Sosyoloji

Theodor Adorno & Max Horkheimer – Aydınlanmanın Diyalektiği

Theodor Adorno & Max Horkheimer

Aydınlanmanın Diyalektiği – Felsefi Fragmanlar

Modern uygarlığın meşru oğlunun bilim, iş dünyası ve politika içindeki egemen gelenekler sayesinde daha algılanmaları sırasında klişelere dönen olgulardan uzaklaşma korkusu, toplumsal sapmalar karşısında duyulan korkuyla tam olarak aynıdır.

Mitos her zaman hem karanlık hem de aydınlatıcıydı. Aşinalığı ve bağışıklığı sayesinde kendisini kavramların işleyişinden hep ayıragelmiştir.

Geçmişin olduğu gibi korunması değil, geçmişteki umutların gerçekleştirilmesidir. Oysa bugün geçmiş varlığını geçmişin tahrip edilmesi olarak sürdürmekte.

Mit zaten aydınlanmadır ve aydınlanma mitolojiye geri dönmektedir. (s. 16)

Aydınlanmanın tasarısı dünyanın büyüsünü bozmaktı. (s. 19)

Bütün girişimcilerin de emrine amadedir bu bilgi (dünyanın büyüsünü bozmak).

İnsanların doğadan öğrenmek istediği şey doğaya ve insanlara tümüyle egemen olmak üzere doğayı kullanabilmektir. (s. 20)

Modern bilime giden yolda insan anlamdan vazgeçiyor. Formül kavramın, kural ve olasılık da nedenin yerini alıyor. Neden, bilimsel eleştirinin kendini sınadığı son felsefi kavramdı; çünkü yaratıcı ilkenin sekülerleştirilmiş en son biçimi olarak eski idealardan yalnızca bu kavram hâlâ bilimsel eleştiriyle boy ölçüşebiliyordu.
(s. 21)

Platon’un ideaları sayesinde Olympos’un ataerkil tanrıları bile sonunda felsefi logos tarafından kuşatıldı.

Ne ki aydınlanma, metafiziğin Platoncu ve Aristotelesçi mirasındaki eski erkleri teşhis edip, batıl inanç diye tümellerin hakikat iddialarının üstüne gitti. Aydınlanma, insanların büyü ritüellerinde kullandıkları suretleri yardımıyla doğayı etkilemeyi umdukları demonlardan duyulan korkuyu genel kavramların yetkesinde gördüğünü sanıyordu.

Bundan böyle maddeye; egemen ve içkin güçlerin, saklı özelliklerin yanılsamaları olmaksızın hükmedilmeliydi.

Aydınlanmaya göre hesaplanabilirlik ve yararlılık ölçütüne uymayan her şey kuşkuludur. Aydınlanma bir kez dış baskılardan kurtulup gelişme imkânı buldu mu, dur durak bilmez. Aydınlanmanın insan haklarına ilişkin fikirlerinin başına gelenler eski tümellerin başına gelenlerden farklı değildir. Karşılaştığı her zihinsel direniş aydınlanmanın gücünü arttırır yalnızca.

Aydınlanma totaliterdir. (s. 22/23)

Eşit olmayanla eşit olan toplanırsa ortaya eşitsizlik çıkar (Bacon). (s. 24)

Ne ki aydınlanmaya kurban edilen söylenceler onun kendi ürünüydü zaten. Olan bitene ilişkin bilimsel hesaplar, söylencelerdeki düşüncenin olan bitene ilişkin bir zamanlar yaptığı hesabı geçersiz kıldı. Söylence hem bildirmek, adlandırmak, kökeni açığa vurmak; ama hem de anlatmak, kaydetmek, açıklamak istedi. Söylencelerin toplanıp kayda geçirilmeleri bu eğilimi daha da kuvvetlendirdi. Kısa zamanda anlatıdan öğretiye dönüştüler.

Böylece varlık –felsefenin ilerlemesiyle monada dönüşüp salt bir referans noktası haline gelerek daralan- logos ile dışarıdaki tüm şeylerin ve mahlukatın yığını olarak ikiye ayrılır. İnsanın kendi var oluşu ile gerçeklik arasındaki bu tek ayrım diğer tüm ayrımları yutar. Farklılıklara aldırış etmeden dünya olduğu gibi insanı kul köle edilir. Bu konuda Yahudilerin yaratılış anlatısı ile Olympos dini söz birliği eder. (s. 24/25)

Söylence aydınlanmaya, doğa da salt nesnelliğe dönüşür. İnsanlar erklerinin artmasının bedelini bu erki uyguladıkları nesnelere yabancılaşmakla öderler. Aydınlanmanın nesnelere karşı tutumu diktatörün insanlara karşı tutumuyla aynıdır. Diktatör insanları güdümleyebildiği ölçüde tanır. Bilim adamı da nesneleri, onları yapabildiği öçüde tanır. Böylece nesneler “kendileri için” var olmaktan çıkar, “bilim adamı için” var olurlar. Bu dönüşüm sırasında nesnelerin özü her defasında aynı biçimde, yani egemenliğin dayanağı olarak ortaya çıkar. (s. 26)

Bitimsiz aydınlanma sürecini mitolojinin kendisi devreye sokmuştur. Bu süreçte her bir belirli kurumsal görüş; zihin, hakikat, hatta aydınlanmanın kavramları bile animist bir büyü haline gelene kadar, sadece inanç oldukları söylenerek her defasında kaçınılmaz bir zorunlulukla yıkıcı eleştiriye uğratılırlar.

Nasıl söylenceler aydınlanmayı tamamlamadıysa, aydınlanma da attığı her adımla mitolojiye daha çok gömülür. Aydınlanma söylenceleri yıkmak için tüm malzemesini söylencelerden alır; bu şekilde yargılanan konumunda söylencesel büyünün etkisi altına girer. Yazgı ve misilleme sürecinden ona misillemede bulunarak uzaklaşmak ister. Söylencelerde olan biten her şey olup bitmiş olmanın kefaretini ödemek zorundadır. (s. 29)

Her şeyin her şeyle özdeş olmasının bedeli hiçbir şeyin kendiyle özdeş olmamasıyla ödenir. (s. 30)

Doğanın dayatmasını onu alt ederek kurmayı amaçlayan her girişim onun hükmü altına daha çok girerek tahakkümüne maruz kalır. Avrupa uygarlığının izlediği yol budur işte. Aydınlanmanın amacı olan soyutlama, nesnelerine, kavramını yeryüzünden sildiği yazgı gibi davranır; onları tasfiye eder.

Aydınlanma sayesinde özgürleştirilen insanlar sonunda, doğadaki hger şeyi yinelenebilir kılan soyutlamanın ve bu soyutlamanın hazırladığı endüstrinin düzleştirip eşitleyen egemenliği altında, Hegel’in aydınlanmanın bir sonucu olarak nitelendirdiği “düzenli birlikler” (trupp) haline geldiler.

Soyutlamanın önkoşulu, yani özne ile nesne arasındaki mesafenin temelinde, efendinin hükmedilenler aracılığıyla kazandığı şeylerle arada yatan mesafe vardır. (s. 31)

Mitosun cansızı canlı yerine koyması gibi, canlıyı cansız yerine koyan aydınlanmanın ya da söylenceden arındırmanın yolunu belirleyen budur. Aydınlanma kök salmış söylencesel korkudur. (s. 34)

Başlangıçta sözün imge işlevi de vardı. Sonra bu işlev söylencelere geçti.

Doğa simgeselliğin özüdür. (s. 36)

Platon edebiyatı yasaklarken pozitivizmin idealar öğretisine ilişkin tavrının aynısını sergiledi. Platon’a göre Homeros, göklere çıkarılan sanatın yardımıyla kamusal ve özel alana ilişkin bir reform gerçekleştirmemiş; ne bir savaş kazanmış, ne de bir icatta bulunmuş. Onu sevip sayan büyük bir yandaş topluluğu olduğuna ilişkin bir bilgimiz yok. Sanat önce yararlılığını kanıtlamalıymış.

Öykünme Yahudilerde olduğu gibi Platon’da da dışlanmıştır. Büyünün ilkesi akıl ve din tarafından lanetlenmiştir. Bu ilke feragat edercesine var oluştan uzaklaşmasına rağmen sanat olarak haysiyetsiz bir konuma itilir. (s. 37)

Schelling’e göre sanat, bilginin insanlığı yüzüstü bıraktığı yerde devreye girer. (s. 38)

İnanç kendi eksikliğini gösteren bir kavramdır: Eğer inancın bilgiye karşıt olduğu ya da tersine bilgiyle bağdaştığı sürekli vurgulanmazsa; inanç, inanç olarak yok olur. (s. 39)

Tarihte ilk kez ortaya çıktığında bile dilin ustaları rahipler ve büyücülerdir. (s. 40)

Boyun eğme ve ruhlarla ilişkilerin yürütülmesi insanlığın farklı sınıflarına dağıtıldı: Bir yanda erk diğer yanda itaat. (s. 40)

En nihayetinde aydınlanma yalnızca simgeleri değil, onları ardılları olan genelgeçer kavramları da tüketti ve metafizikten geriye metafiziğin kaynağı olan korku, yani kollektiften duyulan soyut korku dışında hiçbir şey bırakmadı. (s. 43)

Hegel belirli olumsuzlama kavramıyla, aydınlanmayı pozitivist yozlaşmadan ayıran bir öğeyi öne çıkarmıştır. O, olumsuzlama sürecinin bilinen sonucunu, yani sistem ve tarihteki bütünselliği nihai olarak mutlaklaştırarak yasağı çiğnemiş ve kendini mitolojiye kaptırmıştır. (s. 44/45)

Aydınlanmış dünyada mitoloji dışkutsallık düzeyine yerleşmiştir.

