Din Sosyolojisi

Sosyal Değişmeyi Sağlayıcı Bir Faktör Olarak İslâmiyet

Sosyal Değişmeyi Sağlayıcı Bir Faktör Olarak İslâmiyet

Yukarıda işaret edildiği üzere, bir yandan karşılıklı savaşlar, öte yandan iç karışıklıklar içerisinde bocalayan ve ruhî ve ahlâkî bakım­dan çöküntü içerisinde olan Bizans, Habeşistan ve Sasanî gibi döne­min üç büyük İmparatorluğunun marjında yer alan kabile düzeninde­ki putperest Arabistan’ın Hicaz bölgesinde, milâdî VII. yüzyılda Hz. Peygamber’in evrensel misyonu önderliğinde ortaya çıkmaya başla­yan İslâmiyet, çok kısa zamanda Arabistan’ın sınırlarını aşarak bir yandan Avrupa’ya, öte yandan da Orta Asya ve Hindistan’a uzanan oldukça geniş bir alanda, dünyanın büyük dinî bünyeleri arasındaki yerini alan çok büyük bir dinî ve toplumsal hareketin başlamasına im­kân vermiş bulunmaktadır. Öyle ki, İslâm dininin tarih sahnesinde kendini göstermeye başlamasından bu yana geçen on dört asırlık za­man boyunca Müslüman toplulukların hayatı içerisinde o, çok önem­li değişimlere kaynaklık ettiği gibi, XX. yüzyılın sonlarına erişmiş bu­lunan günümüz dünyasında da o halâ, Müslümanların hayatına bir şe­kilde bir anlam ve yön vermeye devam etmektedir. Böylece, İslâmi­yet’le birlikte, sadece inanç birliğine dayalı bir ümmet oluşmamış, ay­nı zamanda önemli kültür ve medeniyet hamleleri ve değişiklikleri gözlenmiş, ortaya çıkışından itibaren belli bir tutarlılık ve düzen gös­teren ve etkileri ve varlığı şu veya bu şekilde halâ devam eden bir İs­lâm medeniyeti oluşmuş; başlangıçtaki mevcut siyasî, sosyal, sosyo­ekonomik ve kültürel yapılar önemli değişime uğradığı gibi, zamanla yeni şartlar muvacehesinde yeni oluşumlar ve değişimlere şahit olun­muş ve doğrusu bütün bu gelişmeler, değişim ve dönüşümlerde İslâm dini, öteki birçok faktörlerin arasında önemli bir faktör olarak ve hat­tâ bir ölçüde yerine göre değişimin motor gücü olacak biçimde süreç­teki yerini almayı başarmış bulunmaktadır.

Bununla birlikte, özellikle dinî heyecanın yüksek düzeyde olduğu ilk dönemlerdedir ki, biz İslâmiyet’i, Müslüman toplulukların değişi­mi açısından çok daha büyük bir toplumsal dinamizm faktörü olarak bulmaktayız. Bu çerçevede, İslâmî bünye içerisinde ona esas şeklin kazandıran gelişmeler ve kurumlaşmaların ortaya çıktığı ve sonuçta Sünnîliğin egemen olduğu, özellikle başlangıçtan itibaren ilk üç asır­lık dönemin önemine işaret etmek gerekir. Gerçi, İslâmî bünye bun dan sonraki dönemlerde de gelişmesine devam etmiş ve onun bu mü­teakip dönemlerdeki gelişim ve değişim süreçlerinde de din bir şekil­de yerini almıştır. Ancak, müteakip dönemlerde bunun hiçbir zaman ilk dönemlerdeki etkinliğine erişemediği de aşikârdır. Esasen, böyle olduğu içindir ki, bu müteakip dönemlerde gelenekleşme ortaya çıkıp da, bunu aşarak topluma yeni bir canlılık kazandırmak üzere girişilen her yeni hamle veya ihya hareketi sürekli olarak bu ilk dönemlerin di­namizmine yeniden dönüş temasını işleye gelmiştir.

