Mikro Sosyoloji

Sosyal Kişi ve Sosyoloji

 

Beşeri birlikte hayat (sosyal hayat) gözlendiğinde, sonuçta onun tek tek insanlarla ilgili olduğu görülecektir. Gruplar ve kurumlarda ise sosyal ilişkiler veya sosyal süreçler gözlenebilir. Diğer bir ifade ile, tek tek insanların birlikte bir şeyler yaptığı görülür. Veya, tek tek insanların birlikte aynı veya benzer şeyleri yerine getirdiği gözlenir. O halde her defasında, kişinin başkalarına karşı tepki göstermesine neden olan bir şeyin var olması zorunluluğu vardır. Mesela, ortaya koyulan fiil ve davranışların belli işaretlere göre karşı tarafın beklentilerine uygun olması gerekir. Burada karşımıza çıkan soru, “insandaki bu birliktelik nereden geliyor” sorusudur.

Fiilen var olan herhangi bir toplum düşünelim. Bu toplumda, belli yer ve zamanlarda birlikte hayat süren ve nüfus diye adlandırılan insanlardan teşekkül etmiş bir sayı görürüz. Bu birliktelik, işletmelerde, ailelerde, ulaşım vasıtalarında, bürolarda, okullarda vs. cereyan eder; insanlar belli bir amaç ve hedef bakımından birlikte yaşarlar ve aralarında da bir ilişki ağı bulunur. İnsanlar ortak ilgilere sahiptirler veyahut da belli emir ve yasaklara göre hareket ederler. Bu anlamda “toplum, aralarında bir davranış alanı bulunan, tek insan veya bütün grubun bu davranış alanına bağlı bulunduğu az veya çok sayıdan ibaret olan kitle”  olarak tanımlanabilir.
Sosyal gerçeklik içinde biz, her defasında sırf şahısları ve onların davranışlarını görürüz. Fakat onlar arasında ortaya çıkan davranış alanını göremeyiz. Halbuki bu davranış alanında tek tek insanların, birbirleri ile ilişkileri, birbirlerine karşı davranışları, bu davranışların bir amaç veya hedefe yönelmesi, belli normlara göre davranış göstermesi; bir sosyal davranış alanına bağlı olma yetenek ve özelliğine sahip olması mecburiyeti vardır. Bu nedenle sosyolog insanı gözlerken sosyal olanla ilgilenir; onun ilgi alanı sosyal kişidir.
Sosyolog, sosyal realiteyi araştırırken birtakım ilkelerden (aksiyomlardan) hareket eder. Bu ilkeleri (az da olsa) şu şekilde sıralayabiliriz:

     İnsan canlı bir varlıktır ve doğuştan birtakım davranış şekillerine sa-hiptir. O çevresi karşısında hayatta kalmak ve çevresine uyum sağla-yabilmek için; hayatta kalmayı sağlayan davranış şekillerini öğrenmeğe muhtaçtır. Bununla beraber öğrenme yeteneği ile diğer hayvanların üzerine çıkar.
     Sosyal hayatın ve bununla ilgili bilgilendirmelerin (enformasyonların) önemli bir şartı dildir. Dil yalnız insana özgü bir anlaşma vasıtası değil, aynı zamanda öğrenmenin de bir amacıdır.
     Beşeri hisler, adeta mekanik ve içgüdüye dayalı olarak verilmiş değil-dir. Bilakis bunlar belli bir gelişmeye tabidirler.
     Sosyolojisi insanın öğrenme yeteneğine, dili kullanmasına, his geliş-tirmesine, amaç ve hedefler edinmesine, henüz biçimlendirilmemiş ama biçimlendirilebilen organizmasına dikkati çekerler. Farklı yapı-lanmanın bu imkânı aynı zamanda insanın hürriyetini (ve sorumlulu-ğunu) da kapsar. Aslında bu aksiyom olmaksızın kültür ve toplum, sosyal değişme, ilerleme ve gelişme, anomi ve normlardan sapma dav-ranışı mümkün olmaz. Hürriyet ve sorumluluk bir arada aynı zamanda bulunur.
     İnsan sınırlı bir psiko-fizik hareket potansiyeline; sınırlı bir kapasiteye sahiptir.
     En nihayet, tek insan ve hem de bütün toplumlar sosyal miras tarafın-dan kuşatılmışlardır. İnsan psiko-fizik organizmasının imkân ve kabi-liyeti ile dünyaya geldiği gibi, bütün toplumlar belli kültür mirasına da sahiptirler.

Bütün bu ilkeleri insanın sosyalleştirilmesi ve sosyalleşmesi olarak adlandırıyoruz. Sosyalleşme, insanın imkân ve kabiliyetinin, başkalarına muhtaç olma zorunluluğunun bir sonucudur. İnsan bir sosyal varlıktır. Yukarıda zikredilen altı ilke insanın sosyal yaradılışının şartlarını tasvir etmektedir. Bu şartların aktüelleşmesi ile yalnız toplum ve kültür vücut bulmaz, aynı zamanda yaşayabilen insan meydana gelir.
O halde insan, önemli ölçüde sosyal bir varlıktır. Sosyologun ilgi alanı bu görünüm altındaki insanda yoğunlaşır. Sosyalleşmenin aksiomatiği var sayılır, ortaya çıkan ilişkiler, sosyalin fonksiyon ve yapısı sosyologun ilgisini çeker. İnsanın araştırılmasında sosyologun görevi felsefi ilgi veya teolojik düşünceleri reddetmek değildir. O sosyal kişi ile meşgul olur, var olanı tespit eder, olması gerekeni başka disiplinlere bırakır.
Sosyalleşme, bütün insanların ortak imkan ve kabiliyeti, başkalarına muhtaç olma zorunluluğunun bir sonucu olarak ifade edildiğinde, sosyal kişi ile belli bir toplum ve kültür içinde, tek tek insanların ortak öğrenme ve tecrübeleri vasıtası ile ortaya çıkan hareket potansiyeli, davranış veya hareket kompleksi anlaşılmış olur. Bu, bir üyenin sosyal davranış içinde olabilmesi için yapmak zorunda olduğu tecrübeler ve öğrenme süreçlerinin toplamıdır. Böylece, sosyal kişi veya sosyo-kültürel şahsiyet ile sıhhatli insan değil, onun sosyal ve kültürel çevresinin beklentilerini yerine getirebilmek için sahip olması gereken öğrenilmiş davranış şekilleri, tutum ve davranışlarının toplamı ifade edilmiş olmaktadır. Bu ifade ile aynı zamanda, örf-âdet, teknik, ekonomi, din vs.ye göre sosyo-kültürel şahsiyet tiplerinin varlığı, toplumdan topluma, kültürden kültüre farklı olduğu da söylenmiş olmaktadır. Toplum kendi kültürünün nesilden nesile aktarılması için ortaya konmuş öğrenme ve uyum süreçleri vasıtasıyla ferde baskı yapar. Sonuçta fert, bir toplum içinde geçerli ve doğru olduğu kabul edilmiş sosyal hayatın davranış formlarını benimsemek zorunda kalır. İşte bu benimsenmiş ve öğrenilmiş hareket ve davranış formlarının toplamı sosyo-kültürel şahsiyeti meydana getirir.
Aslında sosyal kişi veya sosyo-kültürel şahsiyet tek bir fertle toplum arasında aracıdır. Bu sebeple de toplum, soyut olarak değil, bilakis tek tek grupların, kurumların ve sosyal süreçlerin bir bağlamı olarak somut bir alandır. Sosyalleşme sürecinde sosyal kişinin yapısı vasıtasıyla tek insan, grup ve kurumlara uyar. Uyma boyutu yalnız farklı kuvvette değil, aynı zamanda kısmi olarak kalır; bir toplum içinde mevcut bütün grup ve kurumlara insanın uyumu mümkün değildir.
Muhtelif yaş devrelerinde farklı bir iştirak ve buna dayalı olarak da insanın topluma farklı uyma derecesinin olduğunu tespit etmekteyiz. Çocukluğun ilk dönemlerinden başlayarak, gençlik ve yetişkin statüsünün elde edilmesine kadar iştirak ve bütünleşme derecesi sürekli artar, daha sonra yaşlılık döneminin başlaması ile yeniden azalır. Bütün bu devrelerde insan kendisi ile özdeş kalır.
