Tarikatlar
Ana dinî bünye içerisinde alt gruplar şeklinde tezahür eden cemâatlerin üçüncü ve ihvan birliklerine nispetle daha ileri derecedeki bir şeklini tarikat cemâatleri meydana getirmektedirler.
Zühd ve takvâ hareketleri ile bunların daha sistematik şekilleri olan tasavvuf! mistik cereyanlara ve bu sonuncuların halk katında düzenli bir biçimde teşkilatlanmış şekillerini oluşturan tarikat gruplarına hemen bütün müesses dinî bünyelerde rastlamak mümkün olmaktadır. Gerçi, İslâm Tasavvufu ile çeşitli dinlerde rastlanan mistisizmleri ve özellikle Hıristiyan mistisizmini birçok bakımlardan birbirinden ayırmak da gerekmektedir.[1] Bununla birlikte, hemen bütün dinlerde tasavvufî-mistik cereyanların ve onların sonucunda vücut bulan tarikat cemâatlerinin ana dinî bünyedeki birçok gelişmelere karşı, dini daha içten ve daha sıkı bir şekilde yaşamak arzusundan kaynaklanan ikaz, itiraz ve protestoların tezahürleri şeklinde ortaya çıktıkları görülmektedir ve nitekim İslâmiyet’te ilk zühd hareketi de bu şekilde başlamış ve daha sonra tasavvuf cereyanı hüviyetine bürünerek, yüksek seviyede büyük mutasavvıfların yetişmesine imkân verirken, halk katında da tarikat cemâatlerinin vücut bulmalarına meydan vermiştir. Maamafih, tasavvufî davetin halk katlarında güç kazanmasında, ümmet içerisindeki dinî ve sosyal gelişmelere tepkinin yanı sıra uğranılan haksızlıklar ve özellikle şahsen işlenen günah ve hatalara isyanın büyük rolünün bulunduğu muhakkaktır. Dikkate değer olan bir husus da, bu tür cereyanların genellikle ilk planda münferit inziva vak’alan şeklinde başlayıp, az bir zaman sonra cemâatçi bir karaktere bürün- dükleridir. Nitekim, meselâ Hıristiyanlık’ta III. asırda Mısır’da görülen münzevî Hıristiyan kolonileri, ferdî inzivadan cemâatçi keşişliğe dönüşün tipik örneklerini oluşturmaktadırlar. Maamafih, tarikatların daha başlangıçtan itibaren kolektif bir karakterde geliştikleri vakidir.
Genellikle tarikat grupları, ana dinî kitleden bir ayrılmayı değil, fakat orada yoğun bir dinî hayatı ifade etmektedirler. Bununla birlikte, meselâ İslâmiyet’te tarikat cemâatleri mensuplarının yoğun dinî hayat arzularının tezahürü olan birçok nafile ibadetler, raks, sema, ruhsatlar, taşıdıkları kıyafetler, vs., kendilerinin Sünnîlik derecelerinin tartışma konusu edilmesine vesîle olmuş ve bu tartışmalar meselâ Osmanlı döneminde, bilhassa XVII. yüzyılda şiddetlenen medre- se/tekke çatışması şeklinde tezahür etmiştir. Maamafih, İslâm’da tasavvuf hareketinin özellikle Gazâlî ile birlikte Ehl-i Sünnet akîde ve amelleri ile hiç değilse genel harlarıyla bağdaşmak imkânım elde ettiğini belirtelim.
