Thomas Hobbes kimdir? Hayatı ve felsefesi
Thomas Hobbes kimdir? Hayatı ve felsefesi: 17. yüzyıl felsefesinin oldukça önemli, hatta en az Bacon ve Descartes kadar kurucu bir diğer filozofu da Thomas Hobbes ’tur (1599-1679). 17. yüzyılda rastladığımız birçok filozof gibi Thomas Hobbes da çağının çocuğu olan büyük bir kafadır. Tıpkı Bacon, Descartes ve de Locke gibi, o da rasyonalisttir, bilimcidir, yöntemcidir; çağını doğru anlayıp iyi ifade etmenin ve anlamlandırmanın mücadelesi içinde olmuştur. Gerçekten de Thomas Hobbes, modern dünyanın problemlerinin, geleneği tamamen bir kenara bıraktıktan sonra, ancak akıl ve bilim yoluyla çözülebileceğini yürekten inanıyordu. Hatta pek çoklarına göre, “döneminin siyasal kargaşasına yeni filizlenen doğabilimleri aracılığı ile çözüm ararken, bilim ve siyaseti cüretkâr bir biçimde birleştirme girişiminde bulunmuştu.” Thomas Hobbes, modern bilimin metodolojisini beşeri bilimler alanına uygulayarak, sivil hayatı yöneten yasaları, Galileo’nun hareket yasalarını incelediği tarzda araştırmaya yönelmiş; toplumu, parçalarına ayrılıp birleştirilebilme esasından hareketle ele almış ve böylece politikaya bir teknisyen kesinliği taşıyarak, toplumsal düzenin ne olduğunu ve nasıl tesis edileceğini, toplumun nasıl kurulacağını göstermeyi amaçlamıştır. Gerçekten de 17. yüzyılda gerçekleşen iki büyük devrime tanıklık eden Thomas Hobbes bunlardan entelektüel veya bilimsel devrim söz konusu olduğunda, ilerici veya ihtilalci biri olarak karşımıza çıkar. Başka bir deyişle, o, Ortaçağ’ın teosantrik ve Aristotelesçi dünya görüşünün deneye dayanan yeni doğabilimleri eliyle yıkılışının baştan sona yanında olmuş, hatta olmakla da kalmayıp, bu sürece doğrudan katkıda bulunmuştu. Savunuculuğunu yaptığı mekanik materyalizme bağlı olarak klasik doğa görüşünün, teleolojik evren telakkisinin yıkılıp, yerine hareket halindeki maddenin her yere yayıldığı mekanik bir doğa tasarımı ikame edilmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştı. Bu doğa, artık Aristotelesçi terimlerle açıklanan amaçlı bir düzen, içindeki her varlığın kendi ayırt edici amacından kaynaklanan belli bir yere sahip olduğu ve söz konusu doğal yerine ulaşmak amacıyla hareket ettiği, özde statik ve mükemmel bir bütün değildir. Bu yeni doğa ya da dünya, Stoacıların, kendisine nüfuz etmiş etkin ve rasyonel bir ilke tarafından yönetilen ve insana doğru ile yanlışın ölçütünü gösteren moral evreni de değildir. Thomas Hobbes ’un sözünü ettiği yeni doğa, hareketin Galileo tarafından keşfedilen fizik yasalarına göre gerçekleştiği, kendi içlerinde hiçbir amaç taşımayan cisimlerin harici bir engelle karşılaşmadıkça, sınırsızca hareket halinde olduğu mekanik bir doğadır. Başka bir deyişle o, büyüsü bozulmuş, yaradılıştan gelen değer biçici bütün anlamlardan arındırılmış; doğal olanın moral açıdan kayıtsız, hatta düşmanca olduğu, doğuştan hiçbir şeyin bir başkasından üstün olmadığı bir doğa olmak durumundaydı.
Thomas Hobbes, demek ki 17. yüzyılın bilimsel devrimine katkıda bulunurken, katkısı öncelikle eski ya da Skolastik bilime karşı çıkma, onun dayandığı ontolojiye veya doğa tasarımına meydan okuma noktasında söz konusu olmuştu. Onun Aristotelesçilere, Skolastik bilime karşı çıkışının bir bölümü metodolojik, bir bölümü ise siyasal nedenlere dayanmaktaydı. Nitekim Aristotelesçi Skolastiklerin kendisinin “anlamsız konuşma” diye adlandırdığı şeye dayanan açıklamalarının bütünüyle yapay olduğunu düşünen Thomas Hobbes, temel eseri olan Leviathan’da pek çok Aristotelesçi kavram ve düşünceyle özel olarak alay etti. O, Aristotelesçi metafizik, pagan demonoloji ve Hıristiyan teolojisinin oldukça acayip birleşiminin, yalnızca kötü bir bilime neden olmakla kalmayıp; politik itaati koşullayan veya etkileyen tahkik edilemez güçlere, ruhlara dayanan tartışmalara meydan verdiği için politik açıdan da yıkıcı sonuçlara yol açtığı kanaatindeydi. Thomas Hobbes ölümden sonraki acıları dindirmek için rahiplere veya Tanrının insanları itaat veya direnişle doldurma gücüne ya da Kilisenin cinler, periler ve ruhlar üzerindeki kontrolüne inanmak gibi şeylerin hepsinin, insanlara hükümdarlarına boyun eğmeme konusunda nedenler verdiğini savunuyordu. Bununla da kalmayıp, bu dünyada beşeri eylemler açısından sonuçları olan bir iktidar iddiasında bulunan her din adamının politik anlaşmazlıkların potansiyel bir kaynağı olduğunu düşünüyordu. Ona göre, Yeni-Aristotelesçi Skolastik bilim görüşü bu tehlikenin gerçek bir parçası olmak durumundaydı. Eski bilime bu şekilde karşı çıkan Thomas Hobbes, bir yandan da hareket halindeki madde ya da cisimler dünyasına tam olarak uyan alternatif bir açıklama kategorisi bulunduğu inancındaydı. Ona göre, başarıya götüren yegâne yol ya da anahtar, Tanrının şimdiye kadar insanlığa bahşetmekten hoşnut olduğu biricik bilim olarak geometrinin uygulama yöntemiydi.
İkinci devrime, yani politik devrime gelince, Thomas Hobbes ’un mutlak monarşinin iktidarının yeni yükselen sınıf tarafından parlamenter demokrasinin temsili kurumları yoluyla sınırlandırılması söz konusu olduğunda, bir yönüyle muhafazakâr, bir yönüyle de ilerici bir tavır takınmıştır. Muhafazakârdır, çünkü mutlakiyetçidir yani monarkın iktidarının sınırsız olması gerektiğini söyler. İlericidir, çünkü bir yandan da Ortaçağ’a, feodaliteye ve Kiliseye karşı olup liberalizmin savunuculuğunu yapar. Thomas Hobbes ’un politika felsefesinde, özellikle siyasal devrimle ilişki içinde ele alındığında, tartışmaya açık olan durumu ya da konumu her ne olursa olsun, onun modern politikanın ilk filozoflarından veya modern siyaset felsefesinin kurucularından olduğu kesindir. Bunun da birbirleriyle hiç kuşku yok ki yakından ilişkili iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi, (1) onun “siyasetle bilimi birleştirme teşebbüsü” veya çok daha açık ve anlaşılır bir biçimde ifade edildiğinde, siyaset felsefesini, düşünce tarihinde veya modern dönemde ilk kez olarak bilimsel bir temele oturtma çabası tarafından belirlenir. İkincisi ise, yine onun (2) iktidara geçiş için bir atlama tahtası olarak bundan sonra sürekli olarak kullanılacak olan doğa veya “doğa durumu” mitinin en önemli kurucularından biri olmuş olmasıydı.
