Felsefe Yazıları

Sosyoloji (Toplumbilim)

felsefe/sosyojia-2″ 205″ 274″ TOPLUMBİLİM (Os. Içtimaiyat, Fr. Sociologie, Al. Soziologie, ing. Sociology) Toplumun gelişme yasalarını inceleyen bilim…

Toplumbilim, toplumun gelişme yasalarının bilimidir. Bu nesnel yasalar XIX. yüzyılda keşfedilip tarihsel özdekçilik öğretisiyle ortaya konunca­ya kadar insanlarca bilinmiyordu.Tarihsel-toplumsal gelişme metafizik ve idealist varsayımlarla açıklanmaya çalışılıyordu. Metafizik ve idealist kuramcılara göre, tarihsel-toplumsal gelişme ya Tanrısal bir planın gerçekleşmesi ya da büyük adamların keyiflerine göre yönlen­dirdikleri bir süreçti. Bu varsayımlar bilimdışı savlardı,bundan ötürü de toplumbilim henüz bilimselleşememişti.

XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar bilimsel anlamda bir toplumbilimin sözü edilemez. Gerçek bir bilim olarak toplumbilim, XIX. yüzyılın ikinci yarısında eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğreti tarafından ortaya konmuştur.

Toplumbilim tarihçileri toplumbilimin kurucusu olarak Fransız düşünürü olgucu (pozitivist) Auguste Comte (1798-1857)’u gösterirler.Kimileri bu öncülüğe bir başka Fransızı yayımladığı aile monografilerinden ötürü Fransız maden mühendisi Le Play (i 806-1 882)’i de katarlar(Bk.Comte okulu, Le Play okulu). Ne var ki bu iki Fransızın toplumun bilimsel gelişme ya­salarından haberleri bulunmadığı gibi yaşadık­ları çağda ve yaşadıkları kentte (ülkelerinin başkenti Paris’te) bu yasaların keşfedilmekte olduğundan da haberleri yoktur. Her an dev adımlarıyla gelişmekte olan bilime karşı böy­lesine bir vurdumduymazlıkla gözlerini kapa­mışlardı. Bu gerçek pek açık olduğu halde birçok toplumbilim tarihçileri bilimsel toplum­bilimi Comte ve Le Play’le başlattılar.Örneğin toplumbilim tarihçisi Prof. Nurettin Şazi Kösemihal Sosyoloji Tarihi adlı yapıtında şöyle der: “Gerçi insanlar en eski çağlardan beri dikkatlerini toplum sorunları üzerine çevirmiş­lerdir. Ama bu gerçeği bilim düşünüşüyle in­celemek fikri Rönesans’tan sonra doğmuş, ağır ağır gelişmiş, ancak 19’uncu yüzyılın ilk ya­rısında Auguste Comte’la Le Play’in elinde gerçekleşmeye yüz tutmuştur.

Bu bakımdan toplumsal gerçek üzerindeki incelemeleri: a) bi­limden önceki çağ, b) bilimsel çağ diye iki bölüme ayırmak olanaklıdır. Birincisinin geçmişi oldukça uzundur, ama ikincisinin ancak yüz, yüz yirmi yıllık bir hayatı yardır” (İbid, Remzi Kitabevi. Istanbul 1968, s.13). Görüldüğü gibi, Kösemihal’in deyimiyle “toplumbi­limin yüz yirmi yıllık bilimsel hayatı” Auguste  Comte ve Le Play’le başlamaktadır. Oysa yaşamının bir bölümünü tımarhanede geçirmiş olan A. Comte’un toplumbilimdeki amacı (A.Comte sosyoloji terimini ilkin altı ciltlik Cours de Philosophie Positive adlı yapıtının dördün­cü cildinde,Blaise Pascal’ın 1648 yılında ileri­sürdüğü fizik sosyal deyiminin yerine kullan­mıştır),toplumun gelişme yasalarını bulmak değil, tam tersine, kendi koyacağı yasalarla toplumu düzenlemektir.

O, sözcüğün her anlamında, tam bir idealisttir. “Toplumdaki kargaşalığın zihinlerdeki kargaşalıktan ileri geldiği”ni ileri sürer.Ona göre pozitif öğreti zihinlerdeki kargaşalığa son vermekle dolayısıyla toplumdaki kargaşaIığı da sona erdirecektir. Onun sosyolojisi, bir toplumbilimden çok, bir sosyokrasi, daha açık bir deyişle, bir toplum siyasasıdır. Şöyle der: “Batı’yı, anarşik bir de­mokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kur­tarmaya geliyoruz.Biz sosyokratlar, aristokrat olmadığımız kadar demokrat da değiliz.Pozitif siyasamız bu iki eksik ve tutarsız yanın üstünde bulunmaktadır” (Comte, CatMchisme Positive Oll Sommaire Exposition de la Re­ligion Universelle, 1852, ı. baskı, Önsöz).Comte’un sosyolojisi, bir sosyokrasi (Fr.Sociocratie) olmakla da yetinmez, sonunda dö­nüp dolaşıp, sözde savaş açtığı Tanrıbilimle (teolojiyle) metafiziğin içine düşer ve bir sos­yolatri (Tr. Toplum tapımı,Fr. Sociolatrie)olur.

