33Sosyoloji Sözlüğü

SOSYOLOJİ

 

SOSYOLOJİ

 

Sosyoloji, iki
terimden müteşekkildir: Latince Socius (arkadaş) ve ology (incele­me). Bu,
arkadaşlık sürecinin incelenmesi demektir. Buna göre sosyoloji, sosyal iliş­kilerin
temellerinin incelenmesi şeklinde tanımlanabilir. Daha teknik olarak sosyoloji,
sosyal etkileşim sonucu kurulmuş haliyle sosyal ilişkilerin yapısının analiz
edilmesi­dir. Ama dört başı mamur bir sosyoloji tanı­mının, bu disiplinin özelliği
olan perspektif çeşitliliği göz önünde tutulursa, yapılma­sındaki güçlük ortaya
çıkar.

Sosyoloji, halihazır
durumunda toplu­mun tamamını ve kurumlarını incelemek suretiyle elde edilen
sistematik olmayan bir bilgi topluluğudur. Sosyolojinin ihtiva etti­ği bilgi,
oldukça geniş ve farklılaşmış feno­menler alanın geniş bir bölümünü kapsar;
örneğin aileler, kilise ve mezhepler, atölye­ler, silahlı kuvvetler, yerel ve
siyasal birlik­ler, bölgesel, etnik ve millî topluluklar vb. gibi kurumlar
içerisinde bireylerin davranı­şı gibi bireyler arasındaki ilişkilerin kalıpla­rı;
kurumlar ve toplulukların işleyişinde ya­pının ve otoritenin rolü; topluluk ve
kurum­ların gelir ve statü veya saygı İle ilgileri; toplumların tabakalaşması;
bireylerin ey­lemlerinde ve toplulukların, kurumların ve toplumların
işleyişinde bilişsel ve normatif inançların rolü gibi.

Sosyolojik bilginin
düzenlenişi parçalı­dır en soyut ve genelleştirilmiş veya teorik olandan en
somut ve tasvirî olana kadar pek çok özellik düzeylerine sahiptir. Sosyolojik
bilginin, güvenilirlik ve kesinlik derecesi değişmektedir. Sosyologlar,
sosyolojik bil­ginin doğruluğunu artırmak için gözlem ve analiz tekniklerini
diğer disiplinlerden ödünç alırlar, ya da icat ederler.

Sosyolojik bilgi,
nedensel bağıntıların, yahut da incelenen fenomenler arasındaki bağımlılık
bağıntılarının bilgisidir. Sosyo­loglar motivleri, ruh halleri, ‘sosyal1
şartlara dayanarak fenomenleri açıklamaya çalışır­lar

.

Sosyolojinin
Meşruiyeti

 

Sosyoloji kelimesinin
Auguste Comte tarafından icad edildiğinden bu yana sosyo­loglar, metodlannda
daha bilimsel, göz­lemlerinin yorumlanmasında ise daha siste­matik olmaya
gayret etmişlerdir. Onlar Aristoteles’in Politika ve Nikomakos Ahla-kı’nûa ya
da Tukidides ve Tacitus ile Mak-yavelli ve Guicciardini, Fârâbî’nin
Medine-tu’İ-Fâdıia’smĞA ve diğer birçoklarının eserlerinde bulunabilecek
çeşitli yönetim biçimleri, bunların doğuş ve çöküşü hak­kında yahut insanın
davranışı ve güdüleri hakkında düzenli olmayan oldukça derin­likli gözlemlerden
tatmin olmazlar. Siyaset ve ahlak felsefesi, büyük tarihî eserler, bü­yük ve
daha az önemli edebiyat eserleri,, özünde terimin anlaşılmaya başlandığı şek­liyle
pekala ‘sosyolojik’ olarak değerlendi­rilebilecek birçok derin kavrayışlar ve
ge­nellemeler içerirler. Ne var ki, bunlar sos­yolog için yeterli olmaktan
uzaktır. Sosyo­lojinin bilimsel bir disiplin haline gelme­sinden çok önceleri
-bazı tutkulu sosyolog­ların kendilerini ona göre ölçtükleri tabiat bilimleri
ve özellikle fizik bilimlerinin stan­dardına göre sosyoloji bilimsel değildir
-sosyolojinin öz ve metod bakımından an­cak daha sistematik ve daha bilimsel
olması halinde meşru olacağı şeklinde bir kanaat hakimdir. Bilimsel olma ve
toplumu daha derinden ve daha tutarlı bir şekilde anlama tutkusu, sosyoloji’nin
gelişimi için tek itici güç olmamıştır. Ünlü sosyologlar, sosyolo­jik çalışma
yapmanın meşruiyetinin, yöne­ticilerin zihinlerinin ve kamuoyunun ‘çare’ ve
çözüm bekleyen pratik “sosyal problem-ler”e ilişkin aydınlatılması
olduğu kanaa-tindedirler. Comtc’un Savoirpourpre’voir pour pourvoir diktumu,
sosyologlar tara­fından disiplinlerini ve kendi çalışmalarını haklı göstermek
amacıyla şu ya da bu şek­liyle hala benimsenmektedir. Her ne kadar sosyolojik
bilginin pratiğe uygulanması ciddi ahlaki problemler doğurmaktaysa da,
sosyolojik bilginin pratik eylemlerde uygu­lanması gerektiği inancı, kusursuz
bir şekil­de onun, metodlan ve dolayısıyla açıklama, yorum ve teorileri
bakımından bilimsel ol­ması gerektiği inancıyla tutarlılık arzet-mektedir.
Aslında birçok sosyolog, sosyo­lojik bilginin bilimsel ve sistematik olması
şartlarıyla, pratik eyleme etkili bir şekilde ‘uygulanabileceğine inanırlar.