Egemenliğin bedeli, insanların egemenlik altına aldıkları nesnelere yabancılaşmalarından ibaret değildir; zihnin olgusallaşmasıyla bireyin kendisi ve diğer bireylerle olan ilişkileri de büyülenmiştir. Birey, ondan nesnel olarak beklenen alışılmış tepki ve işlevlerin kesişme noktası olana dek küçülür. Animizm şeylere ruh vermiş, endüstriyalizm ise ruhları olgusallaştırmıştır. Kendi kendine işleyen ekonomik aygıt, topyekün planlamaya geçmeden önce bile metaların insan davranışlarını belirleyen değerlerle bezenmelerini sağlar. Serbest takasın sonunda, metalar fetiş olmanın dışındaki tüm ekonomik niteliklerini yitirdiğinden bu yana meta fetişizmi toplumsal yaşamın tüm alanlarına felç gibi inmeye devam ediyor. Seri üretimin kültürü ve sayısız faili aracılığıyla norm haline getirilen davranış biçimleri bireye yegâne doğal, saygıdeğer, mantıklı davranış biçimi dayatılır. O kendini bundan böyle şey olarak, istatiksel bir öğe, (başarı) ya da (başarısızlık) olarak tanımlayabilir. (s. 49/50)

Aydınlanmanın söylencesel dehşetiyle kastedilen mitostur, anlambilimsel dil eleştirisinin iddia ettiği gibi, aydınlanma söylencesel olanın izini yalnızca karanlıkta kalmış kavram ve sözcüklerde değil, öz varlığı koruma amacını gütmeyen tüm insani dışavurumlarda sürer. Spinoza’nın “Conatus sese conservandi primum et unicum virtutis est fundamentum” [Aslolan ilk ve tek erdem kendi varlığını koruma çabasıdır] tümcesi Batı dünyasının gerçek maksimini dile getirir. (s. 50/51)

Doğaya ait tüm izlerin mitolojik diye sistematik olarak yok edilmesinden sonra benlik ne beden, ne kan, ne ruh olabilirdi. Hatta bu noktada doğal bir ben bile söz konusu değildir. Öyle ki benlik aşkın ya da mantıksal bir özne halini alana dek arındırılıp, eylemlerimizin kural koyucusu olan aklın dayanak noktası haline geldi. (s. 51)

Öznenin bilinç düzeyinden silinip olgusallaşarak dahil olduğu teknik süreç yalnızca söylencesel düşünmenin çokanlamlılığından değil, her türlü anlamdan yoksundur. Çünkü aklın kendisi her şeyi kuşatan iktisat aygıtının yardımcısına dönüşmüştür. (s. 52)


Uygarlık tarafından tümüyle ele geçirilen benlik çözülerek uygarlığın başlangıçtan bu yana kurtulmaya çalıştığı insanlıkdışılığın bir öğesine dönüştü. Böylece insanın en eski korkusu gerçekleşir; kendi adını kaybeder. Uygarlık, hayvani ve nebati hayat biçimleriyle saf doğal varoluşu hep mutlak bir tehlike olarak görmüştür. (s. 52/53)

Aydınlanmacı tin insanları felakete sürükleyen irrasyonelliğe damgasını vurarak dikenli tacı ateşin ve tekerleğin yerine koydu. Aşırılıklardan Aristoteles kadar nefret eden hedonizm ölçülüydü. Burjuvanın doğallık idealiyle kastedilen amorf doğa değil itidalin erdemleridir. Kuralsız cinsellik ile keşişlik, bolluk ile açlık karşıtlık oluştursalar da çözülmenin erkleri olarak birbirleriyle dolaysızca özdeştirler. (s. 53)

Doğaya egemen olmak, içeride ve dışarıda, yaşamın mutlak amacı haline getirildi.

Aydınlanmanın özü seçenektir ve bu seçeneğin kaçınılmazlığı egemenliğinkiyle aynıdır. İnsanlar öteden beri doğaya boyun eğmek ile doğanın benliğe boyun eğmesi arasında bir seçim yapmak zorunda kaldılar. Egemenliğin baskısıyla insanların emeği daima mitostan uzaklaşmış; ama egemenliğin altında hep yeniden söylencenin büyü çemberine girmiştir. (s. 54)

Sanat, bilgi olmaktan vazgeçip praksisten uzak durduğu sürece, tıpkı haz gibi, toplumsal praksis tarafından hoşgörüyle karşılanır. Sirenlerin şarkıları henüz sanat gibi etkisizleştirilmemiştir. (s. 55)

Varlığını sürdürmek isteyen asla geri getirilemeyecek olanın cazibesine kulak asmamalıdır. Bu da ancak geçmişin çağrısı hiçbir biçimde işitilmezse başarılabilir. Toplum öteden beri bunun için gerekli önlemleri almıştır. Emekçiler diri bir yoğunlaşmayla önlerine bakmalı, işlerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemelidirler. Dikkatlerini dağıtan dürtüleri dişlerini sıkıp tamamlayıcı bir çabaya dönüştürerek yüceltmek zorundadırlar. Emekçiler böyle işe yarar hale gelirler. (s. 56)

İlerlemenin erkine uyum sağlanması erkin ilerlemesini içerdiği gibi, başarısız değil, tersine başarılı ilerlemenin kendi karşıtını yarattığını kanıtlayan gerileme biçimlerine de neden olur. Durdurulamaz ilerlemenin laneti durdurulamaz gerilemedir. (58/59)

Düşünme efendinin dilediğince denetleyemediği bir köledir. Egemenlik, insanlar yerleşik düzene ve daha sonra meta iktisadına geçtiğinden bu yana, yasa ve örgütlenme biçiminde şeyleşerek kendisini kısıtlamak zorunda kalmıştır. Araç bağımsızlığını kazanır; zihnin dolayımlayan mercii, yönetenlerin istencinden bağımsız şekilde ekonomik adaletsizliğin dolaysızlığını törpüler. (s. 60)

Makine biçimindeki yabancılaşmış akıl (ratio) hem maddi hem de anlıksal bir aygıt olarak, pekişen düşünme ile özgürleştirilmiş canlıları uzlaştıran topluma doğru hareket eder ve toplumla, düşünmenin gerçek öznesi olarak ilişki kurar. (s. 61)

Aydınlanma aydınlanmadan fazlasıdır; yabancılaşarak işitilir hale gelen doğadır. (s. 63)

Salt araç üreten bir aygıt olan aydınlanma, romantik düşmanlarının tekrar tekrar söyledikleri kadar yıkıcıdır.

Aydınlanma ancak onlara rıza göstermekten tümüyle vazgeçip sahte mutlağı, yani kör egemenlik ilkesini ortadan kaldırarak aşmaya cesaret ettiğinde kendisini bulabilir. Yalnız böyle ödünsüz bir kavramın tini amansız ilerlemenin tinini hedefinden saptırmayı başarabilir. (s. 66)

Ne zaman ki en yakın pratik amaçların ulaşılmış en uzak amaçlar olduğu ortaya çıkar ve muhbir ve casusların ihbar edemeyeceği toprakların, yani egemen bilimin yanlış anladığı doğaya ait toprakların kökenimizin toprakları olduğu hatırlanır, o zaman aydınlanma kendisini tamamlamış ve ortadan kaldırarak aşmış olur.

Bacon’a göre “insanın üstünlüğü”nü sağlayan bilgi artık egemenliğin çözülüşüne yöneldi. Ne ki şimdinin hizmetine giren aydınlanma böyle bir olasılık karşısında kitlelerin tümden aldatılmasına dönüşmektedir. (s. 67)

Odysseus ya da Mitos ve Aydınlanma

Masıl Sirenler anlatısı mitosla rasyonel emeğin iç içeliğini barındırıyorsa, bir bütün olarak Odysseia da aydınlanmanın diyalektiğine tanıklık eder. (s. 68)

Nietzsche, Hegel’den bu yana aydınlanmanın diyalektiğini idrak eden birkaç kişiden biriydi.

Demokrasilerde (…) insanların küçültülüp hükmedilebilir kılınmaları ‘ilerleme’ olarak gösterilir.

Nietzsche aydınlanmayı hem kendisiyle birlikte tamamlandığına inandığı hükümran aklın evrensel hareketi olarak hem de hayata düşman, “nihilist” bir güç olarak görürdü. (s. 69)

(Odysseia’da) Hayatta kalmaya çabalayan bir Ben ile yazgının çokluğu arasındaki karşıtlıkta aydınlanma ile mitos arasındaki karşıtlık ortaya çıkar. (s. 71/72)

Odysseus’un başarıyla anlattığı serüvenlerin hepsi benliği kendi mantığının yolundan çıkarmaya yönelik tehlikeli ayartmalardır. (s. 72)

Odyssesus’un bile isteye doğadan yabancılaşması, her serüvende boy ölçüştüğü doğaya teslim olmasıyla başarılır. (s. 74)

…metis galip gelmiştir: Odysseus’u kurtaran da odur. Sonraki filozoflar metis’i [zihin] ya da logistikon [mantık] olarak insan ruhunun akıl yürütemeyen bölümlerinin karşısına çıkarmışlardır. (s. 74 dipnot)

Benliğin kendisini korumak için kendisini fırlatıp atmayı ve serüvenlerin üstesinden gelmeyi örgütleyen organı kurnazlıktır. (s. 75)

Ama Homeros’taki bu tür rasyonelleştirmelerin izleri gerçek kurban etme edimlerine dek sürülebilir. (s 75/76)

Odysseus’un birçok kurnazlığı doğa tanrılarına kurban sunarken ortaya çıkar. (s. 77)

Kurbana duyulan o saygın inanç olasılıkla çok önce beyinlere kazınmış bir şemaya dayanır. Bu şemaya göre bayunduruk altına alınanlar haksızlığa dayanabilmek için, kendilerine yapılan haksızlığın kendilerine bir daha yaparlar. (s. 78)

Kurnazlık, kurbanın yerine geçtiği nesnel hakikat olmayanın öznel gelişiminden başka bir şey değildir. Belki de bu hakikat olmayan her zaman yalnızca bir hakikat olmayan değildi. (s. 78)

Kurbanın rasyonelleştiğini tümüyle yadsıyan büyüsel kolektif yorum kurbanın rasyonelleştirilmesidir. Ne ki, bugün ideoloji olanın bir zamanlar hakikat olmuş olabileceğini dile getiren o atdınlanmacı çizgisel varsayım da eleştiriden fazlasıyla yoksundur; en yeni ideolojiler en eski ideolojilerin yeni baskısından başka bir şey değildir. (s. 80/81)

Uygarlık tarihi kurbanın içe dönmesinin tarihidir. Başka bir deyişle feragatin tarihidir. Feragat eden kimsenin hayatından verdiği tavizler bu feragatin karşılığında aldıklarından, korumaya çalıştığı hayattan her zaman daha fazladır. Bu durum yanlış bir toplum konteksinde gelişip ortaya çıkar. (s. 83)

Mimesisi bastıran akıl salt onun karşıtı değildir. Aklın [ratio] kendisi mimesistir: Ölü olana yönelik mimesis.