Wach tarikatı, daha kapalı bir cemâat içerisinde ortak bir takvâ hayatı yaşamaya karar vermiş bulunan kimselerin kurduğu ve teşkilatlandırdığı bir cemâat olarak tanımlamakta ve bu cemâatin tekelci bir özelliğe sahip olduğunu, bu bakımdan da kişisel sadakat üzerinde ısrar ettiğini; bir manastır veya tarikat üyelerini birleştiren şeyin değişmez ikâmetgâh, özel kıyafet, ortak yemek, özel ibadetler ve müşterek çalışma olduğunu ve cemâat mensupları arasında manevî kardeşlik düşüncesinin tabiî teşkilatın yerini aldığını belirtmektedir. Şüphesiz bunlar tarikat cemâatlerinde şu veya bu ölçüde gözlenen genel özellikleridir. Esasen, çeşitli dinlerdeki tarikat cemâatleri, aralarındaki bu benzerliklerin yanı sıra, dikkate değer farklılıklara ve karakteristik özelliklere sahiptirler. Bu cümleden olarak, meselâ İslâmî bir terim olan “tarikat”ı Hıristiyanlık’taki “ordre”dan ayırt etmek gerekmektedir. Lügatte “tutulan” veya “gidilen yol” anlamına gelen tarikat kelimesi, ıstılahta “Allah’a erişmek için ruhun takip ettiği yolu” ifade etmektedir. IX. ve X. yüzyıllarda, öteki dünyayı kazanmak için bu dünyadan yüz çevirme, ruhî güçleri terbiye, nefsi ve tabiî istekleri yenme, içi temizleme ve zâhidâne bir yaşayış şeklinde tezahür eden tarikat, XI. yüzyıldan itibaren halk katında, bilinen İslâmî ahkâma ilaveten birtakım özel dinî mistik kurallar üzerine teessüs etmiş bir yaşayış şeklini ittihaz etmiş ve düzenli bir şekilde teşkilatlanmış cemâatleri ifade etmeye başlamıştır. Esasen, tarikat cemâatlerinde zamanla merasim ve ayinlerin önemi artmıştır. Bununla birlikte, tarikat kelimesinin, yine de doktrin yönü ağır basan ideal bir metot anlamını koruduğu anlaşılmaktadır. Tarikat cemâatleri, pratik psikolojiye vakıf ve herkesi kendi ihtiyaç ve kabiliyetlerine göre eğiten bir şeyhin etrafında toplanmış bulunan gruplardır. Zaviye, ribat, hankâh, tekke veya dergâh denilen bir yerde oturan şeyh, tarikat cemâatinde merkezî bir yer işgal eder. Şeyhin çevresinde onunla yakın temasta bulunan bir halka mevcuttur. Bu halkanın dışında, şeyhi zaman zaman ziyaret eden, sair vakitlerde ise, kendi iş ve meslekleri ile uğraşan ve genellikle zaviyenin gelirinin büyük bir kısmını sağlayan müritlerin oluşturduğu daha geniş bir halka yer almakta ve tarikat cemâatleri bu halkavî ve ka- rizmatik yapılarıyla, din kurucusunun etrafında teşekkül ve teessüs etmiş bulunan ilk dinî cemâatlere benzemektedirler.
Hemen bütün büyük dinlerde tasavvufî-mistik cereyanlar ve tarikatların uluları, bu hareketler ve cemâatler üzerinde olduğu kadar, genel olarak dinin gelişmesine de etkide bulunmuş olan güçlü şahsiyetlerin yetişmesine imkân vermişlerdir. Liderlerden bazıları mevcut tarikatların reformcuları olmuşlar, yeni ve genellikle daha sıkı kurallar ortaya koymuşlar, bazıları da yeni tarikat kolları ve cemâatleri tesis etmişlerdir. Böylece tarikatların birçok alt gruplara ve cemâatlere ayrıldıkları görülmüştür. Esasen, özellikle İslâmiyet’te tarikatlar, “silsile” adı verilen ruhanî bir otorite zinciri ile kendilerini Hz. Peygamber’e dayandırıyorlarsa da, hemen her tarikatın bir kurucusunun olduğu bilinmektedir. Tarikatların çeşitli kollara ayrılarak bölünmeleri, sayılarının büyük bir yekûna erişmesi sonucunu doğurmuştur. Halen en yaygın Müslüman tarikatlardan biri Kadmlik’im. XIV yüzyılda Türkistan’da ortaya çıkmış olup, oradan Türkiye’ye, Hindistan’a ve diğer İslâm ülkelerine yayılmış bulunan Nakşibendîlik, Türk- ler arasında daha çok şehirlerin münevver çevrelerinde rağbet gören ve Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (vef. 1273) ye dayandırılan Mevlevîlik, XIV yüzyılda ortaya çıkıp çeşitli Islâm ülkelerinin yanı sıra Türkiye’de de yayılmak imkânını elde etmiş bulunan Halvetîlik, Irak’ta ortaya çıkarak Mısır, Güneydoğu Asya ve Türkiye’de yayılan Rifâîlik başlıca tarikatlar arasında zikredilebilir.
