TARİH FELSESEFESİ
TARİH FELSESEFESİ
“Tarih
Felsefesi” deyiminde iki terimin değişik anlam ve yorumlara açık olması nedeniyle
tanımlanması da farklı olmaktadır. Tarih (historia) terimi, bir yandan geçmişte
kalanı, yani yaşanmış geçmişi, öte yandan bu yaşanmış geçmişi konu edinen belli
bir disiplini, yani tarih bilimini kapsamakladır. Bu durumlar lâtincede
“res gestae” ve “historia renim gestarum” şeklinde ifade
edilmekteydi. Böylece tarih yaşanmış geçmişi (res gestae) ve tarih bilimini
(historia renim gestarum) kapsar biçimde çifte anlamlılık içinde düşünülmüş,
dolayısıyla tanımlanmış olmaktadır. Bu bağlamda Tarih Felsefesi de yaşanmış
geçmişin felsefesi olarak ve tarih biliminin felsefesi olarak kavramak mümkün
gözükmüştür. Başka bir ifadeyle Tarih Felsefesi insana ilişkin meydana gelmiş
olay, durum vb. ile ilgilenen bir düşünce faaliyeti olma yanında, dünya
tarihini kuşatıcı felsefi bir genel bakış biçiminde de tanımlanabilir. Buna
bağlı olarak Tarih Felsefesi tarihçinin faaliyetinin de gözönüne alarak,
tarihi bilginin olabilirliğini ya da niteliğini tartışmaya çekebilir. Kısacası
Tarih Felsefesi hem insani olup-bitmelerin felsefesi anlamına hem de geçmişte
olup bitenler hakkındaki bilgilerimizin eleştirilmesi ve değerlendirilmesi
bakımından fonksiyon icra edebilir. Şüphesiz dar anlamında “Tarih
Felsefesi ile “tarihi bilgilerin eleştirisi” birbirinden farklılık
göstermekle birlikte, aynı zamanda birbirlerine bağlı iki disiplin olarak
düşünülmelidir. Dar anlamıyla Tarih Felsefesi “tarihteki akıl “in
bilinebilirliğini kabul eder ki, böylece bütün insana ilişkin olayların ve
olguların ne anlama geldiğini kavramada mümkün bir şart olur. Buna kar şılık,
böyle bir bilginin olabilirliğinden şüphelen ilmesi halinde “tarihin
felsefi anla-mı”nın ne olduğu tasarlanamaz bir olgu olarak görülür. Bir
anlamda günümüzdeki tarihin felsefi anlamı üzerinde yapılan yorumların sorun
olarak ortaya çıktığı kabul edilmektedir.
Antik çağda
Aristoteles’in belirgin hale getirdiği felsefe-tarih (theoria-historia),
akıl-deney (ratio-empeiria) karşıtlığı sonucunda felsefe kalıcı, değişmez,
evrensel ve genel olanın bilgisine ulaşmak isteyen bir theoria, yani teori ya
da akli faaliyet kabul eder. Dolayısıyla deney ile tarihi (historia), akli ve
teorik faaliyetin karşısına koyar. Dejiltler veney alanı, tesadüfilikler,
düzens» bi]gj ferdi oluşlar alanıdır ve bu alanda > ^çy genel-geçer
nitelikte değildir. P*8 ^ buya da larih olarak oluşun bilgis’ne ^ilgisi gisi
(doxa), Aristoteles ise çok) .^ (polyhistorie) demektedir. Bu . birlik’i ve
hakiki bilgi (epistenie)y1 meye çalışan felsefede deney ®W nusu olamayacaktır.
Yani felse*e theoria ve historia, theoria ve e111^ şıt konumlarda yer alırlar.
Başka bir söyleyişle
antik çag _, leri için gelecek ve geçmiş, sadece y baja-bir evrenle ilgili
durumlardı. Siy35 jq_ mından da aynı durum sözkonusu?’ fei_ sacası felsefe ve
tarih karşıtlığıbIf ^ekti. sefesinin oluşmasına imkân verm y 0Ü-Hıristiyanlık
Antik çağın bu karŞjt jj0o1-nu sürdürmekle birlikte, tarihsel D ması
bakımından, geçmişten beli
doğru giden bir
“tarihsel zaman ** . ^j-ulaşabilecektir. Ayrıca insani gerÇe ^dan
li bir tarihsellik
kazanacaktır Ki.d f igu
ı bw doğruya insanın
kendisi tarihsel ^_
şeklinde
kavranılacaktır. Aurelius ,itlCesi nus (354-430) bu bağlamda, Batı düş or
bakımından ilk tarih filozofu kiml’S / ^ taya çıkacaktır. Civitas Dei (Tann
adlı eserinde dünyasal olayları tam1 leti ölçü olarak yorumlayacaktır-”
Augustinus dünyasal olayların a<– ^ riinmez bir tanrı devleti olduğunu- na)
devletiyle yeryüzü devleti (civitas arasında sürekli bir çelişki, hatta ça0**
var olduğunu ileri sürer. Ancak bu v* ya da savaş devletler arası veya siy .
