TARİHÎ, TOPLUMSAL, KÜLTÜREL VE DİNÎ ARKA-PLAN
‘jrarihî perspektiften bakıldığında, milattan önceki dönemlerden «K başlayarak, Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada, oldukça dinamik bir millet olarak, göçebelikten yerleşikliğe, Uzak Doğu medeniyetinden önce Müslüman Orta Doğu ve sonra da modern Batı medeniyetlerine uzanan bir süreçte, çok çeşitli sosyo-kültürel hayat tarzları ve oldukça değişik sosyo-politik oluşumları gerçekleştirmiş bulunan Türklerin dinî yaşantıları da, bu değişik doğal, toplumsal, kültürel ve manevî ortamlarının etkileşimi altında, son derecede renkli bir manzara arz etmiş; böylece, orada tarih boyunca, bir yandan yerini daima korumayı başaran kalıcı unsurların, öte yandan da değişen durum ve yeni çevrelere uyumun empoze ettikleri çift yönlü etkileşim altında süreklilik ve değişim olguları, Türklerin dinî yaşantılarını karakterize eden en önemli iki temel veçheyi oluşturmuştur.
Her şeyden önce, belirtmek gerekiyor ki, toplumsal hayatın önemli bir tezahür biçimi olarak din, Türk topluluklarının tarihlerinin hemen her döneminde ve her yerde hazır ve nazırdır. Bununla birlikte, konuya yine tarihî bakımdan yaklaştığımızda, eski dönemlere doğru gidildikçe, Türklerin dini konusundaki bilgi ve belgeler de oldukça nadir görünmekte, böyle olunca da, bu çok az sayıdaki malzemeden hareketle, onların en eski dönemlere ait dinî yaşantıları hakkında genel sonuçlar çıkarıvermek oldukça yanıltıcı olmaktadır.
İşte bu şekildedir ki, Türklerin en eski dinlerinin ne olduğu konusunda, birçok nazariyeler ortaya atılmış bulunmaktadır. Onun temelinde bir Totemizm veya. Animizm yahut Natürizm ya da içerisinde bunlara ait çok çeşitli unsurları barındıran dinî-sihrî bir sistem olan Şamanizm, vs. olduğu sıklıkla öne sürülmüştür. Her halükârda, eski Türklerin dinine ait olarak bildiğimiz en eski kelime Tanrı’dır. Üstelik o, aynı zamanda tarih içerisinde en sürekli temel bir unsur olarak da karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, baştanbaşa Türklerin dinî tarihini, bir bakıma, “aşkın kutsal”m önemli bir tezahür biçimi olarak Tanrı ile olan ilişkilerinin, dünya şartlarındaki bir tür gerçekleşmesi biçiminde algılamak veya ifade etmek mümkündür. Hattâ, gerçekte göçebe bozkır kültürü hayat tarzına sahip bulunan öteki birçok toplumlarda olduğu üzere, eski Türklerin dininin de, tek Tanrı veya Gök Tanrı inancına dayalı bir monoteizm olduğu öne sürülmüştür. Her halükârda, tarihî veriler, eski Türklerde, esası tabiata tapınmada toplanan bir tür natürizm ile Atalar kültünün sembiyoz halinde bulunduğunu; mamafih orada animist, fetişist, politeist, büyüsel, vs. unsurların da az çok hayatiyet bulduklarını göstermektedir. Anlaşılan, eski Türklerin kültüründe, muhtelif dinî sistemlere ait unsurlar sarmaş dolaş bir haldedir ve böylesine karmaşık bir dinî kültür yapısı içerisinde onları birbirinden hakkıyla ayırt etmek oldukça güç görünmekte ve esasen o, kendisini basitleştirerek işin içinden sıyrılmaya çalışan her algılamaya meydan okumaktadır. Nitekim, araştırıcıları, eski Türklerin dini konusunda farklı görüşlere ve anlayışlara götüren de bu karmaşık durum ve yapı olsa gerektir.
