Tabiat (Doğa) Nedir? Antikçağ’dan Günümüze Tanımları (Felsefe Konuları)
Tabiat, fıtrat, hilkat, mizaç, zat, dünya veya evren terimleriyle eşanlamlı ya da yakın anlamlı bir terim olarak fiziki dünya, evren, varlık ve nesnelerin bütünü, kısacası gerçekliği; dünyadaki varlıkların, düzenin ve bu düzenin sürdürülmesine dayanan ahlâkın temelini oluşturduğu düşünülen güçler bütünü veya üstün ilke; insanın hareket ve davranışlarından ayn olarak, güçlerin, ilkelerin, özellikle de hayatın bütünü; dış dünyada insan tarafından değiştirilmemiş veya bozulmamış gibi görünen şeylerin bütünü; canlı varlıkların hayat tarzlarının kendine özgülüğünü oluşturan özellikler bütünü ve bir şeyin iç zorunluluğu anlam ve tanımlarını kapsar. Sözgelimi “insan tabiatı” “hayvan tabiatı” tamlamasında olduğu gibi, bir varlığın tanımlanmasında Özelliklerin bütünü anlatılır. Maddî dünya anlamında tabiat bilimsel açıdan fizik evren demek olup nedensel bağıntıların veya yasaların bütününü ifade ettiği gibi, metafizik açıdan “organik bütünsellik” anlamına da kullanılır. Meselâ Spinoza’nın “natura naturans” (tabiî tabiat), “natura naturata” (yaratılmış tabiat) kavramları böyledir. Bergson ise tabiatı, vitalist anlamda “yaratıcı evrim” şeklinde açıklar.
Tabiat kelimesinin karşılığında kullanılan Grekçe “physis” kelimesinin asıl anlamı “phy” kökünden gelir. “Phy” ise filiz verme, doğma, döllenme, organik gelişme sürecini gösterir. Nitekim Antik felsefenin başlangıcında herşeyin canlı kabul edilmesi (hylozoizm) bu bakımdan dikkat çekicidir. Aynca Sofistler Tanrı (Demiurgos)nın yaptığı veya yarattığı bir şeyi “physis”, insanın yaptığı yasaları “nomos”, norm olarak koyduğu şeyleri “thesis”, beceri ve zanaatla şekillendirdiği şeyleri “techne” olarak ifadelendirerek birbirinden ayırmışlardır. Buna karşılık Aristoteles Physis kelimesini, her tekil şeyde hareket ettirici şey olarak bulunan ve herşeyi birbirine bağlayan yasa olarak kullanmıştır. Stoacılarda Physis kendi kapalı düzeni içinde parçalarından biri olarak canlılığı, yani hayatı da kapsayan bütün ya da “genel tabiat” şeklinde ifade edilmiştir. Bununla birlikte Physis’in, anorganik tabiattan, hayvanlardan ve insanın ruh (psyche) ve akıl (logos)ından ayn, hatta bunlara karşıt bir şey olarak, bitkilere ilişkin özel bir kabiliyet şeklinde anlaşılması sürdürülmüştür. Cicero Physis kelimesini latince natura kelimesiyle karşılamışın”. Kök olarak natura, sürekli bir doğma, açma ve belirme faaliyetidir ve bütün varlık bundan oluşmuştur. Lucreüus natura kelimesini dört şekilde anlamıştır.
a) Herşeyde bulunan yaratıcı güç
b) Bu güç tarafından yaratılmış olan evren
c) Tek tek yaratılmış şeyler
d) Tabiat düzeni .”Nature” anlamında tabiat teriminin bütün anlamıyla kavranması XVI. yüzyıldan sonra olur ve XVII. yüzyılda modem fiziki tabiat kavramı şekline kavuşur.
Bütün bu açıklamalar gözönüne alınarak değerlendirildiğinde tabiat kelimesi ya ci-simsel şeylerin, yani maddi tabiat kavramı ya da bir şeyin özünün belirlenmesinin, yani formel labiat kavramı olarak kavranmakta ve anlaşılmaktadır. Nitekim formel tabiat kavramına karşılık olarak “tabiat dışı” veya “tabii olmayan”, maddi tabiat kavramı için de “kültür”, “değer”, “norm”, “teknik”, “ahlâk”, “ruh”, “akıl”, “özgürlük” vb. kullanılabilmektedir.
Kısacası tabiat, gerçekten varolan şeylerin toplamıdır; yaratılmış nesnel varlıklar ve kâinat veya evren şeklinde anlatılabilir.