Aslında Thomas Hobbes, bir yandan da toplumsal barışı tesis etme ve insanların politik yükümlülükleriyle sivil ödevlerini temellendirme amacıyla hareket eden bir siyaset filozofu olarak, Sokrates, Platon, Aristoteles, Plutarkhos ve Cicero gibi filozofların bulunduğu politika felsefesi geleneği içinde yer almaktaydı. Bununla birlikte o, söz konusu geleneğin sözcüğün tam anlamıyla başarısız olduğunu düşünüyordu. Bunun da en önemli nedeni, bu antik filozofların hakikat arzuları ve insanları barışa yöneltemeyişleriydi. Thomas Hobbes işte bundan dolayıdır ki gelenekten tamamen kopar; onun gelenekten bu şekilde kopmasını yol açanların öncelikle Machiavelli, onun ardından da Bacon olduğu söylenebilir. Politika felsefesinin klasik teorisyenleri, Hobbes’un üzerinde ciddi bir etki yapmış olan Machiavelli’ye göre, çok yüce hedefleri amaçladıkları için başarısız olmuşlar, siyaset teorilerini insana ait birtakım yüksek özlemlerle ve erdemli bir hayatla ilgili mütalaalara dayandırdıkları, toplum hayatını erdemi ortaya çıkarmaya yönelik bir hayat olarak telakki ettikleri için kendilerini etkisizleştirmişlerdir. Politik alanı, olması gerekenin ölçütleriyle değil de olanın belirlediği ölçütlerle, değerden bağımsız bir alan olarak inşa eden Machiavelli’nin realizmi, doğallıkla politik hayatın standartlarını bilinçli bir biçimde düşürmekten, siyasal yaşamın amaçlarını, insanın erdemli hayatıyla veya yetkinliği yerine, insanların ve toplumların hemen tamamı tarafından fiilen peşine düşülen amaçlarla tanımlamaktan oluşuyordu.
Thomas Hobbes da tıpkı Machiavelli gibi, insanların daha aşağı, ama daha güçlü motifleri temele alınarak oluşturulan politik şema ve düzenlerin gerçekleşme şanslarının, klasiklerin ütopyalarından çok daha fazla olduğu kanaatindeydi. Bununla birlikte Machiavelli’den farklı olarak, bir moral kod ya da doğal hukuk anlayışı geliştirdi; söz konusu anlayış, sivil toplumun amaçlarını belirleyen ahlaken bağlayıcı bir yasa olarak doğal yasa görüşüne dayanıyordu. Fakat Thomas Hobbes, Machiavelli’nin realizmini takip ederek, doğal hukuk öğretisini insanın yetkinliği düşüncesinden ayırmaya özen gösterdi. Doğa yasasını, insanların neredeyse tamamında çoğu zaman en güçlü olandan türetirken, baskın olanın, Sokratik geleneğin öne sürdüğü gibi, akıl değil de duygu ve tutkular olduğunu öne sürdü. Gerçekten de Thomas Hobbes ’un Sokratik geleneğin insan telakkisi ya da tasarımına yönelik eleştirisi, Machiavelli’nin geleneğe karşı realist isyanını her bakımdan izledi. Nitekim o, Machiavelli’yi hatırlatan bir tarzda, toplum içerisinde yaşamanın kendi içinde arzulanır bir şey olmadığını, belli birtakım tutkuların insanları toplum halinde yaşamaya sevk ettiğini, dolayısıyla toplumun başkalarına beslediğimiz sevgi ve muhabbetten ziyade, özçıkara dayandığını veya ben-sevgisinden kaynaklandığını ifade etti. Hobbes’a göre, bu gerçek, beşeri meseleleri veya insani işleri belli ölçüler içinde gözleyen herkes için tecrübeyle sabit olmak durumundaydı.
(a) Amaç ve Program
Modernlik ruhunun en seçkin ve en cesur temsilcilerinin başında gelen Thomas Hobbes, modern felsefenin Bacon ve Descartes gibi kurucu ya da öncülerine tamamen benzer bir biçimde, felsefenin geçmişle, eski felsefeyle olan bağını tümden koparma azim ve kararlılığı sergilemiştir. Gerçekten de Thomas Hobbes, nedenlerin bilgisinden oluşan yeni bilimin hem savunucusu hem de belli ölçüler içinde icracısıydı. Doğallıkla da geleneğe, eski dünyaya ait her şeye karşı çıktı. Ona göre, sözgelimi Yunan felsefesi, tümden yararsız bir felsefe olup, bir sapmadan başka hiçbir şey değildir; Thomas Hobbes sadece Yunan bilimi ve felsefesini değil, Ortaçağ teolojisinin bizatihi kendisini de reddeder. O, bu bağlamda çağdaşı Descartes’ın tinsel ruh anlayışına da şiddetle karşı çıkar ve sadece bilimin gerçek kurucuları olarak gördüğü Kopernik, Galileo ve Kepler gibi bilimadamlarının yeni doğabilimini kabul eder. Thomas Hobbes işte bu kabulünün bir sonucu olarak yeni doğabiliminin içerimlerine bakmış, bütün bir felsefesine yeni doğabiliminin temelinde bulunan mekanik dünya görüşüne göre şekil vermiştir. Gerçekten de o, mekanik materyalizmine uygun olarak üç ayrı cisim olduğunu öne sürüyordu: Evreni meydana getiren madde, diğeri insanı oluşturan beden ve sonuncusu da bir vatandaşlar topluluğunu meydana getiren politik gövde. Materyalizmine veya doğalcılığına uygun olarak, bir birlik tezini en azından zımnen öne süren Thomas Hobbes ’un amacı veya felsefi projesi, uygun ve gerekli politik kurumların insan doğasıyla ilgili olgulardan, bu sonuncusunun da evrenin doğasıyla ilgili birtakım temel olgu veya doğal yasalardan çıkarsandığı birlikli bir bilim ya da felsefe ortaya koymak olmuştur.
Onun bu projede kullandığı yöntem ise, öncelikle genel bir çerçeve içinde, herhangi bir karmaşık durumu çözüp, onu mantıksal olarak temel, basit öğelerine ayırma ve sonra bu basit öğeleri karmaşık durumun nasıl yeniden kurulabildiğini göstermek için kullanma yöntemidir. Bunu yaptığımız zaman, Thomas Hobbes ’a göre, o durumun aslında nasıl kurulduğunu göstermiş oluruz. Bu, Thomas Hobbes ’un Galileo tarafından fiziksel doğa incelemesinde kullanılmış olduğunu düşündüğü yöntemdir. Onun yöntemi, şu halde, özellikle durumun yeni baştan kuruluşu açısından, 17. yüzyılın hemen tüm filozofları için sonuçları kesin, a priori birkaç ilkeden çıkarsanabilir, doğru bir bilim anlamına gelen geometrinin yöntemidir. Başka bir deyişle, Thomas Hobbes, evren teorisi, etik ve politikadan oluşan üç kısımlı felsefesi ya da bilimine yöntem olarak, temel birkaç aksiyomdan evren, insan ve politik hayatla ilgili genel sonuçlar çıkartan geometrik yöntemin uygun düştüğüne inanmıştır. Onun geometrik yöntemi benimsemesi genel materyalizmiyle tutarsızlık göstermez. Çünkü materyalizm doğruysa eğer, varolan her şeyin cisimsel ya da fiziki olduğunu kabul etmemiz gerekir. Varolan her şeyin fiziki olması, geometrinin mekânın matematiği olduğu hesaba katıldığında, her şeyin mekânsal olduğu anlamına gelir. İşte buradan hareketle, Thomas Hobbes ’a göre, materyalizmin doğru ve geçerli olması durumunda, ilke olarak her şeyin geometrik bilgisine sahip olunabileceği sonucunu çıkartmak mümkündür. Düşüncelerimiz ve politik kurumlar türünden ilk bakışta fiziki değilmiş gibi görünen şeyler bile, son çözümlemede geometrik, ama esas fiziki şeylerle ilgili öncüllerden türetilen cümlelerde tanımlanabilir veya betimlenebilir olmak durumundadır.