Eğer tek bir fert sosyal grup içinde uygun bir uyum şekli ve belli değer ve normlarla aynileşerek toplumun uyma baskısını çözemez veya sosyal olarak kabul görmüş bir fayda temin etmezse marjinal şahsiyetler ortaya çıkar. Marjinal şahsiyetler (ve gruplar) emniyetsizlik ve hedefsizlikle tasvir edilirler. Marjinal şahsiyet, içinde bulunduğu toplumun norm ve değerlerine uyum sağlayamamış, rol, norm çatışmaları, statü belirsizliği ve uyumsuzluk gösteren kişidir. Ancak bu kişiler birleşerek bir mezhep veya grup meydana getirebilir. İşte bu durumda marjinal gruplardan söz edilir.
İki grup veya sınıf arasında; sınırda, kenarda, uçta bulunan şahsiyet anlamına gelen marjinal şahsiyetlere Almanya’daki Türk işçileri örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde gecekondu kültürü rand kişi ve grupların meydana getirdiği kültürü temsil eder.
“Sosyal kişi veya sosyo-kültürel şahsiyetin, belli bir toplumun ve kültürün grup ve kurumlarına intibak etmek için tek bir fertteki öğrenme ve tecrübe vasıtasıyla geliştirilmiş davranış potansiyeli” olarak tanımlanması durumunda, şuna da işaret etmek mecburiyeti vardır: Bu öğrenilmiş davranış potansiyeli ile tek insan tamamen aynileşmiş değildir. O, bu öğrenilmiş ve denenmiş tertibatların taşıyıcısıdır. Bu nedenle o, bu tertibatları değiştirebilir, onlarla az veya çok dayanışma içinde bulunabilir veya onları toplumun sosyal süreçleri içinde ferdileştirebilir. Diğer bir ifade ile, benim sosyal olarak mutlak gerekli; aile, meslek vb. gruplara ait olmak isteyip istememem veya bir partiye, bir dini gruba, bir birliğe, belirli bir sosyal cemiyete vs. ait olmayı isteyip istememem topyekün şahsiyetime bağlıdır. Bundan başka, mesleki rolümü az veya çok kavrayıp kavrayamamam, mutlaka gerekli veya ek olarak şayan-ı arzu olanı yapıp yapmamam yine benim toptan şahsiyetime tabidir. Burada sosyoloğun karşısına çıkan şahsileştirme görüngüsü (fenomeni) veya sosyalin ferdileştirilmesi olgusu olmaktadır. Hâlbuki insan tek bir kişi olarak sosyoloğun araştırma konusuna girmez. Buna rağmen toplum nüfusunun bütününü ferdi şahsiyetler, bu şahsiyetler arasında cereyan eden sosyal münasebetler ve kurumların meydana getirdiği var sayıldığında, sosyo-kültürel şahsiyetin sosyal sistem içindeki yapısını ele alıp incelemek kaçınılmaz olmaktadır.
Psikolojist teoriler ferdi şahsiyete önem verirken,  sosyolojist teoriler insanın sırf sosyal tarafına ağırlık vermektedirler.  Sosyolojistler insanın sosyal davranışının ancak toplumun sosyal faktörleri vasıtasıyla açıklanabileceğine, aynı zamanda toplumun insan üzerinde uyum zorlaması yaptığı olgusuna önem verirler. Böyle bir sosyolojist anlayışa göre insan, toplumun ürünü olmaktan başka bir şey değildir.
Halbuki insanın grup ve süreçlere uyumu olmaksızın, belli bir kültürü kabul etmeksizin yaşaması mümkün olmamasına rağmen böyle bir bakış açısı durumun özelliklerini layıkıyle takdir etmez. Zira insan, bu grup ve süreçler karşısında pasif olarak durmaz, bilakis grup ve sosyal süreçler içinde rol taşıyıcı olarak, bir toplumun sosyal hayatının şekillenmesine aktif olarak iştirak eder. Hürriyet sahibi insan alternatifler arasında seçme imkânına sahip, mesuliyet yüklenecek haldedir ve sosyalin zorlaması karşısında kritik ve uzlaşmış bir davranış geliştirebilir.

İlgili Makaleler