Öte yandan, eski Türklerin dininde, bu kadar farklı sistemler ve unsurların sarmaş dolaş bir halde bulunması, şüphesiz, onların ekolojik çevreleri, toplumsal ve kültürel yapıları ve oralarda meydana gelen değişimler ve etkileşimlerle yakından ilişkili olmalıdır. Böylece, meselâ orada “îduk yer Sub” ile ilgili inançlar ve onlara periyodik olarak yılın belli dönemlerinde ve özellikle de mevsim değişiklikleri vesilesiyle yapılan dinî törenler ile Türk topluluklarının ekolojik çevreleri, toplumsal durum ve şartları, kültürleri ve zaman içerisinde bunlarda kendini gösteren değişim ve dönüşümlerin belli bir ilişkisinin bulunduğunu önemle belirtmeliyiz. Aynı şekilde, anlaşılan eski Türklerde meselâ ekolojik çevre ile ölü gömme âdet ve uygulamaları arasında da çok yakın bir ilişki ve etkileşim kendini bize gösteriyor. Bunun gibi, birçok toplumların dinî tarihinde gözleme imkânını elde ettiğimizi, semavî ilâhların, belli bir zaman sonunda, adetâ kendi kabuklarına çekilerek Deus Otiosus konumunu almaları olgusunun, eski Türklerin dininde de kendini göstermiş olması, şüphesiz sözü edilen bu değişim ve dönüşümlerle yakından ilişkilidir.
Her halükârda, böylesine bir değişim ve dönüşüm sürecinin sonucunda, bazen “Türk Tanrısı” şeklinde adlandırılmış da olsa, bir kabile ilâhı veya millî bir ilâh olmaktan çok evrensel Tanrı hüviyetinde bize kendini sunmakta olan, eski Türklerin Gök Tanrısı, diğer semavî ilâhların kaderine benzer şekilde Deus Otiosüs halini aldığından, anlaşılan onların hayatında kutsallık da semadan aşağıya inerek parçalanıp yaygınlaşmış ve bu sûretle eski Türklerin dinî yaşayışının önemli bir bölümünü bu yaygın kutsallıklara inanç ve tapınmalar oluşturmuştur. Esasen, eski Türklerde zamanla ve çok çeşitli nedenlerle, bizzat Tanrı inancı belli bir bozulmaya maruz kaldığından, bir dönemin sonunda büyük ve güçlü görünen her şeye Tanrı denmiş olması kayda değerdir. Bu çerçevede, anlaşılan, yine eski Türklerde, kutsal bilinen belli mağaralarda, mevsim değişikliklerine bağlı olarak, periyodik biçimde yerine getirilen atalar kültü de belli bir gerileme ve değişim göstermek suretiyle “ölüler kültü”ne dönüşmüştür. Bu ve benzeri değişimlere rağmen, dinî tarihleri boyunca Türklerin dinî yaşayışlarının temel bir tapınma formu olarak kurbanın, daima yerini korumuş olması kayda değerdir.
Muhtemelen, zamanla Türklerin hayatında dinî-sihrî bir alt-sis- tem olarak yer etmeyi başarmakla birlikte, yine de onların dinî hayatının tamamını kucaklamadığı anlaşılan ve zaten sadece Türklere has bir form da olmayıp, eski dünyanın çok büyük bir bölümünde oldukça yaygın bulunan Şamanizm de böylesine değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olmalıdır. Her halükârda, temelinde mistik bir “ekstaz” (vecd) sisteminden ibaret olan bu dinî-büyüsel form zamanla sistemleşmiş, X. yüzyıldan itibaren belirgin bir hal almış ve Moğol hakimiyeti döneminde oldukça aktif görünmüştür. Bir kısım araştırıcılar, eski Türklerin dinindeki bu dinî-büyüsel alt-sistem gelişmesini, gerçekte Türk toplumundaki toplumsal ve kültürel gelişim ve değişimlerle ilişkilendirmek süreriyle, iki yönlü bir gelişimin yansıması olarak algılıyorlar: Buna göre, kabile düzenine bağlı bir toplumsal yapı Türklerin arasında bir tür “kalk dini ve dindarlığı” olan ve Şamanizm adı altında bilinen formun gelişmesine imkân vermiş olup, buna karşılık yine orada aristokratik bir çizgide imparatorluk düzenine doğru olan sosyo-politik gelişme “imparatorluk dini”nin oluşumuna vesile oluşturmuş bulunmalıdır. Bilindiği gibi Türk tarihi en eski dönemlerinden itibaren oldukça değişik sosyo-politik gelişme ve çözülmelere sahne olmuş bulunmaktadır. Nitekim, Türklerin dinî tarihinde de bu gelişme ve değişmeler yankılarını göstermekten geri durmamış ve kabile düzeninin egemen olduğu dönemlerde animistik ve totemistik çizgileri hakim görünen Şamanizm dinî-büyüsel formu, bir halk dini olarak ön plana geçmiş, imparatorluk düzenlerinin tesisi ise, bu toplumlarda, anti-şamanist, anti-totemist ve monoteist eğilimlerin güçlü bir biçimde kendilerini göstermeleri ile sonuçlanmıştır.[1] Böylece, hakikaten, meselâ Göktürk İmparatorlukları zamanı, bu son durumun tipik bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor.