Şüphesiz bu üç asırlık ilk dönem içerisinde de birtakım alt devre­ler ayırt etmek gerekir. Her şeyden önce İslâm’ın ilk ortaya çıkış ve yerleşme dönemi olması bakımından Hz. Peygamber dönemi nev’i şahsına münhasırdır. Milâdî 610 yılında, önemli bir transit ticaret merkezi olan Mekke’de risalede görevlendirilen Hz. Peygamber’in kendisine vahy olunan İlâhî emirleri tebliği yirmi üç yıl sürmüş; İslâm dini ve ümmetinin temeli bu dönemde atılmıştır. Böylece, son on yılı hicreti müteakip Medine’de geçen bu dönem sadece bir tebliğ döne­mi değil, fakat aynı zamanda İslâm ümmetinin ana dokusunun oluş­turulduğu bir ilk kuruluş dönemi olmuştur. Atalarm geleneksel dini ve dünya görüşüne, inançları, değerleri, kültürleri ve hayat tarzına karşı bir tür dinî ve toplumsal tenkit ve protesto şeklinde ortaya çık­tığına ve dolayısıyla da onlara nispetle çok önemli ve değişik unsurla­rı ve yepyeni bir ruhu temsil ettiğine işaret ettiğimiz yeni ve evrensel İslâmî İlâhî mesaj, animist ve putperest inançların ve uygulamaların yer aldığı geleneksel Mekke toplumu yerine Medîne’de kök salmaya başlayınca, bu durum onun için yepyeni bir gelişme döneminin de başlamasma vesile oldu. Öyle ki, araştırıcılar bu yeni durumun, Kur’ân-ı Kerim’in Mekkî ve Medenî âyetlerinin muhtevasında dahi yankısını bulduğuna önemle işaret ediyorlar. Bu son gelişme, Hicreti müteakip on yıllık bir mücadele döneminin sonunda, sadece Mekke dahil Hicaz yöresinin değil fakat hemen hemen bütün Arabistan’ın, Hz. Peygamber’in önderliğinde, Medîne merkez olmak üzere gelişen yeni dinî, ahlâkî, sosyo-kültürel ve politik oluşumun nüfuz dairesine girmesi ile sonuçlandı. Daha Hz. Peygamber döneminde, anlaşılan bu şekli altında İslâm ümmetinin ana karakteri, ilkeleri ve toplumsal do­kusu belirlenmiş bulunmaktaydı. Allah’ın varlık ve birliğine ve Mu- hammed’in O’nun elçisi olduğuna imanı formüle eden Kelime-i Şeha- det, aynı zamanda İslâm dininin özünü de ifade etmekte; yeni dinî cemâat bu temel inanç etrafında şekillenmekteydi. Yeni din, dünyanın sonu, ahiret hayatı ve kişisel ve toplumsal sorumluluklar konusunda da önemli uyarıları içermekte; toplumsal dayanışma ve yardımlaşma gibi yükümlülükler temel esaslar arasında yerlerini almaktaydı. Bu şekli altında yeni dinî cemâat, her şeyden önce dinî inançlara, kişisel ve toplumsal yükümlülüklere dayalı ruhî ve ahlâkî bir karakteri haiz­di. Bu çerçevede, sırf dinî planda İslâmiyet, her şeyden önce animist ve politeist inanç ve uygulamaların yer aldığı bir dinî yapıdan tek Al­lah inancı ve O’nun iradesine teslimiyete dayalı monoteist bir sisteme geçişi ifade etmekteydi. Fakat değişim, aynı zamanda kültürel, siyasal ve toplumsal alanlar gibi hayatın öteki veçhelerini de kapsamaktaydı. Böylece, yeni dinin getirdiği değişim bir bakıma, İslâmiyetin “Cahili- yet” dönemi diye adlandırdığı bir devirden “medeniyet” dönemine bir intikali anlatmaktaydı. Bir başka bakımdan ise onu, “sözlü kül­tür” t dayalı kabile düzeninden “kitabî kültür”e dayalı ümmet yapısın­daki şehir medeniyetine bir geçiş biçiminde tanımlamak da mümkün olmaktadır. Çünkü, her şeyden önce bir şehir ortamında ortaya çık­maya başlamış bulunan İslâmiyet, gittiği her yerde bir şekilde şehirleş­meyi de hızlandırmıştır. Gerçi, kültürel bakımdan İslâmiyet yine de bir bakıma kendisine kadar gelen Arap kültürünü baz almıştır. Ancak, orada önemli değişiklikler ve reformlar da gerçekleştirilmiş ve en önemlisi ona “Tevhid” esasına dayalı yepyeni bir ruh üflenmiş ve kut­sal bir anlam kazandırılmıştır.

Hz. Peygamber’in önderliğinde bu şekilde oluşan yeni dinî cemâat her şeyden önce “karizmatik” bir yapıya sahipti. Bu bakımdan da, Hz. Peygamber’in vefatı, en başta münhasıran dinî âmilin karizmatik gü­cüne dayalı bir yapıda oluşmuş bulunan hemen bütün karizmatik olu­şumlarda gözlendiği gibi, bu ilk Müslüman dinî cemâatin hayatında da önemli bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. Zira, karizmatik bir grup olarak ilk dinî cemâat içerisinde O’nun merkezî yerini doldura­bilecek bir başka kişi mevcut değildir. Her şeyden önce bu olayla bir­likte risalet görevi de sona erdiğine göre, bundan böyle Vahyin Müs­lüman toplumun hayatı içerisindeki doğrudan müdahalesi de söz ko­nusu olmayacaktır. Geriye, Hz. Peygamber’in risalet görevi boyunca kendisine vahy olunan buyrukların toplandığı Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını ifade etmesi sebebiyle önemli bir örnek oluşturan Sünnet’ i kalmış bulunmaktadır. Nitekim onlar müteakip dönemde İslâm ümmeti içerisindeki yerlerini aldılar. Ancak bu, pek çok ve çeşitli nedenlerle, uzun ve karmaşık bir süreçte gerçekleşti ve doğrusu bu arada birçok eğilimler de kendini gösterdi.

Hz. Peygamber’in vefatını müteakip, Onun yerinin doldurulamaz olması sebebiyle ortaya çıkan kritik ortamda liderlik sorunu Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesi ile bir ölçüde aşıldı ve böylece Dört Halife Dönemi denilen intikal dönemi başladı. Hz. Peygamber’in vefatı, ye­ni ümmet için yine de bir çözülme problemini beraberinde sürükle­mekten geri durmadı. Bu çerçevede, birtakım “Ridde” hareketleri zu­hur ederek, bazı kabileler zekât vermeme bahanesi altında isyan bay­rağını çektilerse de, durum çok kısa zamanda kontrol altına alındı ve hattâ özellikle ikinci halife Ömer zamanından itibaren Müslüman toplumun sınırları Arabistan yarımadasının çok daha ötelerine taşmak süreriyle, küçük bir dinî cemâatten büyük bir ümmete ve siyasî bakım­dan da bir şehir devletinden geniş imparatorluğa doğru bir gelişme gözlendi. Bu durum, yeni dinî ümmet içerisinde çok ciddî dönüşüm sorunlarını da beraberinde getirmekte gecikmedi. Gerçi, Raşid Hali­felerin dinamik kişilikleri, birçok sorunun pratik çözümler aracılığı ile halline imkân verdiyse de, hızla değişen toplumun kişileri aşan dönü­şüm sorunları, üçüncü Halife Osman’la birlikte onların çözümü ko­nusundaki ihtilafların gün yüzüne çıkma eğilimi göstermesi ve niha­yet Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile sonuçlandı. Ancak iş orada kalma­dı; yerine geçen Hz. Ali döneminde, Onunla, halifeliğine itiraz eden Muâviye arasında ciddî bir fiilî iç mücadeleye dönüştü ve sonuçta Emevî Devleti denilen ve orada hilafetin babadan oğula geçtiği bir sal­tanata dönüştüğü yeni bir siyasî oluşum ortaya çıktı ve Abbâsîler dö­neminde o otokratik bir karaktere büründü. Bu arada başkent de ön­ce Medîne’deıı önce Kûfe’ye, sonra Şam’a, ve daha sonra da Bağdat’a intikal etti.

