Sosyal Değişmenin Din Üzerindeki Etkileri
Sosyal Değişmenin Din Üzerindeki Etkileri
Dinle sosyal değişmenin karşılıklı ilişkileri bakımından üzerinde durmamız gereken önemli bir konu da sosyal değişme olayının din üzerindeki etkileri meselesidir. Öyle ki, sosyal determinizme taraftar olanlardan bazıları, bu bakış açısından hareketle dini tamamen sosyal değişme olayının bir sonucu olarak görmekte ve böyle olunca da sosyal değişmenin din üzerindeki etkileri meselesi çok daha önemli ve kritik bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her ne kadar, orijinal bir mukaddes tecrübe olarak din, geleneksel toplumda yaratıcı bir hamle şeklinde tezahür etmekte ve bu gücünü koruduğu müddetçe önemli sosyal değişmeleri beraberinde getirmekte ise de, Fransız filozofu Bergson’un da gayet yerinde teşhisi ile bu ancak, böylesine bir değişmeye “açık”, dinamik toplumda mümkün olmaktadır. Tersine “kapalı” ve statik toplumlar bu “yaratıcı tekâmül” hamlesini kabûle müsait değildirler. Gerçekten de, Bergson’un bu tespitinin ışığında, insanlık tarihinin yaratıcı dinî gelişme dönemlerine göz attığımızda onların düzenli barış ve huzurun yerine toplumsal karışıklıkla karakterize olduklarını ve esasen toplumla ilgili en önemli fikirlerin de bu tür sosyal buhran zamanlarında ortaya çıktığını görmekteyiz. Meselâ Çin’de Konfüçyanizm’in ortaya çıkışı ve yerleşmesi orada hızlı bir sosyal değişme, düzensizlik ve hattâ feodal prensliklerin çatışma döneminde olmuştur. Keza Hindistan’da felsefî Brahmanizm’in ve Budizm’in başlangıçları, orada birçok dahilî çekişmelerin, Arîlerle yerli halklar arasındaki çatışmaların, feodal savaşlarm ve Brahmanlarla Kşatriyaların toplumsal nüfüz mücadelelerinin şiddetlendiği dönemlere rastlamaktadır. İsrail kavmi içerisinde peygamberi hareketin gelişmesi ile ülkenin Mezopotamya’daki güç tarafından tehdit altına alınması arasındaki paralelliğe de işaret etmek gerekir. Bunun gibi, Hıristiyanlığın da, Roma hakimiyetindeki Yahudi toplumunda doğduğunu belirtelim. Nihayet, Türkiye’de din sosyolojisine ilk ciddî alâkayı duyan Ziya Gökalp de, İslâmiyet’in ortaya çıktığı dönemde Arabistan’ın, bir yandan Bizans, bir yandan Sasanî ve bir yandan da Habeşistan imparatorluklarının hâkimiyet tehdidi altında bulunduğuna ve özellikle ‘Fil Vak’ası’nın Hicaz yöresini nasıl tedirgin ettiğine ve işte İslâmiyet’in böylesine bir değişme ortamında ortaya çıkıp geliştiğine işaret etmektedir.