İnsan asla bütüne sahip olamaz; daima beklemek, sabırlı olmak ve vazgeçmek zorundadır. (s. 86)

Sirenleri duyup da kendini kaptırmamak olanaksızdır; onlara karşı hiç kimse direnemez. Direniş ile körleşme birdir. (…) Kurnazlık ise rasyonel olmuş bir direniştir. Odysseus Sirenlerin adasının yanından geçmeyen başka bir güzergah izlemeye çalışmaz. Bilgisinin üstünlüğünde diretip, sahip olduğu özgürlüğün kendisini korumaya yeteceği zannına kapılarak, kendisini yoldan çıkarmaya çalışanlara serbestçe kulak vermeye de kalkışmaz. (s. 88)

Epos, gemi gözden kaybolduktan sonra Sirenlerin başına gelen konusunda suskundur. Eğer bu bir tragedya olsaydı, bunun Sirenlerin son saati olması gerekirdi; tıpkı Oidip bilmeceyi çözerek emrini yerine getirdiğinde kendisini fırlatıp atan Sfenks’e olanlar gibi. Çünkü söylencesel şahısların hukuku olan daha güçlünün hukuku, tüzüğün yerine getirilemezliğine dayanır. Tüzüğe uyulursa söylencelerin en uzak ardıllarına dek sonu gelir. Odysseus’un Sirenlerle başarılı-başarısız karşılaşmasından bu yana tüm ezgileri hastalık sardı ve olduğu gibi bütün Batı müziği uygarlıktaki şarkının tutarsızlığıyla uğraşıp dururken, her tür sanatsal müziğin devindirici gücü yine bu şarkıdır. (s. 89)

Dil işaret etmeye dönüşmeye başlar. Söylencesel yazgı, fatum dile getirilen sözde birdi. Söylencesel şahısların yerine getirdiği yazgının değişmez hükümlerini de içeren tasavvur dünyasında söz ile nesne arasındaki ayrım henüz bilinmez. Sözün şey üzerinde doğrudan bir erki olmalıdır; ifade ve yönelim iç içe geçer. Kurnazlık ise bu ayrımın istismarından oluşur. İnsanlar şeyi değiştirmek için söze tutunurlar. (s. 89)

Odysseus kendisini hiç kimse diye yadsıdığı anda kendisini bulur; kendisini yok kılarak hayatını kurtarır.

Dil aracılığıyla ölü olana gösterilen bu uyum modern matematiğin işleyiş şemasını içerir. (s. 90)

 Burjuva aklının, karşısına daha büyük bir tahakküm olarak çıkan her türden akılsızlıkla uyuşması gibi; aklın (ratio) bu irrasyonelliği ifadesini kurnazlıkta bulmuştur. Tek başına hareket eden, tüm akıllı insanların gün gelip benzeyecekleri o homo Economicus’tur; dolayısıyla Odiysseia da şimdiden bir Robinson öyküsüdür. (s. 91)

Odysseus bir zamanlar burjuva toplumunu kurmuş olan kadim ilkeye göre yaşar. İnsan ya aldatmaya başvuracak ya da yok olacaktı. Aldatma aklın (ratio) kendi tikelliğini ele veren lekesiydi.

Radikal toplumsallaşma radikal yabancılaşma demektir.

Öteki insanlar onlar için sadece yabancılaşmış biçimde düşman ya da dayanak noktasıdır, ama hep birer araç, birer şeydirler. (s. 92)

Uyuşturucu maddelerin sunduğu mutluluğu hatırlatan böylesi bir idil, öz-varlığı koruyan aklın kendi taraftarlarına izin vermediği bir şeydir. Gerçekten de bu idil sahte bir mutluluk, yavan bitkisel bir hayat, hayvanların ki gibi muhtaç bir varoluştan ibarettir. Böyle bir duruma olsa olsa mutsuzluk bilincinin yokluğu denebilir. Oysa mutluluk kendinde hakikati barındırır. Özünde bir souçtur. Mutluluk acıların aşılmasıyla serpilip gelişir. (s. 93)

Tarihöncesinde yaşanan acılar ne kadar çok olursa olsun, insanlar yine de bu tarihöncesinin imgesinden beslenmeyen bir mutluluk tasarlayamazlar: “Engine açıldık yeniden, gene yüreğimiz acı dolu.” (s. 94)

Odysseus’un benlik iddiası, bütün epik şiirde olduğu gibi, tüm uygarlıkta olduğu gibi, benliği yadsımadır. Böylece benlik, uyum sağlayarak kurtulmaya çabaladığı doğa bağlamının zorla dayatılan döngüsüne kapılmış olur. Kendi uğruna kendisini hiç kimse diye (adlandıran) adlandıran ve doğal hali taklit etmeyi doğaya egemen olmak için kullanan, Hybris’in pençesine düşer. (s. 99)

Akıllının aptal biçimine bürünme kurnazlığı, Odysseus ondan vazgeçtiği anda aptallığa dönüşür. Belagatin diyalektiği budur. Homeros antik dönemden faşizme dek, hem kahramanın hem de anlatıcının ağzından, boş laflar etmekle suçlandı. Oysa Ionyalı, o kurnaz aracının ettiği sözlerin kkendi başına nasıl bir bela açtığını gösteren kötü kaderi betimleyerek geçmişin ve bugünün Spartalılarına peygamberimsi üstünlüğünü kanıtlamıştır. (s. 100)

Kendisinin Odysseus olduğunu ilan etmek zorunda kalan Oudeis daha o zaman, ölüm korkusu içinde, ölüm korkusundan kaynaklanan üstünlüğünde direnen Yahudinin özelliklerini taşır; aracıdan öç almak da ilk defa, her türden tahakkümün hep yeniden meylettiği olumsuz bir ütopya olarak burjuva toplumunun sonunda değil, başlangıcında durur.

Büyü benliği parçalarına ayırır; ama benlik tekrar büyüye kapılarak daha eski bir biyolojik türe dönüşür. (s. 101)

Mitosa geri dönerek yalanladıkları şey mitosun kendisidir. İnsanları benlik haline getiren ve heyvenden ayırt eden dürtünün baskılanması, doğanın umutsuzca kapalı döngüsünün yarattığı baskının içe dönmesidir. (s. 102)

Toplumla birlikte yalnızlık da kendisini genişletilmiş olarak yeniden üretir. (s. 105/106)

Evlilikte uzlaşma ancak buyruk altına girilerek sağlanır, tıpkı tarihte hep görüldüğü gibi insancıl olanın bir tek, insancıl değerlerle üstü örtülen barbarlığın bulunduğu yerde gelişmesi gibi. (s. 108)

Sonunda bütün imgeler ölüler ülkesindeki gölgeler olarak hakiki özlerini açığa vururlar, yani yanılsamayı. (s. 109)

Yerleşikliğin beraberinde getirdiği sabit mülkiyet düzeni yabancılaşmanın temeliyse vu her özlem ve her yurt özlemi bu yabancılaşma içinde yitik bir ilk durumdan kaynaklanıyorsa o zaman hep özlem ve yurt özlemi tek başına yurt kavramının oluştuğu yerleşik düzene ve sabit mülkiyete yönelik olacaktır. Novalis’in her felsefenin bir yurt özlemi olduğuna ilişkin tanımı, yurt özlemini yalnız yitik bir ilksel durumun hayali olarak değil, ancak yurdu, hatta doğanın kendisini mitostan sökülüp koparılmış bir şey olarak tasarlıyorsa doğru sayılabilir. Yurt kaçıp kurtulmuş olmaktır. (s. 112)

Söylencelerin romana nakledilmesi mitosu zamanın içine sürükleyerek tahrif eder, böylece mitosu yurt ve uzlaşmadan ayıran uçurumu gözler önüne serer.

Uygarlığın tarihöncesi dünyadan aldığı öç korkunçtur ve bu öçte keçi çobanı Melanthios’un sakat bırakılmasını anlatan kısım Homeros’ta bulunabilecek en dehşet verici belgedir ve uygarlığın tarihöncesi dünyaya aslında ne kadar benzediğin ortaya koyar. (s. 112)

Epos ancak roman olarak masala dönüşür. (s. 114)

Juliette ya da Aydınlanma ve Ahlak

İnsanların aklın idraki diye ileri sürdükleri her türden esaslı hedef, Aydınlanmanın katı anlayışına göre delilik, yalan ya da ‘rasyonelleştirme’dir. (s. 116)

Yargı gücü örgütlü deneyimin klavuzudur. (s. 117)

Kant’ın kavramları çift anlamlıdır. Aşkın, birey-üstü Ben olarak akıl, insanların özgürce birlikte yaşayabilecekleri ideasını içerir. İnsanlar bu sayede kendilerini genelgeçer özneler olarak düzenleyip, saf akıl ile ampirik akıl arasındaki çatışmayı bütünün bilinçli dayanışması içinde aşarlar. Bütün, hakiki genelgeçerlik ideasını, ütopyayı temsil eder. Ne ki akıl aynı zamanda hesapçı düşünme merciidir. Bu, dünyayı öz-varlığı koruma hedeflerine göre düzenleyen ve nesneyi salt duyusal bir malzemeden boyunduruk altına alınacak bir malzemeye dönüştürmekten başka işlevi olmayan bir düşünmedir. Sonuçta genel ile özeli, kavram ile tekil vakayı dışarıdan birbirine uyduran şematikliğin gerçek doğasının günümüz biliminde endüstri toplumunun çıkarına hizmet ettiği açığa çıkar.