İşaret etmeliyiz ki, eski Türklerin dini, yukarıda sözünü ettiğimiz bu gelişmeleri, büyük ölçüde, yabancı kültürler, medeniyetler ve dinlerle sıkı bir temas ve etkileşim ortamında gerçekleştirmiştir. Zira, bir bölümleri, çok erken dönemlerden itibaren yerleşik hayata geçmiş bulunmakla birlikte, Türklerin çok büyük bölümleri, geniş bir coğrafyada, göçebe veya yarı göçebe bir hayat sürdürmüşler; öte yandan, tarihî İpek yolu ve Baharat yolu gibi dünya ticaretinin ana arterleri Türklerin ülkesinde kavşak oluşturmuş, nihayet savaşlar gibi birçok vasıta ve yollar Türkleri, tarihin çok erken dönemlerinden itibaren eski Dünyanın birçok milletleri, kültürleri, medeniyetleri ve dinleri ile temasa yöneltmiş, kültür alışverişleri dinî etkileşim olgularını da beraberinde sürüklemiştir. Böylece, dinî tarih içerisinde, bir dönemin sonunda, bir klan, kabile veya en çok millete bağlı olan halk dinlerinin, bu toplumların zamanla uğradıkları değişimler ve bu arada kendini gösteren manevî gerileyişlerine bağlı olarak çöküşü ve onların yerlerini giderek evrensel büyük dinlerin alması olgusu, Türklerin dinî tarihine de erken dönemlerden itibaren damgasını vurmaya başlamıştır. Böylece Türkler, miladî yılların başlarından itibaren Asya’nın büyük dinlerinden önce Taoizm, Konfüçyanizm, Budizm sonra Zer- düştlük, Mani dini, Hıristiyanlık ve Yahudilik ile temasa geldiler ve onlardan kısmî de olsa bu dinlere geçenler görüldü. Ancak bu dinlerin hiçbiri, göçebe Türklerin arasına ciddî bir nüfuz elde edemediğinden, onlar yine de, büyük bölümleri itibariyle, bu dinlerin hiçbirinde karar kılmadılar. Buna karşılık, bu temas ve değişim sürecinde, çok çeşitli yollarla, daha VII. yüzyıldan itibaren İslâmiyet’le karşılaşan Türkler, özellikle dervişlerin, gezgin tacirlerin, vaizlerin telkinleri altında bu dinin bir şekilde göçebe Türklerin arasına nüfuzu sonucu, X. yüzyıldan itibaren büyük kitleler halinde Müslümanlıkta karar kılmaya yöneldiler. Yine de Türklerin İslâmlaşması olgusu, yüzyıllarca süren çok uzun bir süreçte gerçekleşti. Öyle ki, bazı Kazak Türklerinin ihtidası olayında görüldüğü üzere, XIX. yüzyılda bile İslâmiyet’e yeni giren Türk topluluklarına rastlandı.
Her halükârda, Türklerin evrensel büyük dinî sistemlerle karşılaşmaları ve oldukça uzun bir sürecin sonucunda İslâmlaşmaları olgusu, Türk tarihi içerisinde, yalnızca bir inanç değiştirme olgusu olarak kalmamış, çok önemli ve köklü toplumsal ve kültürel değişimleri beraberinde getirmiştir. Böylece, İslâmlaşma, Türkler için aynı zamanda bir medeniyet değişimi olgusu şeklinde kendini göstermiştir. Bu bakımdan, sosyolojik olarak, Türklerin Uzak Doğu Medeniyetinden Orta Doğu İslâm Medeniyetine geçişi veya göçebe bir hayattan yerleşik bir hayata ve hattâ şehir hayatına yahut sözlü kültürden yazılı kültüre intikali süreçleri, büyük bir ölçüde, Türklerin İslâmlaşması olgusu ile sıkı sıkıya ilişkili bulunmaktadır. Bu nedenle, meselâ Türklerin, öteki birçok yabancı dinlerle temasa rağmen, büyük bölümleri ile sonuçta İslâmiyet’te karar kılmış olmaları olgusunu, tarihçi Bart- hold[2] önemli ölçüde, o dönemlerde İslâm medeniyetinin üstünlüğünün arz ettiği cazibeye bağlıyor.