Hemen bütün dinlerde, olağanüstü hikâyeler ve menkıbeler için oldukça uygun bir zemin oluşturan tarikatların, cemâat üyeleri üzerinde ve genel olarak Müslüman toplumlarda birçok ekonomik, siyasî, dinî, ahlâkî, terbiyevî ve kültürel fonksiyonlar icra ettikleri anlaşılmaktadır. Esasen onların halk katlarında yayılmaları ve yerleşip kökleşmelerinde sırf dinî saiklerin yanı sıra sosyo-ekonomik, politik ve kültürel sebeplerin de önemli rol oynadıklarına işaret etmek gerekir. Meselâ, XIII. yüzyılda, Anadolu’nun bağrında tarikatların bir ağ gibi örülmesinde en büyük rolü, onun korkunç bir Moğol istilâsına uğrayarak alt-üst olması ve kasılıp kavrulması sonucu ortaya çıkan kargaşa ortamında, hamîsiz ve sahipsiz kalan bedbîn halkın, kurtuluşu manevî planda tarikat ulularının yaptıkları avutucu telkinlere bağlanmakta bulmalarının oynadığı görülmektedir. Tarikatlar, yalnızca Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında değil, aynı zamanda Balkanlara Türk hakimiyetinin girmesi ve orada Müslümanlığın yayılmasında da önemli roller oynamışlardır. Nitekim, bugün bile zenci Afrika’da İslâmiyet’in yayılmasında etkili olan temel kanallardan biri Su- fîlik ve tarikatlardır.[2]
Osmanlı döneminde tarikatlar, sadece orta ve alt tabakadan halk kitlelerini değil, fakat üst seviyeden kişiler, devlet adamları ve hattâ sultanları da kendilerine bağlamayı başarmışlardır. Maamafih, medrese skolâstiğinden kaçmak isteyenler için felsefî anlamda bir düşünce hürriyetini de beraberinde getiren tasavvuf, bu durumuyla ancak üst seviyeden sûfî uluları arasında kalabilmiş; buna karşılık tarikatlar kanalıyla, ahlâkî bakımdan düşük, yarı cahil ve menfaatperest şeyhler ve alt tabakadan halk kitlelerine indikçe, dinî bakımdan safsata ve türlü entrikaları da beraberinde getirmek sûretiyle toplumda olumsuz etkiler uyandırmaktan geri durmamıştır. Nitekim, Türkiye Cumhuriye- ti’nin kuruluşundan sonra, 1925 yılında tüm tarikatlar ilga edilerek, onların şeyhlik, dervişlik, seyyidlik, çelebilik, babalık, halifelik ve mü- ridlik gibi unvanları ve türlü kıyafetlerle halk arasında faaliyette bulunmaları yasaklanmış, tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.
[1] Bk.: A. Kurtkan, Din Sosyolojisi, İstanbul, 1985, s. 238-247.
[2] Bk.: Ü. Günay, “Zenci Afrika’da İslâmiyetin Yayılışının Temel Etkenleri”, İslâmî İlimler Fak. Dergisi, Erzurum, Sa. 4.