Gerçekten de Thomas Hobbes için bilimsel bilgi, matematiksel ya da geometrik bilgi anlamına gelmekteydi. Zira ona göre, kendi yaşadığı zamana kadar tartışılmaz, kuşku götürmez sonuçlara ulaşan yegâne bilim geometri olmuştur. Geometri terimi, Thomas Hobbes tarafından oldukça geniş bir biçimde, sadece geometrik şekillere ilişkin araştırmayı değil, fakat bütün matematiksel bilimleri, hareket ve kuvvete ilişkin araştırmaları ve matematiksel fiziği de kapsayacak şekilde kullanılır. Bu yüzden, geometrinin yöntemi dediği zaman, bilimin ya da genel olarak felsefenin yöntemini anlar. Thomas Hobbes ’a göre, bilim ya da felsefe iki şekilde ya (1) varolan her şeyin ilk ve yaratıcı nedenlerinden aşikâr ya da gözlemlenebilir sonuçlarına doğru akıl yürüterek, “sentetik” bir tarzda ya da (2) gözlemlenebilir sonuçlardan veya olgulardan onları yaratan muhtemel nedenlere doğru akıl yürüterek, “analitik” bir biçimde ilerler. Varolan her şeyin ilk nedenleri, Thomas Hobbes ’a göre cisim ya da madde ve harekettir. Bu yüzden, geometrik yönteme göre, işe fiziğin yasalarıyla başlamak, onlardan daha sonra bireylerin ya da insanların davranışlarının nedenlerini, yani tutkuları, tutkulardan da sosyal ve politik hayatın yasalarını çıkarsamak gerekir.
(b) Bilgi ve Bilim Teorisi
Thomas Hobbes, varlık görüşü bakımından bir materyalist, bilgi görüşü bakımından da her ne kadar bilim ve felsefenin yöntemi olarak analitik bir yöntemi, yani dedüksiyonu benimsemiş olmasına rağmen, deneycidir. Buna göre, o, var olan her şeyin maddi bir yapıda veya fiziki olduğunu öne sürmekle kalmaz, fakat her tür bilginin duyu-deneyi yoluyla kazanıldığını söyler. Thomas Hobbes ’un ampirisizme göre duyum olmadan düşünce olamayacağından, düşünceler nedensel olarak duyuma bağlı olmak durumundadırlar. Öte yandan, duyumun temelinde fiziki nesneler olduğuna göre, düşüncelerin mantıksal olarak fiziki nesnelere de bağlı olduklarını söylemek gerekir. Başka bir deyişle, var olan her şey maddi olduğuna, olup bitenler mekanik nedenlerin bir sonucu olarak vuku bulduğuna göre, bilinecek olan her şeyin duyularımız aracılığıyla bilinmesi gerekir. Duyularımızı etkilemeyen varlıkların varoluşunu öne sürmek, Thomas Hobbes ’a göre, kabul edilemez ve anlatılamaz bir şeydir.
Thomas Hobbes, düşünce ve nesne arasındaki bu ilişkinin, bir yönüyle bir temsil ilişkisi, diğer yönüyle de nedensel bir ilişki olduğunu öne sürer. Düşünce nesneyi temsil eder; nesne de düşünceye neden olur. Ona göre, nesne ile düşünce arasındaki bu nedensel ilişkiye duyular aracılık eder; yani fiziki nesneler duyumlara, duyumlar da düşüncelere neden olur. Bu nedensel ilişki geçişli bir ilişki olduğu için nesnelerin düşüncelere neden olduklarını söyleyebiliriz. Nedensellik ilişkisi aynı cinsten şeyler arasında olduğuna göre, onun düşünce-duyum-nesne ilişkisine dair açıklaması bir zihin-beden düalizmine yol açmaz. Başka bir deyişle, duyumların ve düşüncelerin üstünde ve ötesinde, zihin hiçbir şeydir; zihin duyum ve düşüncelerin toplamından başka hiçbir şey değildir. Duyum ve düşünceler ise hareket halindeki maddeye indirgenebilir. Dolayısıyla, ontolojik olarak ifade edildiğinde, zihin hareket halindeki madde olmak durumundadır.
Thomas Hobbes ’ta söz konusu nedensel ilişki zinciri dille devam eder. Düşünce dilden önce gelir, zira düşünce dil olmadan varolabilirken, dil düşünce olmadan olamaz. Öyleyse, dil düşüncenin ifade edilmesi, kaydedilmesi ve iletilmesinde kullanılan bir araçtır, çünkü ona göre, dil, yazı ve konuşma olarak iki şekilde varolur. Yazının esas işlevi düşünceleri kaydetmektir, konuşmanın temel işlevi ise iletişim. Dilin kökeni ve işlevine dair bir yorumdan onun yapısına ilişkin açıklamaya geçtiği zaman, o, bu yapıyı temelde adlara dayanan bir yorumla ortaya koyar. Buna göre, özel isimleri cins isimlerden ayıran, özel bir ismin tek bir şey için kullanılırken, bir cins ismin birçok şeye uygulandığını söyleyen Thomas Hobbes tümellerle ilgili olarak, doğallıkla nominalist bir görüş benimser. Onun bakış açısından, tümeller problemi genelliğin gerçekte neden oluştuğu probleminden ibaret olup, cins isimlerin üstünde ve ötesinde bir şey olarak genellikten, dildışı bir gerçeklik meydana getiren tümelden söz etmek mümkün değildir.
Buna göre, onun maddenin eşbiçimli olduğunu, doğal türlerin olmadığını ve adların salt uzlaşımsal olduğunu söylerken, nominalizmiyle araştırmalarımızın kendimiz için yaratmış olduğumuz linguistik dünya ile sınırlı olduğunu söyleyen çağdaş filozof Wittgenstein’ı öncelediği söylenebilir. Thomas Hobbes dilin, gerçekliği yansıtacaksa eğer, yalnızca cisim veya maddeyle, maddeye ait özelliklerle, kendi bedenlerimizin veya duyularımızın nitelikleri ya da madde tasarımları veya bütün bunları betimlemede kullandığımız terimlerle ilgili olması gerektiğini belirtir. Aksi takdirde, dil anlamsız seslerden meydana gelir. Bilim icra edebilmek, bilimi ortaya çıkarabilmek için öyleyse, dilin sağlam ve tutarlı tanımlardan, cisimlerin kendileri, hareketleri ya da özellikleri ile zihnimizde onlara ilişkin tasarımlardan oluşması gerekir.
Şu halde, bilimin madde veya cisimler hakkında olmak zorunda olsa bile, temelde mantıksal ve dilsel bir etkinlik olduğunu öne süren Thomas Hobbes, aklı da doğallıkla matematik modeline göre düşünüp, akıl yürütmeyi bir tür toplama ve çıkarma işlemi olarak tanımlar. Ona göre, sadece matematikçiler değildir sayıları, açıları ve doğruları toplayıp çıkartan, mantıkçılar da aynı toplama çıkarma işlemini yaparlar. Buna göre, bütün bir mantık alanı adların farklı kombinasyonlar içinde toplanması ve çıkartılması işlemi olup, doğruluk adların önermelerde gereği gibi veya aslına uygun olarak düzenlenmesinden oluşur. O zaman akıl dediğimiz şey de düşüncelerimizin işaretlenmesi ve ifade edilmesi için üzerinde anlaşılmış genel adların hesaplanmasından, yani toplanması ve çıkarılmasından başka bir şey de değildir.
Akıl ise, Thomas Hobbes ’a göre, bizi bilime götürür. Bilim kavrayışı Bacon’a göre biraz daha gelişmiş olan, bilimin özde ampirik yöntemlerle dedüktif yöntemlerin bir birleşimi olduğunu söyleyen Thomas Hobbes ’un bakış açısından bilim, sonuçların ve bir olgunun başka bir olguya bağımlılığının bilgisidir. Bilim, mantıksal ve kronolojik olarak şu şekilde ilerler: Olgular gözlem yoluyla bilinir ve bellekte saklanır. Aynı olgular daha sonra “isimler”le adlandırılır ve bunlardan olgularla olgular arasındaki ilişkilerin doğru kayıtları olan beyanlar oluşturulur. Beyanlar arasındaki ilişkiler de akıl yoluyla keşfedilir. O zaman Thomas Hobbes ’a göre, bilimi iki unsurla veya iki şekilde tanımlamak gerekir. Bilim neden ve sonuçların bilgisi olması dışında, olgularla ilgili doğru beyanların mantıksal sonuçlarının bilgisidir.
