilir ki; paradigmalar arasında uyuşmazlık,bütünleşme veya geçiş olmak üzere üç farklı ilişki vardır. Paradigmalar arasında geçişi sağlayan postmodernizmdir. Paradigma uyuşmazlığı veya zıtlığıyla karşılaşan postmodernistler paradigmalar arasındaki sınırları modernist olarak gördüklerinden bu sınırları yıkmayı hedeflemektedirler.
 Paradigma uyuşmazlığı her bir paradigmanın ayrı gelişimini ve uygulanmasını savunur. Her bir paradigma,kavramların tanımlandığı ve teorilerin ortaya atıldığı kendine özgü bir bakış açısını geliştirmeye çalışır. Bu durum paradigma sınırlarının ötesindeki diğer paradigmalara ait kavram ve analitik yöntemlerin kullanılmasını engeller.Paradigma bütünleşmesinde ise değişik paradigmaların sentezi söz konusudur. Paradigmaların varsayımları arasındaki ilişkiler dikkate alınmaz. Paradigma bütünleşmesi sadece bir paradigmanın benimsenerek,diğerlerinin devre dışı bırakılması anlamına gelebilir. Bu şekilde disiplinin akademik bir alan olarak etkisinin artacağı iddia edilmektedir.

Paradigma geçişinde ise araştırmacı çeşitli paradigmaları incelemesinde kullanır. Örneğin,önce yorumsamacı paradigma kullanılarak buradan elde edilen veriler ve bulgular işlevselci paradigmayı kullanan araştırmada girdi olarak kullanılabilir. Paradigma geçişinde değişik stratejiler kullanılabilir. Ardışık stratejide bir paradigmanın verileri diğer paradigmaları benimseyen incelemelerde kullanılabilir. Paralel stratejide ise farklı paradigmalar aynı anda kullanılır.
Kuhn’un paradigma anlayışı,daha sonraları değişiklik geçirmiştir. Kuhn,önceleri paradigmanın kapsamına belli bir geleneğin içerdiği somu ve örnek problem yahut ‘bulmaca’ çözümlerini aldığı halde,daha sonra paradigma kavramını genişleterek bu tür standart çözümlerin bilim dünyasına ilk kez sunulduğu klasik kitapları eklemiş,en sonunda da belli bir bilim topluluğu tarafından paylaşılan bütün değerleri ve bağlılıkları ilave etmiştir. Kuhn için mantıksal öncelik taşıyan kavram aslında bilimsel devrim değil,paradigma ve olağan bilim anlayışlarıdır. Zaman olarak paradigma kavramına daha ulaşmasına karşın,mantıksal öncelik ve ağırlık buradadır.
Kuhn,paradigma denen bu inançlar,kavramlar ve araçlar bütününün ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için,toplum bilimlerinin pek azında bu tür bir aşamaya gelindiğini,paradigma-öncesi devirlerde görülen her kafadan bir ses çıkması tarzındaki karmaşanın toplum bilimlerinde bugün hala hakim olduğunu da söylemiştir.  