Bütün bu gelişme ve değişme ortamında, İslâm ümmetinin müte­akip gelişmeleri ile ilgili ilk tohumların atıldığına da önemle işaret et­mek gerekir. Bir kere, öteden beri çoğunlukla göçebeliğe dayalı bir kabile düzeninde yaşaya gelen Arapların giderek merkezileşen, şehir- leşen ve imparatorluğa dönüşen yeni yapıya uyumları önemli sorun­ları içermekteydi. Üstelik, başta Mekke halkı olmak üzere çok daha önceden şehir hayatına alışkın çevreler dahi yeni duruma uyum sağ­lamakta zorlandılar ve ciddî sorunlara yol açtılar. Nitekim, Mekkeli klanların kökü İslâmiyet öncesine uzanan kendi iç çatışmaları, hilafet ortamında bir iktidar mücadelesine dönüştüğü gibi, taraflar belli grupları da arkalarına almak süreriyle ihtilafları genişlettiler. Böylece, İslâmiyet’te mezhebî gelişmeler, öteki birçok büyük dinî bünyede gö­rülenin tersine, temelde inanç ve ibadetle ilgili sırf dinî nedenlerden değil de, yönetime dayalı siyasî ihtilaflardan kaynaklandılar ve dinî unsurlar oraya zamanla dahil edilmek sûretiyle sonunda dinî anlam ve renge büründüler. Bu bakımdan, bir ilk dönemde İslâmiyet, Arabis­tan’daki yerleşik din ve düzene karşı bir dinî ve toplumsal protesto görünümü altında ortaya çıkmışken, özellikle Medîne döneminden başlayarak biz onu, giderek genişleyen ve gelişen yeni dinî cemâat içe­risinde düzeni sağlamak üzere, güçlü bir bütünleşme faktörü rolünü oynarken görmekteyiz. Onun bu istikrar fonksiyonu, dinî cemâatin sınırları genişleyip de o bir büyük ümmet hüviyetini kazanmaya baş­ladıkça daha da arttı. Nitekim, hızla gelişen ve değişen toplumsal bünyede düzen ve istikrarı sağlamak amacıyla Emevîler bir reel poli­tikaya yöneldiler ve bunu sağlamak üzere giderek merkeziyetçi bir an­lamda dinin desteğini de arkalarına almayı ihmal etmediler. Böylece, İslâmiyet’te dinî kurumlaşma merkeziyetçi bir devlet ve hattâ impara­torluk bünyesine uygun bir ümmet yapısında şekillenmeye başladı.