(c) Gerçeklik Anlayışı
Thomas Hobbes ’un epistemolojisi ve bilim teorisi, onun ontolojisiyle yakından ilişkilidir. Bütün bir insan bilgisinin kaynağı ve temelinin duyum olduğunu söyleyen Hobbes’a göre, varlığın en temel öğesi de hareket halindeki maddedir. Bu ikisi arasında zorunlu bir ilişki olmasa da Thomas Hobbes bilimden veya bilimsel materyalizmden hareketle, modern metafiziksel materyalizmi kuran, yani gerçekten var olanın sadece madde olduğunu öne süren filozof olarak anılır. Söz konusu materyalizm bağlamında, doğal olarak bir indirgemecidir de. Yani, madde dışında ikinci bir tözün olmadığını söyleyen filozof, cisimsel olmayan ruhlardan söz etmenin kendi kendisiyle çelişik bir söylem olduğunu öne sürerken, varoluşunu teslim ettiği ruhun da madde cinsinden olduğunu savunur.
Thomas Hobbes sadece ruhu da maddeye indirgeyen bir materyalist değil, fakat aynı zamanda bir mekanik materyalisttir. Buna göre, maddenin en temel özelliğinin hareket olduğunu savunan filozof, mekanik bir doğa anlayışının ilk ve en büyük metafiziksel sözcüsüdür: Gerçekten de “kalp bedenin bütününe hareket veren bir tulumbadan, sinirler sayısız yaydan, eklemler de çok sayıda çarktan başka bir şey değildir” derken, sözleri bir metaforun unsurları olmaktan çıkıp, gerçekliğe ait bir betimlemeye dönüşen Thomas Hobbes, en temel iki varlık kategorisinin madde ve hareket olduğunu söyler. Bu madde, Thomas Hobbes ’un realizmi uyarınca, zihinden ya da düşüncemizden tamamen bağımsız olup, yeni doğabiliminin gerektirdiği şekilde, evrenin her yerine yayılmış durumdadır. Varlığın gerçek temeli olarak öne sürdüğü maddenin eşbiçimli olduğunu öne süren Thomas Hobbes, maddeden durum, yer kaplama ve kütle benzeri birincil nitelikler dışında bütün nitelikleri almıştı. Ona göre, bir şeyi veya cismi ötekinden kesin olarak ayırt eden şey onun durumu olup, madde, bunun dışında ayrımlaşmış değildir. Onu farklılaştırarak kategorize etmemizi mümkün kılacak birtakım ilinek veya özellikler gösterse bile, bunlar ikincil niteliklerden veya öznel yanıtlardan başka hiçbir şey değildir.
Onda madde kategorisini tanımlayan bir diğer temel kategori, harekettir. Yer kaplamayan, mekanik olmayan bir ruhtan söz edilemeyeceği için var olan her şeyin bir tür makine olması gerektiğini öne süren Thomas Hobbes ’un söz konusu mekanik materyalizminde biraz daha öne çıkan, öyle sanılır ki maddeden ziyade harekettir. O, Galileo fiziğinden hareket halindeki evren düşüncesini almış ve hareketin adeta her şey olduğunu düşünmüştür. Dahası, dostu William Harvey’in 1628 yılında kan dolaşımını mekanik terimlerle betimlemesi, biyoloji alanının da mekaniğin kavramsal kuşatmasına uğramasında önemli bir rol oynamıştı.
(d) Etik Anlayışı
İnsanı maddi evrenin ayrılmaz bir parçası olarak gören Thomas Hobbes, etiğini de doğallıkla bilimsel bir temele oturtmuştur. Onun bu bağlamda, her şeyden önce etiğin teolojinin ve teleolojik dünya ya da antropomorfik doğa görüşünün etkisinden kurtulup özerk bir felsefe disiplini haline gelmesine katkıda bulunduğu söylenir. Fakat ahlak felsefesini din ya da teolojinin etkisinden kurtaran Thomas Hobbes, onu bilime tâbi kılmıştır. Başka bir deyişle etiğin, ahlaki olgulara dair sağlam ve güvenilir bir bilgi olmak durumundaysa eğer, geleneğe, dini dünya görüşüne ya da kilisenin otoritesine değil de psikoloji ve biyolojinin nesnel yasalarına dayanmak durumunda olduğunu iddia etmiştir. Thomas Hobbes buna rağmen, ahlaki kural ve ilkelerin, nesnel bir biçimde doğrulanabilir yasaların özellemelerinden ziyade, duygu ve arzuların öznel ifadeleri olarak görülmeleri gerektiğini öne sürmüştür. O, aynı çerçeve içinde hayatın korunması ve sürdürülmesinin insan eyleminin biricik ve temel amacı olduğunu söylemiş ve etik görüşünü, bu öz varlığını koruyup devam ettirme itkisi, çabası, eğilimi ya da istemi üzerine inşa etmiştir. Başka bir deyişle, Thomas Hobbes ’un burada da Galileo’nun fiziğine ve yöntemine bağlandığını görebiliriz. Zira Galileo’nun ereksellikten, ahlaki değerlere, amaç ve düzenliliğe yapılacak bütün gönderimlerden arındırılmış olan fizikte yaptığını etik alanında gerçekleştirmek amacıyla, kendi varlığını koruma ve devam ettirme eğilim ya da istemini Galileo’nun eylemsizlik ilkesinin biyolojik karşılığı olarak öne sürüp, bütün ahlaki kural, yasa ve yükümlülükleri ondan türetmeye kalkışmıştır.
İnsan Tasarımı
Böyle bir yola bilerek ve isteyerek giren Thomas Hobbes ’un aslında yapabileceği başka bir şey de yoktu. Mekanik materyalizmiyle eski zamanların teleolojik evren tasarımını yıkarken, doğallıkla dünyayı sadece değere ve amaca değil, aynı zamanda ahlaki olana da yabancı, hatta düşmanca hale getirmişti. Onun evrensel mekanizminde değer kaybına uğrayan sadece dış dünya değildi; beşeri doğa da ağır bir değer yitimine maruz kaldı. Thomas Hobbes insan aklını, değeri tanıyacak, değer yaratacak veya taşıyacak bir melekeden ziyade, iştihanın veya arzuların muhtemel sonuçlarını hesaplama yetisine indirger. Hiçbir şey akla uygun olmadığı gibi, akıl da bize üstün veya yüce görüşler ya da ahlaki hakikatler sağlamaz. Akıl, sadece insana sonuçları daha iyi hesaplama gücü verir. Karar vermeyi, yalnızca insanın en güçlü isteğinin ortaya çıkması; onun yaptığı şeyden çok, başına gelen bir şey olarak değerlendiren; bir karara varmayı hareket halindeki cisimlerin daha karmaşık sonuçlarına eşitler gibi görünen Thomas Hobbes ’un yaklaşımında, irade de iştihanın veya arzuların çatışmasının bir sonucuna indirgenir.
Hal böyle olduğunda, Thomas Hobbes için yapılacak tek şey kalır: İnsan doğasına dönmek ve etiği sadece beşeri duygu ve tutkulara dayanan bir ahlak psikolojisinden türetmek. Dünyanın bir bütün olarak hareket halindeki maddeden meydana geldiğini öne süren Thomas Hobbes, bunun insan için de geçerli olduğunu kabul eder. İnsan adı verilen kompleks maddi sistemde, ona göre, iki tür hareketten söz etmek gerekir. Bu hareketlerden birincisi iradi olmayan harekettir. Hareketlerden ikincisi imgelemin katkısı ve iradenin işe karışmasıyla farklılaşan hayvani ya da iradi harekettir. Hayvani hareketin temelinde, kan dolaşımının adeta mekanik hareketinden farklı olarak, Thomas Hobbes ’un “insan vücudundaki küçük hareket başlangıçları, fizyolojik süreçler olarak tanımladığı çaba, kendi varlığını koruma çabası” bulunur. Bu çaba, insan bedeni içindeki harekete ya da fizyolojik süreçlere neden olan şeye yöneldiğinde, Thomas Hobbes buna arzu ya da iştah, fakat o şeyden uzaklaştığında, yani çaba bir şeyden kaçınmak biçiminde olduğu zaman, istikrah ya da nefret adını verir. Başka bir deyişle, arzu ve iradeye ilişkin görüşüyle insanın rasyonel karar ya da buyruklarıyla fiziki yasalar arasındaki boşluğu kapatmak amacı güden filozof için istek bir nesneye doğru olan, bedendeki fizyolojik süreçlerin yarattığı hareket, iyi de isteğin kendisine yöneldiği şeydir. Buna göre, istek, arzu ya da aşkın nesnesi her ne olursa olsun, ona iyi; tiksinti ya da nefretinin objesine de kötü diyen öznedir. Bu ise tam bir ahlaki öznelciliği ifade eder.