1.1.4 PARADİGMA KAVRAMI VE SOSYAL BİLİMLER

Paradigma anlayışı doğal bilimler için açıklayıcı bir çerçeve sunabilir ama sosyal bilimlerde bunun zor olduğu öne sürülmektedir. Çünkü sosyal bilimlerin konusu daha karmaşıktır. Sosyal dünyanın önemli özelliklerini deney yapmak için izole etmenin neredeyse imkansız olması ve insan davranışının bilinçli ve yansıtıcı olması,doğal bilimlerdeki gelişmeleri açıklayabilen paradigma yaklaşımının sosyal bilimlerde kullanılabilmesini zorlaştırmaktadır.
Sosyal bilimler için paradigma kavramının uygun olup olmadığı tartışılmakla beraber bazı sosyal bilimciler içerisindeki teorik ayrılıkları açıklamak için bir sakınca görmemektedirler. Örneğin,Burrell ve Morgan sosyal bilim teorisindeki özne-nesne tartışmalarıyla toplum bilim teorisindeki çatışma-mutabakat tartışmalarını birleştirerek sosyal bilimlerde işlevsel,yorumsamacı,radikal hümanist ve radikal yapısalcı olmak üzere dört paradigma olduğunu öne sürmüşlerdir.  Gerek Kuhn, gerekse Feyerabend bütün örneklerini doğa bilimlerinden alırlar; ancak bu örneklerden, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi konusundaki tartışmaya ilişkin bazı sonuçlar kolayca çıkarılabilir. Kuhn’un paradigmalar üzerine genel görüşlerinin toplum bilimlerine de uygulanabileceği açıktır. Ancak bu görüşler, toplum bilimsel paradigmaların özel anlama yöntemlerini,“Özdeşleyim” vb., içerip içeremeyeceği konusunda bir şey söylemezler. Feyerabend’in genel yöntem kuralları alamaz görüşü, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi tartışması açısından daha anlamlıdır. Bu görüşten, tüm tartışmanın yanlış öncüllerle yürütüldüğü sonucu çıkar. Önce doğabilimsel ( «deney- sel>ı, “hipotetik-dedüktif”, vb.) yöntemin belirlenebileceği kabul edilmiş; sonra bu yöntemin toplum bilimlerince uygulanıp uygulanamayacağı sorusu sorulmuştur: Oysa, Feyerabend’e göre, toplum bilimlerinin bilimselliklerini güven altına almak için ithal edebilecekleri özgül bir metodoloji yoktur.  

Özetlemek gerekirse sosyal bilimcilerin üzerinde anlaşabileceği tek bir paradigmayı tespit etmek veya  bulmak çabaları başarısızlığa mahkumdur. Çünkü herhangi bir araştırma ortamında mevcut bütün sosyolojik paradigmalar kullanılabilir. Onların hiçbiri ne doğrudur ne yanlıştır;hatta ne daha iyidir,ne daha kötüdür. Tek bir paradigma yerine iki veya daha fazla paradigma kullanılması sosyal bilimler için daha uygundur. Her bir paradigma kendi içinde entelektüel gelişimini sağlamalıdır. Ancak bu sayede belli bir paradigmanın egemenlik kurmasının önüne geçilebilir. Aynı gelişmeler gerçek teorik farklılaşmanın ve çoğulculuğun garantisidir. Bu yolla epistemolojik ve teorik emperyalizm ve baskı önlenmiş olur.   .