Diğer bir ifadeyle, bizzat Allah tarafından yaratılmış veya kendi kendisinin yaratıcısı olarak kabul edilen ve şuurun dışında yer alan şeylerin tümü. Bunların dışında, tabiat şu manalara da gelmektedir: Her varlığın yaratılıştan özünü oluşturan ayırıcı özelliği, zâtı, hakikati, mahiyeti, tineti, fıtratı; insanın meydana getirdiği şeylerin (kültür, sanat, teknik vb.) zıddına, kendiliğinden oluşan, şekillenen, tabiî olan, sun’î olmayan şey; her şeyi kuşatan gerçekliğin tamamı; tabiat bilimlerinin konusu olarak, değerlerin dışındaki gerçeklik: Canlı ve cansız varlıklar; determinizmin geçerli olduğu alan; bîr ferdin kendisine has nitelikleri; ferdî ve toplumsal tecrübelerden elde edilenlere karşıt olarak doğuştan olan; ek-zistansiyalist felsefede, insanda hür iradeden bağımsız olan ve fakat insan özü itibariyle hür olduğu için başlangıçta olmayan.
Tabiat, devamlı gelişmekte ve kendi kendisine belirli bir tipi gerçekleştirmekte olan bir varlığın meydana gelmesinin ilkesi olarak kabul edilir. Tabiatın bu anlamı, asıl anlamı olabilir. Bu anlamda tabiat kendiliğinden doğmuş, varolmuş olup, sanat, kültür, teknik gibi insan düşüncesinin ortaya koyduğu varlıkların karşıtıdır.
Tabiat, bir cinsin özünü belirleyen ve ondan ayrılmayan şeyler; bir bilimin, bir sorunun, bir fikrin ve kuruluşun temel karakterleri manasına da kullanılır. Meselâ Montesquieu bu durumu “Kanunların Ruhu” adlı eserinde: “Bir idarenin tabiatı, onu meydana getiren unsurlara bağlıdır” diyerek dile getirir. Descartes ve Bacon da buna çok yakan bir ifadeyle, bir varlığı meydana getiren her özelliğe “tabiat” adını verirler. Yine onlar, bir çok şeylerin birleşik olduğu sanılan bir devirde, birleştirilmeyen nitelikler anlamında “Basit Tabiatlar” tabirini de kullanmışlardır; ancak bugün böyle bir kullanış yoktur.
Tabiat, tabiî ve içgüdüsel olan ve bir varlık türünde, özellikle de insanlıkta tabiî olan herşeydir. Şahsî ve içtimaî tecrübe ile elde edilene aykın olan her şeydir.
Tabiat, zihnî bir içgüdü olarak nitelendirilen akla da denir. Bunun için Descartes: “Hiç şüphesiz ki, ‘tabiat’ın bana öğrettiği her şey bir gerçeği içerir” demektedir.
Yine bu anlamda tabiat insanların dünyaya geldiği durumu (doğuşu) ifade eder. Buna göre tabiat:
1- Vahiy ve inayetin tersinedir. Halbuki Pascal’a göre, Hıristiyan inancı insanın kalbine dünyanın kötülüğünü, baştan çıkancılığını ve Hz. İsa’nın bütün insanlık adına acı çekerek insanın kurtuluşunu sağladığını yerleştirir.
2- Medeniyetin, düşüncenin, iradî ve suni olan her şeyin zıddına olandır. Bu hale tabiî yaşayış, ilkel yaşayış, medeniyetten uzak yaşayan toplumların ve eğitilmemiş insanların yaşayışı da denir.
Bir de tabiat, huy, mizaç yönünden, kişisel ve Özel tepki yönünden herhangi bir ferdi farklı kılan özel karakterlerdir. Bunlar, herkesin doğuştan getirmiş olduğu çevik, hırslı, hareketsiz, uyuşuk gibi içgüdüsel yanları, tabiî halleridir.
Tabiatı genel olarak ele aldığımızda da değişik anlamlarda kullanıldığı görülür: Bunlardan ilki, herhangi bir özelliği veya çeşitli tipleri ortaya koyan herşey yahut kuralların arkasında, ötesinde olan herşeydir. Daha özel anlamda, faal ilke, düzen içinde olanın düzen arzusudur. Böyle bir tabiat anlayışında tabiat adeta şahıslaştırılmıştır. Aristoteles böyle bir tabiat anlayışına itiraz eder. Böyle bir tabiat. Tanrı’ya karşıttır.
Tabiatın diğer bir genel anlamı ise, ister Allah’ın yarattığı şeyler olsun, isterse yaratmanın dışında kalan şeyler olsun, varlığın lamamı, bütünüdür. İnsan şuurunun dışında kalan her şey bu anlamda yer alır. İnsan ise bu anlayışta şuurlu ve iradî hayatın bir unsuru olarak kabul edilir.