Toplum,Auguste Comte’un Papa’Iığın üstlendiği bir insanlık dini (Fr. Religion de l’humanite)’yle ,düzenlenecektir. Bu dinsel yönetim altındaki toplumda özgürlüğe yer yoktur,Comte’a göre “bir taşın özgür olup ol­madığı sorunu nasıl sözkonusu değilse, bir in­sanın özgür olup olmadığı sorunu da öylece sözkonusu değildir”.Comte’un toplumunda özgürlüğün yeri olmadığı gibi, eşitliğin de yeri yoktur, “en az para kazanan işçi sınıfı,top­luma hizmet görmekten doğan haz ve bunun sağladığı minnettarIıkla yetinmelidir”. Buna karşı Frederic Le Play de toplumu, miras hu­kukuyla düzenleyeceğini düşler.Ona göre top­lumdaki düzensizlik ailedeki düzensizlikten kaynaklanmaktadır,ailedeki düzensizlikse mirasın bölünerek geçmesinden ve parçalanma­sından ötürüdür.

Miras kuşaklardan kuşaklara parçalanmadan geçmelidir ki aile sağlam kalsın ve bu sağlam ailelerden kurulu toplum da sağlam olsun. Görüldüğü gibi her iki Fransızın saplantısı da bilimsellikten pek uzaktır ve bilim­dışı, çocukça düşlemlere dayanmaktadır.Gerçekte, toplumun yapısı ve nasıl olması gerek­tiği üstündeki düşünceler pek eskidir.

Çinli düşünür Mo Tzu (İ.Ö. 479-381)’dan Demokritos, Platon, Aristoteles gibi antikçağ Yunanlılarına ve Cleero, Seneca, Lucretius gibi Romalılara kadar pek çok düşünür bu konuya eğilmişlerdir. Bunların arasında Platon’un Devlet adlı yapıtı, ütopik ve bilimdışı olmasına rağmen, toplum konusunda büyük bir çalış­madır. Atina aristokrasisinin temsilcisi olan Platon, bu yapıtında, ideal bir aristokratik devlet düşlemiştir. Filozofların yönetimi ve askerlerin koruyuculuğu altında bulunan bir devlet köle emeğine dayanır.

Bütün bu ütopik varsayımlardan sonra toplumbilim alanında ilk bilimsel çalışmayı yapan, Mukaddime adlı ya­pıtıyla, büyük Arap düşünürü İbn Haldun (l332-1406)’dur. Toplumbilime, tarihsel öz­dekçilikten önce bilimsel bir yaklaşım ara­mak gerekirse, Comte ve Le Play’i bir yana bırakıp bu büyük Arap ökesini (dahi­sini) incelemek gerekir. İbn Haldun, İlm-i Umran adını verdiği toplumbilimin tarihsel -ekonomik-özdeksel bir temele dayandığını hay­ranlık verici bir sezişle keşfetmiştir. Şöyle der: “Bil ki, birinci kitapta inceleyeceğimiz kural ve yöntemler benim icat ettiğim yeni bir bilim olup yararı çok büyüktür.

Ben bu araş­tırma yöntemini, derin incelemelerden sonra buldum. Başımın sağlığına and içerim ki Tan­rı’nın kullarından hiçbirinin bu konuda söz söylemiş olduğunu bilmiyorum. Bu konu, ken­di başıma ayrı bir bilim gibidir. Çünkü her bilimin kendine özgü bir konusu vardır. İncelediğim konu, yeryüzünde toplumlar halinde yaşayan insanların toplumsal kural ve yasalarıdır. Bunlar doğal yasalar ve kurallardır”(İbn Haldun, Mukaddime, Zakir Kaadiri Ugan çevirisi, M. Eğitim Bakanlığı Yayımı, 1954 bas­kısı, c. I, s. 95-96). İbn Haldun, evrensel değişmenin bütün varlıklar için geçerli doğal bir yasa olduğunun farkındadır, şöyle der: “Tarih bilimiyle uğraşanları yanıltan, ulusla­rın hal ve durumlarının, günlerin ve yüzyılla­rın geçmesiyle değişmekte olduğunu unutmak­tır. Bu değişme, yüce Tanrı’nın bütün varlıklar için koyduğu bir yasadır” (İbid, c. I, s.70-71). İbn Haldun, evrensel evrim yasasını da kavrıyor ve şöyle diyor: “Biz varlıkları birbirine bağlı olarak görüyor ve varlıkların birinden ötekine geçişini yetkin bir düzen içinde izliyoruz. Maddelerden her biri aşağı­dan yukarıya doğru yükseldiği ya da yukarıdan aşağıya doğru alçaldığı zaman, kendisine yakın olan maddenin biçim ve kalıbına gir­mektedir. Yukarıya doğru yükselen madde, kendisinden aşağıda olan maddeden  daha hafiftir. Bu durum, yıldızlar alemine çıkıncaya kadar sürer. Varlıklara bak. Varlıkların, ma­denlerden başlayarak yavaş yavaş ve tabaka tabaka biçimlenmiş olduğunu görürsün. Mâden, bitki ve hayvanların ana maddeleri ortaktır. Madenin en yükseği bitkinin en aşağısına, bitkinin en yükseği hayvanın en aşağısına bitişiktir.Örneğin tohumsuz yetişen mâden tohumsuz türeyen sebzelere, hurma ve üzüm gibi bitkiler inci sedefiyle kabuklu sü­müklüböcek gibi hayvanlara yakındır, onların biçim ve kalıplarına girebilecek durumdadır. Bu evrim, en aşağıdan başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip insana ka­dar yükselmiştir.Insanın en aşağısı işte bu hayvanlardnı başlamıştır. Benim gördüğüm bu­dur, doğrusunu Tanrı bilir” (İbid, c. I, s. 241-247.İtalikler benim.O.H.).