1.2. PAUL KARL FEYERABEND VE ANARŞİST BİLGİ KURAMI

Tek ve kesin olarak geçerli bir bilimsel yöntemin olmayışı, herhangi bir teorinin ancak kaba ve yaklaşık biçimde geçerli olabilmesi ve nihayet herhangi bir alanda birden fazla teoriye yer verilmesi feyerabend ile “teorik çoğulculuk” görüşünün gündeme gelmesine yol açmıştır. Feyerabend, teorik çoğulculuğu savunur. Ona göre bilim, iki ilkeye bağlı kalmalıdır: “çoğalma ilkesi” ve “ inat ilkesi”.  Birinci ilke şudur: 
– “ Genel kabul gören bakış açısı çok iyi kanıtlanmış ve çok yaygın olsa dahi, bununla bağdaşmayan teoriler bulmak ve geliştirmek”
İkinci ilke de şudur:
-“Bir dizi teoriden en verimli sonuçlar vaat edeni seçmek ve karşılaştığı güçlükler çok önemli olsa da bu teoriye sıkı sıkıya sarılmak”
Feyerabend’e göre, aynı anda birbirleri ile çelişen çok sayıda teori bulunmalı ve bu teorilerin savunucuları, bunların doğruluğuna kuvvetle inanmalı ve içerdiği tüm anomalileri ısrarla çözmeye uğraşmalıdır. Feyerabend “teori” kavramını çok geniş bir anlamda kullanır.    “ Teorilerden söz ederken, bunlara mitleri, siyasal düşüncüleri ve dini sistemleri de dahil edeceğim ve bu adı verdiğim bir bakış açısında, var olan tüm nesnelerin en az bir yönüne uygulanabilme niteliğini arayacağım. Genel görelilik teorisi, bu anlamda bir teoridir. Bütün kuzgunlar siyahtır önermesi ise bu anlamda bir teori değildir” demektedir. 
Kuhn ile Popper tartışmalarında orta yolu seçen ve bu konularda çok etkili olan Feyerabend, “ anarşik bilgi teorisi” adını verdiği görüşlerinde bilimin her zaman karşıt görüşlere ihtiyacı olduğu, karşıt görüş çoğalmasının bilginin ilerlemesi için elzem olduğu kanısındadır. Bu kadarı ile Popper’e yakındır. Ancak karşıt  görüşler arasında eleştirel yani akılcı olarak tartışma yolu ile bir seçim yapılabileceğini kabul etmez. Feyerabend “bilimsel yöntem” diye bir şeyin bulunmadığını savunur: bilimsel pratiğin ona göre yönetildiği yada yönetilmesi gereken evrensel olarak geçerli yöntem bilgisel bir ilke yoktur. Eğer illa ki böyle bir ilkenin bulunması gerektiğinde ısrarlıysak, Feyerabend’e göre bu ilke, kendisinin de inanmadığını ve usçuların içinde bulunduğu durumun alaycı bir özeti olduğunu söylediği: “ne olsa uyar” (anything goes) ilkesidir. Feyerabend’in bilgikuramsal anarşizm tutumunu benimsemesinin temel nedenlerinden biri, yöntem bilgisinin kendisini öznel,kurumsal düşüncelerden soyutlayamadığını düşünmesidir. Bu hastalığın ilacı olarak öne sürdüğü “ ne olsa uyar” ilkesi de hastalık geçene kadar kullanılıp sonra bırakılacaktır.bilim tarihi bütün kuramların hatta en başarılılarının bile bir aykırılıklar denizinde yüzdüğünü, bunların hepsinin aslında yöntembilgisel olarak yanlış kabul edilmeleri gerektiğini göstermektedir. Ama Feyerabend’e göre kuramların aykırılıklar içinde yüzmesi, Kuhn’un düşündüğünün aksine, kuramların yeni baştan oluşturulmasına yada bir kenara atılmalarına değil varsayımlar aracılığıyla geliştirilmelerine vesile olmalıdır; bilim böyle ilerler.

Feyerabend’in bilimsel araştırma yöntemlerine ilişkin görüşleri,birlikte bilime dair söyledikleriyle o ana kadar süregelen bilim felsefesi çizgisinde bir kırılma yarattıkları Kuhn’a getirdiği eleştiriler aracılığıyla daha iyi anlaşılabilir. Feyerabend, görüşleri Kuhn’ unkilerle yakın benzerlikler göstermesine karşın, Kuhn’u yöntem düşüncesine bağlı kaldığı için eleştirir. Kuhn’un bilimsel araştırmanın farklı boyutlarına karşılık gelen “olağan bilim” ile “devrimci bilim” ayrımı Feyerabend’e göre hatalıdır. Feyerabend,  Kuhn’un modelinin bilimin gerçek pratiğine uymadığını, ayrıca bunun yıkıcı bir ülkü olduğunu savunur. Bu da göstermektedir ki açıkça dile getirdiği bilgikuramsal anarşizmine karşın Feyerabend’in yöntembilgisel bir önerisi bulunmaktadır. Buna göre bilimsel ilerleme kuramsal düşüncelerin sürekli artmasına ve çeşitlenmesine dayanır. Kuramsal ön kavrayışların ötesinde yansız bir bakış açsı bulunmadığında bir kuramın bütünüyle anlaşılabilmesi için içerden değil dışardan eleştirilmesi gerekir;yani eleştiri alternatif kuramların bakış açısında yapılmalıdır.  Bir konuda ne kadar konu varsa ve ne kadar farklı yaklaşım varsa o kadar iyidir; çünkü böylelikle konu daha iyi anlaşılabilir ve o konuda ilerleme sağlanabilir.
Nitekim Feyerabend’in onu diğer bilim felsefecilerinin birçoğundan ayıran başlıca özelliği bilimsel bilginin artmasını bilimsel ilerlemenin en iyi yolu olarak görmemesidir. Feyerabend modern bilimsel yöntemlerin dışındaki bilgiye ulaşma biçimlerinin bilimsel olmadıkları gerekçesiyle göz ardı edilmelerine karşı çıkıp bilimin bilgi edinmenin yollarından yalnızca biri olduğunu, başka seçeneklerin de bulunduğunu ısrarla belirtir. Bilim dışı geleneklerin, söylenenlerin, destanların da bilgi kaynağı olabileceğinin altını çizer. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, Feyerabend’in bilime değil onun yetkeci konumuna karşı olduğudur. 20. yy biliminin insancıl kaygıları neredeyse hiç yoktur. Buradan yola çıkan Feyerabend’in bilgikuramsal amacı bilimsel olan ve olmayan bütün bilgi biçimlerini zayıf ve güçlü yönleri ile gözler önüne sererek  eleştirel duyumuzu keskinleştirmektir . 
 Feyerabend karşı olduğu şeyin usçuluğun elini kolunu bağlayan kavrayışlar ve bunların destekledikleri aşırılıklar olduğunu söylemektedir. Nitekim kimi felsefeciler onu klasik kuşkcu geleneğin bir temsilcisi olarak görseler de Feyerabend’in bilgikuramsal anarşizmi kendisinin de belirttiği üzere ne kuşkuculuğa ne de siyasal anarşizme benzemektedir. Feyeraband’e göre  bir bilgikuramsal anarşist yalın ya da sıradışı düşünceleri savunmakta gözünü budamaktan sakınmazken,bir kuşkucu görüşlerin hepsini aynı ölçüde iyi ya da kötü diye gördüğünden bunlar hakkında yargı bildirmekten kaçınır. Siyasal anarşist birtakım yaşam biçimlerini yasaklarken,bilgikuramsal anarşist hiçbir kurama sonsuz bir sadakat ya da düşmanlık hissi beslemediğinden yasak tanımaz; hatta yasaklananları da savunabilir. Sonuçta Feyerabend’e göre bilgikuramsal anarşist insanları daha iyi bir duruma ulaştıracak bütün yolları, tüm bilgi biçimlerini kullanır. Hiçbir görüşü saçma, akıldışı ya da ahlak dışı bulmadığı gibi bütün yöntemleri kullanmaktan da geri kalmaz. Karşı çıktığı tek şey evrensel ölçütlerdir.Sahip olduğu yapıtları ile Viyana çevresinin bilim anlayışının göz ardı ettiği, yok saydığı insanı yeniden bilim denilen şeyin orta yerine koyduğu savındadır. 