Her halükârda, en önemli karakteristiklerinden biri, değişen manevî ortamlara uyum kapasitelerinde toplanan Türkler, evrensel Tanrı anlayışlarını, önce ihtida ettikleri öteki evrensel büyük dinlerin ulûhiyetleri, sonra da İslâmiyet’in evrensel Allah’ı ile kolayca özdeşleştirdiler. Aynı şekilde onlar, bir din, kültür, medeniyet ve hayat tarzı değişimi ve dönüşümü dönemi ve ortamında, tarihlerini, efsanelerini ve geleneklerini, kısacası hayat anlayışlarını, dünya görüşlerini ve kültürlerini İslâmî ruh ve motiflerle adetâ yeniden düzenlediler. Böylece, İslâmlık ile Türklük öylesine bir bütünleşme gösterdi ki, zamanla hemen hemen eş anlamlı bir hale gelmeye yön tuttu. Esasen, Türk sözcüğü de, bir anlam genişlemesi ile ancak İslâmî dönemlerdedir ki, tüm Türk kavimlerini ifade eder bir hale gelmeye başladı. Nihayet, önemli bir karakteristikleri yönetim ve teşkilatçıhk olan Türkler, Müslüman olduktan sonra, bundan böyle, Doğuya değil de Batıya doğru yöneldiler ve daha geniş kapsamlı ve sürekli sosyo-poli- tik oluşumları gerçekleştirmeyi başardılar.
Esasen, savaşçı bir kavim olan Türklerin bu özelliği İslâm’ın cihat ruhu ile de çarçabuk bağdaşmıştı. Zaten, ilk planda Türkler İslâmiyet’le sınır boylarında karşılaştılar. Buralarda onlara sunulan Müslümanlık özel bir tür teşkil etmekteydi. Bu Müslümanhk, büyük bilginlerinkinden oldukça farklıdır. Zira o, halk arasında sevilen gezgin din adamlarının, dervişlerin, çeşitli kültür düzeyindeki tüccarların ve sınırlardaki askerlerin sunduğu bir dindarlıktır. Orada Müslümanlığın temel ilkelerinin yanı sıra, çeşitli törelerden, büyülerden söz edilmektedir. Bu tür halk dindarlığı, birbirleriyle çelişki halindeki mezheplerin Müslümanlığından ayrılmaktadır. Bu inanç uğruna, gönüllü gaziler sınır boylarında uzun zamandan beri savaşmaktaydılar.[3] Onlar bu gazilik ruhunu, Müslüman Türk halk dindarlığının en önemli karakteristiklerinden biri kıldılar. Zaten, anlaşılan bu gaza ruhu ile bezenmiş halk dindarlığı, bir ölçüde, İslâmiyet’ten önce geleneksel Türk dini ve dindarlığı içinde varlığına işaret ettiğimiz halk dini ve dindarlığının İslâmî bir ruhla yeniden yoğrulmuş bir uzantısından ibaretti. Böylece, anlaşılıyor ki, ne kadar samimiyetle yeni dinlerine bağlanmış ve onunla kendilerini özdeşleştirmiş olurlarsa olsunlar, yine de eski dine, inançlara, kültüre ve geleneklere ait birçok unsurlar bir bakıma kılık değiştirmiş ve İslâmî bir renge bürünmüş olarak, halk dindarlığı formunda, Türklerin Müslümanlığının bir tür alt-kültür boyutunu oluşturmak sûr etiyle varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır. Ancak, bu durum da sadece Türklere yahut Müslüman olan öteki milletlere has bir olgu olmayıp, din değiştirme olaylarının hemen hepsinde sosyolojik olarak kendini gösteren bir olgudur. Hattâ, Gellner gibi bir kısım sosyolog ve antropologlar, Hume’un, insanlığın dinî tarihini politeizm ile monoteizm arasındaki sürekli bir salınma çerçevesinde gören nazariyesinden hareketle, Müslüman toplulukların dinî tarihlerini ve nihayet İbn Haldûn’un devrî toplum anlayışından hareketle çok büyük ölçüde kültürel ve siyasî tarihlerini, göçebe hayatı veya tarıma dayalı yerleşik köy hayatı ile şehir hayatı ve bunlara bağlı dinî, siyasî, kültürel ve toplumsal formlar arasındaki bir tür gelgit olgusu ve süreci ile açıklamaya çalışıyorlar.[4]