Duyular daha algı vuku bulmadan kavrama aygıtı tarafından belirlenir; yurttaş da apriori olarak dünyayı bir tür malzeme olarak görür ve bu dünyayı aynı malzemeleri kullanarak oluşturur.

İmgeler daha üretim aşamasında, daha sonra nasıl algılanacaklarını belirleyen anlama yetisinin standartlarına göre önceden sansürlenir. Kamusal yargı tarafından onaylandığını zanneden algı daha gerçekleşmeden o yargı tarafından şekillendirilmiştir. (s. 118/119)

Bilimin kendisi kendisinin bilincinde değildir; o bir alettir. Aydınlanma ise hakikat ile bilimsel sistemi bir tutan felsefedir. (s. 119)

Aydınlanmanın ahlak öğretileri, çıkarın fayda etmediği noktada toplumu bir arada tutmak için, zayıf düşürülen dinin yerine anlıksal bir zemin bulunması yönünde girişilen umutsuz çabaya tanıklık eder. Gerçek birer yurttaş olarak filozoflar, kuramlarında mahkum ettikleri erklerle pratikte ittifak kurarlar. (s. 120)

Burjuva düşünmesinde hep görülen bu girişim, onsuz uygarlığın var olmayacağı ihtimamı (rücksicht) maddi çıkar ve tahakküm dışında bir temele oturtmaya yöneliktir ve benzer her türlü girişimin olmadığı kadar incelikli ve paradoksal ve hepsi gibi kısa ömürlüdür. (s. 120)

Marquis de Sade’ın yapıtı, “bir başkasının kılavuzluğu olmaksızın anlama yetisini”, diğer bir deyişle vesayetten kurtulmuş burjuva öznesini gösterir. (s. 121)

İçeriğin değil de etkinliğin şemasının ağır basması…

Akıl amaçsız bir amaçsallığa dönüşmüş ve tam da bu yüzden her türden amaca hazır hale gelmiştir. Kendisine doğrultulmuş bir plandır akıl. Totaliter devlet ulusları kullanır olmuştur. (s. 124)

Mitoloji tini yalnızca doğaya gömülü olarak, yani bir doğa erki olarak tanır. Mitolojinin gözünde, dışarıdaki güçler gibi içerideki devinimler de tanrısal ya da demonik kökenli, canlı erklerdir. Buna karşılık aydınlanma bağlamı, anlamı, yaşamı tümüyle öznelliğin içine geri çeker ve öznellik kendisini ancak bu sayede kurabilir.

Aydınlanma açısından akıl, şeylerin kendilerine özgü tözünü kendisine katan ve bu tözü aklın özerkliğine doğru buharlaştıran kimyasal bir harekete geçiricidir.

İnsanları bu tür inançlardan özgürleştirmek burjuva felsefesinin hedefiydi. (s. 125)

Romantik gericiler, burjuvaların bizzat yaşadıkları deneyimi dile getirmekten başka bir şey yapmıyorlardı; dünyalarındaki özgürlüğün örgütlü bir anarşiye doğru sürüklenmesi.

Aydınlanma kendisini liberalizme bağlamıştı. Eğer tüm duygulanımlar eşdeğerse, zaten sistemin biçimine egemen olan öz-varlığı koruma da eylem için en akla yatkın maksimi sunar gibi görünecektir.

Öz-varlığı koruma ve öz-yıkım bulanıklaşıp birbirine karıştı. Saf akıl, akıldışılığa, hatasız ve içeriksiz bir usûle dönüştü.

Günümüz toplumunda insancıllığın en rasyonel araç olduğunu savunan birtakım zavallı ahlaki girişimlere rağmen, öz-varlığı korumanın mitos diye hor görülen ütopyayla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. (s. 126)

Kurnaz öz-varlığı koruma, tepedekiler açısından faşist erk uğruna verilen savaş anlamına gelirken, bireyler açısından da adaletsizliğe her ne pahasına olursa olsun uyum sağlamak demektir. (s. 126/127)

En baştan itibaren akıl (ratio) kendi cazibesine bel bağlayamamış ve onu duygu kültüyle tamamlamıştır. Ne ki bu kültten yana çıktığı anda kendi taşıyıcısına, yani kendisine yabancılaşmış akla hep kuşkuyla yaklaşan düşünmeye karşı çıkmış olur. (s. 127)

Daha yeni zamanların aydınlanması başından beri radikallik çerçevesi içinde duruyordu; aydınlanmayı daha önceki bütün mitolojiden arındırma aşamalarından ayıran da budur.

Her adım bir ilerleme, aydınlanmanın bir basamağı olmuştur. Ne ki animizm öncesinden büyüye, anaerkil kültürden ataerkil kültüre, köle sahiplerinin çoktanrıcılığından Katolik hiyerarşiye dek tüm yenilikler eski mitolojileri, aydınlanmış da olsa, yeni, mitolojilerle değiştirmekle kaldı: Ana tanrıçanın yerine kalabalıkların tanrısı, toteme tapınmanın yerine kuzuya tapınma getirildi; aydınlanmış aklın ışığında, kendisinin nesnel olduğuna inanan ve fiiliyatta temelleri olan her kendini adama mitolojik sayıldı.  (s. 128/129)

Burjuvaziyi erke taşıyan araçlar olan güçlerin bağlarının atılması, genel özgürlük, benliğin belirlenimi, kısacası aydınlanma burjuva toplumu bir egemenlik sistemi olarak baskıya başvurmak zorunda kaldığında burjuvaziye karşı cephe almıştır. Aydınlanma ilkesi gereği burjuva toplumunun onsuz var olamadığı asgari düzeydeki inançtan bile çekinmez. Dolayısıyla aydınlanma egemenliğe, eski ideolojilerin öteden beri sunmuş oldukları güvenilir hizmeti sağlamaz.

Felsefe ise, zaten sağlam bir temele oturtamadığı yurttaşlık erdemlerinin ve insan sevgisinin ardından, aydınlanmadan ötürü çoktan yalan haline gelen yetke ve hiyerarşiyi erdem ilan etmiştir. (s. 129)

Aklın biçimselleşmesiyle kuram, etkisiz bir yöntemin göstergesinden fazlası olmak istediği anda anlaşılmaz bir kavram haline gelir ve düşünme ancak anlam feda edilirse anlamlı sayılır. (s. 129/130)

Kant’ın ahlak felsefesi, aklın mümkünlüğünü kurtarmak için kendi aydınlanmacı eleştirisini sınırladı, düşünmede bulunmayan aydınlanmacı düşünme ise tam tersine, varlığını sürdürebilmek adına, mevcut düzene yeteri kadar alan yaratmak için kendisini aşmaya çalıştı.

Juliette elbette burjuvazinin kaçınmak istediği bir sonuca varır; tüm uygarlıkla birlikte Katolikliği en son mitoloji olarak demonlaştırır. (s. 130)

Erdem diye yazar Kant, içsel özgürlükte temellendirildiği sürece, insanlar için olumlayıcı bir buyruk da içerir. Bu da, insanın bütün yeti ve eğilimlerini kendi (aklın) tahakkümüne sokması, böylece kendi üzerinde egemenlik kurmasıdır. (s. 131)

Burjuva felsefesi olan Stoacılık ayrıcalıkların, ötekilerin çektiği acılar karşısında kendilerinin de tehdit altında oldukları gerçeğine daha kolay dayanmalarını sağlar. (s. 133)

Suç işlemek için bahaneye gerek var mı? (s. 134)

(Nietzsche) Zayıflar ve güçlüler vardır; hükmeden sınıflar, ırklar ve uluslar vardır, bir de onlara tabi olanlar. Sorarım size, bütün kanıtların aksine, insanların yasa ve olgulara göre gerçekten eşit olduklarına yemin edecek kadar aptal bir fani var mıdırı? Ancak Rousseau gibi bir insanlık düşmanı böyle bir paradoksu ileri sürebilirdi; çünkü kendisi çok zayıftı ve erişemeyeceği yükseklikte olanları kendi düzeyine indirmek istedi. (s. 136)

Doğada zayıfların güçlülere yöneltebileceği bir misillemeye rastlanmaz. Bu misillemeler zihinsel olarak vardır. (s. 137)

Alman faşizmi güç kültünü dünya tarihi bakımından bir doktrin haline getirerek aynı zamanda kendi saçmalığı haline de getirmiş oldu. Uygarlığa bir karşı çıkış olarak efendi ahlakı tam tersine ezilenleri temsil ederdi: Körelmiş içgüdülere duyulan nefret, terbiye edenin, yalnızca kurbanlarında görülebilen gerçek doğasını nesnellikle açığa vurur. (s. 139)

Acıma, adaletsizliğin ortadan kaldırılıp aşılmasını en yakınımızdakini sevmenizin rastlantısallığıyla sınırlamakla, ılımlılaştırmak istediği evrensel yabancılaşma yasasının değişmezliğini kabul etmiş olur. (s. 141)

Dünyanın faşist efendileri, acımaya yönelik tiksintiyi siyasal hoşgörüye duyulan tiksintiye ve olağanüstü hal infaz hukukuna çevirirler ve bu noktada acımanın metafizikçisi Schopenhauer’le buluşurlar. Schopenhauer’e göre insanlık diye bir şeyin kurulabileceği ne yönelik umutlar, hayattan yalnızca bahtsızlık bekleyebilecek bir kimsenin haddini bilmez deliliğidir. Acımanın düşmanları insan ile bahtsızlığı özdeş saymak istemiyorlardı. Bahtsızlığın var olması onlar için utanç vericiydi. Acizlikleri onları hassas hale getirdiği için insana acımasına katlanamıyorlardı. Kendilerine izin verdiği her fırsatta erki praksiste reddederlerken bu acizlikleri çaresizce erkin övgüsüne dönüştü. (s. 142)

Aklın biçimselleşmesiyle tüm hedefler zorunluluk ve nesnellik özelliklerini yanılsama olarak yitirdiğinden bu yana haksızlık, nefret, yıkım bile birer birer düzenlenmiş, otomatik sürece dönüştü. Büyü eyleme, araçlara, kısaca endüstriye geçmiştir. Aklın biçimselleşmesi mekanize üretim tarzının anlıksal ifadesinden başka bir şey değildir. Araç fetişleştirilir; hazzı soğurur. Aydınlanma eski iktidarın kendisini donattığı hedefleri kuramsal olarak birer yanılsamaya dönüştürdüğü gibi bolluk olanaklarının yardımıyla eski iktidarın pratik zeminini de yok eder. Egemenlik kendi içinde bir amaç olarak, ekonomik tahakküm biçiminde varlığını sürdürür. (s. 143)

Ama bir şeyin keyfini sürmek bir putlaştırmayı da ele verir; keyif insanın kendisini bir ötekisine ötekine teslim etmesidir.