1.3. LAKATOS VE BİLİMSEL ARAŞTIRMA PROGRAMLARI

Lakatos,araştırma programları teorisini ileri sürerek bilim felsefesine önemli katkılar yapan Macar bilim felsefecisidir.Araştırma programlarının,izole edilmiş hipotezlerden ziyade bilimsel başarının bir parçası olduğunu söyler. Bir araştırma programı,bir problem çözme makinesi olarak zorunlu hipotezlerin koruyucu bir kemeri,tipik bir katı çekirdektir. Bu sonuçla Newton’un programında hareket kanunu ve genel yerçekimi kanunu,gezegenlerin devinimindeki faktörlerin etkisini göz önüne alarak çözmeye çalışan anomalilerin katı çekirdeğidir.Örneğin,ışığın kırılması ya da şimdiye kadar bilinmeyen bir gezegenin bulunması gibi. Problem çözme makinesi,klasik matematiksel fiziğin yapıtaşıdır. Bilimsel olan ya da olmayan araştırma programları,her aşamada kavranmamış anomalilere ve çözülmemiş problemlere sahiptir. ‘Bu anlayıştaki bütün teoriler,çürük olarak doğarlar ya da çürüyerek ölürler.’ Lakatos ,şöyle bir nükteli soruyla bizi belirsizliğe sürükler: 
Peki bir kişi bilimsel ve ilerleyen bir programı, bilimsel olmayan ve dejenere olmuş bir programdan nasıl ayırt eder? Burada yapılacak hareket,’bilimsel ve ilerleyen’ ile ‘bilimsel olmayan ve dejenereyi’ belirlemektir. Lakatos,’tahmin edici yeni gerçekler’i ilerleyen ve dejenere olan araştırma programlarını ayırmada önemli bir kriter olarak tayin eder. 
Böylece,teori, ilerici bir araştırma programında şimdiye kadar bilinmeyen ve alışılmamış gerçeklerin keşiflerine rehberlik eder.Bununla beraber,dejenere olmuş araştırma programlarında,teoriler bilinen gerçekleri birbiriyle bağdaştırmak için uydurulur. Örneğin marksizm,alışagelmemiş bir gerçeği anlatmayı başarmadı mı?