Psikolojik Egoizm
Ahlaki hayatın karakteri ve amacını insan doğasına dayanarak ortaya koyan, bu doğada akıl ilkesinden ziyade, iradeyi yönlendirecek olan psikolojik bir ilke bulan, aklı kılavuz olacak bir yapı olmaktan çıkararak, iradeyi tutkuların yönetimine bırakan Thomas Hobbes, doğallıkla hazcılığa ve göreciliğe varır. Onun gözünde iyi, insan tarafından istenilir olanla özdeştir. Çünkü nesnelerde, bize iyiyi kötüden ayırma imkânı verecek hiçbir şey bulunmamaktadır. Ahlaki değerler, iyi ve kötü bağlamında, şu halde, onların kişiye, özellikle de kişinin duygu hallerine göreli olduğunu söyleyen Thomas Hobbes, dolayısıyla onların, nesnel değil de öznel olduklarını söyler. Zira onlar şeylerin, kişilerin ve eylemlerin, duygulardan bağımsız olarak varolan özellikleri değildirler. Ve ikinci olarak da ahlaki yargıların doğruluk ya da yanlışlıklarından söz edilebilse bile, onların doğruluk veya yanlışlığından gerçekte sadece, ahlaki yargıları, nesnel ahlaki hakikatlerin değil de öznenin duygularının ifadesi olarak gördüğümüz zaman söz etmek gerekir.
Beden içindeki, kendisinin çaba olarak tanımladığı, küçük hareket başlangıçlarını, fizyolojik süreçleri ya da kendi varlığını koruma ve sürdürme güç, eğilimi ya da ilkesini etik sisteminin temeline yerleştiren Thomas Hobbes, insan doğasına baktığında, onun özü itibariyle bireyci, asosyal, yarışmacı ve saldırgan olduğunu görür. Buna göre, insan kendi varlığını koruma dürtüsüyle hareket edip, her yerde ve her zaman kendi hazzını ve dolayısıyla iyiliğini, arzularının tatminini, kişisel mutluluğunu, kısacası kendi özçıkarını arar. Gerçekten de Thomas Hobbes, herhangi bir şeyin, bir nesnenin kişiye eylem için bir motif sağlamasının gerek ve yeter koşulunun, onun ilgili kişinin bir istek ya da arzusunu tatmin etmesi olduğunu ve bunun bütün eylem tarzları için geçerli bir durum meydana getirdiğini ve hal böyle olduğunda, insanın bütün eylemlerinin amacının onun isteklerinin karşılanması, arzularının tatmini olup çıktığını ileri sürer. Bu ise, yani insanın sadece kendi isteklerinin yerine getirilmesi, arzularının karşılanması için çalışması da onun kesinlikle ve tamamen kendi çıkarını gözeten bir doğaya sahip olduğu anlamına gelir. Demek ki Thomas Hobbes, ahlaklılık ve etik söz konusu olduğunda, öncelikle insanın doğal yapısını çözümler, insanın kendi konatif yapısının, onda varolan kendi varlığını sürdürme arzusunun bir sonucu olarak kendi çıkarı, hazzı peşinden koştuğunu, güç ve güvenlik aradığını söyler; istemeyi yegâne motif, en temel harekete geçirici eğilim olarak sunduktan sonra, çeşitli istekleri birbirinden ayırmaya başlar. Ona göre, insanın doğası gereği, yeme isteği türünden bazı istekleri vardır. Sadece bu istek doğuştan olup, sözgelimi ikinci bir istek türü insandan insana farklılık gösterir. Bu sonucu insanların bedensel yapılarının sürekli bir değişme içinde olması, bu yüzden her zaman aynı şeyin istenemeyeceği olgusundan çıkarsayan Thomas Hobbes, bununla bir kez daha insan eylemlerinin yöneldiği iyinin, sabit olamayacağını; tersine, bir insanda bile sürekli olarak değişebileceğini anlatmak ister. Üçüncü bir istek türü olarak mutluluk isteği, sürekli olan, yani insan yaşadığı sürece söz konusu olan bir isteği tanımlar. Bütün bunların yanında dördüncü bir istek türü daha vardır ki bu kapsama giren güç, zenginlik, bilgi ve saygı isteği türünden istekler, insanlarda kendilerini farklı derecelerde hissettiren harekete geçirici bir eğilimi ifade eder.
Thomas Hobbes buradan hareketle güç kavramına ulaşıp, bütün insanların isteklerini hayata geçirebilmek için yetilerin yükseltilmesi olarak güçlü olmaya çalıştıklarını söyler. Onun bu yargısı elbette olanı belirten, değer ya da ödev bildirmeyen deskriptif bir yargıdır. Bu yargıyı temel tez olarak öne süren ahlak anlayışına; olması gerekeni söylemek yerine, sadece insanın egoist doğasıyla ilgili psikolojik hakikatleri veya evrensel olguları ortaya koyan öğretiye psikolojik egoizm adı verilir.
Etik Egoizm
Fakat Thomas Hobbes burada kalmaz, olanı dile getiren, insan doğasıyla ilgili sözde evrensel olgulardan, olması gerekeni ifade eden normatif bir teori olarak etik egoizmi türetir; her bireyin, başkalarının hak ve hürriyetlerine zarar vermediği sürece, kendi gücünü artırmak için çalışması, kendi özçıkarı ve mutluluğunu araması gerektiğini öne sürer. Psikolojik egoizmin, sadece betimlediği, insanın eylemlerine dair bir açıklama getirdiği yerde, etik egoizm “insan yalnızca kendi kişisel çıkarını dikkate alan bir varlık olmalıdır” diyerek bir ahlaki yargı ve ideal ortaya koyar. Yani, kişinin kendi tatmin, başarı ve mutluluğunun ilk, en yüksek ve nihai değer olduğunu, kalan tüm değerlerin bundan çıktığını savunan etik egoizm, insanın kendini düşünmesini, sadece kendi çıkarını gözeterek eylemesini, salt bilimsel bir yasa olarak değil, fakat aynı zamanda neredeyse bir ahlak yasası olarak vazeder. Öğreti insanın doğası gereği yalnızca kendi çıkarını düşündüğü gerçeğinden, insanın yalnızca kendi yararına olan eylemleri gerçekleştirmekle yükümlü olduğu sonucunu çıkarır ve bunu yapar yapmaz da bir ahlaki yükümlülük teorisine dönüşür. Zira etik egoizme göre, hiç kimse insandan kendi varlığını feda etmesini bekleyemez, böyle bir fedakârlığın ahlaki bir ödev olduğunu söyleyemez. Zaten, bir eylemin ahlaki bir ödev olabilmesi için her şeyden önce onun yapılabilir olması gerekir. Oysa kendi varlığını koruyup devam ettirmenin, kendi çıkarına olanı yapmanın özünü oluşturduğu insandan, kendi varlığını feda etmesini istemek açıkça bir çelişki meydana getirir ya da en azından ondan kendi gücünü aşan bir şey yapmasını istemek anlamına gelir.