Hazların kökeni yabancılaşmadır. Düşünme, sonunda tümden boyunduruk altına alınan korkunç doğadan özgürleşilme yolunda oluşmuştur. (s. 144)

Faşizmdeyse tatilin yeri radyonun, gazete manşetleri ve benzerinin yarattığı sahte bir kolektif esrimeyle doldurulur. (s. 145)

Acıma de bir teslimiyet momentini barındırır.

…aşk gerçekten insanca bir tutkuydu. Sonunda, cinsiyet tarafından koşullandırılmış bir değer yargısı olarak hükümsüz kılındı.

…endüstriyle birlikte aşk hükümsüz kılınmıştır.

…aile toplumun eskiden göklere çıkarılan çekirdeği olmaktan çıkmıştır; çünkü artık yurttaşın iktisadi var oluşunun temelini oluşturmamaktadır. (s. 146)

Kızlara iş olanaklarının açılmış olması aşk yollarını kapamıştır. Modern endüstri sisteminin herkesten kendi hükmü altında şeyleşmesi yönündeki talebi genelgeçerlik kazandıkça, işsizliğin ve vasıfsız işin akıp durduğu beyaz fakir halk denizine ait olmayanlar giderek küçük birer uzman, başının çaresine bakması gereken birer varlık haline gelir. (s. 147)

İnsanların öz-saygıları iş görmeleri oranında artar.

İnsanlar kendi cinsiyetleriyle rasyonel, hesapçı bir ilişki kurarlar. (s. 147)

“Gönül ne demektir bilmiyorum. Bu sözcüğü yalnızca aklın zayıflığının karşılığı olarak kullanıyorum.” (Sade) (s. 149)

Akıl (ratio) açısından bakıldığında, tapınılan mahlûka teslimiyet putperestlik gibi görünür. Putperestliğe son verilmesi, Yahudi tektanrıcılığının zaten koymuş olduğu ve tektanrıcılığın sekülerleştirilmiş biçimi sayılan aydınlanmanın değişen biçimlerine uyguladığı mitoloji yasağının bir gereğidir. Batıl inançların temelinde olagelen ekonomik gerçekliğin dağılması sırasında olumsuzlamanın özgül güçleri özgürleştirildi. Hıristiyanlık ise aşkın propagandasını yapmıştır; katıksız İsa tapınmasının… Musa ve Kant duyguyu ortaya koymamışlardır; onların soğuk yasası ne sevgi bilir ne de kazığa bağlayıp yakmayı. (s. 155)

Tanrının yerine üstinsanı geçirmek ister; çünkü tektanrıcılığın, özellikle de bozulmuş, Hıristiyan biçiminin artık açıkça mitolojiye dönüştüğü kanısındadır.

Ama Nietzsche’nin, kendini aşmanın bir yolu olarak, daha yüce benliğin hizmetindeki eski çilekeş idealleri egemen gücün oluşmasına katkıda bulundukları için göklere çıkarması gibi, o daha yüce benliğin de aslında ölmüş olan tanrının kurtarılması için gösterilen umutsuz bir çaba olduğu ortaya çıktı.

Aydınlanmanın kendisi bile hakikatin her biçiminde puta dönüşür ve biz “günümüzün tanrısız, antimetafizikçi bilgi sahipleri olarak, kendi ateşimizi, Tanrı’nın hakikat, hakikatin de tanrısal olduğunu söyleyen binyıllar kadar eski, aynı zamanda Platon’un da inancı olan o Hıristiyan inancı tarafından tutuşturulmuş bir ateşten beslediğimizi anlarız. Bu yüzden bilim bile metafizikle aynı eleştiriye maruz kalır. (s. 156/157)

Bilimin kendi üzerine düşünümü, aydınlanmanın vicdanı felsefeye, yani alman felsefesine bırakılmıştı. (s. 157)

Aydınlanmanın kendisinden korkmasını sağlamayı aydınlanmanın düşmanlarına bırakmamasıdır. (s. 160)

Kültür Endüstrisi

Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma

Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır. Film, radyo ve dergiler bir sistem meydana getirirler.(s. 162)

Günümüzün teknik rasyonelliği egemenliğin rasyonelliğidir. Kendisine yabancılaşmış toplumun cebri karakteridir. (s. 163)

Yetenekler izleyiciye sunulmadan çok önce işletmeye ait olur; başka türlü bu kadar hevesle uyum sağlamaları mümkün değildir. (s. 164)

…yapımcılar hangi plot’u seçerse seçsin tüm filmler, seyretmenin mutlak kudretini iş arayan mülksüzleştirilmiş yığınların yüreğine efendilerinin erki olarak kazımak içindir. (s. 167)

Yapım teknikleri, ampirik nesneleri ne kadar yoğun ve eksiksiz kopyalayabilirse, dışarıdaki dünyanın beyazperdede gösterilenin kesintisiz bir uzantısı olduğu yanılsamasını yaratmak da o kadar kolay olur. (s. 169)

Kültür endüstrisinin her tezahürü kaçınılmaz olarak insanları, bütünün onları dönüştürdüğü biçimde yeniden üretir. (s. 171)

Neyin nasıl söyleneceği gündelik dilde denetlenebilir olmalıdır; tıpkı mantıksal pozitivizmde olduğu gibi. Üreticiler uzmanlardır, kalıplar şaşırtıcı ölçüde üretici güç gerektirir ve bu gücü soğurup heba eder. Kalıp kültürel muhafazakârlığın sahici ile yapay üslup arasına koyduğu ayrımı şeytanca köhneleştirmiştir.

Kültür endüstrisinde işlenen malzeme, en küçük öğesine dek, içine geçtiği jargonla aynı aygıttan kaynaklanır. (s. 173)

Sonuçta, üstesinden gelmesi gereken, direnç gösteren bir malzemesi kalmayan kültür endüstrisinin üslubu aynı zamanda üslubun olumsuzlanmasıdır.

Büyük sanatçılar, üslubu kesintisiz ve eksiksiz vücuda getirenler değil, üslubu acıların kaotik ifadesine karşı bir katılık, yani olumsuz bir hakikat olarak eserlerine dahil edenlerdi. Buı yapıtların üslubunda ifade öyle bir güce erişti ki, bu güç olmasaydı varoluş işitilmeden dağılıp giderdi. (s. 174)

Sanatın iddiası daima ideolojidir de. Ne ki sanat için acıyı ifade etmenin tek yolu gelenekle giriştiği ve üslupta tortulaşan mücadeledir. Sanat eserinin gerçekliği aşmasını sağlayan moment üsluptan koparılamaz.

Sonunda kültür endüstrisi taklit olanı mutlak olanın yerine koyar. Kültür endüstrisi üsluptan başka bir şey olmadığı için üslubun sırrını, yani üslubun toplumsal hiyerarşiye itaat olduğunu ifade eder. Kültür adı altında bir araya toplanıp etkisizleştirildiklerinden bu yana zihinsel yaratıları tehdit eden şey günümüzde estetik barbarlık tarafından tamamına erdirilmiştir. (s. 175)

Özel kültür tekellerinin egemenliği altında tiranlık, bedeni özgür bırakır ve saldırısını dosdoğru ruha yöneltir. Hükümdar artık şöyle demez: Ya benim düşün ya da öl. Şöyle der: Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin senin olarak kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın (Tacqueville). Uyum sağlayamayan herkes ekonomik acizliğe mahkum edilir ve bu mahkumiyet, garip münzevilerin zihinsel erksizliğinde sürdürülür. İnsan bir kez işleyen siztemin dışına atıldı mı onu yetersizlikle suçlamak kolaydır. (s. 178)

Kapitalist üretim bedenlerini ve ruhlarını öyle bir kuşatmıştır ki, önlerine konulan her şeye direniş göstermeden kapılıverirler. Kitlelerin kendi istekleri vardır. Onları köleleştiren ideolojide şaşmaz biçimde ısrar ederler. Halkın kendisine yapılan kötülüğe karşı beslediği habis sevgi yetkili merciilerin kurnazlığını bile geride bırakır. (s. 179)

Hiçbir şey eskisi gibi kalmamalı; her şey durmadan akıp gitmeli, hareket halinde olmalıdır. Çünkü sadece mekanik üretim ve yeniden üretimin ritminin evrensel zaferi, hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve uygun olmayan hiçbir şeyin gün yüzüne çıkamayacağını vaat eder.