Lakatos,soruları çoğaltır:                                                                                                       – Araştırma programları nasıl ölür?

 – Ölüm sebepleri nesnel kriterler mi yoksa bilimsel modayı değiştirmenin bir sonucu olarak basitçe ölüyorlar mı? 
Lakatos’un cevabı;bu programların kendilerinden daha üstün bir programa yerini vererek elimine olduğudur. Onun fikrine göre bu gerçekçi bir nedendir. Eğer bir program ilerlemenin önünü keserse daha uzun süre bilimsel olarak tatmin olan teoriler olamazlar ve bilim vücudunun bir parçası olarak kalırlar
Not: Programlar bir sosyal neden yüzünden çökerler.
Araştırma programları arasındaki yarışlara fazlasıyla yer verilmiştir. Yeni programlara(sürekli bir şekilde yükselen ve genellikle daha sonra terkedilenlere) her zaman şans verilmiştir.Gerçek yarış,bir alandaki farklı bakışlarla başlayan sonra hadlerini aşan programlar arasındadır. Deneylerini yaparken gerçekleştirdikleri çatışmada aralarında karar verilebilir gibi gözükür ama sonra bu yine mümkün olmaz.. 
Lakatos önemli iki çeşit deney olduğunu söyler ki bunlar  bir araştırma programı içinde teoriler arasında karar verir ve bunlar araştırma programları arasında karar verir. Şekil, bilimsel araştırmanın normal sürecinin bir bölümüdür. 
Lakatos,önemli(kesin) deneylere inanır ki bunlar bir programın diğeri üzerine kurulduğu ve nadir olarak kesin oldukları farkedilen deneylerdir. Ayrıca deneyler kesin olma amacını da taşımazlar. Başlıca zorluk,deneyin ne anlama geldiğinin çatışma çözüldükten sonra farkedilmesidir. Her araştırma programı içinde varsayılan deney farklı şekilde yorumlanır.
          Araştırma programlarının dile getirilmesi,teorilerin aşama kaydetmesi daha sistematiktir ve güncel uygulamalarla uyuşmaz. Böylece: 
•    Güncel araştırmada,disiplinin önünde nadir olarak genel geçer,en iyi teori vardır;bunun yerine birbiriyle yarış halinde olan gereğinden fazla teori vardır. 
•    Araştırma programları genellikle sosyal bir değişiklik yüzünden çökerler.
•    Lakatos teori programları ve deneysel programlar arasındaki ilişkiyi görmezden gelir ve gerilim burada başlar.  
Lakatos,Kuhn’un bilimsel devrim düşüncesi doğruysa,bilimle sözdebilim,bilimsel ilerlemeyle de düşünsel çöküş arasında bir fark kalmayacağını ve nesnel bir bilimsel dürüstlük diye bir şeyin söz konusu olamayacağını öne sürer. Nitekim “yanlışlama ve bilimsel arştırma programlarının yöntembilgisi” başlıklı makalesinde Kuhn’un ve Popper’in çözemediğini düşündüğü sorunlara çözüm getirdiğini savunur ve Popper ile Kuhn’un görüşlerinin bir bireşimi olarak gördüğü”bilimsel araştırma programlarının yöntembilgisini” açıklar. Lakatosçu bir araştırma programını ,programın “katı çekirdeğini”özgülleştiren “olumsuz buldurucu” ilkesi(kendisinden kaynaklanan her kuram tarafından içilen bir temel varsayım)ile “olumlu buldurucu” ilkesi (program içerisindeki özgün kuramların oluşturulmasını yöneten ve büyük bir olasılıkla birtakım geniş metafizik ilkelerden türeyen bir dizi yönerge)biçimlendirir. Bir araştırma programı tarafından üretilen özgün kuramlar deneysel olarak çürütülebilirlerse  de,bu çürütmeye standart yanıt ya da karşı koyuş yine aynı program içerisinde daha özgün bir kuram aramak olabilir. Bu süreç kuramın çürütülmesinden çok ,deneysel zorlukların ışığı altında düzeltilerek korunması ola

İlgili Makaleler