savaş değil, insanın kalbinde süiw • bîr savaştır. Savaşın sonunda tam1 ^ nin
tebası, yani “ışığın çocuklar’
yeryüzü devletinin
uyrukları, yani “karanlığın çocukları” mağlup olacaklardır. Galip
ile mağlup kıyametten sonra kurulacak olan ilahî mahkemede (Eskaton)
belirlenecektir. Galipler için sonsuz mutlu bir hayat, mağluplar için sonsuz
cehennem azabı sözko-nusu olacaktır. Agtıstinus için dünyasal olaylar bütünüyle
değersizdir, ancak dünyadaki olayların anlamı Tanrı’nın insanı sınama ve
cezalandırma verileri olmalarında ortaya çıkar.
Böylece Hıristiyanlık
insani varoluşun tarihselliğini belirlerken, bütün insanları, tek bir insan
ideali, “insanlığın birliği” düşüncesi altında yorumlayan bir üslûp
da getirir ki, bütün halkları kapsayan “dünya tarihi” idesini
mümkün kılar. Aslında bu ide Roma’mn “imperium”, Stoa felsefelerinin
“humanite” anlayışlarında da sözkonusuy-du. Ne var ki hıristiyanlık
ile birlikte bu ide ilk defa dini bir dünya görüşünün temeline
yerleştiriliyordu. Stoacılığın “Altın Çağ” öğretisini hatırlatır
çağrışımlar hıristiyan-lıkta “günahkârlık”tan “kurtuluş” ve
“cen-net”e ulaştırın bir zaman dilimi içinde tasvir edilecektir. Bu
anlayış yüzyıllar boyun ca etkili de olacaktır. Kısacası tarihsel olayların
bir başka şey aracılığıyla anlam taşır görünmeleri düşüncesi, yeni çağda da
etkisini sürdürecektir. Nitekim yeni çağda da ilişkin ilk örnekler böyle
olacaktır, yani hı-ristîyan teolojisi niteliğini taşıyacaktır. Sözgelimi
Fransız” din adamı ve teologu olan Jean-Benigne Bossuet (1627-1704)
Discours sur I’Histoire Universselle (Evrensel Tarih Üzerine Söylem) (1681)
adlı eserinde Charlemagne (Carolus Magnus)a kadar gelen dünya tarihini
“tanrısal inayetten sapkınlık dönemi” olarak tanımlar. Bossuet’yü
eleştiren Voltaire (1694-1778) “tarih felsefesi” deyimini ilk defa
kullanacaktır.
Gerçi daha önce XVI.
yüzyılda Francis Bacon insanın sahip olduğu üç kabiliyet karşılığında üç temel
bilgi veya bilim ayrımını yaparken, hafızanın karşılığı olarak tarihi
zikreder. Yani aklın karşılığı felsefe, hayalgücünün karşılığı şiir ve
hafızanın karşılığı da tarih olmaktadır. Tarihi de his-toria naturalis ve
historia civilis olarak ayırmaktaydı. Ancak historia civilis, yani devlet veya
uygarlıkların tarihinde düzenli bir bilgi sözkonusu değildir. Thomas Hob-bes da
historia civilis ya da historia huma-na kavramlarını kullanırsa da onun açısından
da, insanların ve toplumların geçirdiği olaylardan ders çıkarmak bakımından
ahlâkî ve zihni değeri olan tarihin dayanağı düzensiz malzemeler olmaktaydı.