İdealar, Platon’un onları çoktan sayıp yerleştirdiği kültürün gök kubbesine yazılmıştır; evet, bunlar çoğaltılamaz ve değiştirilemez kabul edilmiş sayıların ta kendisidir. (s. 180)

Kültür endüstrisi eskiden çoğunlukla hantalca gerçekleşen, sanatın tüketim alemine yerleştirilmesini canlı bir biçimde gerçekleştirmek ve bu yerleştirmeyi ilke düzeyine yükseltmekle; eğlenmeyi sıkıcı naifliğinden arındırıp metaların niteliklerini geliştirmekle övünebilir. (s. 180/181)

Eğlence geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzatılmasıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı bir şeydir. Ama aynı zamanda mekanikleştirme, boş zamanı olan kimseler ve onların mutluluğu üzerinde öyle bir erke sahiptir ki; eğlence metalarının imal edilmesini temelden belirleyerek bu kimselere boş zamanlarında işlerinin seyrinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz.

Eğlence geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzatılmasıdır. (s. 183)

Eğlence sonunda can sıkıntısına dönüp donuklaşır, çünkü eğlence eğlence olarak kalacaksa hiç çaba harcanmamalıdır ve bu yüzden eğlence çağrışımın aşınmış raylarına sıkıca bağlı kalarak hareket eder. (s.183)

Sadece anlamsızlığın kabul edildiği bir ortamda, her ne kadar derrme çatma da olsa anlamlı bir bağlam oluşturan şemalara bile tehlikeli gözüyle bakılır. (s. 184)

Kültür endüstrisi durmaksızın vaat ettiği şeylerle tüketicisini durmaksızın aldatır. Olay örgüleri ve ambalajlamayla verilen haz senedinin vadesi sürekli uzatılır; aslında yalnızca vaatten ibaret olan bütün bu gösteri hain bir biçimde, hiçbir zaman gerçekleşmez. (s. 186)

Kültür endüstrisi yüceltmez, baskılar.

Sanat yapıtları çileci ve utanmazdır, kültür endüstrisi ise pornografik ve iffetlidir. Böylece aşkı romantik bir aşk öyküsüne indirger. (s. 187)

Gülme edimi fiziki tehlikelerden de, mantığın pençelerinden de kurtuluşu gösterir. Yatıştırıcı gülme erkin elinden kurtulmuş olmanın yankısı gibi duyulur.

Güldürmek insanları mutlu olduklarına inandıran bir aldatma aracıdır. Mutluluk anlarına yabancıdır gülmek.

Kusurlu toplumda gülme mutluluğa bir hastalık gibi musallat olmuştur.

…gülmedeki katılığı delip geçen yaşamsal güç aslında aniden bastıran barbarlıktır. (s. 188)

En önemli yasa, insanların hiçbir şekilde arzuladıkları şeylere kavuşmamalarını ve bu yoksunluk içinde gülerek doyuma ulaşmalarını sağlamaktır. (s. 188/189)

Onlara bir şey sunmak ile sunulan şeyi onlardan esirgemek aynı şeydir.

Endüstriyel kültürün tüm özünü iğdiş etme tehdidi oluşturur.

Kültür endüstrisi, aşk çılgınlığında olduğu kadar çilekeşlikte de bulunan acıyı, insanların, keyifle katlandıkları yoksunlukla değiştirir. En önemli yasa, insanların hiçbir şekilde arzuladıkları şeylere kavuşmalarını ve bu yoksunluk içinde giderek doyuma ulaşmalarını sağlamaktır.

Kültür endüstrisi aynı gündelik hayatı cennet gibi sunar.

(s. 190)

Kültür endüstrisi günah yuvası olduğundan değil, düzeyli eğlencenin katedrali olduğu için yozdur. (s. 191)

Kültür endüstrisinin her düzeyinde, bilim ve sanattan hazır olarak devraldığı zihne bulaşan bir hakikatten yoksunluk vardır.

Akıl, sanatın en alt düzeyinde anlamsızlığı nasıl kökünden yok ediyorsa, en üst düzeyinde de anlamı aynı şekilde yok eder. (s. 191)

Günümüzde kültür ile eğlencenin kaynaşması yalnızca kültürün alçaltılmasıyla değil, eğlencenin zorla entelektüelleştirilmesiyle de gerçekleşir. (s. 191)

Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir. Bunun temelinde yatan acizliktir. Gerçekten de bu kaçıştır, ama eğlenmenin iddia ettiği gibi fena gerçeklikten değil, onun insana bıraktığı son direniş düşüncesinden kaçıştır. Egemenin vaat ettiği özgürleşme, olumsuzlama olarak düşünmeden özgürleşmektir. (s. 193)

Kusursuz benzerlik mutlak ayrımdır.

Türün özdeşliği vakaların özdeşliğini yasaklar. Kültür endüstrisi hain bir biçimde insanı bir tür varlığı olarak gerçekleştirir. Herkes bir başkasının yerine geçebilecekleriyle vardır; herkes yedektir ya da yalnızca türün bir örneği. Birey olarak herkes yeri kesinlikle doldurulabilirdir, salt bir hiçliktir ve bunu zamanla o benzerliği kaybettiğinde iyice hissetmeye başlar. (s. 194)

Kültür endüstrisinin vaat edecekleri azaldıkça, hayata manalı bir açıklama getirebilmek için sunabildikleri azaldıkça yaydığı ideolojinin içi de boşalır. Araç olmayan söz manasız görünür, diğeri de kurmaca, hakikat dışı. Değer yargıları ya reklam ya da boş laf olarak algılanır. (s. 196)

Hayatın sürüp gitmesi ve sistemin son evresinde bile, kendisini ayakta tutan insanları, hemen yok etmek yerine yeniden-üretmeye devam etmesi sisteme mânâ kazandırır ve yararlıymış gibi görünmesine neden olur. İlerlemeye ve yapmaya devam etmek sistemin körü körüne sürüp gitmesini ve değiştirilemezliğini haklı çıkarır. (s. 198)

Kitle kültürünün ahlakı dünkü çocuk kitaplarının düşmüş ahlakıdır. (s. 202)

Geç kapitalizmde varolmak hiç bitmeyen erginlenme ayinidir. (s. 204)

Birey-toplum karşıtlığı bir zamanlar trajik olanın tözünü meydana getiriyordu.

Günümüzde trajik olan, toplumun ve öznenin o hatalı özdeşliğinin hiçliğinde eriyip gitti, yine de onların korkuları trajik olanın hükümsüz görünüşünde kısa süreliğine seçilebilir olur.

Trajik olanın tasfiyesi bireyin yok edildiğini doğrular. (s. 205)

Benliğin kendine özgü niteliği toplumsal olarak koşullandırılmış bir tekel malıdır, ama sanki doğalmış gibi sunulur. Kendine özgülük bıyığa Fransız aksanına, fahişenin derinden gelen sesine, Lubitsch touch’a indirgenmiştir. ((Alman yönetmen )Ernst Lubitsch’e gönderme yapılıyor) (s. 206)

Ama bireyselleşmenin bireysellik adına gerçekleşen türden her ilerlemesi bireysellik pahasınadır ve geriye yalnızca kendi amacını takip etme kararından başka hiçbir şey bırakmaz. (s. 207)

Sanatın ayrı bir alan olarak var olması öteden beri ancak burjuva sanatı biçiminde var olmasıyla mümkündü. Sanatın özgürlüğü bile, Pazar üzerinden, dayatılan toplumsal amaçsallığın olumsuzlanması olarak meta iktisadına özünden bağlı kalır. (s. 209)

İdealist estetiğin amaçsız amaçsallık ilkesi burjuva sanatının toplumsal olarak izlediği şemanın tersine çevrilmesidir; pazarın buyurduğu amaçlar bakımından amaçsızlıktır. (s. 210)

Her şey yalnızca başka bir şeyre yararı olup olmaması açısından algılanır, bu başka şey ne kadar bulanık görünürse görünsün. Her şey, kendisi bir şey olduğu sürece değil, alıp verilebildiği sürece değerlidir. (s. 210/211)

Sanatın meta niteliği, kendisini tam olarak gerçekleştirerek yok olur. Sanat bir meta türüdür, yani tüketime uygun biçimde hazırlanmış, kayıt altına alınmış, endüstriyel üretime uyarlanmış, satılabilir ve ikame edilebilir bir üründür; satılmak için var olan, fakat satılık olmayan bir meta türü olan sanat için ticaret bir niyet olmaktan çıkıp tek ilke haline geldiği zaman sanat, bütünüyle ve ikiyüzlülükle satılamaz olur. (s. 211)

Sanata açık olanların sanata sınırsızca, artık parayla dolayımlanmadan yaklaşması yabancılaşmayı tamamlamış ve zafer kazanan şeyleşmenin sancağı altında iki taraf da birbirine benzemeye başlamıştır. (s. 213)

Kültür endüstrisinde eleştiriyle birlikte saygı da yok olur; eleştirinin yerine mekanik bilirkişilik, saygının yerine de şöhretin unutkan kültü geçer. (s. 214)

Kültür paradoksal bir metadır. Takas yasasına o kadar bağlıdır ki, takas edilemez; kullanım sırasında da öyle körü körüne tüketilir ki, kullanılamaz olur. Bu yüzden reklamla kaynaşır.

Reklam kültür endüstrisinin yaşam iksiridir.

Serbest pazarın sonunun geldiği günümüzde reklamın arkasında sistemin egemenliği gizlenmektedir ve tüketicileri büyük endüstriyel birliklere zincirleyen bağları daha da güçlendirmektedir. …reklam ajanslarının talep ettiği fahiş fiyatları sürekli ödeyebilenler, yani ancak zaten işin içinde olanlar ya da bankaların ve endüstri sermayesinin kararıyla uygun bulunanlar, satıcı olarak sözde pazara ayak basabilir.