Egoizmin savunuculuğunu yapan Thomas Hobbes, insanların sıklıkla veya en azından zaman zaman sergiledikleri diğerkâmlık veya başkalarının iyiliğini istemenin, evrensel olduğu ileri sürülen egoist eylem tarzına aykırı düştüğü için açıklanmaya muhtaç olduğunu görmüştür. Onun işte bu bağlamda geliştirmiş olduğu açıklama, diğerkâmlık gibi görünen şeyin gerçekte, öyle ya da böyle özçıkarın örtülü bir şekli olduğunu ortaya koyar. Çünkü bir kılıfa sokulmamış, kılık değiştirmemiş, “aydınlanmış” hale gelmemiş özçıkar, kendisini de tamamen tehlikeli hale getirecek bir sosyal savaşa yol açar. İşte böyle bir savaş korkusu, insanları başkalarına, tamamen özçıkara dayalı motiflerle saygı duymaya, onları sahip oldukları ahlaki değerden dolayı olmasa bile, failin çıkarı adına gözetmeye sevk eder. Olması gerekeni olandan türetme, başkalarını gözetmeyi özçıkar yoluyla temellendirme, kısacası moral olanı bir bütün olarak insanın doğal duygu ve yaşantılarına dayandırma, Thomas Hobbes ’u rahatsız etmek bir tarafa tam tamına onun aradığı bir şey olmak durumundadır ve bu, onun siyaset felsefesinde, açıklıkla ortaya çıkar. Çünkü insan davranışlarının aynı sonuçlara yol açması kaçınılmaz olan belli duygu, eğilim ve tutkulardan, dolayısıyla öngörülebilirlik esasından hareketle kavranması yönündeki talep, tamamen modern bir talep olup, gerçekte Yeniçağ’da politik düşüncenin merkezine yerleşen düzen arayışının zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkar. İnsan davranışlarının bir nedensellik bağı içinde öngörülebilir olması, insanın ve davranışlarının aynı zamanda denetlenebilir olmasına imkân verirken, insanların, tıpkı doğadaki cansız nesneler gibi, zorunlulukla hesaplanabilir bir tarzda davranacağı koşulları açığa çıkarır.
Buna göre, (i) gerçekten var olan, Thomas Hobbes ’un dediği gibi, maddeyle hareket ve (ii) insan da özü itibariyle hareket halindeki kompleks bir maddi varlık ise; yine, insana ilişkin bilgi insanın mekân içindeki hareketleriyle ilgili bir bilgi ve insanın hareketleriyle ilgili bu bilgi de söz konusu hareketleri meydana getiren nedenlerin bilgisi ise, öte yandan nedenlerin bilgisi de o nedenlerden kaynaklanan sonuçların bilgisi ise, bu takdirde bilginin nihai amacı, insan davranışlarını yöneten mekanik yasaların çözümlenmesi yoluyla söz konusu davranışların nasıl denetlenebileceğini, yani yapma bir toplumsal düzenin hangi temeller üzerinde inşa edilebileceğini göstermek olur. Thomas Hobbes ’un siyaset felsefesi, bu felsefenin özünü meydana getiren doğa durumu ve toplum sözleşmesi teorileri, işte bu amaca adanmıştır.
(e) Siyaset Felsefesi İngiltere’de iç savaşla sonuçlanacak bir politik çatışma ve kavga ortamında yaşayan, en kötü düzenin bile düzensizlik ve savaştan çok daha iyi olduğu sonucuna varan Thomas Hobbes, en çok politik düzeni rasyonel, özgür ve eşit kişiler arasında akdedilen bir sözleşme yoluyla meşrulaştırmanın yöntemini ifade eden toplum sözleşmesi öğretisiyle tanınır.
Doğa Durumu
Bununla birlikte, onun toplum sözleşmesi öğretisinin gerisinde bir başka meşhur öğreti olarak doğa durumu öğretisi bulunur. Thomas Hobbes söz konusu doğa durumunu anlatırken, doğanın insanları eşit yarattığını söyler; bu eşitlik, bununla birlikte, bütün insanların aynı ölçüde fiziki güce ya da zihinsel yeteneğe sahip oldukları anlamına gelmez. Zira zaman zaman bir başkasına göre bedence çok daha güçlü ya da daha çabuk düşünebilen birisi bulunsa da her şey göz önüne alındığında, iki insan arasındaki fark, bunlardan birinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğe sahip olduğunu öne sürmesine yetecek kadar fazla değildir. Demek ki insanların doğa tarafından eşit yaratıldıklarını, yani aynı mekanik yasaların belirlenimi altında, benzer bedensel ve zihinsel yetilerle hareket ettiklerini düşünürken, insanlar arasındaki doğal eşitliğin koşulların ve güçlerin eşitliği olduğunu ima eden Thomas Hobbes, “amaçlarımıza erişme umudu bakımından eşitliğin” işte bu doğal eşitlikten veya yetenek eşitliğinden doğduğunu öne sürer. Bununla birlikte, “amaçlarımıza erişme umudu bakımından eşitliğinden”, insanlar arasında bir güvensizlik ve savaş doğar. Çünkü her insanın aynı tutkuların etkisi altında davrandığı, her bireyin kendi varlığını koruyup sürdürmek ve yaşayışı sırasında olabildiğince keyif almak istediği, kısacası herkesin tutkularının peşinden gitme konusunda eşit güce sahip olduğu koşullarda, güvensizliğin ve savaşın ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Söz konusu doğa durumunda, öyleyse, temel insani motifler, tahakküm etme ve ölümden kaçınma arzusu olmak durumundadır. Toplum vücut bulmazdan önce, tahakküm için rekabetten başka, tek tek her insanın başka herkese karşı savaşı dışında hiçbir şey yoktur. Yani ona göre, ortak bir otoritenin yokluğunda, daha doğrusu toplum ve devlet olmadığı zaman, doğa durumunda herkes herkese karşı savaş hali içinde olur. Ve bu savaş hali, bireylerin güvenlikleri için sadece kendi güçlerine dayanıp, uygarlığın bütün nimetlerinden yoksun kaldıkları, ölüm korkusuyla belirlenen bir kaos ve karmaşa halidir.
Thomas Hobbes bu doğal savaş halini ve insandaki egoizmi insan doğasıyla onun duygu ve tutumlarına, yani konatif yapısına ilişkin bir analizden, varolan toplumlara dair gözlemlerden, uygarlıkların geçmişiyle ilgili tarihsel olgulardan türetir. Böyle bir savaş durumunda, yani doğa durumunda doğru ve yanlış, adalet ve adaletsizlik gibi kavramlardan söz edilemeyeceğine göre, herkesin herkese karşı savaşında hiçbir şey adalete aykırı değildir; çünkü ortak bir gücün olmadığı yerde yasa, yasanın olmadığı yerde de adaletsizlik olamaz. Başka bir deyişle, doğa durumunda ahlak ve adaletin ne olduğunu gösteren hiçbir ölçüt olmadığı gibi, böyle bir ölçüt söz konusu olsa bile, o herkes için bağlayıcı olan “ortak bir güç” tarafından teminat altına alınmış değildir. İşte bu koşullar altında, herkes kendi hayatını koruma ve “kendi muhakemesi ve aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak gördüğü her şeyi yapma” konusunda tamamen özgürdür. Bu, Thomas Hobbes ’un betimlediği şekliyle doğa durumunda insanların, bir yandan ahlaki olarak birbirlerinden tamamen tecrit edilmiş ve dolayısıyla egoist oldukları, diğer yandan da sahip bulundukları iradi güç ve peşine düştükleri amaçlar bakımından eşit, hatta özdeş bir yapıda oldukları anlamına gelir. Yani, onlar hem bir ayrım hem de bir özdeşlik içerisinde olup, aralarındaki ilişkinin çatışmacı bir nitelik arz etmesi, bütünüyle içinde bulundukları durumun mantıksal yapısından kaynaklanır. Buna göre, doğa durumunun mantığını oluşturan şey ayrım ve özdeşlik arasındaki gerilim ise, o zaman doğa durumundan çıkış ancak ve ancak ayrım ve özdeşliğin telif edilmesi sayesinde mümkün olabilir. Toplum sözleşmesinin anlamı da tam olarak işte bunu ifade eder: Sözleşme, ayrım ve özdeşlik kategorilerini doğa durumunun içsel mantığından türetilen yeni bir çerçeve içinde bir araya getirir ve böylelikle de doğa durumunun rasyonalitesini aşarak, yeni ve sivil bir rasyonalite kurar.