Konularının bilimsel
niteliğini artırma­ya çalışmak için XIX. yüzyılda çağdaş sos­yologların
öncülerini yönlendiren sadece, toplum ve onu teşkil eden kısımlara dair bil­giyi
daha güvenilir, daha kesin ve daha sis­tematik kılma çabasından ibaret değildi.
Onlar aynı zamanda hakim entelleklüel ka­naate ve bazı ülkelerde akademik
dünyaya bu bilgiyi kabul edilebilir halde sunmak İs­tiyorlardı. Kendilerinin
sosyolog oldukları­nı düşünen iki önde gelen filozof Auguste Comte ve Herbert
Spencer, sosyolojiyi mutlaka üniversitelerde okutulup Öğretile­cek bir konu
olarak düşünüyorlardı. XIX. yüzyılın sonlan ile yirminci yüzyılın ilk ya­rısında,
üniversiteler entellektüel kurumlar arasında gözde bir kurum olmaya başlayıp,
bilimin ve araştırmacılığın amatörce ve za­naat olarak yapılması (uygulanması)
zayıf­ladığında, sosyoloji taraftarlarının akade­mik yeterliliklerini
kanıtlamaları gerekti. Bu, kendi alanlarını bilimsel yapmaları ve onun bilimsel
olduğuna başkalarını inan­dırmaları için ek bir güdü oldu. Ne var ki,
sosyolojinin bilimsel olduğu ispat edilmiş

olsaydı bile, bu kez
onun daha önce üniver­sitelerde yerleşmiş bulunan disiplinlerin uğraştığı
şeyden farkının ne olduğu ikna edici bir şekilde ispatlanamayacaktı.

Sosyoloji, XIX.
yüzyılda kendi inceleme konusuna ve bir araştırma sahasına sahip olmuştu;
modern toplumların suçlularını aşağılan m ışl arı ve mazlumları, âcizleri,
toplumdan ihraç edilmiş kişileri ve yoksul­ları inceleyecekti. Onsekizinci
yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarının en önemli de­neysel araştırma konulan
bunlar idi. Louis Rene” Villerme, Hcnry Mayhew, Eiler Sundt, Charles Booüı
ve Secbohn Rown-tree’nin sörvcylcrinden Thomas ve Znani-eeki’nin The Polish
Peasant İn Europe and America (1916) (Avrupa ve Amerika’da Polonyalı Köylüler)
adlı eserindeki daha tu­tuk sosyolojiye kadar toplumun kenardaki sektörleri
dikkatle incelenmeye değer bir şey olarak kabul edildiler; bu dikkatli ince­leme,
sosyologların payına düştü. Sosyo­loglar, köylülerde, Lümpen proletarialar-da,
başıboş seyyahlar ve işportacılarda, iş­siz, yan-işsiz, yoksul ve göçmenlerde,
fu­huş ve suçlarda, terkedilen eşlerde, evli ol­mayan anneler ve gayrı meşru çocuklarda
kendi araştırma konularını buldular; bunlar diğer akademik disiplinler
tarafından gö-zardı edilmiş konulardı. Krallar ve savaşla­rını ve
imparatorlukların mukadderatlarını anlatan siyasal tarih, yoksul lan konu almı­yordu.
Staatswissenschaft (devlet bilim) ve yasalar ve siyasal kurumlarla ilgilenen
siyaset bilimi onlarla ceza hukukuna konu olmaları dışında ilgilenmiyordu. Uzak
di­yarlar ve ilkel halklarla uğraşan beşerî coğ­rafya ve etnoloji de sıradan
halkı ihmal edi­yordu. İnsanları rasyonel varlıklar olarak ele alan iktisat
teorisi, gelenek ve cehalet bağlan altında ve sefalet zincirleriyle bağlı
biçimde yaşayanlara hiç yer vermiyordu.