Görüldüğü gibi, hiçbir bilimsel veriye dayanmayan (La­marck’sız, Diderofsuz, Robinet’siz vb.) bir Darwin çıkıyor karşımıza, hem de XIV. yüz­yılda.İbn Haldun parlak bulgularında durmak bilmiyor, toplumsallık zorunluğu’nu da kavrayıveriyor: “İnsan yaşamak için yaşama gereçlerini sağlamak zorundadır.Bu gereçleri tek başına sağlayamaz. Bir buğday tanesinin un olabilmesi çeşitli hüner ve zenaatleri gerek­tirir.Üretim, üretime yetecek kişilerin bir ara­ya toplanmasıyla olur. Korunmak da öyle. Toplumsal yaşayış insanlar için zorunludur” (İbid, c. I, s. 106-112). İbn Haldun, bir XIX. yüzyıl Marx’isti gibi, toplumsal olayların kökünü ekonomik temelde ve üretim araçlarında görmektedir, “ruhumuzu oluşturan da ekonomik koşulIardır” diyor, nerdeyse “üst yapıyı altyapı belirler” deyiverecek: “Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edilir. Maden, bitki ve hayvanlardan sağlanan kazanç da insan emeği’nin ürünüdür. İnsanların çalışarak elde ettikleri para ve mal, tarım ve sanayide har­cadıkları emeğin değeri’nden ibarettir. Pazar­dan satın alınan buğdayda iş ve emeğin de­ğeri açıkça görülmez. Oysa, buğdayın değeri, onu elde etmek için harcanan emeğin değeridir. Kazma vuruImamış kuyudan su çıktığını gördün mü hiç? Doğrusunu Tanrı bilir” (İbid, c. II, s. 349-55. İtalikler benim.O.H.). Gö­rüldüğü gibi İbn Haldun, her sözün sonunu “doğrusunu Tanrı bilir” diye bitirdiği halde doğrusunu kendisinin de pek iyi bildiğini açık seçik ortaya koymakta ve toplum düzenini bir XX. yüzyıl bilim adamı gibi özdeksel temel­lere oturtmaktadır. Ona göre hüner ve sana­yinin gelişmesi, toplumsal gelişmenin başında gelir (İbid,c.II,5.402). Bu gelişme, insanı düşünsel bilgilerle uğraşmaya yöneltir (İbid, c. II, 5. 403). Ancak bu gelişmenin sonunda toplumun çürüyüp dağılması da bir zorunluluk­tur. İbn Haldun’a göre toplumsal evrim, ço­ban toplumlardan çiftçi toplumlara ve çiftçi toplumlardan da sanayi toplumlarına geçilmek yoluyla gerçekleşmiştir. Sanayi toplumuna ge­çiş, bir gelişmenin sonucu olduğu kadar, bir çöküntünün de başlangıcıdır. Çünkü toplum­lar artık çobanlık günlerindeki güçlerini yitirmeye,bolluğun ve rahatlığın içinde gevşeyip çürümeye başlamışlardır.

