Şimdi biraz hayal kuralım. Diyelim ki bir cin, peri, yahut ak sakallı dede size geldi, arzu ettiğiniz bir süper gücü size bahşetmeyi vaat etti. Hangi süper gücü seçerdiniz? Aşırı güçlü ya da aşırı hızlı olmak? Uçabilmek? Görünmez olmak? Duvarlardan geçebilmek? Bunların hepsinin kendine göre cazip ve eğlenceli yönleri var elbet ama şöyle bir düşünürsek hepimizin işine en çok yarayacak süper güç insanları istediğimiz gibi, istediğimiz yönde etkileyebilmek olmaz mıydı? Nihayetinde, insanlara istediğimiz her şeyi yaptırabiliyor olsaydık – zalimlikler peşindeki bir hasta ruhu kısa bir konuşmayla kendini insanlığın hizmetine adamış bir hümaniste çevirebilmek gibi – gökdelenden gökdelene zıplamamıza ya da çıplak ellerimizle demir çelik bükmemize gerek kalmazdı.
İnsanların birbirlerine dikkatlerini, zamanlarını, paralarını, sevgilerini, bağlılıklarını vermesini sağlayan şey sosyal etkidir. Sosyal etki, başkalarının duygu, düşünce ve davranışları üzerinde bir zor kullanımı olmadan söz sahibi olabilmektir. Çok önemli bir güçtür ve her güç gibi iyiye de kötüye de kullanılabilir.
Sosyal psikologlar iki tür sosyal etkiyi birbirinden ayırırlar:
Bilgilendirici sosyal etki: Hayat içinde bazı durumlarda doğru davranışın ne olduğundan emin olamayız. Böyle durumlarda çevremizdeki insanlardan durumun ne gerektirdiğine dair ipuçları almaya çalışırız. Diyelim ki kendinizi lüks bir lokantada buldunuz ve tabağınızın yanında türlü türlü çatal-ka- şık-bıçak var. Sizinse bunlardan hangisini hangi yemekle kullanmanız gerektiği hakkında bir fikriniz yok. Bu durumda girişeceğiniz hareket tahminen masanızdaki diğer insanları gözlemleyip onlar ne yapıyorsa onu yapmak olacaktır. Bu örnekte de gördüğümüz gibi, bilgilendirici sosyal etkiye açık olmamızın altında doğru harekette bulunmayı istemek ve doğrunun ne olduğunu başkalarının bizden daha iyi bildiğini varsaymak yatar. Elbette bu varsayım her zaman gerçeği yansıtmayabilir. Örneğin bir bekleme salonunda yabancılarla birlikte oturduğunuzu ve binada birden çok yüksek sesli bir alarmın çalmaya başladığını düşünün. Odadaki kimsenin bir şey yapmıyor, yerinden kıpırdamıyor olması ortada ciddi bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, tüm o diğer insanlar da nasıl davranacaklarından emin olmak için ilk hareketi sizden bekliyor olabilirler.
Normatif sosyal etki: Duygu, düşünce ve davranışlarımızı sevilme, kabul görme, dışlanmama gibi arzularla değiştiriyor, başkalarına uyduruyorsak burada normatif sosyal etki söz konusudur. Normatif sosyal etki toplumsal hayatın en temel gerçeklerinden biridir. Hepimiz normlara (toplumun kurallarına, beklentilerine) az çok uyarız, hepimizin hayatında kaba tabiriyle “elâlem ne der” kaygısı bir rol oynar, hepimizin kendimizi birine ya da birile- rine beğendirmek için bilinçli ya da bilinçsizce davranışlarımızı değiştirdiği olmuştur. Bir grup ya da bir insan bizim için ne kadar önemliyse üzerimizdeki normatif sosyal etkileri de o derece büyük olur. Eğer normatif sosyal etki olmasaydı, trend ya da moda dediğimiz şeyler de olmazdı.
Normatif sosyal etki çoğu zaman insanların birbirleriyle geçinmesine, toplumun bir arada uyum içinde yaşamasına katkıda bulunur. Ancak bazen birey için bir baskı kaynağı olabilir ya da onu kendisi ya da toplumun geneli için zararlı davranışlarda bulunmaya yöneltebilir. Örneğin eşcinsel bir genç, toplum içinde kabul görmeme ya da ailesi tarafından reddedilme korkusuyla gerçek cinsel kimliğini saklama yoluna gidebilir. Ya da bir genç sigaraya arkadaş grubu içinde, arkadaşlarına “cool” gözükmek ya da onlardan kabul görmek, farklı düşmemek adına başlayabilir.
Normatif sosyal etkinin gücünü gözlerimizin önüne seren en klasik çalışmalardan biri Solomon Asch tarafından 1950’li yıllarda yapılmıştır. Asch çalışmasında deneklere üzerinde üç tane değişik boyda çizgi olan bir kart göstermiş ve onlardan karttaki üç çizgiden hangisinin başka bir karttaki çizgiyle aynı boyda olduğunu belirtmelerini istemiştir (bkz: Şekil 1). Bu hiç zor bir görev değildir, zira çizgilerin uzunlukları birbirinden bariz şekilde farklıdır. Gözünüzde abartılı bir bozukluk olmadığı sürece doğru yanıtı verememeniz için hiçbir sebep yoktur. Ancak ortada şöyle bir durum vardır: Asch çalışmaya katılanları güya gruplar hâlinde test etmektedir ama aslında her grupta yalnızca bir gerçek denek vardır. Geriye kalanlar, Asch’in sorulara yanlış cevap vermeleri konusunda eğitilmiş asistanlarıdır. Gerçek deneğin ise elbette bundan haberi yoktur. Asch’in merak ettiği şudur: Denekler kendi gözlerinin gördüğünü mü söyleyeceklerdir yoksa grubun geri kalanının söylediğini mi?
Grup 18 farklı çift kartla bu çizgi uzunluğu eşleştirme oyununu oynar. Bunun 6’sında grup doğru cevabı verir. Kalan 12’sinde ise gerçek deneğin şaşkın bakışları altında (bkz. Resim 6.1) bariz şekilde yanlış bir cevabı… Asch’in bulduğu şudur: Deneklerin yüzde 77’si bu 12 hileli turdan en azından birinde gruba uyar; kendi gözlerinin gördüğü değil, kulaklarının duyduğu yanıtı verir. Grubun yüzde 32’si (yani neredeyse her üç kişiden biri) ise 12 hileli turun 7’den fazlasında gruba uyar.
Bu çalışmada deneklerin uyma davranışı gösterme sebebi, başkalarının yargılarına daha çok güvenmelerinden (yani bilgilendirici sosyal etki altında kalmalarından) ziyade grup içinde tuhaf kaçmama, “çıkıntılık” yapıyor olmama arzularıdır. Nitekim deneyin başka varyasyonlarında gerçek deneklerden cevaplarını grup içinde sözlü değil de yazılı olarak vermeleri istendiğinde uyma davranışı çok azalmıştır. Keza, gerçek denek dışında bir kişinin bile grubun yanlış cevabına uymaması gerçek deneğin de uymama ihtimalini dramatik bir şekilde arttırmıştır