…bu açıdan reklam, totaliter devletlerde hangi işletmelerin açılıp, hangilerinin sürdürüleceğini denetleyen iktisadi kurullara benzer. (s. 215)

Reklamın damgasını taşımayan her şeye iktisadi açıdan şaibeli diye bakılır. (s. 216)

Bütün aydınlanma sürecinin bir unsuru olarak dilin söylenceden arındırılması büyüye geri götürür. Büyüde söz ve içerik birbirinden kopmayacak biçimde birlikteydi. Hüzün, tarih, hafta hayat gibi kavramlar sözün içinde öne çıkarılıp muhafaza edilirdi. (s. 218)

Rasyonelleştirilmeden önce söz özlemin yanı sıra yalana da yer açmıştır; rasyonelleştirimiş söz ise yalandan çok özlemi bağlayan bir deli gömleğine dönüşmüştür. Pozitivizm dünyayı indirgediği verilen körlüğü ve dilsizliği, kendisini bu verileri kaydetmekle sınırlayan dilin kendisine bulaşır. (s. 218)

İnsanların en mahrem tepkileri bile kendileri için öylesine şeyleşmiştir ki, kendine özgü olma fikri varlığını ancak uç noktadaki bir soyutlukta sürdürür; personality (kişilik) parlak beyaz dişlere sahip olmaktan ve duygular ile koltukaltı terinden kurtulmaktan öte pek anlam taşımaz. Reklemın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte; tüketicinin, ne olduklarını gördüğü halde, kültür metalarını mecburi mimesisi. (s. 221/222)

Antisemitizmin Öğeleri

Aydınlanmanın Sınırları

Bugün antisemitizm kimilerince insanlığın yazgısını etkileyen bir sorun olarak görülürken, başkaları için yalnızca bir bahanedir. Faşistlere göre Yahudiler bir azınlık değil bir karşı ırk, olumsuz ilkenin kendisidir; onların gözünde dünyanın esenliği Yahudilerin kökünün kazılmasına bağlıdır. Aşırı karşıt kutupta yer alan tez ise Yahudilerin, ulusal ya da ırksal özellikleri olmaksızın yalnızca dinsel inançları ve gelenekleri sayesinde bir gurup oluşturduğunu öne sürer. Yahudiliğin ayırt edici özelliği Doğu Yahudileriyle ilişkili olan, her koşulda henüz tam anlamıyla asimile edilmemiş Yahudilerde bulunan özelliklerdir. Her iki öğreti de hem doğru hem yanlıştır. (s. 223)

Mutlak kötü tarafından mutlak kötü olarak damgalanır. Demek ki Yahudiler gerçekten de seçilmiş halktır. (s. 223)

Bir Yahudinin en şiddetli arzuları mülk edinme, mal sahibi olma ve sınırsız erk sahibi olmaktır; ne pahasına olursa olsun. (s. 224)

Düzeni bozanın öncelikle antisemitizm olduğunu sanıyorlar, oysa düzen insanları bozmadan varlığını sürdüremez. (s. 225)

Mutlak olan sonluluğa ne kadar yaklaştırılırsa sonlu olan da o kadar mutlaklaştırılır. İsa, yani ete kemiğe bürünmüş tin, tanrılaştırılmış büyücüdür. İnsanın mutlak olandaki öz-yansıması [selbstreflexion], Tanrı’nın İsa aracılığıyla insanlaştırılması proton pseudos’tur [ilk yanılgı]. Yahudiliğin ötesine geçen ilerleme, insan İsa’nın Tanrı olduğu iddiası pahasına sağlanmıştır. Oysa felaketin suçlusu tam da Hıristiyanlığın bu yansıma momenti, yani büyünün tinselleştirilmesidir. (s. 235)

Mekân mutlak yabancılaşmadır. İnsan doğa gibi olmak istediği her yerde ona karşı sertleşir. Dehşet olarak korunma ortama uyum sağlamanın bir biçimidir. (s. 238)

Antisemitistler Yahudilere katlanamazlar; yine de durmadan onları taklit ederler. (s. 243)

Mimesis kendisini çevreye benzetirken, yanlış yansıtma çevreyi kendisine benzetir. Mimesis dışarıyı, içerinin kendisini uydurduğu bir model olarak görüp, yabancı olanı bildik olana dönüştürürken, yanlış yansıtma atlamaya hazır içeriyi dışarıya yerleştirip en bildik şeylere düşman gözüyle bakar.

Faşizmde siyaset bu davranış biçimini benimser. (s. 246/247)

Bağımsızca nesnelleştirilmiş olsa bile ben, nesneler dünyası olarak gördüklerinden oluşur. Öznenin içsel derinliği yalnızca dışsal algı dünyasının inceliği ve zanginliğinden ibarettir. Eğer bu dolaşıklık kesintiye uğrarsa ben katılaşır.

Bütün doğanın içinde bulunduğu o hastalıklı yalnızlık ancak, değersiz duyusal verinin düşünceyi olabildiğince üretken kıldığı ve düşüncenin üstün gelen izlenime bütünüyle kendini verdiği bir dolayım sayesinde aşılabilir.

Fark, dış dünyayı kendi bilincinde barındıran ve yine de onu öteki olarak bilen öznede oluşur. Bu yüzeen bu düşünüm, yani aklın yaşamı bilinçsiz bir yansıtma olarak gerçekleşir. (s. 249)

Özne, nesneden aldığını nesneye geri veremediği için zenginleşeceğine yoksullaşır. Böylece her iki yöne doğru olan düşünümünü kaybeder: Özne, nesneyi düşünüme tabi tutmadığı için artık kendisini de düşünüme tabi tutmaz, bu yüzden de ayırt etme yeteneğini kaybeder. (s. 250)

Gerçeklikte sağlam bir dayanak bulamayan idea direnir ve sabitleşir. (s. 251)

Her nesnelleştirici edimin aşmak durumunda olduğu o belirsizlik uçurumuna paranoya yerleşir.

Nasıl her yargı aydınlatılmamış görüngüye ilişkin öğeler içeriyorsa, her algı da bilinçdışı olarak kavramsal öğeler içerir. İmgelem gücü hakikatin bir parçası olduğuna göre, bu güçleri hasar görmüş olanlara, hakikatin fantastik, yanılsamanın da hakikatmiş gibi gelmesi işten bile değildir.

Algı ancak şey önceden belirlenmiş olarak, söz gelimi belirli bir türe özgü hadise olarak algılanıyorsa mümkündür. Algı dolaylı bir dolaysızlık, duyusallığın baştan çıkarıcı gücü içindeki düşüncedir. (s. 255)

Paranoya idrakın gölgesidir. (s. 257)

Burjuva mülkiyetiyle birlikte kültür-eğitim yaygınlaştı, paranoya toplumun ve ruhun karanlık köşelerine itti. Ama insanlığın gerçek kurtuluşu aklın aydınlanmasıyla aynı zamanda gerçekleşmediği için eğitimin kendisi sağlıksızlaştı. Toplumsal gerçeklik eğitimli bilince ayak uydurmadıkça bilincin kendisi bir şeyleşme sürecine giderek daha fazla kapıldı. Kültür tümüyle metalaştı, ondan bir şeyler öğrenecek olanların içine nüfuz etmeden enformasyon biçiminde yayıldı. Böylece düşünme kısa soluklu bir hale gelerek kensini tecrit edilmiş olguların kavranmasıyla sınırlar.

Sonunda yarım eğitim geç kapitalizm koşullarında nesnel tine dönüşür. (s. 260)

Kendisinin farkında bir suçluluk duygusu olanağı olarak ruh kaybolup gider. Vicdan nesnesini yitirir; çünkü bireyin kendisine ve yakınlarına duyduğu sorumluluğun yerini, yine o eski ahlak başlığı altında olsa da, bireyin aygıt için yerine getirdiği başarım alır. (s. 261)

Algılayan artık algılama sürecinde mevcut değildir. (s. 265)

Bireylerin yaşantılar alanında olduğu gibi sosyal bilimler alanında da körleşmiş görüşler ile boş kavramlar katı ve dolayımsız biçimde bir araya getirilir. Üç yüz temel sözcüğün bulunduğu bir çağda yargıda bulunmaya gayret etme yetisiyle birlikte doğru ile yanlış arasındaki ayrım da kaybolur.

Bireyin, mantıkta ifadesini bulan görmezden gelinişi iktisadi süreçlerin sonucudur. Birey üretimin engeli haline gelmiştir. (s. 266)

Kendi yarattığı sefalet yasasını el çabukluğuyla ortadan kaldırması beklenen endüstri toplumunun ilerlemesiyle birlikte, bütünü haklı çıkaran o kavram (baskı): aklın taşıyıcısı ve kişi olan insan, geçerliliğini yitirir. Aydınlanmanın diyalektiği nesnel anlamda deliliğe dönüşür. (s. 268)

Her ne kadar birey kendi kararını verebiliyormuş gibi gözükse de, bu karar esasında önceden belirlenmiştir. İdeolojilerin farklı kamplardan siyasetçiler tarafından duyurulan uyuşmazlığı aslında erkin gökteki yıldızlar misali keyfi dağılımının yalnızca bir ideolojisidir. Endüstrileşmenin ve reklamın bir ürünü olan ticket zihniyeti şimdi de uluslar arası ilişkilere doğru yayılmaktadır.

Aynı şekilde yanılsama da öyle yağunlaşmıştır ki, yanılsamayı olduğu gibi görmek nesnel olarak bir sanrı niteliği kazanmıştır. (s. 269)

Kendisine hakim, başlı başına bir tahakküm haline gelen aydınlanma aydınlanmanın sınırlarını yıkıp geçebilir. (s. 273)

Notlar ve Taslaklar

…aptal oldukları için akıllılar her yerde barbarların işini kolaylaştırmıştır. (s. 274)

Herkes kazandığı kadar eder ve ettiği kadar kazanır. İnsanlar ne olduklarını ancak iktisadi varoluşlarının iniş çıkışları aracılığıyla öğrenir. Kimse kendisini başka türlü bilmez. (s. 277)

İnsanlar kendilerini düşünmemekten duydukları çaresizliğin acısını ölülerden çıkarırlar. (s. 284)

Kuramın nesnesi iyi değil kötü olandır. Kuram var olan biçimleriyle yaşamın yeniden-üretimini varsayar. Kuramın temel öğesi özgürlük, konusuysa baskıdır. Dil savunmacı bir niteliğe büründüğünde zaten yozlaşmıştır.