Sosyologlar
‘disiplinlerinin, en azından gelecekte sosyal hayatın kanunlarını keşfe­debileceği
kanaatindeydiler. İşbölümü yo­luyla basitlikten karmaşıklığa (Spencer)
Gemeinschaft (cemaat) tan Gesselschaft’a (toplum) (Tönnies), mekanik dayanışma­dan
organik dayanışmaya (Durkheim), kır ve kent toplumu (Reid), birinci (aile gibi)
gruplardan ikincil, yani anonim (imperso-nal) gruplara giden değişim ve
sürekliliğin, sosyal düzen ve çatışmanın şartlan sosyo­lojik yorumlann konusu
oldu. Bu, sosyo­logların kendi disiplinleri için talep ettikleri en derinlikli
entellektüel görevdi; bu başka hiç bir disiplinin iltifat etmediği bir görevdi
modern çağın doğasını yorumlamaya çalı­şıyordu. Sosyoloji, bu yüzyılın ikinci
yan­sında ortaya çıkan bir hastalığa kaptırdı kendini; dünyada bazı şeylerin
doğru olma­dığını, modem toplumun tatminkâr olmak­tan uzak bir yol üzerinde
geliştiğini, başka­larıyla birlikte telaffuz etmeye başladı. Sos­yologlar
bunun, modern toplumlarda olup bitenleri anlama ve açıklamak çabası içinde olan
bilim adamları için bunu yapmanın doğru olduğunu savundular. Sosyoloji,
Amerikan ve Fransız üniversitelerine, üni­versitelerin araştırma yapıp
okuttuklan ko­nular arasına çağdaş dünyayı da katmaları gerektiği düşünülmeye
başlandığı zaman kabul edildi ilk kez. Sosyoloji’nin bu bek­lentiyi
karşılayacağı düşünüldü.

 

Sosyolojinin
Konusu

 

Her ne kadar
sosyoloji, daha tikel öner­melere dayanan ve tikel güvenilir gözlem­lenmiş
hadiseleri açıklayan tutarlı ve yaygın biçimde kabul görmüş bir genel ya da te­orik
önermeler yapısına sahip olma anla­mında bir bilim değilse de, sosyolojik bilgi­nin
büyük bir kısmı çeşitli derecelerde ke­sinlik, güvenilirlik ve genellik
taşımakta­dır. Halk tarafından sosyolog olarak nite­lenmiş olan bireyler kadar,
ömürleri boyun­ca kendilerini sosyolog olarak düşünmeyip de sosyolog olduklan
ilan edilmiş olan bi­reyler, gerçekte çeşitli toplumlar, toplumla­rın unsurlan
ve eylem türleri konusunda son derece geniş bir heterojen ve ifade edil­memiş
bir bilgi kütlesi meydana getirmiş­lerdir. Sistematik olma isteklerine karşın
hiçbir sosyolog tüm bu bilgileri henüz siste-matikleşmeyi başarabilmiş
değildir. Sos-yologlann inceledikleri toplumlar, temelde kendi toplumları
olmuştur, onlar dikkatleri­ni kendi zamanlarındaki toplumlar ve yakın
geçmişleri üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Sosyolojik teoriler en azından
program ola­rak evrensel geçerlilik niyetlerini sürekli belirtm işlerse de,
belirli bir zamandaki sos­yolojik araştırmalar, çoğunlukla kendi dö­nemleri ve
kendi ülkeleriyle sınırlı kalmış­tır. Başka ülkelerle ilgilenen
Tcarşılaşürma-lı sosyoloji’ ve uzak geçmişle ilgilenen ‘ta­rihsel sosyoloji’,
sosyolojik literatürün dev gövdesinin çok küçük bir kısmını oluştur­maktadır.
Bununla birlikte, sosyolojinin bu iki dalı son yıllarda kabarık bir literatür
üretmiştir.