Keza G. W. Leibniz, R. Descartes, N. Malebranche, B. Spinoza, J. Locke da aşağı
yukan aynı görüşü paylaşarak devam ettirirler. XVII. yüzyılda J. Bodin tarih
kavramına, geçmişte olup bitenlerin bilgisi anlamını verecektir. XVIII.
yüzyıl Aydınlanma felsefesi, felsefe ve tarih kavramlarını bir araya getirerek
“Tarih Felsefesi” deyimini, aydınlanmanın idesini, yani ilerleme
düşüncesini te-mellendirmede açık bir şekilde kullanacaktır. G. Vico, bazı
yazarlarca ilk tarih filozofu sayılırsa da, gerçekte o antik çağın devri
(çevrimsel) tarih görüşünü hatırlatan bir görüş ileri sürmekten de geri
kalmaz. Fakat öle yandan Vico tarihte devri çağların olduğunu ve bu çağların
bir çember hareketiyle birbirini izlediğini de belirtir ki, bu bakımdan bir
tarih filozofu sayılabilir. Tarih Felsefesi deyimini Vico gibi kullanmamakla
birlikte, XVIII.
yüzyılda Tarih Felsefesi bağlamında düşünen ünlü bir düşünür J J. Rousseau
olmuştur.
Rousseau, Bilimler ve
Sanatlar, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı adlı iki söyleminde liberal
toplumu farklı bir şekilde değerlendirerek yüzyılın aydınlanmacı iyimserliğine
karşı çıkar. Yaşadığı yüzyıla kadar olan tarihi, doğuştan iyi olan insan fıtratının
artan biçimde bozuluşunu sağlayan bir süreç olarak tanımlar. Yani Voltaire,
Ansiklopedistler ve Fizyokratların aksine, çıkarından başka bir şeyi düşünmeyen
fertlerin oluşturduğu bir toplumsal makinada insanın fıtratının bozulması kaçınılmazdır.
Rousseau’ya göre insan bu durum karşısında ya tekrar doğaya dönecektir ya da
bu toplumda erdemli bir hayat kuracaktır. Kültürel bir varlık konumuna gelmiş
insanın doğaya dönmesi mümkün değildir. Aynı şekilde çıkar ve bencillik
temeline dayanmış bir devlet yapısı içinde erdemli bir hayat kurmak da
sözkonusu olamıyacaktır. Yapılacak şey, bencilliği değil, eşitlik ve özgürlüğü
temel alacak bir “toplumsal sözleşme” (contrat social) konumunda
erdemli bir hayata ulaşmak, dolayısıyla doğal mutluluk yerine, ahlâkî
mutluluğu gerçekleştirmektir. Bu görüşleriyle Rousseau çağının ide ve
idealleriyle çatışır bir durumdadır.
Tarih Felsefesi
üzerinde etkili olan düşünür John Gottfried Herder (1744-1803)’dir. Rousseau
gibi Herder de insanlık tarihinin ilk dönemlerine hayranlıkla eğilir ve çağının
rasyonalist-mekanist anlayışlarıyla çatışır görüşleri ileri sürer. Yine çağının
kozmopolit tutumuna karşılık millî Özelliklere, ihmal edilmiş halk şarkılarına,
geleneklere Öncelik tanır, her çağın ve millen’n kendi özellikleriyle
tanınmasını savunur. Fakat milletlerin en yüce değerleri arasında
“hümanite”yi en üstün yere koymaktan da geri kalmaz ve bunu bir amaç
olarak gösterir. Ranke, Herder’in bu anlayışını He-gel’e karşı savunur. Çağının
ilerleme İdesini ahlâklılık bağlamında teme 11 en d i ren Kant tarih felsefesi
üzerinde de görüşlerini Dünya Yurttaşlığına Yönelik Bir Genel Tarih Üzerine
Düşünceler (1784)’de tartışır.