Her halükârda, bu gaza ruhu ile meşbû göçebe unsurlar ve geniş halk kitlelerinin “popüler dindarlık” formunun yanı sıra Türklerin arasında resmî ve şeklî çizgileri ağır basan şehir kaynaklı bir “kitabî ve entelektüel dindarlık” da belli bir yer tuttu ve zamanla “medrese dindarlığı” formu altında ifade edilebilecek olan bir gelişme gösterdi. Zira, Türklerin, geleneksel halk dini ve dindarlığı içerisinde zaten araştırıcıların, biri “sırrî” ve “vecdî”, ötekisi de “aklî” olmak üzere iki farklı eğilimde toplanan değişik boyutlar mevcuttu ve Müslüman olmalarını müteakip onlar, İslâmî formlarla bağdaştırıldılar. Esasen, Türklerin büyük kitleler halinde İslâm dinine girmeye başladıkları dönem, aynı zamanda İslâmiyet’in, ilk üç yüz yılı boyunca ana gelişim hamlesini tamamlamış ve temel formlarını oluşturmuş olarak belli bir ölçüde gelenekleşmeye yön tutarak dinamizmini yitirmeye başladığı devreye işaret etmekte olup; bu çerçevede, Sünnîlik, Şîîlik ve Sûfîlik, Müslüman Türk dindarlığının da üç ana formunu oluşturdular. Buna karşılık meselâ İslâm dünyasında bir dönem oldukça güçlü ve kalıcı etkiler ortaya koymuş bulunan formlardan Hâricîlik, Türklerin arasında doğrudan doğruya öyle pek bir etki uyandırmış gibi görünmüyor. Mutezile ve Felâsife gibi akılcı eğilimleri baskın görünen formlar da öyle pek fazla etkili olamadılar. Zaten bunlardan birincisi bir dönemin sonunda giderek ortadan kaybolmaya ve ancak fikirlerini değişik şekiller altında öteki formların ve özellikle de Şiîliğin içerisinde sürdürmeye meyletti. Felâsifeye gelince o da, özellikle XII. yüzyıldan sonra oldukça cılızlaştı. Maamafih onun, yine de bir şekil altında Türk dindarlığı ve kültürü içerisinde çok cılız da olsa bir varlık alanı elde ettiğini belirtmek gerekir. Buna karşılık, öteki üç form Türklerin arasında çok aktif oldular. Üstelik onlar, birbirlerinden ve hattâ diğer İslâmî veya başka form ve sistemlerden de birçok unsur ve özelliği bünyelerine almak sûretiyle sentezlenme eğilimleri de gösterdilerse de, yine de farklı şekillere yöneldiler. Böylece, Türklerin arasında Sünnîlik özellikle Hanefîlik şekli altında zamanla, “kitabî Medrese Müslümanlığı” tarzında bir şekillenme yoluna gider ve bu amaçla o başta şehir ve kasabaları merkez edinmek sûretiyle bir yayılma gösterirken, özellikle Anadolu’da Müslüman Türklerin arasında Sûfilikle de bağdaşmak sûretiyle Alevîlik başlıca kırsal yörelerin ve göçebe unsurların “Sûfî halk dindarlığı”®! oluşturmuştur. Maamafih, başta kırsal yöreler olmak üzere halk düzeyinde Sünnîlik de, gerek eski Türk inançları ve gelenekleri ve gerekse de mahallî ve Sûfî etkileri ve unsurları da bünyesine almak sûretiyle, kendine mahsus bir “popüler dindarlık”t2i karar kılmış bulunmaktadır. Tarikatlar formu altında özellikle şehirlerden hareketle bir gelişme gösteren “Tekke Müslümanlığı” formunu oluşturan Sûfîlik ise, Türklerin arasında bir ölçüde başta Sünnîlik ve Alevîlik olmak üzere tüm dindarlık formları ile bir şekilde imtizaç etmeyi başarmıştır.
Bu bakımdan da, tarihî, sosyolojik, psikolojik yahut fenomenolo- jik bir gerçeklik olarak Türklerde din konusunu olgusal düzeyde objektif bilimsel incelemeye tabi tutarken onu, bazılarının bize göstermeye çalıştıkları gibi tek boyutlu ve bütünleşmiş bir inanç ve uygulamalar toplamı imiş gibi incelemeye kalkışmanın yanlışlık ve yanıl- tıcılığma önemle ve ısrarla işaret etmek gerekmektedir.
[1] Türklerin geleneksel dinindeki bu gelişmeler konusunda bk.: Ü. Günay ve H. Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, Ankara, 1997; ayrıca krş.: J. P. Roux, La Religion des Turcs et des Mongols, Paris. 1984.
[2] Bk.: V V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (Haz. K. Y. Kop- raman, A. İ. Aka, Ankara, 1976; Moğol İstilâsına Kadar Türkistan (Çev. H. D. Yıldız), İstanbul, 1981; İslâm Medeniyeti Tarihi (Haz. F. Köprülü), Ankara, 1993.
[3] Krş.: C. Cahen, OsmanlIlardan Önce Anadolu’da Türkler (Çev.: Y, Moran), İstanbul, 1979, s. 27- 28.
[4] Bk.: E. Gellner, “A Pendulum Swing Theory of İslam”, Annales de Sociologie, 1968, s. 5-14.