Sosyolojinin bu zaman
ve mekâna (sos­yologun yaşadığı çağ ile içinde yaşadığı ül­keye) bağımlı oluşunun
çeşitli nedenleri vardır, ilk neden, sosyolojinin ‘sosyal prob-lenler’ ile,
başka deyişle sosyologun kendi döneminin ve toplumunun ahlakî olarak problemli
şartlarıyla pratikteki ilgisinden kaynaklanır, ikinci neden, serbestçe elde

edilen istatistikî
veriler kullanmayı gerekti­ren sosyolojinin metodlannda yatar. İstatis­tik
formunda çok sayıda enformasyonun yönetim (iktidar) tarafından elde edilmesi,
büyük çapla ondokuzuncu ve yirminci yüz­yıllarda ortaya çıkmış bir hadisedir ve
gü­venilir bilgi edinmek isteyen sosyologlar, çalışmalarını daha çok bu tür en
yeni top­lanmış enformasyona dayandırmak zorun­dadırlar. Arşivlerdeki yazılı
olup ta basıl­mamış dokümanlar ve basılmış kitaplara delil olarak güvenilmemesi
yakın zamanla­ra kadar sosyologların çağdaş olaylar ve du­rumlar hakkında
araştırma yapmalarını en­gellemiştir.

Yalnızca çağdaş
durumlardadır ki, sos­yologlar doğrudan gözlem ve anket yoluyla incelemeleri
için güvenilir veriler yarata­bildiler. Bu, bir zamanlar bazı önde gelen
sosyologlar tarafından kullanılan kaynak­lar arasında olan ‘hayat-tarihleri’nin
araştı­rılmasını engellemez. Yakınlarda sosyo­loglar modern çağların ilk
asırlarında haya­tın çeşitli yönlerini tasvir eden istatistik di­zilerini
keşfettiler ve en azından bir sosyo­log, klasik bir bilgin olan K. Hopkins,
antik Roma toplumu üzerine niceliksel bir çalış­ma yapmıştı. Giderek artan
sayıda sosyolog ufuklarını genişletti ve kendilerininkinden başka toplumları da
incelemeye başladı. Halihazırda bile kendi zamanlarından ve mekânlarından uzak
toplumları inceleyen sosyologlar, sosyoloji mesleği dahilinde nisbeten küçük
bir azınlık olarak kalmakta­dırlar.

Araştırmalarını
yürüten sosyologların çoğunluğu ise hala, daha sofistike bir şekil­de de olsa,
yirminci yüzyılın başlarında al­dığı şekliyle deneysel sosyolojinin gözde
konulan, yani ‘sosyal problemler’ üzerinde

çalışmaktadırlar.
Onlar ailelerin bunalım­larını ve çözülmelerini, eşlerin birbiriyle
ilişkilerinde ortaya çıkan çatışmaları ve ebeveyn ile çocuklar arasındaki
çatışmaları incelemektedirler. Onlar suçluluk ve sosyal sapkınlıklarla
ilgilenirler, genç nüfusun boş zaman arayışını araştırırlar; yaşlılığı, özel­likle
de kendilerine iş bulunmayacak du­rumda olan yaşlıları incelerler. Sosyal ayık­lanma
süresini, yüksek tabakada doğmanın avantajlarını ve aşağı tabakada doğmanın
dezavantajlarını araştırırlar. Demokrasinin önündeki engelleri araştırma konusu
yapar­lar. İkinci Dünya Savaşından sonraki dö­nemde sosyologların ufkundan
kaybolan yoksul ve güçsüzlerin durumu eski gözde günlerine tekrar kavuştu.
Sosyologlar hala bu karmaşık fenomenleri araştırmaya de­vam etmekteler, fakat
bu fenomenlerin sa­yılan arttıkça ve yerleri pekiştikçe onlara yeni alanlar
katılmaktadır. Bir dereceye ka­dar bu yeni alanlar ‘fakirliğin* ve modem sa­nayi
toplumlarının diğer nazik konuların­daki incelemelerin bir yayılımıdır (uzantı­sı).

Buna karşılık, bir
zamanlar sosyolojinin ilgi duyduğu diğer büyük konulardan olan kırsal kesime
dair incelemeler, Batı ülkele­rindeki sosyolojik faaliyetlerin programın­da
daha önemsiz bir yer işgal eder. Kırsal kesimden büyük şehirlere göç konusunun
önemi azalmış, öte yandan uluslararası göç­ler ve göçmenler yeniden önem
kazanmış­tır; bu konu içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğindeki amerikan
sosyolojisinde sahip olduğu gözdeliği Avrupa kıtasında yapılan sosyolojik
araştırmalarda yeniden kazanmıştır. Şehir topluluklarının incelen­mesi,
Amerikan sosyoloj isindeki çöküşten sonra artış göstermiştir; şehir
incelemeleri,

geçmişte olduğundan
daha fazla ‘iç şehir’in metruk bölgelerini ve kenar mahalleleri in­celeme
konusu yapmıştır.

Bir toplum içindeki
etnik gruplar arasın­daki etkileşim, yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca
Amerikan sosyolojisinde baskın bir konu olmuştu; bu durum daha sonra önemini
kaybetti, fakat yaklaşık yirmi yıl sonra tekrar eski önemine kavuştu. Bu ko­nu,
şimdilerde de Amerika’da önemli bir konudur. Tîtnik önyargı’ konusundaki ince­lemeler
bu faaliyetlerin bir uzantısıydı; fa­kat ondan da vazgeçildi ve temelleri
araştı­rılmadı. Etnik ilişkiler ve özellikle ‘milli­yetler’ üzerine yapılan
incelemeler I. Dünya Savaşı öncesi Orta Avrupa’daki sosyologla­rın başlıca
konulan arasındaydı, ama daha sonra hemen tamamen ortadan kayboldu. Geçmiş
yüzyılda yine Amerikalı ve Avru­palı sosyologların önemli bir araştırma ala­nı
haline geldi.

Meslekî sınıflar
arasındaki hareketlili­ğin incelenmesi, yüzyılın başlarında ve on­dan önceki on
ya da yirmi yılda Fransa, Al­manya ve ingiltere’deki deneysel (ampirik)
sosyolojinin başlıca konusu olmuştu. Bu konu 1920’lerden itibaren Birleşik Devlet-ler’de
artan bir ilgiye mazhar olmuştu; bu tarihten itibaren Avrupa ve Amerikan sos­yolojisinin
temelli bir konusu olmaya de­vam etti. O, geçmişin incelenmesiyle, İngil­tere’de
sosyolojik araştırmanın en aktif kıs­mı olmuştu.

Sanayi sosyolojisi –
işyerlerindeki sosyal ilişkilerin incelenmesi- Birleşik Devlet-Ier’de 19301u
yıllarda ve sonra tekrar Birle­şik Devletler ile İngiltere’de II. Dünya sava­şından
kısa bir süre sonra büyük bir araştır­ma alanı haline geldiği noktaya yavaş
yavaş yükseldi, fakat sonra gözden düştü, öte

yandan, işletmeciliğin
II. Dünya savaşın­dan önce nadiren varolmuş olan firmaların işletmecilerinin
kariyelerinin sosyolojik incelemesi savaş sonrası İngiltere ve Ame­rika’da
sosyologlara daha ilginç gelmeye başladı. Sosyal statü ve saygınlık hiyerarşi­sinin
incelenmesi ilkin 1930’larda Birleşik Devletler’deki küçük topluluklar üzerinde
icra edilmişti, daha sonra savaş sonrası yıl­larda tutumların örnekseme
(sample) sör-veylerinin gelişmesini takiben ulusal bir öl­çeğe genişletildi. Bu
konu, başka ülkelerde çok fazla işlenmemiştir. Her ne kadar ikti­satçılar ve
eğitimciler tarafından geliştiril­me şsc de, sanayileşme düzeyi, ekonomik
verimlilik ve ekonomik kalkınma oram (ki­şi) ile ilişki içindeki eğitsel
becerilerin ulus­lararası karşılaştırması eğitim sosyologla­rının görevi
olmuştu. Öğretim mesleğinin, sınıfların ‘sosyal atmosfer’İnİn, okullar ve
eğitim sistemlerinin araştırılması sosyo-loglarca üstlenilmişti. Şimdilerde
‘eğitim sosyolojisi’ adı verilen bütün bir uzmanlık alanı mevcuttur.

Askerî konumların
incelenmesi, sosyo­lojide çok yani bir alandır. Bu alan II. Dün­ya Savaşı
sonrasında ortaya çıkmış olup ka­barık bir literatür meydana getirilmiştir;
bunlar silahlı kuvvetlerin içbütünlüğü ve morali, askeri disiplin, farklı
tabakalardan gelen askerlerin kaydedilmesi ve silahlı kuvvetler ile sivil,
özellikle de siyasal ku­rumlar arasındaki ilişkiler gibi konuları ih­tiva
etmektedir.

Bilimsel kurumların,
bilim hakkındaki kanaatlerin ve onun meşruiyetinin, bilim adamlarının
kariyerlerinin ve saygınlığı­nın, onlar arasındaki statülerin ve rütbelerin
bölüştürülmesinin ve bilimsel bilginin sos­yal yapısının sosyolojik açıdan
incelenmesi, küçük, fakat yoğun bir şekilde gelişen bir konu olarak ortaya
çıkmıştır. Bu konu II. Dünya savaşından önce çok az bir birikime sahipti. Hatta
bazı sosyologlar bilimsel bil­ginin kendisinin bile ‘sosyal bir fonomen’
olduğunu söylemeye kadar işi vardırmışlar-dır ki, bilgi hakikat (doğruluk) ve
geçerlili­ğin herhangi bir başka sosyal konvansiyon­dan faiklı değildir. ‘Bilim
sosyolojisi’ denen bu alanla akraba bir başka alan, 1920’Ierde ve 1930’lann
başlarında Almanya’da dün­yaya gelen ve siyasal, ahlakî ve sosyal fel­sefedeki
ve de teolojideki inançları farklı türden aydınların ‘sınıf konumuna’ ya da
‘sosyal mevkiine’ başvurarak açıklamaya çalışan ‘bilgi sosyolojisi’dir. Bu alan
Alman sosyolojisinde büyük alaka uyandırmasına rağmen programatik aşamanın
ötesine pek geçemedi. (Özellikle burada Kari Mannhe-im’ın Ideologie und Utopİa
(İdeoloji ve Ütopya) adlı eseri zikredilmelidir.) “Entel-lektüellerin’,
kendi aralarındaki ilişkilerin ve sosyal rollerinin incelenmesi bazı ülke­lerde
katkılar sağlanmıştır.

Parlamentoların
yapısı, partiler, seçim­ler, siyasal kampanyalar gibi siyasal ku­rumlar I.
Dünya Savaşı öncesinde Alman­ya, Fransa ve îtalya’daki sosyolojik konular
arasında ilk göze çarpanlardı. Seçmen dav­ranışı ve çeşitli meslekî, dinî ve
etnik grup­ların siyasal tutumları 1920’lerde ve 1930’larda çeşitti ülkelerde
incelenmişti. Birleşik Devletler’de bu araştırmalar olduk­ça geliştirilmiştir.
Bu sosyoloji dalı (siyaset sosyolojisi de) Birleşik Devletler’deki ge­lişmelerden
büyük bir ivme kazandı ve da­ha sonra da diğer yerlerde; bu daha çok, baş­langıçta
sosyolojinin dışında uygulanıp sonradan onunla bütünleşen örnekseme sörveyleri
teknikleri sayesinde yaygınlaştı.

Bu alan, o günden beri
bütün Batı dünyasın­da sosyologların ve siyaset bilimcilerinin uluslararası
işbirliği sayesinde gelişti.

Siyasal ve bürokratik
iktidarın icra me­kanizmaları ve otoritenin rolü konusu II. Dünya Savaşı
sonrasında Amerikan sosyo­loglarının ilgisini çekmeye başladı; bu daha sonra I.
Dünya Savaşı öncesi en önemli Al­man ve İtalyan sosyologlarının dikkatlerini
celbeden bir konu olmuştur.

II. Dünya Savaşından
sonra bazı sosyo­loglar ilk kez yeni devletlerin oluşumu ve mukadderatıyla
ilgilenmeye başladılar. Onlar Asya ve Afrika’daki ilk Avrupa kolo­nilerinde
ortaya çıkan yeni devletler ve La­tin Amerika’da bununla ilişkili fenomenler
üzerinde çalıştılar; ‘Siyasal Gelişme’ üzeri­ne incelemeler daha sonra siyaset
bilimciler ve antropologlarla sıkı bir teşrik-i mesai içinde olan az sayıda
sosyologun ilgilerini çekmeye devam etti. Onlardan bazısı, bu fe­nomeni
(siyasal gelişme) tarihî bir bağlam­da ele aldı. Bu alanda Max Weber’in öncü
çalışmasına ve Max Weber’in eserlerinin sosyologlar nezdindeki popülerliğine
rağ­men, imparatorlukların ve devletlerin geli­şimini karşılaştırmalı olarak
inceleyen önemli bir tek kitap yazılmıştır.

‘Formel organ
isazyon’un sosyolojik in­celemesi, bir dereceye kadar akamedik sos­yolog
olmayan kişiler tarafından siyasal ik­tidarın, Özel ve kamu idaresinin
inceletil­mesin in ve sanayi sosyolojisinin incelen­mesinin bir yan ürünü
olmuştur. Bu konu II. Dünya Savaşının sonrasına kadar sosyolog-larca nadiren
incelenmiştir, her ne kadar en büyük ilham kaynaklarından birisi ise de, Max
Weber’in bürokratik otoriteyi incele­mesi, ya I. Dünya Savaşı sırasında, ya da
bi­raz sonrasında yazılmıştır. O günden bu yana bu konu, sosyologların ana
konularından biri oldu.

Hemen hemen la başlangıcından
beri sosyologlar, sosyal hareketlerin incelen­mesiyle ilgilenegelmişlerdir;
bunlar işçi ve sosyalist harekeüer, devrimler, nümayişler, kitleler, ağıtlar ve
siyasal ideolojileri içerir­ler. Bu konular daha önceleri çeşitli Avrupa
ülkelerinde, özellikle de Fransa ve italya’da XIX. yüzyılın sonlarında ele
alınmıştır. Bu ilgi daha sonraları I. Dünya Savaşından ön­ce Almanya’ya ve
1920’ler ve 1930’larda Amerika’ya sıçramıştır. Her ne kadar o gün-dan sonra
sosyologların en gözde ilgilerin­den biri olma mevkii sarsılmışsa da, o gün
bugündür bu ilgi devam etmektedir.

Dinin sosyolojik
açıdan incelenmesi, özellikle de dinî mezheplerin incelenmesi sosyolojik
ilgilerin daima merkezinde yer almıştır .Modern sosyolojinin iki büyük
temsilcisi Weber ve Durkheim, dinî feno­menleri katı bir şekilde kendi toplum
anla­yışlarının merkezine yerleştirmişlerdir ve bu durum o günden bu yana devam
etmiştir. Bu, sosyologların tüm faaliyetlerinin en ev­rensel olanlarından
birisidir. Fransız, Al­man, Hollandalı ingiliz, italyan ve Ameri­kan
sosyologlarının tümü de bu alanda nis-beten yüksek sayılarda çalışmalar yapmış­lardır.

Sonuç olarak
sosyolojinin dört Önemli işlev üstlendiğini söyleyebiliriz:

1) Sosyo­loji,
deneysel incelemeler ve araştırmalar sayesinde modem toplumların anlaşılması­na
ayrıntılı katkılarda bulunmuştur;

 2) Sos­yoloji, eylem (action)in sosyal bağlamını
araştırmak suretiyle hukuk ve ahlaktaki bi­reysel sorumluluğun mahiyeti
hakkında önemli sorular ortaya atmıştır;

 3) Sosyoloji diğer disiplinlerdeki, özellikle de tarih,
felsefe ve iktisattaki gelişmelere azımsanma-yacak katkılarda bulunmuştur

 4) Nihayet sosyoloji, özel olarak seküler bir sanayi me­deniyetinin
çıkarmalarına duyarlı yeni bir bilinç türü olarak değerlendirilebilir.

(SBA)

Bk. Sosyolojizm