Esasen din, orijinal temel dinî tecrübesine bağlılık itibariyle ne kadar muhafazakâr bir özellik taşırsa taşısın, yine de onun zaman içerisinde toplumda ortaya çıkan ve gerçekleşen köklü değişikliklerden etkilendiği muhakkaktır. Nitekim İslâmiyet’te “Ezmamn tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü’’’ prensip olarak kabul edilmektedir. Öyle ki, bütün dinler, insan topluluklarını göçebelikten yerleşikliğe, sitelerden imparatorluklara, kırsal kültürler ve medeniyetlerden sanayi toplum- larına geçiren büyük ve köklü değişikliklerden etkilenmişlerdir. İşte bu şekildedir ki, klâsik etnoloji bize dinî sistemlerle hayat tarzları arasında bir korelasyonun bulunduğunu öğretmektedir. Böylece avcılar ile ziraatçıların dinî sistemlerinin, her birinin kendine mahsus hayat tarzlarının izlerini taşıdıkları bilinmektedir. Hattâ insan hayatı ve özellikle de onun maddî hayatında meydana gelen her olaym ve yeniliğin ya da değişmenin beşerî dinî tecrübe üzerinde yankılar uyandırdığına da şüphe yoktur. Ziraatçılığın, ziraatçılık-öncesi toplumlarda hiçbir şekilde ortaya çıkmasına imkân bulunmayan dinî gelişmelere imkân vermesinin tipik bir örneğini Zerdüşt dini bize sunmakta, böylece orada önceki dönemin kanlı kurban ayinlerinden vazgeçiş manevî bir yükselme disiplinine dönüşmektedir, birçok ilkel kültürlerde ve meselâ Amerikan yerlileri arasında yeni dinî hareketlerin ve mezheplerin gelişmesi ve çeşitli toplumlarda meydana gelen dinî değişmelerin, en azından kısmen, toplumsal şartlarda meydana gelen temel değişmelerle ilişkili olduklarını belirtmeliyiz. Yahudiliğin, büyüsel inanç ve uygulamalarla karışık bir tür kabile dininden monoteist ve üniver- salist bir din haline inkılâp edişini de ancak, onun bu gelişmesinin içinde vukû bulduğu toplumsal güçler ve sosyal muhteva ile ilişkilerinin incelenmesi sûretiyle tam anlamıyla anlaşılması mümkün olmaktadır. Keza Hıristiyanlık da içinde geliştiği sosyal şartlardan ve değişmelerden güçlü bir biçimde etkilendi. Tarihî araştırmalar, Hıristiyanlık’taki birçok unsurların Eski Dünyanın inançları, mitolojileri, pratikleri ve kültürleri içerisinde önceden var olduğunu bize göstermektedirler. Öteki bir kısım doktrinler ve uygulamalar ise bu dinin müteakip gelişmeleri boyunca ona ilâve olundular. İşte bu şekildedir ki meselâ, birçok Hıristiyan kutsal günlerinin menşelerini önceki dönemlerden aldıkları bilinmektedir. Eski mister kültlerinin, antik Yunan felsefesinin ve özellikle de Stoacılığın ve Yahudiliğin, Hıristiyanlığın oluşumu ve gelişimi üzerindeki tesirleri oldukça açıktır. Bu anlamda Hıristiyanlığı, bu kanallardan ve üzerinde yerleştiği Roma medeniyetinden aldığı etkilerin, zaman içerisinde ortaya çıkan değişme ve gelişmelerle olgunlaşan bir tür sentezi olarak idrâk etmek gerekir. Üstelik zamanla değişen sosyal şartlar bu din içerisinde ister akide alanında isterse ibadet ve teşkilat alanında olsun yeni birçok anlayışların, mezheplerin, ekollerin ve fikir akımlarının ortaya çıkışına imkân vermiştir. Aynı durumu başka dinlerde, Budizm, Hinduizm, Konfüçyanizm ve İslâmiyet’te de gözlemek mümkündür.