Doğal Hak Thomas Hobbes ’un siyaset felsefesinde, bu yeni rasyonalitenin tesisini ve toplum sözleşmesini mümkün kılan şey, doğa durumu ile sivil toplum durumu arasındaki orta terim olarak “doğal hak” kavramıdır. Doğal hak, insanın “kendi doğasını, yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanması ve kendi muhakemesi ve aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapma özgürlüğünü” ifade eder. Onda bütün doğa yasaları, tüm sosyal ödev ve politik yükümlülükler doğal hakka tabi olup, bireyin kendi varlığını koruma doğal hakkından türetilir. Liberalizmin bütün toplumsal ve politik yükümlülüklerin insanın bireysel haklarından türetildiği ve onun haklarının hizmetinde olduğunu söylediği dikkate alınırsa, Thomas Hobbes modern liberalizmin kurucu babası olarak görülebilir. Bireyin doğal haklarından çıkıp, bu hakların bir şekilde hizmetinde olan toplumsal, ahlaki ve politik kurallarla kurumların, o, Platon ve Aristoteles’in ütopik şemalarından daha etkili oldukları kanaatindedir. Çünkü doğal haklar insanların en güçlü bencil arzu ve tutkularından, insanın kendi yaşamını koruma hakkının temelinde bulunan tutkudan çıkar. Bencilliği engelleme ve egoizmi hor görmeyle ilgili geleneksel ahlaki öğretilerin temelleri çöktüğüne göre, Thomas Hobbes doğal haklarla aynı zamanda egoizmi meşrulaştırmanın ya da kutsamanın yeni bir yolunu bulur.
Doğa Yasası
Thomas Hobbes, şu halde, fiili bir savaş tehdidi, herkesin herkese karşı savaşı durumunda, bireyin, en temel hakkını tehlikeye sokacak savaştan korkmak durumunda olduğunu; onun yaşamını koruma doğal hakkının bir sonucu olarak barışı aramasının tutulabilecek en akıllıca yol olduğunu söyler. Ölümden kaçınmak için insanın savaşın yerine barışı, rekabetin yerine uzlaşmayı koymak zorunda olduğunu bildiren Thomas Hobbes ’a göre, söz konusu doğal savaş halinden kurtulmak insanın çıkarına olup, aydınlanmış egoizmin bir gereğidir ve bu kurtuluşu sağlayacak olan şey de doğa yasasıdır. Buna göre, insan doğası itibariyle tutkuları ve aklı olan bir varlıktır; insanı savaş haline sürükleyen şey tutkularıdır. Ama yine tutkuları, fakat özellikle de aklıdır ki insanı ölüm korkusundan kurtulup, güvenlik içinde yaşamak, uygarlığın nimetlerinden pay almak, hayatın sağlayacağı hazlardan faydalanmak için uzlaşma, barış ve huzuru aramaya sevk eder. Aklı insana en temel talebin, kendi varlığını koruma isteminin nasıl etkin hale getirilip hayata geçirilebileceğini gösterir.
Toplum Sözleşmesi
Thomas Hobbes ’a göre, sözleşmelere kılıcın desteğini vermek için insanların kendi güçlerini kendileri arasında egemen hale gelen ortak bir güce aktardıkları bir ilk antlaşmanın olması gerekir. Buna göre, doğa yasası sadece barışın tesis edilmesi gerektiğini değil, fakat bunun nasıl yapılacağını da söyler. Doğa durumuna, yani “herkesin herkesle savaşına” son verecek olan şey, her insanın her şey üzerinde sahip olduğu doğal haktan başkalarıyla aynı ölçüde vazgeçmesi, yani sahip olduğu hakkın başkalarının hakkıyla eşit ölçüde sınırlandırılmasına rıza göstermesidir. Bu sınırlandırma, insanların sahip oldukları doğal hakkı karşılıklı olarak tek bir kişiye devretmelerini ve onu egemen olarak tanımalarını öngören bir sözleşme sayesinde gerçekleşir.
Thomas Hobbes a göre, bu sözleşmeyle bir egemen güce sahip olur, herkesin herkesle savaş içinde olduğu doğa durumundan hayatlarımızı güvenle sürdürebileceğimiz sivil toplum haline geçeriz. Burada, yalnızca ölüm korkusundan kurtularak güvenlik içinde yaşamakla kalmayız, fakat aynı zamanda rahat ve mutlu yaşama imkânına sahip oluruz. O, sadece varlığını koruma hakkının mutlak ve vazgeçilmez bir nitelik taşıdığına inanır; işte bu haktan türetilen bütün yükümlülük ve ödevlerin ancak hayatı koruma hakkının ihyasına hizmet ettiği ölçüde bağlayıcı olduğuna işaret eder. Bu da hiç kuşku yok ki ortak iyinin, insanın akli bir varlık olmasından kaynaklanan amaçlardan ya da bu amaçların hayata geçirilmesine gönderimle düşünülen ödevlerden hareketle kavranamayacağı; onun esas itibariyle ve sadece öz-varlığını koruma hakkı çerçevesi içinde tanımlanması gerektiği anlamına gelir. Onun politika felsefesinde, ortak iyinin işte bu şekilde mutlak ve vazgeçilmez bir hak çerçevesinde tanımlanması, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak politikanın amacına ve meşruiyet koşullarına da ışık tutar. Devletin görevi veya politikanın işlevi, kadim filozofların düşündüğü anlamda erdemli hayatın ihyası değil, fakat herkesin doğal hakkının korunması ve kalıcı bir biçimde teminat altına alınmasıdır; yani, politik düzen “iyi yaşam” için değil, fakat “yaşamın kendisi” için vardır ve onun kurucu kavramı ödev değil, fakat haktır.
Egemenin Hakları
Öyleyse, Thomas Hobbes ’a göre, toplum sözleşmesi, sadece sözleşmeye girme nedeni olarak güvenlik hayata geçirildiği zaman bağlayıcı olur. Sözleşmeye taraf olan bireyler korunmayı itaatle mübadele ederler. Bununla birlikte bu, insanların başkalarının adaletsizliklerinden, vereceği zararlardan tamamen azade oldukları anlamına gelmez. Bu bağlamda, bir insanın kendisine zarar vermeye, adaletsizlik etmeye niyet eden bir kimsenin işleyeceği suç karşılığında egemen tarafından verilecek cezadan korkmak durumunda olduğunu bilmesi yeter. O halde, egemenin ya da devletin ilk ve en temel hakkının ceza verme ve polis gücü tesis etme hakkı olduğu söylenebilir. Öte yandan, egemen tek tek bütün uyrukların ya da yurttaşların iradesini temsil ettiği için egemeni adaletsizlikle suçlamak kişinin kendisini suçlaması anlamına gelir ve kişinin kendisine adaletsizlik etmesi imkânsızdır. Bu yüzden, egemenin yaptığı hiçbir şey uyruk tarafından cezalandırılamaz. Dahası, vergi koyma ve yurttaşları ülkenin savunması için askere çağırma hakkını da içeren, “uygun gördüğü şekilde savaş ve barış yapma hakkı da” egemene ait bir haktır, çünkü bu haklar, ancak itaat etmeyenleri cezalandırabilme gücüne sahip olanların elinde bir anlam ifade edebilir.
Yasama gücünün de egemene yine aynı nedenle ait olması gerekir; gerçekten de insanlar kendilerinden korkulması için bir neden olmayanların emirlerine itaat etmezler. Bu yüzden kılıcın gücü ya da cezalandırma gücüyle yasama gücünün aynı elde toplanması gerekir. Bir ülkenin yasalarının egemenin buyruklarından daha fazla hiçbir şey olmadığını öne süren Thomas Hobbes ’a göre, bu yasalar özel mülkiyeti belirleyip, bir insanın neye sahip olup neye olamayacağını gösterir; iyiyi, kötüyü, adili, adaletsizi tanımlarlar.
Aynı şekilde yargılama ve yürütme gücünün de egemene ait olması gerektiğini öne süren Thomas Hobbes açısından egemenliğin temel ilkeleri; onun “mutlak”, “bir”, “sürekli” ve “bölünmez” olmasından çıkar. Onun gözünde siyasal iktidarın meşruiyeti, “halkın güvenliğinin sağlanmasında yatar; egemen, bu göreve doğa yasasıyla bağlıdır ve bunun hesabını, doğa yasasını yaratan Tanrıya ve sadece ona vermekle yükümlüdür”. Yani, egemen irade sınırsızdır.