Toplumların yaşamı da insanların yaşamı gibidir.Yaşlılık ve ölüm,insanlar için olduğu kadar, toplumlar için de zorunludur. Doğal olan değişmez ve önlenemez. Toplum vücudu da, insan vücudu gibi,doğal bir yapıdır (İbid, c. II, s. 104). Tarihsel zorunluluğunu yaşayan her toplum, kent ya­şayışına girip sanayileştikten sonra kocayacak ve ölecektir. Bu sonuç önlenemez. Toplumun çöküşü iki alanda başlar: “Bil ki, devlet iki temel üstüne kurulur. Bu temellerden biri or­du, öteki para’dır. Bozgunluk bu iki temelin sarsılmasıyla başlar” (İbid, c. II, s. 107). Devlet yıkılmaya yaklaştığında vergiler artar, ya­şam çekilmez olur, vergilerin artması da dev­letin yoksulluğunu önleyemez, böyle bir halde kazanmaktan umut kesilmiş olacağından pa­zarlardaki alışveriş durur, çöküntü işler tü­müyle çığırından çıkıncaya kadar sürer (İbid, c. II, s. 68). İbn Haldun, Mukaddime’sini şu (sözlerle bitirmektedir: “Tanrı’nın doğru dü­şünce ve açık bilgi bağışladığı kulları bizden sonra yetişerek bizim bu yapıtta yazdıklarımızdan ve anlattıklarımızdan daha geniş ve daha derinini yazar ve anlatırlar umudundayız. Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan kimsenin görevi, ancak o bilginin konularını açıklamak, bölümlerini ayırmak o bölümlerde incelenen konular üstünde söz söylemektir. O kimse­den sonra yetişenlerse o bilgiyle ilgili sorunları azar azar o bilgiye eklerler ‘ve onu bu yol­da ilerletirler. Tanrı bilir, siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime’yi beş ayda yazdım, 776 yılının(Ls. 1377) tam yarısında bitirdim. Düzenlemek ve ayıklamak için harcadığım süre bu beş ayın dışındadır.Yapıtımın başında anlattığım gibi, buna kavimlerin tarihini de ekledim. Bilgi, ancak aziz ve bilgin olan Tanrı eliyle ba­ğışlanır” (İbid, c. III, s. 352). İbn Haldun içten ve gerçek bir müslümandı. Ama öylesine özgür düşünceli bir ökeydi ki liberal ve öz­gürlükçü bir devlet siyasasını savunmuştur. Devletin barışı ve düzeni korumasını ister, bunu yapmak için de gereken masrafları ılım­lı ya da ölçülü (mutedil) bir vergiyle karşı­layabileceğini söyler. Ama bunun dışında dev­let, kişi özgürlüğüne asla el atmamalıdır. çün­kü bu el atma, kişiler kadar devlet için de zararlı olur.Çağının saltıkçı (mutlakiyetçi) din­sel devlet anlayışına karşı İbn Haldun’un bu kahramanca çıkışı her türlü övgünün üstün­dedir. İbn Haldun’un gerek ünlü Mukaddime’ si ve gerek Kitab al-ibar adını taşıyan ünlü Berberi tarihi çeşitli dillere çevrilmiş ve çeşitli baskıları yapılmıştır. Görüldüğü gibi İbn Haldun “İlm-i Umran (toplumbilim) benim icat ettiğim bir bilimdir” demektedir. Haklıdır da. Tarihsel süreçte toplumsal olaylara bölük pörçük yaklaşımların içinde en bilimsel olanı, gerçekten de, onun yaklaşımıdır. Daha sonra Saint Augustinus, Saint Thomas d’Aquin, Pa­dua’lı Marsiglio,Macchiavelli, Calvin, Brutus, Bodin, Hobbes, Locke, Spinoza vb. gibi pek çok düşünür, toplumu dinsel, siyasal,ekono­mik açılardan incelemişler ve ona biçim ver­meye çalışmışlardır. Bunlara Thomas More, Francis Bacon, Thomasso Campanella, Valan­tin Andrea, Barelay, Heyvood, Winstanley, Har­rington, Gabriel Foigny, Vairasse, Morelly, Gabriel’ Mably vb. gibi birçok ütopyacıları da katarsak toplum üstüne düşünmüş olanla­rın sayısı bir hayli çoğalır.

Tarihsel özdekçiliğin dışındaki toplumbilim anlayışları bilimsel olmayan toplumbilimler (Os. Gayrı ilmi içtimaiyadar, Fr. Sociologies non-scientifiques)’ dir. Bu anlayışlar, toplumun nesnel gelişme yasalarından ya habersizdirler ya da bu yasaları yadsırlar. Büyük bir bölümü de ya kilisenin (ör­neğin Augustinus ve Thomas), ya prenslerin (ör­neğin Macchiavelli), ya da belli bir sınıfın (örneğin ,Weber, Wiese vb.) çıkarlarına hizmet etmek için özellikle ileri­ sürülmüşlerdir. Bunlardan kimileri toplumsal olayları fizik doğaya, kimileri yaşambilimsel örgenliklere, kimileri insanbilimsel süreçlere, kimileri içgüdülere, kimileri yaşam kavgasına, Kimileri ruhbilimsel olaylara vb. indirger. Bu çokyönlülük, onların, bilimsel bir toplum bil­gisi düzeyinde birleşmelerini olanaksız kılar. Kaldı ki, vardıkları sonuçlar da birtakım bilimdışı saçmalıklardır ve zaten ipe sapa gel­memeleri yüzünden birbirleriyle birleştirilemez­ler. Bunlar, inanılmayacak ölçüde gevezelik­lerdir. Örneğin Alman toplumbilimcisi Otto Ammon, bir toplumda uzun kafalıların artışıyla toplumsal gelişmeyi oranlı kılar. Toplum, uzun kafalıların artmasıyla gelişirmiş. Bir baş­kası, Fransız toplumbilimcisi Vacher de La­pouge, Fransa’nın Amerika’ya göre gerilemesini Fransada uzunkafalıların azalmasına bağlar, Amerika’da uzunkafalılar artıyor ve Amerika ‘bu yüzden gelişiyormuş. Dünyayı sömürdükleri  için geliştiklerini ya da yeterince sömüremedikleri için diledikleri gibi gelişeme­diklerini söyleyemezler belki. Ama böylesine gülünçlükler ileri sürmek de bilim adamlığıyla bağdaşmaz. Bilimdışı toplumbilim, toplum ve onun gelişme yasaları üstünde, bütünsel bir görüş sağlayamadığından, ruhbilimsel, örgensel, coğrafyasal, yaşambilimsel, ırksal, hukuksal, dinsel vb. gibi çok çeşitli okullara bölünmüştür.