Tarih Felsefesi asıl
zirvesine Georg Fri-edrich Wilhelm Hegel (1770-1831)’de ulaşacaktır. Ona göre
spekülatif bir tarih felsefesinin mümkün şartlan şudur: “Akıl dünyaya
egemendir, Öyleyse buna göre dünya tarihinde akla uygun bir sürecleşme
vardır,” Yani dünya tarihi akli-mantıki yoldan ele alınabilir. Dünya
tarihine egemen olan akıl, gerisinde başka bir olgunun bulunduğu bir şey de
değildir. O aynı zamanda tanrısal akıldır, Tanrıdır, yani “tarihe Tann’nın
aklı hakimdir.” Aslında akıl ile tanrısal akıl bir ve aynıdır. Bu bakımdan
Hegel Tarih Felsefesinde din dışı gelenek ile hıristiyan geleneğini
birleştirmiş olur Ona göre tarihin öznesi olarak Tanrı’ya “dünya
ruhu” (Welt-geİst) da der. İşte bu dünya ruhu belli milletlerin ruhunda
cisimleşir, tecessüm eder (in camation). Dünya tarihine mal olmuş bulunan bu
milletler Yunanlılar, Romalılar ve Hıristiyan-Cermenlerdir. Bu milletlerde
dünya ruhu belli zamanlarda kendi Özel ilkesini gerçekleştirir. Ancak Hegel
dünya ruhunun, kendini dünya tarihinde gerçekleştirmesinde önceliği, dünya
tarihine mal olmuş milletlerden çok, dünya tarihine mal olmuş fertlere
tanımakladır. Dünya ruhunun gerçekleştirmeye çalıştığı amaç ise,
“özgürlük bilim içinde ilerleme”dir. Bu ilerleme sonunda
gerçekleştirilen yine dün-ya ruhu olmaktadır; tam anlamıyla gerçekleşmiş dünya
ruhu ise aynı zamanda “öz-gürlük”ten başka bir şey değildir. Özgürlükten
kasıt, siyasi bir topluluk içinde gerçekleşen özgürlüktür. Özgür olmak,
“diğerinde (başkasında) kendinde olmak”tır, görünürdeki dış şartlar
içinde “kendi kendini hep yeniden bulmak”tır. Ancak bu şekilde özgür
olan insan, kendisini monarşik hukuk devletinde kurumlara ve akılcı yoldan konulmuş
olan yasalara iradi olarak bağlayan, bu yasalara riayeti “sadece kendi
onayladığı yasalar” olduğu için isteyen ahlâklı akıllı vatandaştır.
Hegei’e göre tarihsel
gerçeklik, kurumlan, politik ve dini savaşları, sanat ve felsefe formlarım
kapsayan birlikli bîr süreçtir. Bu sürecin güdümleyicisi ise çelişki, yani
diyalektiktir.
Kari Marx (1818-1883)
ve Friedrich En-gels (1820-1895)’in proleterya kavramına dayandırdıkları tarih
felsefeleri gerçekte Hegel felsefesinin tersine dönüştürülmüş bir biçimidir.
Yani Hegelci düşünce formunun, ekonomiye ve çağın toplumsal çatışmalarına
uygulanmasıdır. Hegelin Tarih Felsefesine paralel bir başka tarih felsefesi de
Auguste Comte (1798-I857)’un poziti-vist tarih felsefesidir. Bu felsefenin
yapısını üç gelişme yasası oluşturur. Bu üç hal teolo-jik, metafizik ve pozitif
evrenlerden geçerek gelmiştir. J. Shıart Mili de belli oranda Comte’den
etkilenmiştir. Max Seneler (1874-1928) Comte’u şiddetle eleştirecek, özellikle
onun “akıl dini” tasarımının başlı başına bir yanılgı olduğunu
belirtecektir.
XX. yüzyılın
başlarında Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte yaşanılan çağın bunahma doğru
gittiği şeklinde bir; jılayış belirdi ve ikinci Dünya Savaşı bu anlayışın yayılmasını
hızlandırdı. Bu durum Tarih felsefesinde de etkili oldu. Bu dönemin önemli ve
etkili tarih filozofları Oswald Spengler (1880-1936) ve Arnold John Toynbee
(1889-1975)’dir. Bu düşünürler dünya tarihini genel olarak Baü’nm tarihi
içinde ve bağlamında görmek isteyen anlayış ve yorumlan bir tarafa bırakmaya
çalışırlar. Nitekim Spengler Batı’nın dışında sekiz bağımsız kültür çevresi,
Toynbee yirmibir bağımsız kültür çevresi bulunduğunu kabul ederler. İşte
Spengler ve Toynbee bu bağımsız kültür çevrelerinin birbirlerinden ayn olarak
belli bir gelişme yasalarının bulunduğunu, bu yasalara uygun büyüyüp serpilen
ve sonra batan kültürler olduğunu ileri sürdüler. Böylece XX. yüzyıl Tarih
Felsefesine büyük kalkılan olan bu tarih filozof-lan XVIII. yüzyılla Vico’nun
tarihin ve kültürlerin devri hareketi görüşüyle, hatta Antik Çağın tarih
anlayışıyla buluşmuş oluyorlardı.