Bir amacı ve sonu hedeflemek zorunda olmayan; fakat tamamen nedensel bir mekanizme bağlı bulunan varlıkların tamamı da yine tabiatı; ama ruh, şahsiyet ve hürriyet karşıtı olan bir tabiatı meydana getirir. Bu anlamda tabiat, şu görüneni, yani duygu ve düşünceye karşıt olanı, maddî olanı ifade eder. Tabiatın bir de, olayların ve objelerin bize sunduğu ve alıştığımız bir hali vardır ki, bu manada tabiat, tabiatüstü ve mucizevî olanla karşıttır. Bütün olarak kurala dayalı hükümlerin temel dayanağı sayılan “Tabiat Yasaları” da tabiat anlamına gelir. Çünkü onlar ideal ve mükemmel ilkeler sayılırlar; buna karşılık insanın yaptığı yasa ve ahlâk ilkeleri taklide ve tabiî olmayana dayanırlar.
Kozmolojik, psikolojik, sosyolojik ve felsefî anlamlara gelen tabiat ile ilk uğraşanlar, uzakdoğu düşünürleriyle, Antikçağ
Yunan filozoflarıdır. Antikçağ Yunan Felsefesinde tabiat, Yunanca “Physis” deyimiyle ifade edilmiştir. Önceleri bilim ve felsefe, tabiatın gözlenmesi ve onun üzerinde düşünmekle kendisini göstermiştir. Bu anlayışa göre, evren (cosmos)deki herşey -şuurlu ve şuursuz- onun eseridir. Çünkü sürekli hareket ve bir değişim içinde olan tabiat, sonsuz biçimlerde tezahür eder. Bu oluşumda ise tabiatın gerçek yapısı maddesel olarak kabul edilir. Nedense, hep öteden beri, bu tabiatın yönetici ve düzenleyici bir güç taşıdığına inanılır. Bunun neticesinde çok eski çağlardan beri tabiatın çeşitli varlıkları tapınma konusu olmuştur. Güneş, yıldız, hayvan, dağ vb. birer tapınılan tabiat parçalandır. Çünkü insanlar, tabiatın belli bir düzenle işlediğini sezmişler ve onun değişmez yasalar koyan bir güç tarafından yönetildiğine inanmışlardır. Bazan bu güç tabiatın bizzat kendisinde görülmüş, bazan da onun dışında. Bu gücü, bizzat tabiatın kendisinde görenler, tabiatçılar, maddeciler, panteistler, pozitivistler vb. gibi görüşler; tabiatın dışında görenler ise teistler, deist-ler, idealistler vb. görüşleri temsil ederler. Felsefenin temel konusu da tabiatı insan şuurundan bağımsız sayıp saymamakla başlamıştır. Bütün maddeci anlayışlar tabiatın insan şuurundan bağımsız olarak varolduğunu ileri sürmüşlerdir. İdealist anlayışlar ise onu, şuurun ürünü saymaktadır. Felsefe tarihi yüzyıllarca bu iki görüşün mücadelesine sahne olmuştur. Felsefe öğretileri de temelde bu iki anlayıştan birine bağlıdır.
Öte yandan tabiat terimi, yapay ve toplumsal olanın karşıtı olarak ilk defa Sofistlerce kullanılmıştır. Bunlara göre insan tabii olanı, tabiata uygun olanı gözönüne almalıdır. Aksi takdirde kendi özüne uygun davranmamış, dolayısıyla mutsuz olur. Bu ilamda toplum düzeni ve bu düzene ilişkin olan din, ahlâk, hukuk ve yasalar, toplum-ü, ekonomik ve siyasî ayrıcalıklar tabii lana aylandır. Daha sonra Stoacılar panteist bir tabiat anlayışını savunarak insanın zgür, mutlu olabilmesinin önşaruiun tabita göre yaşaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Aynca tabiatta hiç bir ayrımın bulunmadığı görüşünden hareketle yeryüzünde i uk, din, ahlâk, hukuk ve devlet ayrılıklaını reddederek kozmopolit bir toplum, ahlâk, din, hukuk ve devlet anlayışının gerçekleştirilmesi uğrunda düşünceler geliştirmişlerdîr.
Tabiat kavramı Hümanizmayla birlikte Rönesans yazar ve düşünürleri tarafından soşkulu ve geniş bir açıdan ele alınacaktır. Orta Çağ SkoJastisizminin tabiatı geriye iten tutumuna karşılık olarak, başta İtalyan Hümanistleri olmak üzere Yeni Çağ tabiatı “okunması gereken bir kitap” şeklinde algılayacak ve yüceltecektir. Sanatın, felsefenin ve bilimin hareket noktası olarak tabiat temel alınacaktır. Nitekim XVI. ve XVII. yüzyıl tabiat felsefeleri, bilimleri ve sanatları tabiatın mahiyetini geniş bir şekilde araştırmaya yönelerek yoğun bir tartışmanın yapılmasını da sağlayabilmiştir. Ayrıca toplum, toplum düzeni, ahlâk, din, hukuk ve devlet, hatta insan kavramlarının yeniden tanımlanması, yorumlanması, açıklanması ve anlaşılması bakımından tabiat kavramını belirleyici bir kavrama dönüştüreceklerdir. Gerçekten Toplum Sözleşmecileri insanı, hak ve özgürlükleri, toplum, hukuk ve devleti yeniden tanımlamaya ve yorumlamaya çalışırlarken soyut ve teorik bir tabiat idesine dayanmışlardır. Hugo Grotius tabii hukuk ve tabiî hak, Rousseau, J. Locke, Hobbes vb. insan, toplum, insan hak ve özgürlükleri ile devlet kavramlarını bu bağlamda sistemleştirmeye çaba göstermişlerdir.
Fakat XVII. yüzyıldan sonra tabiat kavramına verilen anlam felsefe, bilim, sanat alanlarında belli bir farklılığa kavuşacaktır.
Tabiatın çeşitli anlamlarına bakıldığında bazı çelişkilerin ve yanlış kullanılmaların olduğu dikkat çekmektedir. Tabiat kavramı, insanın fıtratı ve doğuştan beri taşıdığı özellikleri anlamında yanlış olarak kullanılmaktadır. Yine “Tabiî olan” yerine kullanılınca da aynı yanlış kullanım sözkonusudur. Tabiata bir düzen, nizam yerleştirmek ve ona bir gaye izafe etmek doğrudur; ama onun nedensel bir mekanizme bağlanması, gayesiz ve tesadüfün eseri kabul edilmesi ise yanlış bir değerlendirmedir. Hemen hemen bütün materyalistler aynı görüştedir. Tabiatı kendi kendinin nedeni saymak ve bir de ona yaratıcılık atfetmek ise hem sağduyuya, hem de bütün ilâhî kaynaklı dinlere aykırıdır; özellikle de İslâm Dini ile hiç bağdaşmamaktadır. Çünkü İslâm’a göre varlık, ilke olarak ikiye ayrılır: Halik ve Mahlûk. Hâlık (Yaratan) yalnız Allah’dır; O’nun dışındaki bütün varlıklar ise mahlûk (yaratılmış)’lır. Tabiat da bunlardan birisidir. Onda hiçbir yaratma, kendi kendinin nedeni olma özelliği yoktur. Orada her ne var ise Allah tarafından yaratılmış, bir düzene, intizama konulmuş ve onlara bir gaye, hedef layin edilmiştir. Herşey tayin edilen bu gayeye ulaşmak için bir gayret, çaba ve yardımlaşma içindedir. Allah’dan başka hiçbir varlık bu yasanın dışında tutulamaz. Bu bakımdan tabiat İslâm düşüncesinde farklı bir konuma yerleştirilmiş ve bu ruhla,gerek Yahudilikten, gerekse Hristiyanlıktan farklı olarak tabiatın mahiyet ve niteliğinin gerçekliğiyle anlaşılmasında yoğun çalışmalar yapılmıştır. Aslında Kur’an’ın anlatımında da tabiat geniş bir tasvire konu olmuştur. Onun içindir ki müslüman bilgin ve düşünürler tabiatın araştırılması, incelenmesi ve sonuçta tslâm ve Kur’an’ın bildirdiği hakikatlere daha doğru nüfuz edilmesinin sağlanması amacıyla tabiata ilişkin bilimlerin kurulma ve gelişmesine büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Nitekim Orta Çağ Skolastiğinin yıkılmasında etkin rol oynayan batılı filozof ve bilginlerin doğrudan veya dolaylı olarak îslâm düşünce ve biliminin birikiminden yararlandıkları bugün yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Gerçekten Allah Resulünün “Ya Rabbi bana eşyanın hakikatini öğret” anlamındaki kuüu sözü, İslâm düşüncesinin tabiata hangi açıdan yaklaştığının ölçüsünü de vermektedir. Fakat bu anlayış, tutum ve ruhun ihmal edildiği yaklaşık XV. yüzyıldan sonraki dönemlerde İslâm düşüncesinin tabiat konusunda bir duraklamaya girdiği, dolayısıyla eşyanın, dünyanın ve evrenin araştırılmasında gerilemelerin başladığı da burada belirtilmelidir.
Hüsamettin ERDEM – SBA