Bu yüzden de, genel bir toplumbilim kuramı meydana getirmenin olanaksızlığını savunurlar. Toplumla bireyin çıkarlarını karşıt­laştırırlar,gerçekte bu karşıtlığın, toplumla birey arasında değil, düzenin karşıt sınıfların­da olduğunu görmezlikten gelirler. Dahası, bu karşıtlığın, toplum düzenine özgü geçici tarih­sel bir karşıtlık olduğunu da görmezlikten ge­lip sonsuz (ebedi) olduğunu savunurlar. Usa aykırıcı ve bilinemezcidirler, toplumun planlı olarak yürütülebileceğini ve bilimsel öngörü­yü yadsırlar. Toplumu çeşitli bölümlere ayı­rırlar ve aile toplumbilimi, kır toplumbilimi, kent toplumbilimi, sanayi toplumbilimi, eğitim toplumbilimi, sanat toplumbilimi, din toplum­bilimi, bilim toplumbilimi vb. gibi birbirleriyle bağdaşmaz sayısız toplumbilimler ileri sürerler. Oysa bütün bunlar, toplumun temel yapısını belirleyen bir birlik içinde, tek bir toplum­bilimdir. Bizzat bir Amerikan toplumbilimcisi, Robert K. Merton, Amerika’da beş bin kadar toplumbilimci bulunduğunu(Robert Ezra Park vs.)ve bunlardan her birinin de kendilerine özgü ayrı birer toplumbilimi olduğunu yazmaktadır. Başka bir Ameri­kan toplumbilimcisi, E. G. Hughes, Dünya Beşinci Toplumbilim Kongresi’nde, tek bir toplumbilim olmadığını ve Amerikan, Rus, Yugoslav,Çin, İtalya vb. gibi her ülkeye özgü çeşitli toplumbilimler bulunduğunu söylemiştir.

Bilimdışı toplumbilimin toplumbilim anlayışı ve bugünkü görünümü budur. Çağdaş toplumbilimciler bu anlayış ve görünümde, yeni kuramlar geliştirmektedirler. Bunlardan biri, Amerikalı toplumbilirnci Lester Ward’ın kurduğu ruhbilimsel toplumbilim (Os. İlmülruhi içtimiyat, Fr. Sociologie – psychologique) ‘tir. Fransız toplumbilimcisi Gabriel Tarde’la Al­man toplumbilimcisi George Simmel de çeşitli açılardan onu izlemişlerdir. Ward’ın anlayışına göre toplumsal olayların güdücüsü, birey­lerin ruhsal yapıları ve bundan oluşan ortak­laşa ruhsal yapıdır. Tarde da insanların bir­birlerini taklit etmelerini toplumsal gelişmenin temel yasası sayar. Bu düşüncelerin saçmalığı gizlenemez ölçüde anlaşılınca, ruhbilimsel toplumbilim, ekinsel toplumbilim (Os. Harsi iç­timaiyat, Fr. Sociologie culturelle)’e dönüşmüş­tür. Bu anlayışa göre de toplumsal gelişmenin nedeni, ekinsel (kültürel) ilerlemedir. A We­ber’in başkanlığını yaptığı bu okul da ruh bi­limciliğe düşmekle değerini meydana koymuş olmaktadır. Çağdaş toplumbilim kuramlarının bir başkası, öznel toplumbilim (Os. Enfüsi içtimaiyat, Fr. Sociologie subjective) kuramıdır. Seçkinler kuramı adıyla da anılan bu öznelci toplumbilime göre topluma yön veren seçkin kişilerdir, bu seçkin kişiler de para ba­balarıdır. Ruhbilimsel toplumbilimin yeni bir uzantısı, Romen Yahudisi asıllı. Amerikan toplumbilimcisi ve ruhbilimcisi Jacob Levy Mo­reno’nun ortaya attığı sosyometri anlayışıdır. Fabrikalardaki işçiler üstünde incelemeler ya­pan Moreno, sosyo-ekonomik tüm sorunların emekçilere tiyatro oynatmakla çözümlenebile­ceğini ileri sürmüştür. Emekçilerin karınlarını doyurmak büyük güçlükler doğurur, oysa onlara tiyatro oynatmak her bakımdan rahat, ucuz ve pratik bir yöntemdir.