Modern sanayi medeniyetinin, tüm toplumlar ve dinlere, ne denli köklü toplumsal değişme ve uyum problemlerini empoze ettiğini son birkaç yüzyıldan bu yana canlı bir tarih ve sosyoloji olarak bütün insanlık yaşadı ve yaşamaya devam etmektedir. Zira, geleneksel toplum ve onun hayat tarzına nispetle oldukça yeni ve değişik bir yaşam, insan ve toplum anlayışı ve dünya görüşünü beraberinde getiren modern medeniyet, böylece başta sanayileşmiş Batı ülkeleri olmak üzere, dünyanm tüm toplumlarının geleneksel yapısını, kültürünü ve dünya görüşünü derinden etkiledi. Bu etkiler, dünyanm tüm toplumlarının geleneksel ve kurumlaşmış dinî inançları, uygulamaları, normları, değerleri ve kültürleri üzerinde de çok derin yankılar uyandırdılar. Böylece, sanayileşme, modern bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sosyoekonomik değişmeler, hızlı nüfus artışı, kentleşme, modern eğitim- öğretim ve kitle iletişim ve ulaşım araçlarının dünya ölçüsünde yaygınlık kazanması, toplumsal hareketliliğin eskiye nispetle çok büyük oranlarda artışı, vb. değişimler, dünyanm tüm toplumlarının geleneksel yapısını, organizasyonunun, kültürünü ve inançlarını derinden etkiledi. Bu çerçevede, hemen bütün dünyanm toplumlarının geleneksel ve kurumlaşmış dinî inançları, uygulamaları, teşkilatları, kuramları, normları, değerleri ve otoritelerinde çok önemli ve köklü değişimler gözlendi. Her şeyden önce, klan ve kabile türü yahut en çok millete kadar varan geleneksel toplumların dinleri çok büyük ölçüde evrensel karakterli büyük dinlere yerlerini bıraktılar ve ancak onların bünyesi içinde bir alt-kültür olarak varlıklarını sürdürebildiler. Bu durum dünyanın dinî haritasında önceki dönemlere nispetle oldukça büyük değişikliklere imkân verdi. Öte yandan çağdaşlaşma, geleneksel ve kurumlaşmış dinî bünyeleri de önemli değişim ve uyum problemleri ile karşı karşıya bıraktı. Böylece geleneksel dinî tutumlar, davranışlar ve dünya görüşleri altüst oldu. Geleneksel dine olan ilgisizlik ve sekülarizasyon modern dönemin toplumlarının çok önemli adaptasyon sorunları arasında yer aldılar. Esasen modern toplumun böylesi- ne köklü uyum sorunları aynı zamanda uyumsuzluklar ve başka anomalileri de beraberinde getirmekten geri durmadı. Böylece, hızla modernleşen ve hattâ bir görüşe göre sanayi ötesi toplum tipine yönelmiş bulunan Batı toplumlarına nisbetle aynı ölçüde sanayileşemeyen ancak toplumsal yapıları artık geleneksel kategorisinde de değerlen- dirilemeyecek olan, zira çok köklü ve hızlı değişim ve dönüşüm sorunları ile karşı karşıya bulunan dünyanın öteki toplumları da, bu tür uyum ve uyumsuzluklar ve bunlara bağlı olarak kendini gösteren anomalilere ve çelişkilere daha fazla maruz kalmaya başladılar. Zira, hızlı değişim, onların geleneksel yapısını, inançlarını ve değerlerini daha köklü ve çarpık biçimde etkiledi. Böylece, bu toplumlarda türlü değişim ve dönüşüm sorunları arasında hızlı nüfus artışı, iç ve dış göç, gecekondulaşma, kültürel kimlik problemleri geleneksel dinî anlayışlarla ilişkili olarak çok köklü sorunları beraberinde getirdiler. Öyle ki, özellikle Türkiye’miz gibi son zamanlarda çok hızlı toplumsal değişme ve uyum sorunlarıyla karşı karşıya bulunan toplumlarda problem, bilhassa Din Sosyolojisinin incelemeleri açısından oldukça canlı ve ilginç bir manzara arz etmektedir. Bununla birlikte, bilimi ve bu çerçevede sosyolojiyi ve özelikle de Din Sosyolojisini, toplumsal gerçekliğin ve özellikle de yaşanan toplumsal gerçekliğin bilimsel yöntemlerle dinamik bir incelenmesi şeklinde bir türlü dinamik bir zihniyetle kavrayamayan ve bu nedenle de yeni yaklaşım yolları ve metodoloji arayışları ve bunun toplumsal gerçekliğe uygulanması dinamizmini gösteremeyerek, bilimi sadece kitaplardan elde edilen hazır bir “ma- lumât yığmt” zanneden durgun ve hantal zihniyet, bu değişim ve dönüşümleri idrâkte de aciz ve seyirci kalmakta ve tabiidir ki, karşı karşıya kalınan sorunlara da en çok yüzeysel, taklitçi ve hattâ “sahte” çözümler üretebilmektedir.