Esasen, bu yönde ilk gelişmeler, daha Dört Halife Döneminde kendini göstermişti. Zira, yeni dinin yayılıp mensuplarının artması ve üstelik önceden çeşitli klan, kabile, bölge, ülke, kültür, medeniyet, felsefe, zihniyet, ahlâk, örf ve âdet, inanç ve dinlere mensup kimsele­rin, büyük bir dinî cemâat yapısı içerisinde bir ümmet birliği çerçeve­sinde yeniden bütünleştirilmesi sorununu da beraberinde getirmekte, üstelik sür’atle gelişen bünyede geleneksel kültür bu hali ile, ne ahlâ­kî ne dinî ne siyasî ne ekonomik ne hukukî ve ne de kültürel hiçbir probleme çözüm üretebilecek durumda görünmemekteydi. Bunun için yeni dinin kurumlaşması ve bunu sağlamak için de bilimsel bir ge­lişmeye ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu amaçla önce Kur’ân vahiyleri bir Mushaf halinde toplandı. Kur’ân-ı Kerim’in kıraati ve yorumu yeni bilimsel gelişmelere imkân verebilirdi. İnsanların Tanrı ile ve birbirle- riyle olan ilişkilerinin düzenlenmesi, yönetimin, ailevî ve toplumsal hayatın, ticaretin ve ekonomik hayatın öteki faaliyetlerinin, hızla ge­lişen ve değişen bünyede yeniden şekillenmesi ve düzenlemelerin ku­rumlaşması gerekmekteydi. Üstelik bunlar, İslâm ümmeti içerisinde ciddî sorunlara da yol açabilmekteydi. Hz. Peygamber döneminde va­hiy ve Peygamber’in önderliği etrafında sorunlar çözüme kavuşuyor­du. Bu yeni dönemde ise bir süre durum, teknik bir terimle “yaşayan Sünnet” şeklinde adlandırılan ve önceki dönemden intikal eden bir fi­ilî gelenekle çözümlenmek süreriyle devam etti. Bu çerçevede meselâ biz Arapların ta İslâm öncesi döneme uzanan ve ihtilafların çözümün­de başvurulan “hakemlik” kurumunun varlığını sürdürdüğünü, ancak onun yeni durum ve şartlarda gelişme ve değişme yoluyla yeni bir şe­kilde kurumlaşmak üzere istihale içerisinde olduğunu görmekteyiz. Hızla değişen bünye ve büyüyen sorunlar, çok çeşitli alanlarda, yeni birçok düzenlemeleri zorunlu hale getirdi ve işte İslâm’da ilim hare­keti, hızla gelişen ve değişen bir toplumun sorunlarının, yeni dinin di­namik ruhu çerçevesinde bir çözüme kavuşturulması ihtiyacından kaynaklandı. Bilindiği gibi, Tefsir ve Ftkth ilimleri ilk dönemin şartla­rında Medine’de filizlenmeye başladılar. Kelâm ilminin ilk tohumları ise Sıffin’de atıldı. Başlangıçta Fıkıh, külli bir ilim hüviyetinde şekil­lenme eğilimindeydi. Ancak, Hadis, Kıraat, Tefsir, Kelâm, Tasavvuf, Lügat, Gramer gibi bilimler bu külli eğilimden kısa sürede farklılaşa­rak gelişme yolunu tuttular ve bütün bu gelişmelerde İslâm dini ve onun getirdiği dinamik ruh çok önemli bir rol oynadı. Hattâ, bu çer­çevede denebilir ki bir ölçüde bütün İslâm ilmi temelde Kur’ân-ı Ke­rim’den kaynaklanmak süreriyle bir gelişme göstermiştir. Şüphesiz, böylesine bir gelişme sürecinde, öteki dış etkenler de kendilerine dü­şen rolü oynamaktan geri durmamışlardır. Meselâ Felsefe, Abbâsîler döneminde, üçüncü hicri yüzyıldan itibaren, antik Yunan filozofların­dan yapılan tercüme faaliyetleri ile başlama imkânına erişti. Bu dö­nemde henüz Felsefe, serbest düşünceyi temsil etmemekteydi. Bir an­lamda dönemin serbest düşüncesi, Zerdüştlük, Mani dini, vs. İran et­kilerini yansıtmakta olan Zenâdıka tarafından temsil edilmekteydi. Anlaşılan İslâm filozofları, Helenistik felsefeden öğrendiklerini Şeriat ile karşılaştırmak sûretiyle, bu ikisi arasında bir uzlaşma arayışı için­deydiler. Her halükârda, bu şekli altında felsefe ilk planda geleneksel ve muhafazakâr çevreden öyle pek şiddetli reaksiyonlar almadı. Nite­kim, halife Mütevekkil döneminde filozof el-Kindfye gösterilen tep­ki, onun Mu’tezile ile olan ilişkisi ve dostluğundan kaynaklanmaktay­dı. Kısacası, bu dönemlerdeki bilimsel gelişme, aynı zamanda edebi­yat, kültür ve medeniyetin inkişâfına; eğitim, felsefe, sanayi, teknolo­ji, güzel sanatlar, mimari, ekonomi ve özellikle ticaret gibi çok çeşitli alanlardaki önemli gelişmelere ve bir şehir medeniyetinin oluşumuna ve gelişimine, adetâ bir Islâm hümanizminin şekillenmesine imkân vermiş; böylece dinin merkezî bir konumda yer aldığı bir süreçte şe­killenen İslâm medeniyeti, Abbâsî hilafetinin ortalarında doruk nok­tasına erişmiştir.