Egemenliği mutlak, bir, bölünemez ve sürekli olan, dolayısıyla eylemlerinden dolayı, Tanrı dışında hiç kimseye hesap vermek zorunda olmayan siyasal iktidar ya da devletin uyruklarının hayatını korumaktan daha fazlasını yapma, “onların yasaya uygun çalışmalarından kazanacakları maddi refahın tamamını teminat altına alma” gibi bir yükümlülüğü de vardır. Ayrıca ticaret, tarım ve üretim sanatlarını destekleyecek yasaların da bulunması gerekir. Kendi suçu olmadığı halde işsiz kalanların da kişisel acıma duygularına terk edilmeyip, kamusal bir destekten yararlanmaları gerektiğini bildiren Thomas Hobbes, egemenin işsizliği önlemek için tedbirler alma gibi bir yükümlülüğünün de bulunduğunu söyler.
Uyrukların Hakları
Egemene bu şekilde mutlak ve sınırsız haklar veren, egemenliğin sınırsız olduğunu öne süren Thomas Hobbes, devleti bir sözleşme edimi ile yaratmış olan uyrukların da hiç kuşku yok ki birtakım hakları olduğunu kabul eder. Çünkü, bir uyruğun kendi ediminden çıkmayan bir yükümlülüğü olmadığı gibi, onun her ediminin kendi iyiliğini amaçladığı kabul edilir; toplum sözleşmesi de dahil olmak üzere, hiçbir sözleşme ediminin yurttaşı hayatından, hayatını koruma araçlarından ve kendisi için iyi olan bir durumdan yoksun bırakacak şekilde oluşturulamamasının nedeni, budur. Yurttaşın öyleyse, en temel veya hiçbir şekilde devredilemez haklarının başında hayat hakkı gelir. Gerçekten de egemenliğin sınırsızlığına vurgu yapan Thomas Hobbes, uyrukların siyasal iktidarın hayatlarını ya da onurlarını feda etmelerini talep edecek buyruklarına itaat etmeme özgürlüğü olduğunda ısrar eder. Uyruğun doğrudan doğruya kendi elinde bulunan haklar söz konusu olduğunda ise, Thomas Hobbes kendi varlığını koruma, kişiliğini savunma, kendi aleyhine tanıklık etmeme benzeri birtakım asgari hakları sayar. Yurttaşların söz konusu hak ve özgürlüklerinin varlığı ve ölçüsü, iyi yönetimleri kötü yönetimlerden ayırmak açısından bir standart, yurttaşların egemen otoriteyi meşru bir zemin üzerinde eleştirmeleri, yargılayabilmeleri için bir ölçüt temin eder. Nitekim, Thomas Hobbes yurttaşların temel haklarını koruyamayan yönetimlere karşı isyan ya da direnme hakkının doğduğunu kabul eder.
Devlet Türleri veya Yönetim Biçimleri
Thomas Hobbes, egemen iktidarların farklılaşan yapısına göre, üç tür yönetim ya da devlet olduğunu öne sürer. Buna göre, politik iktidar tek kişinin elinde olduğu zaman, bu devlet türü ya da yönetim biçimine monarşi; her yurttaşın bir oy hakkına sahip olduğu bir meclise verildiği zaman, demokrasi; yurttaşlardan sadece bir kısmının oy hakkına sahip olduğu bir meclise verildiği zaman, ona aristokrasi adı verilir. Thomas Hobbes, eski Yunanlı ve Romalı yazarların iyi ve kötü yönetimler arasında bir ayrım yaptığını da belirterek, bir adamın kötü yönetimine tiranlık, halkın ya da çoğunluğun kötü yönetimine anarşi, azınlığın kötü yönetimine de oligarşi adı verildiğini söyler.
İyi ve kötü yönetimlerin birbirlerinden, yöneticilerin veya iktidar sahiplerinin ortak iyiyi veya genel çıkarı ya da kendi kişisel çıkarlarını gözeterek yönetmelerine göre ayrıldığını dile getiren Thomas Hobbes, söz konusu ahlaki ayrımların sağlam olmadıkları gibi, politik alanda bir geçerlilikleri olamayacağını ileri sürer. Bu moral ayrımlar sadece onları kullananların öznel beğeni ya da memnuniyetsizliklerini ifade eder. Buna göre, monarşiden hoşnutsuz olanlar, ona tiranlık; demokrasiden rahatsız olanlar, ona anarşi ve aristokrasiden memnuniyetsiz olanlar, ona oligarşi adını verirler. Thomas Hobbes, dahası Aristoteles’in uyrukların çıkarını gözeten yönetimlerle yönetenlerin çıkarlarını gözeten yönetimler arasında yapmış olduğu ayrımı, politik açıdan anlamlı olmadığı, hatta meşru bir monark ile bir zorba arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığı gerekçesiyle reddeder. Çünkü devletin veya politik otoritenin ilk ve en büyük faydasını meydana getiren barış ve güvenlikten, sadece yurttaşlar değil, fakat yönetenler de faydalanır. En büyük felaketleri meydana getiren iç savaş ve anarşiden, herkes, yani hem yöneticilerin ve hem de yönetilenlerin zarar görmesi kaçınılmazdır. Dahası, yönetenin gücü ve iktidarı her zaman uyruklarının gücü ve iktidarına bağlı olduğu için yöneticinin uyruklarını maddi değer ve zenginliklerden yoksun bırakmak suretiyle zayıflatmasından, sadece yönetilenler değil, fakat yöneticiler de zarar görür.
Thomas Hobbes ’un Aristoteles’in iyi ve kötü yönetim arasında yapmış olduğu ayrımı reddetmesinin çok daha temel bir nedeni, onun hiçbir yönetici ya da egemenden, kendi kişisel çıkarlarını veya ailesinin ve dostlarının çıkarlarını unutmasının veya söz konusu özel çıkarlar karşısında genelin çıkarlarına çok daha fazla önem vermesinin beklenemeyeceğiyle ilgili değişmez kanaatidir. Aslında egemenlik öğretisinin oluşturduğu ana zemin üzerinde, Thomas Hobbes ’un iyiyle kötüyü haz ve acıya indirgemesini dikkate aldığımız takdirde, eski çağların ya da Yunanlı ve Romalı filozofların en iyi yönetim biçiminin ne olduğuyla ilgili tartışmalarının onda neredeyse bütün önemini yitirdiğini kolaylıkla görebiliriz.
Gerçekten de Thomas Hobbes, yönetimin iktidarı ya da devletin gücüyle yurttaşın özgürlüğünün bütün devlet türleri ya da yönetim biçimlerinde aynı olduğunu öne sürer. Egemenlik, gerçekte her yönetim tarzında mutlaktır. Tek tek her yönetim biçiminin amacı aynıdır: Barış ve güvenlik. Dahası, çok belirleyici politik ve pratik meseleler, hemen her yönetim şeklinde teknik ve idari meselelere dönüşür. Öyleyse, Thomas Hobbes ’un yönetim biçimlerine ilişkin tartışmasında şu sonuca varmak sadece mümkün değil, fakat doğru olur: Egemen otoriteyi elinde bulunduranlar veya yönetim kademesinde bulunanlar, insan olmaları dolayısıyla, kendi kişisel çıkarlarıyla en yüksek derecede ilgili olacakları için genelin çıkarına en fazla, o özel çıkarla örtüştüğü zaman hizmet edilir. Bu ise, Thomas Hobbes ’a göre, en iyi yönetim biçimi olan monarşide söz konusu olur. Öte yandan monarşide sadece bir tane Neron olabilir; oysa demokraside pek çok Neron’a yer vardır. Monarşinin birliği temin ettiği yerde, demokrasinin en büyük tehlikesi, halkı hiziplere bölmeye elverişli yapısı nedeniyle, iç savaşa yol açma yüksek potansiyelidir.
Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci