Sosyoloji

Stefan Zweig – Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar

Stefan
Zweig – Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar

Casanova – Stendhal –
Tolstoy

Hölderlin, Kleist ve Nietzsche, kendini
gerçek dünyadan olduğu kadar kendi kendinden de soyutlayarak sonsuzluğa doğru
atılan trajik bir tabiatın üç değişik şeklini ortaya koymuştur.

Balzac, Dickens ve Dostoyevski ise
romanlarının evreni içinde gerçeğin yanına ikinci bir gerçek koyarak dünyayı
destanlara layık bir biçimde yeniden inşa eden tipleri canlandırıyordu.

Kendi hayatının şiirini yazan bu üç yazarda
izlenen yol ise bu yazarların iç dünyalarına götürmektedir bizi.

Hiçbir gerçek onlar için kendi
varlıklarının gerçeğinden daha önemli değildir.

Casanova, kendini anlatmanın ancak ilk
basamağını simgelemektedir.

Böyle bir insan, hayatı, maddi zevklere
bağlı maceralarla karıştırır.

Stendhal ile psikolojik bir düzeye
ulaşırız. Burada benlik kendini merak eder hale gelmiştir.

Tolstoy, manevi içe-bakış, ahlaki ve dinî
bir açıdan kendi kendini anlatmakla en yüksek noktasına ulaşmıştır.

Görünüşte her türlü gerçeğin
kesin ölçüsü olan hatırlama gücümüz, aslında gerçeğin düşmanıdır
.

Hafızanın yaratıcı gücü sayesinde her
otobiyografi, ister istemez, insanın kendi hayatının şiiri haline gelir.

Casanova

Tam adı, Giacomo Giralomo Casanova (2 Nisan
1725 – 4 Haziran 1798)

…bu ünlü şarlatan… (s. 3)

Şiir alanında bir asalaktan başka bir şey
değildir.

Hayatı boyunca göstermiş cüret sayesinde
imparatorlar ve krallarla sıkı fıkı olmayı başardı…

Casanova hayatı her zaman kolay bir hale
getirmenin yolunu bulmuştur.

Ancak herkes ona kapısını kapadığı zaman,
güçten düştüğü, asık yüzlü bir ihtiyar olarak çalışmaya sığınmıştır (çalışmak /
hatıralarını ve diğer eserlerini yazmak). Söylene söylene hayatını anlatmaya
koyulmuştur.

Bütün edebi eseri de bundan ibaret,

Beş roman, yirmi komedi, bir yığın kısa ve
uzun hikâye, fıkralar ve tadına doyum olmayan ilginç durumlar ve olaylar
bolluğu…

Casanova’nın dehasını gösteren şey hayatı
anlatma ve yazma biçimi değil, yaşama biçimidir.

Yalnızca yaşamak için yaşayan, yaratıcı
olmayan, zevk almakla yetinen bir kimse hür olabilir ve çılgınca yaşayabilir.
Kendisine birtakım gayeler koyan bir insan, güzel maceraların yanından geçip
gider: Bir sanatçı çoğu zaman yaşamak fırsatını kaçırdığı şeyleri anlatır. (s.
7)

Birinin şarabı yoktur ötekininse kadehi…

Zevk adamlarının bütün şairlerden çok daha
fazla anlatacak şeyleri, yaşanmış tecrübeleri vardır, ama anlatmayı
beceremezler. Buna karşılık, yaratıcılar da uydurmak, icat etmek zorundadırlar.

…senin tek şansın insanların budalalığı…

/ John Law, D’Eon, Neuhoff, Cagliostro,
Yaşlı Trenck, Saint-Germain ve Casanova /

Onun yaşama biçimi her zaman başkalarının
zararına yaşamak ve çarçabuk inananları kandırmak…

Aldanmaktan hoşlanan bir dünya içerisinde
aldanan biri olmaktansa aldatan biri olmayı tercih ettiğimi söyleyerek
övünmüştür. (s. 29)

Casanova

Yasal bir şekilde dünyaya gelmiştir.
Oldukça saygıdeğer bir ailedendir.

Annesi “La Brunella” Dresden Krallık
Tiyatrosu’nda emekli ünlü bir şarkıcıdır.

Erkek kardeşi Francesco’nun adını her sanat
tarihi kitabında görmek mümkündür

Bütün akrabaları onur verici mesleklere
sahiptir.

Klasik dillerde ve Avrupa dillerinde eğitim
almıştır.

Matematikte ve felsefede çok başarılıdır.

Venedik’te 16 yaşındayken bir kilisede
vaazlar vermeye başladı.

1 yıl boyunca San Samuele Tiyatrosu’nda
kemancılık yaptı.

Dansta, eskrimde, binicilikte ve kâğıt
oyunlarında çok beceriklidir.

Hafızası benzersizdir.

En yüksek düşünce alanına dokunup geçer ama
hiçbir yeteneği, hiçbir mesleği tam olarak gerçekleştirmez.

İnanılmayacak kadar çok şey bilir.

Yaratıcı olabilmesi için gerekli olan
irade, kararlılık ve sarıdır tek eksiği…

Görünüş, gerçekten de insanları yanıltır ve
yanıltmak ona her şeyden daha çok zevk vermektedir. (s. 33)

Ne kadar çok yetene var onda!

Casanova kendi isteğiyle bu yeteneklerini
har vurup harman savurmuştur ve her şey olabilecek bu adam hiçbir şey olmayı
ama hür kalmayı tercih etmiştir.

Akla uygun bir hayat sürmek
tabiata aykırıdır
.

Başkalarının kendisi hakkında ne
düşündüklerini umursamıyor; onların ahlaki engellerini görülmemiş bir
kayıtsızlıkla aşıyor.

Hiçbir mevki, hiçbir ülke ona çekici
gelmiyor. Hiçbir kadın onu kolları arasında tutamaz.

Psikolojik otopsisi yapılacak olursa ilk
önce fark edilecek şey hiçbir ahlaki organının bulunmayışıdır.

Bu mutlu adamın yalnızca şehvet duygusu
vardır ve ruhu yoktur. (s. 40)

Kusursuz bir tabiilik ve saflıkla anlatır.

Kendini savunmaya kalkmaz, hiçbir şeyden
pişmanlık duymaz.

Kendisi için tutkuyla yaşamak
isteyen bir insan, bütün öteki insanların kaderine mantıki olarak, ilgisiz
kalmak zorundadır
.

Hayatı boyunca tabiat onda hiçbir ilgi
uyandırmamıştır.

Pis bir hizmetçi kız, onun için bütün sanat
eserlerinden daha değerlidir.

Casanova, yalnızca şehitleri sever.

Şehvet burada bir sanat halini alacak
şekilde yücelir.

Ustaca söylenen bir şarkı onu
heyecanlandırabilir, bir şiir onu mutlu edebilir, akıllıca yapılan hoş bir
konuşma şarabına sıcaklık katabilir.

Casanova hareketlerinden hiçbir zaman
sorumlu tutulamaz, çünkü onu harekete geçiren şey kanıdır…

Casanova’yı hareket geçiren şeytani güç,

Can sıkıntısı

İç dünyasının kendini dış olaylarla
doldurması, beslemesi gerekir…

Kendi içinde hayatın tabii gerilimi durduğu
anda, suni bir gerilim olan kumara veya oyuna başvurur.

Casanova, eski Yunan delikanlılarına benzemez.

Farnese Herkül’ününkine benzeyen omuzları,
bir Romalı savaşçınınkini andıran kasları ile bir çingene delikanlısı gibi
esmer güzelidir.

Kadın onun için yalnızca en önemli şey
değil, yeryüzünde elde etmek isteyecği biricik şeydir.

Bu şehvet oyuncusunun arzu etmek için
sevmeye ihtiyacı yoktur.

Bir kadını arzu ettiği zaman hiçbir kuvvet
onu durduramaz.

Hiçbir engelden korkmaz.

Semper novarum rerum cupidus / her zaman
yeni şeylere istekli…

Casanova’yı kadınlar üzerinde karlı
konulmaz hale getiren şey arzusundaki tabiiliktir.

Kadınlar Casanova’daki erkek hayvanı
hissederler ve kendilerini ona verirler, çünkü o da kendini tümüyle onlara
verir.

Casanova kayıtsız şartsız bir şekilde
kendini vermeyi bilir.

Tutkusunun sadakatsizliği içerisinde ama
samimi ve içten…

Casanova’nın kadınlarla ilişkisi gerçekten
dürüsttür, çünkü yalnızca cinsel aşk ya da şehvet alanında kalır.

Aşkta yalan, her zaman, ancak yüksek
duyguların işe karışmasıyla başlar.

Zevke karşı zevk, tene karşı ten verir.

Casanova’nın tutkusu, kadınların kaderini
etkileyecek kadar derinlere inmez. Bütün kadınların üzerinde tropikal bir
rüzgâr gibi esip geçer…

Don Juan

Hiçbir zaman hiçbir kadına içten bir aşk
eğilimi duymamıştır.

Tersine, onu şeytanca bir şekilde kadınlara
doğru iten şey, bir erkek olarak duyduğu ilkel nefret veya kindir.

Onları kollarına alması, hiçbir zaman
onlara sahip olmak istediği için değil, onlardan bir şeyler koparmak, en
değerli şeylerini yani onurlarını ellerinden almak içindir.

Casanova

Yalnızca verme arzusu ile harekete
geçmiştir.

Onu bir baştan çıkarıcı olarak değil,
etkileyici bir oyunu başlatan biri olarak görmeliyiz.

Casanova’nın yaşama sanatı kılavuzunda
tehlikeli bir boşluk vardır: yaşlılık…

…muzip bir aşüfte bu aşk devine öldürücü
darbeyi indirdi.

Kadınları baştan çıkarmada o kadar usta
olan bu adam, hayatında ilk defa olmak üzere bir kadın tarafından
aldatılmıştır. Madrabaz küçük bir fahişe tarafından…

Daha sonra birkaç yıl boyunca Angelo
Pratolini imzasını kullanır. Casusluk yaparak hiç tanımadığı kişileri
zindanlara göndermektedir.

Bir zamanlar elmas yüzüklerle süslü elleri
kirli işlere bulaşır.

Önüne geleni karalamaya başlar, sonunda
Venedik hükümeti onu başından savar.

Bütün Avrupa şehirlerinin istenmeyen ve işe
yaramaz bir konuğundan başka bir şey değildir artık.

Sonunda Paris’te Kont Waldsein ona sahip
çıkar.

Kütüphaneci olarak yanına alır onu.

On üç yıl boyunca kontun yanında kalır.

Hatıralarını ve diğer eserlerini burada
yazdı.

1798’de yine burada öldü.

“Yedi yıldan beri hatıralarımı yazmaktan
başka bir şey yapmıyorum.

Onu tamamlamak yavaş yavaş bende bir
ihtiyaç haline geldi.”

Casanova

Önemli olan şeyin tutulan yol değil
yaratılan etki olduğunu göstermiştir.

İnsanı ebedi kılan şey, hayatını yoğun bir
biçimde yaşamış olmasıdır.

Bir insanın hayatı ne kadar güçlü ve
canlıysa birlik ve tutarlılığa ne derece sahipse, kendi kendini
gerçekleştirmede o derece başarılıdır.

Ölümsüzlük için ahlak bir hiçtir.

Hayatı olanca şiddetiyle ve yoğun bir
şekilde yaşamak ise her şeydir.

Stendhal

Stendhal kadar yalan söyleyen ve herkesi
aldatmaktan hoşlanan pek az yazar vardır.

Daha kapağın üzerinde değişik bir kılıkta
görünür size, çünkü Henri Beyle gerçek adını açıkça söylemez.

Stendhal adı küçük bir Prusya şehrinden
gelir.

Bir tarih belirttiğinde emin olun ki doğru
değildir.

Mezar taşının üzerine bile “Arrigo Beyle
Milanolu” yazdırtmıştır.

Stendhal, yalan sevgisinde olduğu kadar,
gerçek sevgisinde de aynı cesareti göstermeyi bilmiştir.

Sosyal ahlakın bütün engellerini olağanüstü
bir kolaylıkla aşmakta…

Duygularını dikkatle gözlemekte ve
hissettiklerini açıkça ve küstahça dile getirmektedir.

Gerçeği keşfetmedeki ustalığını, tamamıyla
kendini gizleme bilimine, yalan söyleme tekniğine borçludur.

Onun için önemli olan tek şey, kendisi için
ve kendine karşı açık-yürekli ve içten olmaktı. Başkalarına yalan
söylemesindeki küstahlığı da buradan kaynaklanıyordu.

Bir zamanlar kendisine karşı
samimi olan sonsuza kadar da samimi kalmıştır
.

Aynanın karşısında kendisini avutabilecek
bir şeyler arıyor.

Şişman ve hantal bir gövde…

Kader işte, bunca yağın ve şişmanlığın
altında hapsedilmiş bir kelebeğin ruhunu taşıyor sanki…

Bir pencere mi açıldı, ürperiyor; bir kapı
mı çat diye kapandı, bütün sinirleri parçalanıyormuşçasına yerinden sıçrıyor;
kötü bir koku onu bayıltabilir; bir kadının yakınlığı ise allak bullak eder.

Yetenekli kişiler güzellikten yoksun
oluşlarını avutacak bir şey bulabilirler.

Bir kadını eğlendirini ona sahip olursunuz.

Henry Beyle, hiçbir savaşa katılmadan bir
süvari bölüğüne asteğmen olarak girmiştir.

Nüfuzlu kuzeni Daru, onun işlerini
kolaylaştırıyordu.

1803’te sivil hayata döner. Paris’tedir.

Molière’den bir şeyler öğrenebilmek için
sık sık Comedie Française’e gider.

Kadınları da, tanımak üzere incelemelerine
konu eder.

Comedie Française’ta çalışan bir aktrise
ilgi duyar (Louason).

Henry Beyle en çok bir kadın kendisini
reddettiğin zaman âşık oluyordu.

Louason’u ile birlikte olabilmek için
sömürge ürünlerini satan bir dükkânda çıraklık yapar.

Romantik bir insan için idealine
çok fazla yaklaşmak kadar tehlikeli bir şey yoktur
.

1810-1812

Danıştay üyesi ve imparatorluğa ait eşya
deposunun yöneticisi olur.

Bir şarkıcıyı metres edinir.

Hayatı güzelleşmiştir. Parası ve boş zamanı
vardır.

Napoleon bir savaşa girer. Rusya
yollarındadır Henry Beyle.

Savaş koşullarında bile müzikten
vazgeçmiyor.

Savaş ve kış, büyük bir hezimete dönüşüyor.

Yırtık pırtık elbiseleriyle Prusya’ya
sığınıyor.

1814-1821

Sivil hayata dönen Henry Beyle
Milano’dadır. Savaştan kesin olarak bıkmıştır.

Paris’e çağrılır. Şanslıdır ki cepheye
gitmesine gerek kalmadan Napoleon’dan geriye hiçbir şey kalmaz.

Yazı işleri iyi gitmemektedir.

Aşk Üzerine adlı denemesi on yılda on yedi
nüsha satılmıştır.

Maddi sıkıntılar içindedir. İntihar etmeyi
bile düşünür. Hatta bir veda/intihar mektubu bile yazar. Ansızın arkadaşları
odasına gelirler. Masasının üzerinde duran bir kâğıt dikkatlerini çeker; nedir
bu? Julien yazısı vardır kâğıdın üzerinde. Stendhal buna yazmak istediğim yeni
romanım diye cevap veriyor. Ertesi gün ciddi ciddi bu roman üzerinde çalışmaya
başlıyor. Julien ismini silip Kırmızı ve Siyah adını yazıyor. Altına da
Stendhal imzasını atıyor ilk defa.

1831

Çok geçmeden Trieste Konsolosluğuna
atanıyor.

Ataması onaylanmaz, Trieste yerine
Civita-Vecchia’ya atanır.

Üç devam eder bu görevine, ancak Paris’ten
hiç ayrılmadan! Bu dönemde Parma Manastırı’nı yazmıştır.

1842

“Bence sokak ortasında ölmenin gülünç bir
yanı yok; yeter ki insan bunu bile bile yapmış olmasın.” Notları arasında böyle
bir ifade var. Henry Beyle, tam olarak notta yazdığı gibi sokak ortasında yere
yığılarak ölmüştür.

1888

Stryenski adlı genç dil profesörü Grenoble’da
şehir kütüphanesini karıştırırken tozlanmış bir yığın yazmayla karşılaşır. Bu
meraklı bakış sayesinde Stendhal imzalı eserler ilk defa gün ışığına ulaşır.

Henry Beyle’deki yaratıcı ikilik,
ana-babasından ona kalan mirastır.

Babası, Chérubin Beyle oğlunun deyimiyle
“soysuz” dar kafalı, cimri, taşralı bir burjuvadır.

Henry Beyle, bu babadan fiziksel görünümünü
almıştır.

Annesi Henriette Gagnon romantik
mizaçlıydı. Müziği seven ten zevklerine meyyal şefkatli biriydi.

Henry Beyle yedi yaşındayken annesi vefat
eder.

On altı yaşına geldiğinde evini ve
Grenoble’ı terk eder.

Duyguları harekete geçmeden sağlıklı
düşünmesi imkânsızdı.

Hayatı değerlendirmesine imkân veren temel
şart olarak hayal kurmayı göklere çıkarır.

Kaslarımız nasıl spora ihtiyaç duyarsa ruhi
güçlerimiz de aynı şekilde eğitilmeli, egzersizlerden geçirilmeli.

İncelik, çabuk etkilemeyi gerektirir ve
sanat için bir nimet bir lütuf olan şey, sanatçı için hemen her zaman bir acı
kaynağı olur.

Düşünce hantallığı onu incitiyor.
Kalabalıkların ruh tembelliği ona bir kâbus gibi görünüyor.

Kendini-sevme davranışını hiçbir zaman
inkâr etmemiştir.

Kendini dünyanın merkezi olarak görmesiyle
övünmektedir buna da böbürlenerek bir ad vermiştir: egotizm (ben’cilik).

Stendhal’ın benciliği kimseden bir şey
almak istemez.

Çevresinde olup biten şeylerin pek az
güvenilir bir tanığı ama kendi iç dünyasının eşsiz bir gözlemcisidir.

Yazarken kendini anlatmaktan ve çoğu zaman
da kendini, kendisine anlatmaktan başka bir şey yapmamıştır.

Visse, scrisse, amo / yaşadı, yazdı, sevdi…

Zevk almak onun için yaratmaktan daha
önemliydi.

Hayattan zevk almayı bilen bu tutkulu adam
için edebiyat olsa olsa kişiliğinin arızi bir ifade şekliydi, temel bir ifade
şekli kesinlikle değildi.

On dört yıl boyunca edebiyatı büsbütün
unutmuştur. 1814’te parasız kaldığı bir dönemde Haydn’ın Hayatı’nı yazdı. Daha
doğrusu bir İtalyan yazardan aşırarak kaleme aldı.

Takma isimler altında herkesi kandırmaktan
hoşlanıyor.

Eski süvari subayı kitap yazmayı kendisine
layık bir iş olarak görmüyor çünkü Stendhal burjuva değerlerine hiçbir zaman
önem vermemiştir.

47 yaşındayken Kırmızı ve Siyah’ı, 51
yaşındayken Lucien’i, 56 yaşındayken de Parma Manastırı’nı yazmaya başladı.

Tutkunun güzelliği ve anlamı ancak aradan
belli bir zaman geçtikten sonra yaratıcı bir şekilde açıklanabilir.  (s. 192)

Gerçek bir tahlil, tutkuyu aşmış olmayı
gerektirir.

Tesadüfen keşfettiği bir şeyi sonuna kadar
götürme zahmetine hiçbir zaman katlanmamıştır.

İnsanı tanımak için, kendini tanımak yeter.
İnanları tanımak için de onlarla temas kurmak gerekir.

Annesinin ölümünden sonra çevresinde
soğukluktan başka şey görmez olur.

Duygularını saklama ve örtbas etmek zorunda
kalır.

Stendhal’da nesneler, ancak kendisi
üzerinde bir izlenim bıraktığı sürece gerçeklik kazanıyor.

Tolstoy

Sağlık ve kuvvetle dolup taşıyordu.

Bakışları çelik gibi sert…

Bütün dünya da onun parıldayan ününün
karşısında saygıyla eğiliyordu.

…bir gün, bir mektubunda; “tam bir
mutluluğa ulaşmış bulunuyorum” dedi ve hayata bakışı alt-üst oldu.

Birdenbire neşesini yitirdi.

Ne oldu?

Hiçbir şey!

Tolstoy hiçlikle karşılaştı.

Nesnelerin ardındaki hiçliği fark etti.

Bir insan bir kere gözlerini bu uçuruma
dikti mi bir daha başka yöne çeviremez.

54. yaşında, hiçliğin, insanlığın ortak
kaderi olduğunu fark etmişti.

Ölünceye kadar geçen 30 yıl boyunca hayatın
anlamını kavramak için yaşamıştır.

Bir balık gibi yüzer, bir kazak gibi at
biner, demir gibi sağlamdır…

67 yaşında bisiklete merak saldı, 70
yaşındayken paten kayardı, 80 yaşındayken beden eğitimi egzersizleri yapardı.

Müzik onu çok şiddetli bir şekilde
etkilemektedir. Müziğin üzerindeki etkisinden korku duyardı.

En büyük tutkusu avdı.

Tolstoy’daki ölüm korkusu, hayat dolu oluşu
gibi insan-üstüdür.

Ölümü kabul etmek zorunda kalıyor.

“Yaratmanın verdiği zevkten başka gerçek
bir zevk yoktur.”

Sanatı her zaman için objektif, pozitif,
açık ve seçik, insani bir sanat, günlük hayatın ışığıyla aydınlanan bir sanat,
potansiyel halde olan bir gerçek olarak kalacaktır.

Tolstoy, eserlerini bir şair olarak
yazmamıştır; gerçek olan şeyleri anlatmakla yetinmiştir.

İkinci döneminde hayatı tasvir etmekle
kalmıyor, bilinçli bir şekilde sanatı için bir anlam, ahlaki bir görev arıyor.

“İnsanın hayatındaki en önemli olay
benliğinin bilincine vardığı andır; bu olayın sonuçları en büyük iyiliğe de yol
açabilir en korkunç şeylere de…”

Hayatın manevi akışı içerisinde her tehlike
bir lütuf, her engel bir yardım ve insanı kurtarabilecek bir uyarıcıdır.

Şüphelerinin balta girmemiş ormanı
içerisinde bir yer açabilmek…

Tolstoy inancı öğrenebilmek için
köylülerin, halkın yanına gidiyor.

Tanrının halkı sayesinde diyor Tolstoy,
zekaları zayıf olan, alabildiğine bir alçakgönüllülükle safi bir şekilde
kendilerini işe veren bu insanlar sayesinde “doğru” olan hayatı öğrenebiliriz…

Böylece köylülerin arasında yorulmak nedir
bilmez bir gayretle çalışmaya başlıyor.

Ruh sadeliğinin sırrı öğrenilemez.

Dostoyevski: “Levin gibi adamlar,
istedikleri kadar uzun bir süre halkın arasında kalsınlar, hiçbir zaman halktan
biri olamazlar.”

“Tanrım bana sadelik ve basitlik ver”
demek, göğsümüzde hemen alçakgönüllülüğün gümüş dalının çiçeklenmesi için
yeterli değildir.

Düşünceye karşı zora başvurmak, güneşi
balçıkla sıvamaya benzer: Güneşin ışıklarını neyle örtmeye çalışırsak
çalışalım, her zaman üste çıkacaklardır.

Tolstoy için her türlü eşitsizlik
mülkiyetle başlar.

Mülkiyeti elde edebilmek için olduğu kadar,
sahip olunan şeyleri arttırmak ve onları savunmak için de şiddet zorunludur.

Yalnızca mülkiyeti korumaya yarayan bütün
bu baskı sistemlerini devlet yaratmıştır.

Her türlü otoritenin yok edilmesi… Tolstoy
bir ömür boyu tutkulu bir şekilde bu davaya hizmet etmiştir.

“İtiraf”

Sanki Cebrail’in müjdesine benzeyen bir
habermiş gibi inançlı gençliğin başını döndürdü.

(Eser) dünyanın bugünkü düzeni
haksızlıktır, ahlakdışıdır diyordu.

Varını-yoğunu karısının ve ailesinin
üzerine geçirdi.

Sadaka dağıttı,

Tolstoy mesajına canlılık verecek şeyin
sözler değil yalnızca olgular olduğunu, propaganda için verdiği örneklerle
yetinmeyip büsbütün değişmesi gerektiğini anlıyor.

Tolstoy’un zayıflığı;

İlkelerini koyduğu radikalizmi kendi
hayatında gerçekleştirmeyi başaramadı…

28 Ekim 1910

Geceliğinin üstüne paltosunu giyiniyor ve
evden çıkıp gidiyor.

Gazeteciler peşine düşüyor.

Tren sınıra geldiği zaman bir memur onu
nezaketle selamlıyor ve geçmesine izin vermiyor.

Küçük bir tren istasyonu olan Astapova,
onun son durağı oluyor.

Birkaç geceyi istasyona ait küçük bir odada
geçiriyor, lüks ve konfordan çok uzakta. 
Yanında kızı ve doktoru vardır. 7 Kasım’da orada ölüyor.

Türkçeleştiren: Ayda Yörükân

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

4. Baskı, Haziran 1995

İlgili Makaleler