Sembole dayalı erken
kültür, metafiziki dini yüksek kültür ve sivil geç kültür olarak kültürleri üç
değişik gelişme evrelerine ayıran Spengler bu evrelerin kabul ettiği sekiz
bağımsız kültür çevrelerinin her birinde ay-n ayn söz konusu olduğunu da
belirtir. Ayrıca Spengler yeni çağda daima etkili olmuş sürekli ilerleme
görüşlerine karşı, kültürlerin bitkiler gibi yeşerip büyüdüğünü ve sonunda
öldüğünü savunur. Önemli bir felsefe tarihçisi ve filozof olan Alfred Weber
(1868-1958) (Weber’in Felsefe Tarihi H. Vehbi Eralp tarafından Türkçeye
çevrilmiş ve eserin son olarak 3. baskısı 1964 yılında yapılmıştır.) de
Spengler’den etkilenmiştir. Ancak Weber, kültürel süreçlerin devamlı ilerleyen
bir gelişimi anlamında uygarlığın ilerlemesiyle kültürel süreçlerin
“morfolojik” anlamda yeşerip gelişme ve solup gitmeleri arasında
kesin bir aynm yapmak gerektiğini vurgular.
Spengler’in sistemini,
Anglikan dindar-lığıyla uzlaşacak şekilde değiştiren Toynbee, dünya tarihini
birbirinden farklı yirmibir kültür çevresine ayırmakla birlikte, Spengler’e
rağmen, bu kültür çevrelerinin birbirlerine kapalı olmadığını, aksine sıkı bir
sentez imkânının bulunduğunu da belirtir. Onbeş kültürün Hellenistik-Batı
kültüründen, altısının daha ilkel bir ortamdan fışkıran kültürler olduğunu
savunan Toynbee, kültürleri, Spengler gibi bitkilerin gelişimi şeklinde kabul
etmez. “Kültürlerin meydana geliş teorisi” şeklinde bir görüş ileri
süren Toynbee’ye göre yüksek kültürler daima yaratıcı bir “elit”in
belirli bir “meydan okuma”ya, özgün bir cevap vermeyi bildikleri
veya başardıktan sürece oluşabilir. “Meydan okuma”lar, coğrafi,
siyas! veya askerî vb. şekilde olabilir. Yani kültür, elverişli maddî bir
ortamda yaratıcı elitin taklit edilmesiyle ortaya çıkar ve form kazanı* Fakat
bu yaratıcı elit yer yer form kazanmış veya durgunlaşmış kültüre başkaldınr,
yani meydan okur ki, bu takdirde toplumsal birliğin parçalanmasına da aynı
elit neden olabilir. Toynbee’ye S°re günümüzdeki elitlerin görevi, Romalılann
düşündüklerinden tamamen farklı bir dünya devletinin gerçekleşmesini
sağlamaktır. Hıristiyanlık yüksek kültürler ile, meselâ Hint ve Çin kültürleriyle
desteklenebiürse bu ideali te-mellendirebilir. Ayrıca islâm kültürü de bu
alanda hıristiyanlıktan farklı ve ona göre daha geniş imkânlarıyla evrensel
devlet idealini gerçekleştirmeye adaydır. Ray-mond Aron, Toynbee’nin Tarih
Felsefesini şöyle bir alaycı benzetmeyle tasvir ediyor: “Toynbee işe
Spengler olarak başlar ve ang-likan mezhebine geçmiş bir Boussuet olarak
bitirir.”
Günümüzde Tarih
Felsefesiyle teoloji arasında, özellikle Almanya’da ilişki kuran çalışmalar
göze çarpmaktadır. Protestan Pannenberg ve Moltmann böyledir. Öte yandan tarih
felsefesi alanında dikkat çekici çalışmalarıyla Emst Bloch bu arada sayılmalıdır.
Frankfurt Okulu içinde M. Hork-heimer, Th. W. Adorno, H. Marcuse, Varoluşçu
felsefe çerçevesinde Heİdegger, Kari Jaspers, Yapısalcılık çerçevesinde R.
Bart-hes, C. Levi Strauss, yeni-poziûvist çerçevede, özellikle Viyana çevresi
içinde M. Schlick, R. Carnap, H. Neurath, L. Witt-genstein, K.R. Popper ve onun
çizgisinde C.G. Hempel, P.L. Gardiner, W. Dray, A. Danto, S. Krakauer’in tarih
felsefesine doğrudan ve dolaylı katkıları belirtilmelidir.
İslâm düşüncesinde
tarih çalışmaları ve metodolojisi, Kur’an ve Hadis’in İncelenip anlaşılması
bakımından başlangıçtan itibaren önemli bulunmuştur. Tarih felsefesi anlamında
İbn Haldun ve onun yolunu izleyen Naima, Taberi vb. düşünürler ilk akla gelenlerdir.
Ancak Batı düşüncesinde XVIII. yüzyıldan beri değişik kanallarda geliştirilen
Tarih Felsefesi paralelinde bir gelişmeden sözetmek mümkün görülmemektedir.
İsmail KILLIOGLU Bk.
Tarik, Tarihselcilik