Toplumbilimin çağdaş bir biçimi de görgül toplumbilim (Os. İhtibarİ içtimaiyat, Fr. Sociologie empirique)’dir. Ame­rikalı toplumbilimciler Lundberg, Dodd, Mayo vb. başını çektiği bu anlayışa göre top­lum, birbirinden bağımsız çeşitli toplumsal olayların mekanik bir toplamıdır. Yukarıda açıklandığı gibi çeşitli toplumbilimler oluştu­ran anlayış, bu görgül toplumbilim anlayışıdır. Çağdaş toplumbilimin bir başka biçimi işlev­sel toplumbilim (Os. Uf’Ulevİ içtimaiyat, Fr. Sociologie fonctionnelle) ‘dir. Amerikan top­lumbilimcileri R. Merton, Phirim Sorokin, T. Parsons’un öncülük ettikleri bu anlayış, dü­zendeki çelişkilerin sona erdiğini savunur. Bu sözde bilimcilere göre toplumun belirleyicisi, bir toplumsal işlev (Os. İçtim Muf’file, Fr. Fonction sociale) olan tinsel değerler, eşde­yişle dindir. Çağdaş toplumbilimin bir başka akımı, yaşambilimsel toplumbilim (Os. İçtimaiyatı hayatiyye, Fr. Sociologie biologique)’dir. Bu anlayış, toplumsal yasaları yaşam bi­limsel yasalara indirger ve yaşamaya hakkı olan toplumun en güçlü toplum olduğunu savunur. En güçlü toplumsa, en üstün ırklı top­lumdur. Çağdaş toplumbilim kuramları ara­sında Hitler düşçülüğiinü yaratan romantik toplumbilim (Os. Romantik içtimaiyat, Fr. Sociologie romantique) ‘dir. Başta Gobineau olmak üzere Günther, Krieck, Rosenberg gibi Alman toplumbilimcilerinin geliştirdikleri bu kurama göre en üstün ırk, Arya ırkıdır ve bu ırk bütün insanlığa egemen olmalıdır. Pek romantik olan bu kuram, başta Yahudi ırkı olmak üzere milyonlarca İnsanın savaş alanlarında boşu boşuna can vermesine, toplama kamplarında canavarca işkencelere uğratılmasına yol açmıştır.

Çağdaş toplumbilimin bir başka biçimi de, doğalcı toplumbilim (Os. İç­timaiyatı tabiiyye, Fr. Sociologie naturaliste)’dir.Bu akım, yaşambilimci toplumbilimle ırkçı toplumbilimin, Darvincilikle Malthusçülü­ğün toplamıdır. Toplumbilim alanında ne ka­dar bilimdışı öğe varsa tümünü içermiştir. Nüfus olaylarını da toplumsal gelişmenin baş­lıca etkeni sayar. Bütün,bu bilimdışı kurgu­ların birbirleriyle çelişen temelsiz varsayımla­rına karşı bilimsel toplumbilim(Os.İlmi iç­timaiyat,Fr.Sociologie scientifique)toplumsal gelişmenin özdeksel belirleyicisini keşfet­miştir. Bu belirleyici, halk yığınlarının yapmak zorunda bulundukları üretim faaliyetidir. İn­sanlar bilim, din, siyaset, sanat vb. yapmadan ön­ce yemek, içmek, giyinmek,barınmak; tek sözle yaşamak için üretmek zorundadırlar. İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tam ter­sine, onların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır. İnsanlar nasıl üretmişlerse öylece yaşamışlardır. Komünal bir üretim biçimi komünal bir yaşam, feodal bir üretim biçimi feodal bir yaşamı gerektirmiş ve biçimlendirmiştir.

Bilimsel toplumbilim, toplumsal gelişmenin, gittikçe yetkinleşen sosyo-ekonomik formasyonların ard arda dizildiği tarihsel bir süreç olduğunu tanıtlamıştır. Bilimsel toplum­bilimin dışında kalan çağdaş toplumbilim ku­ramlarını bilim dışılığa iten,sosyo-ekonomik formasyonların bu tarihselliği; daha açık bir deyişle, gelip geçici olduklarının bilgisidir. İç­lerinde bulundukları formasyonun ergeç değişmek zorunda bulunduğu bilgisi kimi çıkar kümelerini rahatsız etmektedir. Feodal şöval­yeliği ebedileştirmek isteyen Don Kişot gibi kimi çevreler de içlerinde yaşadıkları sosyo-ekonomik formasyonu, kendilerine sağladığı tüm çıkarlarla birlikte, ebedileştirmek istemektedirler. Bunun olanaksız bulunduğunu tanıtlayan çağdaş bilime karşı gösterilen düşman­ca tepkinin nedeni budur. Bundan ötürüdür ki özellikle geliştirilen çağdaş görgül toplumbilim kuramları tek tek (münferid) olayları betimlemekle (tasvir etmekle) yetinirler ve yeryüzünde birbirinin aynı olan iki olay buluna­mayacağından toplumsal gelişmenin genel yasalarının da bulunamayacağını ileri sürerler.

Oysa olayların bireysel karakteri kimi ortak niteliklere sahip olmalarına ve bu ortak niteliklerin genelleştirilmesiyle bunları belirleyen yasaların ortaya çıkarılmasına hiç de engel değildir. Örneğin son iki dünya savaşının (1914 ve 1939) içlerinde oluştukları somut koşullar elbette birbirlerinden farklıdır. Ama bilimsel inceleme her iki dünya savaşının da aynı nedenden ileri geldiğini, eşdeyişle emperyalist devletlerin ekonomik gelişmelerindeki eşitsizlik nedeniyle aralarındaki çelişkilerin yoğunlaş­masından doğduğunu açık seçik ortaya koymuştur.

Emperyalist çelişkilerin aşılabilmesi için, gerek 1914’te ve gerek 1939’de dünyanın yeniden paylaşılması gerekiyordu. Her iki savaş da bu nedenle yapılmış ve bu sonucu sağ­lamıştır. Görüldüğü gibi emperyalist savaşları belirleyen yasa, olaylar arasındaki ortak niteliklerin genelleştirilmesiyle, kolaylıkla saptanmıştır. Tek tek toplumsal olaylar üstünde görgül (ampirik) incelemelerle oyalanan çağdaş bilimdışı toplumbilim kuramlan, tümünü birleştirecek genel bir yasa gereksinimini zaman zaman duymuşlar ve tarihsel yasaların yerine yaşambilimsel (biyolojik) ya da ruhbilimsel (psikolojik) yasaları koymaya çalışmışlardır. Ne var ki sosyal Darwincilik, Malthusçülük, ırkçılık, enerjetik, biososyoloji vb. gibi bu türlü bilimdışı girişimler gülünç sonuçlara var­maktan kaçınamamışlardır. Toplumsal geliş­meyi belirleyen, tarihsel-ekonomik nitelikli toplumsal yasalardır ve bunları ortaya koyup ser­gileyen de tarihsel ve eytişimsel özdekçi bilimsel toplumbilimdir(Bk. Yasa). Ülkemize toplumbilimi tanıtan ve İstanbul Darülfünun (Üniversite)’unda ilm-i içtima adı altında bir toplumbilim kürsüsü kuran Ziya Gökalp (1876 -1924 )’tir. Ülkesinin kurtuluş çarelerini araş­tıran ve bunun için çeşitli çelişik düşünceler ileri süren bir yarı aydındı. Diyarbakırlıydı. Baytar okulunun son sınıfına kadar okumuşsa da bitirememişti. Ailesi İstanbul’a gitmesine izin vermeyince tabancayla kendini öldürmeye kalkmıştı (1894). Önceleri Gabriel Tarde ve Fouillee gibi Fransız idealistlerinin etkisinde kalmış, 1915’ten sonra Fransız toplumbilim­cisi E.Durkheim’in etkisi altına girmişti. Selanik’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin top­lantılarına katılmış ve genel merkez üyeliğine seçilmiştir (1909). Ömer Seyfettin ve Ali Ca­nip’le birlikte ünlü Genç Kalemler dergisini çıkarmıştır (1911), şiirler de yazmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizler tarafından Malta adasına sürülmüştür (1919). İki yıl sü­ren bu sürgünden sonra Ankara hükümetince Diyarbakır milletvekili seçildi (1923). Türkçülükten önce Osmanlılığı savunmuş ve onu Amerikalılığa benzeterek “Osmanlı milleti de Şark’ın terakkisever Amerikalısıdır” demiştir (Peyman, sayı 3, 1909), “Osmanlılar kendilerine Türk demedikleri gibi dillerine de Türkçe demezler” (Peyman, sayı 2, 1909) gibi savlar ileri sürmüştür. Daha sonra Genç Ka­lemler dergisinde Osmanlıcılıktan ayrılarak Türkçülüğe dönmüştür. Türkçülüğün Esasları (Kültür Bakanlığı yayımı, 1976), Türkleşmek, islamlaşmak, Muasırlaşmak (Kültür Bakanlığı yayımı( 1976), Yeni Hayat, Doğru Yol (Kül­tür Bakanlığı yayımı, 1976), Türk Töresi (Kül­tür Bakanlığı yayımı, 1976), Türk Medeniyet Tarihi (Kültür Bakanlığı yayımı, 1976), Şakl İbrahim Deslalil ve Bir Kitapta Toplanmamış Şiirler (Kültür ‘Bakanlığı yayımı, 1976), Kızıl Elma (Kültür Bakanlığı yayımı, 1976), Altın Işık (Kültür Bakanlığı yayımı, 1976), Malta Konferansları (Kültür Bakanlığı yayımı, 1977), Makaleler (Kültür Bakanlığı yayımı, I, II, III ve IV kitap, 1976), Hars ve Medeniyet (Di­yarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği yayımı, Ankara 1964), Milli Terbiye ve Maarif Mese­lesi (Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği yayımı, Ankara 1964), çınaraltı Konuşmaları (Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği ya­yımı, Ankara 1966), Ergenekon (Karaelmas Basımevi, Zonguldak 1954) adlı yapıtları bulunan Ziya Gökalp’i, aynı türden bir düşünce bukalemunu olan toplumbilim profesörü Hilmi Ziya Ülken şöyle eleştirmektedir: “Dünya savaşının talihi aleyhimize dönmeye başladığı ve onunla birlikte Türk ordularını Kızıl Elma peşinde Galiçya ve Sarıkamış’a sürükleyen İt­tihat ve Terakki’nin de siyasasını değiştirdiği sırada Turancı Ziya Gökalp, Yeni Mecmua’ da Moğol-Türk ayrılığı ve Tatarların yaban­cılığı hakkında yazılar yazmaya, Güney ordularının yenilgisinden sonra da İttihat ve Terakki’nin Araplara karşı siyasası değiştiği için, Avusturya-Macaristan imparatorluğu gibi bir ikili hükümet projesi hazırlamaya başlamıştır.

Savaştan yenilgiyle çıktığımız ve imparatorluk parçalandığı zaman yıllarca Osmanlı emperyalizmini savunmuş olan ideolog Gökalp, bü­tün eski iddialarını unutmuş gibi, derhal: Sevin çoban, sevin ilin saf kaldı Öğün çoban, öğün dilin saf kaldı demekten çekinmiyordu. Hakancılığın ateşli savunucusu, devrimden sonra cumhuriyetçi olmakta güçlük çekmedi. İmparatorluk döneminde Hakanlık bir olup­ bittiydi, fakat onun en ileri savunucusu ro­lünü üstüne alan bir düşünürün, iki yıl içinde,bütün sistemini yeni siyasal biçimlere göre değiştirivermesi şaşılacak şeydir” (Bk. çağ, Ekonomi).

Türk toplumbilim tarihçileri Ziya Gökalp’ten sonra Le Play’ci toplumbilim an­layışının da Prens Sabahattin (1878-1948) tara­fından ülkemize tanıtıldığını ileri sürerler. Ne var ki Sabahattin’in toplumbilimle ilişkisini açıklayan tek yapıtı yoktur. Sabahattin, gerçek bir toplumbilimci olmadığı gibi, gerçek bir prens de değildir, Osmanoğulları soyuyla baba yanından değil, ana yanından ilişkilidir,annesi Padişah Abdülmecid’in kızı ve Abdül­hamid II.nin kızkardeşi Seniha Sultan’dır, ba­bası da Damad Mahmut Celileddin Paşa’dır. Abdülhamid II.nin gözünden düşen ve saray­la ilgisini kesen babasıyla birlikte Paris’e kaç­mıştır (1899). Paris’te ikiye ayrılan Jön Türkler’in bir kümesinin başına geçmiş, Le Play’ci toplumbilimcilerle ilişkiler kurmuş, La Revue dergisine yazılar yazmış ve Terakki adlı Türk­çe bir aylık dergi yayımlamıştır. Çok övül­müş olmasına karşın belli bir yarı-aydın tipi­dir, çağından habersizdir. Osmanlı yönetimiy­le savaşımı kendi deyimiyle, “teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet” (liberal kişisel girişimcilik ve yöresel yönetim) düşüncesinden öteye geçmez.

Ona göre, ülkemiz ancak böylelikle kurtarılabilirmiş (Tek yapıtının adı Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?’dir). Toplumsal değişme de ancak eğitimle olanaklıymış. Prens Saba­hattin’in yazıları bu gibi çocukça ve bilimdışı düşüncelerle doludur. Prens Sabahattin, bilim­sellikten uzak kof önerilerle Osmanlı impa­ratorluğunu kurtaracağını sanacak kadar çocuksudur. Le Play okulunun vazgeçilmez aracı olan monografileri bir kez bile kullanmış de­ğildir. Yukarda adını verdiğimiz tek yapıtının dışında Birinci İzah, İkinci İzah ve Üçüncü İzah adlarını taşıyan, İttihad ve Terakki Par­tisi’yle kendi arasındaki anlaşmazlıkları ser­gileyen üç broşüründen başka hiçbir yazı bırakmamıştır (Bk. Birey, Jöntürkler). Ülkemiz­de toplumbilim Prof. Niyazi Berkes, Prof. Cahit Tanyol, Prof. Mübeccel Belik Kıray, Prof, Özer Ozankaya, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Emre Kongar, Mete Tunçay ve genç izleyicileri gibi gerçek bilim adamla­rınm çabalarıyla yerleşmiş ve yaygınlaşmıştır.

Prof. Özer Ozankaya Toplumbilim Terim­leri Sözlüğü’nde şu terimleri tanımlamıştır: ı. Toplumbilim (Os. İçtimaiyat, Sosyoloji; Fr. Sociologie, İng. Sociology) Toplumun oluşum, işleyiş ve gelişim yasalarını inceleyen bilim dalı.

2. Toplumsal bilimler (Os. Ulum-i içti­maiye, Sosyal ilimier; Fr. Sciences sociales, İng. Social sciences) İnsanın toplumsal yaşa­mını türlü yanlarıyla inceleyen bütün bilimler. Bk. Toplum, Yasa, Kendiliğindenlik, Tarih, Eytişim, Bilim toplumbilimi, Görgül toplum­bilim, Din, Durkheim okulu, Le Play okulu, Comte okulu, Kuram, Morfoloji, Burjuvazi, Üretim, Altyapı, Üstyapı. İlkel ortaklaşa Üre­tim biçimi, Köleci üretim biçimi, Feodal üre­tim biçimi, Anamalcı üretim biçimi, Toplumcu Üretim biçimi.(

Orhan HANÇERLİOĞLU-Remzi Kitabevi)

 

 


,:(1916-1991)

istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirerek Meriç, Karaisalı, Keşan’da kaymakamlık yaptı (1943-1946). İstanbul’da Belediye Müfettişliği, Emniyet şube Müdürlüğü (1950), ıstanbul şehir Tiyatroları Müdürlüğü (1954) görevlerinden sonra İETT Hukuk işleri Müdürlüğü’nden emekliye ayrıldı (1978). Romanlarında kırsal kesimin sorunlarını ve kent yaşamında insan ilişkilerini, kişilerin psikolojik açmazlarını sergiler. Düşünce akımlarını, düşünce sorunlarını konu edinen, erdem açısından Düşünce Tarihi (1963), başlangıcından bugüne kadar Mutluluk Düşüncesi (1985), başlangıcından bugüne kadar Özgürlük Düşüncesi (1966) gibi yapıtlarını, aynı konularda ansiklopedik çalışmaları izlemiştir.