Biraz da hayatın iyi taraflarından söz edemez misin? Sonsuz burukluğun yerine sevgiyi ilke olarak ilan etmenin bir yolu yok mudur? Hakikat için tek bir ifade vardır: o da haksızlığı reddeden düşüncedir. (s. 288/289)

Çaresizlik son raddeye geldiğinde gökyüzü yarılır ve alevlerini zaten kaybolmuş olanların üstüne salar. (s. 291)

Avrupa ulusları, kendilerini korumak zorunda kaldıkları faşizm kadar yabancı düşmanı, kültür karşıtı ve sözde kolektivist hale gelebilirler. Faşizmin yenilgisi zorunlu olarak çığ hareketini durdurmaz.

Liberal felsefesinin temel ilkesi hem/hem de ile özetlenebilir. Günümüzde ise ya / ya da ilkesi geçerliymiş gibi görünüyor; ama sanki karar çoktan kötü seçenekten yana verilmiş. (s. 292)

İlerleme insanları kelimenin tam anlamıyla birbirinden uzak tutar. (s. 293)

İletişim insanları birbirinden ayırarak birbirelerine benzemelerini sağlar. (s. 294)

Suçlu gibi hapis cezası da burjuvadır. Hapis cezası burjuva var oluş tarzını ıstırap olarak yansıtır.

…katılık ve gaddarlık örnekleri katı ve gaddarları sevgiye yöneltir. (s. 300)

Bizi başkalarından ayıran mekân ile kendi geçmişimizin acılarından ayıran zaman aynı anlama gelir; her ikisi de aşılmaz bir engeldir.

Ama doğabın üzerindeki süreğen egemenlik, yani tıbbi ve tıp dışı teknik, gücünü bu tür bir körleşmeden alır.

Bu egemenliği en baştan mümkün kılan şey unutmadır. Bilimin aşkın şartı olarak bellek yitimi. Her şeyleştirme bir unutuştur. (s. 306)

Hıristiyanlık dinsiz Machiavelli’yle fikir birliği içinde, Eski Ahit’in bir lanet olarak tanımladığı emeğe methiyeler düzerek modern burjuva düzenini müjdelemiştir.

Bedene karşı duyulan aşk-nefret modern kültürün bütününe sinmiştir. Beden bir yandan aşağılık, köleleştirilmiş olarak küçümsenip yadsınırken aynı zamanda yasak, şeyleştirilmiş ve yabancılaşmış olarak arzulanır. (s. 309)

Toplum ölüm istatistikleriyle, yaşamı kimyasal bir sürece indirger.

Özgür cinsellik dirilip yeniden yaşamaya devam eden ölüdür. (s. 313)

İnsanlar gençliklerinde besledikleri umutlarına ihanet edip hayatlarını dünyanın gidişatına göre ayarladıkları için sanki erken gelen bir çöküşle cezalandırılıyorlar.

Felsefe

Ama felsefe, düşünme deyince, kendisini idare edenlerin tersine, başat işbölümüne teslim olmamayı ve görevlerinin başkası tarafından buyurulmasına izin vermemeyi anlar.

Felsefe bir sentez, temel bilim ya da üst-bilim değil de, bu telkine gösterilen bir direnme çabası, zihinsel ve gerçek özgürlük doğrultusunda bir kararlılıktır. (s. 324)

Felsefenin sesi nesneye aittir, ama nesnenin istenci olmadan. Sesi, onsuz sesini duyuramayacak olan çelişkinin sesidir. (s. 325)

Psikoloji

Halbuki hayvanların varoluşu psikolojinin gerçek konusu olabilirdi; çünkü yalnızca hayvanların yaşamı devinimlere göre seyreder. Psikolojinin insanları açıklamak zorunda kaldığı noktada insanlar çoktan gerilemiş ve yıkıma uğramıştır. İnsanların psikolojisinin yardımına başvurduğu noktada, insanlar arasındaki dolaysız ilişkinin kısır alanı biraz daha daraltılır ve burada bile insan şeye dönüştürülür.

Psikolojiye başvurulması, başkalarını anlamak söz konusuysa küstahlıktan, insanın kendi güdülerini açıklamak söz konusu olduğundaysa duygusallıktan başka bir şey değildir. (s. 328)

Günümüzde dil hesaplar, tanımlar, ihanet eder, cinayete neden olur; ama ifade etmez. Tıpkı bilim gibi kültür endüstrisinin de kendisi dışında, tutunacağı kesin bir ölçütü var; olgular. (s. 335)

Yüce aşk eskiden kendisini zayıflık sayesinde görünür olan güce, kadının güzelliğine bağlamıştı; oysa bugün efendiler kendilerini doğrudan güce bağlıyorlar, günümüz toplumunun putu keskin hatlı erkek yüzüdür. (s. 335/336)

İnsanlar birbirlerine ve doğaya öylesine radikal biçimde yabancılaşmıştır ki, artık yalnızca birbirlerine ne için ihtiyaç duyduklarını ve birbirlerine ne yaptıklarını bilirler. Herkes birer etken, herhangi bir praksisin özne ya da nesnesi, hesaba katılan ya da artık hesaba katılması gerekmeyen bir şeydir. (s. 337)

Propaganda

Propaganda dili bir araca, kaldıraca, makineye çevirir. Propaganda insanları harekete geçirerek, durumlarını toplumsal adaletsizlik koşullarında oluştuğu haliyle sabitler.

Propaganda insanları güdümler; özgürlük diye haykırdığı yerde kensiyle çelişir. Yalancılık propagandanın ayrılmaz bir unsurudur.

Hakikat bile taraftar kazanmak için salt bir araç haline getirilir; propaganda hakikati ağzına aldığında tahrif etmiş olur.

Propaganda insana düşmandır. (s. 340)

Spor

Spor bile oyun değil, ritüeldir. Boyunduruk altına alınanlar, boyunduruk altına alınmalarını kutlarlar. Bireyin bedenini zorlayarak yerine getirdiği hizmetin gönüllülüğü sayesinde özgürlüğün parodisini yaşarlar. (s. 380)

Spor kendi zalimliğine indirgenmiş rekabetin kendisini yok eden dünyada varlığını aldatıcı biçimde sürdürmesine izin verir. (s. 381)

Kitle kültürü tüketicilerini sporculara değil, tribünlerde bağırıp çağıran seyircilere dönüştürmek ister. (s. 381/382)

Kimsenin kendisinden farklı olmaması gerektiği konusundaki dayatmasıyla kitle kültürünün bütünselliği en yüksek noktasına ulaşır. (s. 383)

İnsanlar kitle kültürünü onaylar, çünkü burada, tikelleştirilmiş yaşama geçiş belgesi olarak ihtiyaç duydukları adetlerin öğretildiğini bilirler ya da sezinlerler. Bu geçiş belgesi ancak kanla canla, tüm hayatın feda edilmesiyle nefret edilen cebre gösterilen tutkulu bir itaatle ödendiyse geçerlidir. (s. 384)

Ne ki özneler olarak insanlar şeyleşmenin sınırı oldukları için, kitle kültürü onları kötü bir sonsuzluk içinde hep yeniden elinin altında tutmak zorundadır: Kitle kültürünün umutsuz yineleme çabası, yinelemenin boşuna olduğu ve her şeye rağmen insanların onun elinin altında tutulamayacağı umudunun tek izidir. (s. 384)

Kitle kültürü karşısında şeyleşme bir metafor değildir: Dişlerin diş macununa işaret etmediği keder kırışıklıklarının laksatifi çağrıştırmadığı yerlerde bile, kitle kültürü yeniden ürettiği insanları şeylere benzetir. Film izlemeye giden kişi bu büyünün bozulmasını bekler; belki de insanları sinemaya sürükleyen şey derinlerde yatan bu beklentidir.

…dans edenler haz almanın ve rahatlamanın peşinde değildirler; ama haz alanların jestlerini sergilerler.

Onlara sunulan kültür maskelerini takarlar.

Kendilerini bu karşı konulmaz tikel tahakküme uyarlarlarken kolektife dönüşürler. (s. 388)

Kitle kültürüne katılmanın kendisi zaten terörün damgasını taşır.

İnsanların gösterdikleri çoşku yalnızca, emirleri okumak için bilinçsiz bir biçimde gösterdikleri gayreti değil, yoldan çıkmalar, başka bir deyişle alışılmadık arzular karşısında duyulan korkuyu da yansıtır; şehvetten kendi sevgilisini öldüren katil bile bu türden arzular beslediğine ilişkin şüpheleri tutkulu bir biçimde silmeye çalışır. (s. 388/389)

Eğer teknik ilerlemeler gerçekten toplumun ekonomik kaderini büyük ölçüde belirliyorsa, o halde bilincin teknikleştirilmiş biçimleri de o kaderin belirtileridir. Bu bilinç biçimleri kültürü bütünsel bir yalana çevirir, ama bu hakikatten yoksunluk benzerlik gösterdiği altyapıya ilişkin hakikati kabul eder. Kentlerin üzerinden yükselen ve ışığıyla gecenin doğal ışığını boğan reklam panoları kuyrukluyıldızlar gibi toplumun başına gelmekte olan doğal afetin, donarak ölmenin habercisidir. Ancak bu panolar gökten inmemiştir. Yeryüzünden yükseltilirler. Bu ışıkları söndürüp, sadece ona inanıldığı sürece gerçekleşme tehlikesi taşıyan o korkulu rüyadan uyanıp uyanmamak yine insanlara bağlıdır. (s. 389)

Çeviri: Nihat Ülner – Elif Öztarhan Karadoğan
Kabalcı, Mayıs 2010

İlgili Makaleler