Burada örnekleri çoğaltmaksızın, önemle ve ısrarla belirtmemiz gereken husus şudur ki, sosyal değişme ve din ilişkileri bakımından, gördüğümüz gibi, bir yönüyle din, menşeî dinî tecrübeye ve onun ifadesi olan mukaddes metinlere bağlılık olmak itibariyle değişmeye engel oluştururken, öte yandan o, yine bu menşeî tecrübenin içinde bulunduğu dinamik ruh sayesinde yerine göre sosyal değişmenin aslî kaynağı fonksiyonunu üstlenmekte ve nihayet zamanla toplumda ortaya çıkan sosyal değişmelerin dinî yaşayış üzerinde yankıları olmaktadır. Her yeni din, içinden neşet ettiği siyasî , sosyal, ekonomik ve kültürel sınırların ötesine taştığı andan itibaren, yeni şartlara uyum sağlamak zorunda kalmaktadır. Bu gelişmeye paralel olarak, yeni ve farklı dinî eğilim ve şekiller ortaya çıkmakta ve bunlar geleneksel temayül, yaşayış ve formlarla çatışmaya girişmektedirler ki bu durumların türlü örneklerini, hemen bütün büyük dinî bünyeler, tarihlerinin çeşitli dönemlerinde bize sıklıkla sunuyorlar. Meselâ Budizm, doğum yeri olan Hindistan’ın sınırları dışına taşarak Çin’e, Tibet’e ve Japonya’ya ulaştığı andan itibaren, yeni kültürlere adaptasyonun tipik örneklerini sunmuştur. Çin Budizmi, Lamaizm ve Zen Budizmi gibi Budist oluşumlar, işte bu şekilde doğmuşlardır. İslâmiyet’in menşeî sınırları dışına taşması sonucu, İran, Kuzey Afrika ve Zenci Afrika, Türk Dünyası, Hindistan ve Uzak Doğu’da oluşan dinî-kültürel farklılaşmalar da bunun İslâm dünyasındaki değişik örnekleri olarak zikredilebilirler. Keza Hıristiyanlık da, gerek tarihi içerisinde ve gerekse de günümüzde bu durumun çok çeşitli örneklerini bize sunmaktadır.
Din ve değişme arasındaki ilişkiler ve özelikle de toplumsal değişmenin yerleşik dinî yapılar, kurumlar, inançlar, uygulamalar ve kültür üzerindeki etkileri yalnıza birtakım uyum ve uyumsuzluklar ve bunların beraberinde sürüklediği birtakım çelişkiler şeklinde olmamakta, değişim aynı zamanda dinî cemâat ve grupların veya bünye ve oluşumların kendi aralarındaki birtakım çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Özellikle çeşitli etkenler ve değişim süreçleri çerçevesinde dinî bakımdan mütecanisliğini yitirmeye başlayan bir toplumda, gerek aynı bir dinin çeşitli cemâat, grup, akım, yorum ve mezhepleri gerekse de farklı dinî bünye ve cemâatlerin arasındaki çatışmaların örneklerini din tarihi çok çeşitli örnekleri aracılığı ile bize sunduğu gibi, günümüz toplumlarında da bunun örnekleri eksik değildir.
Burada, toplumsal değişmenin din üzerindeki tüm etkilerini ele alıp enine boyuna tahlil etme imkânımız bulunmamakta; bu nedenle yalnızca onun önemli bazı noktalarına işaret etmekle yetinmekteyiz. Öte yandan, önemine binaen, özellikle sosyal değişmenin din üzerindeki etkilerine bakarak dini, belli bir sosyal determinizm anlayışından hareketle toplumsal değişmelerin salt bir sonucu saymaya veya münhasıran onlar tarafından belirlendiğini öne sürmeye de imkân bulunmadığım belirtmeliyiz. Doğrusu, din ve değişme arasındaki ilişkiler ve bu çerçevede toplumsal değişmenin din üzerindeki etkileri karşılıklı birtakım etkileşim süreçleri manzumesinde kalmaktadır. Zira, din ve dinî hayat üzerinde harici değişme ve istihale faktörlerinin yanı sıra iç faktörlerin de etkisi mevcuttur ve hattâ diyebiliriz ki dinî tecrübe ve orada ortaya çıkan değişme ve gelişmeler temelde yine de bu dahilî dinamiklerine göre belirlenmektedirler. Çünkü din, temelinde kutsiyet âleminden kaynağını almaktadır ve bu kaynak aslında beşer üstü bir âleme aittir. Bununla birlikte, dünyevî olarak konuya baktığımızda, insan toplumlarında dinî olay, büyük din fenomenoloğu M. Eliade’ın da belirttiği gibi[1] hiçbir zaman “saf’ (pur) şekilde vücût bulunmamaktadır. Bu anlamda “katıksız” dinî olay mevcut değildir. Beşerî bir fenomen olarak din bir toplum olayıdır ve onun filolojik, ekonomik, kültürel, vs. yönleri de bulunmaktadır. Keza, bir toplum olayı olarak din, elbette ki toplum içerisinde vukû bulan toplumsal olaylar ve değişmelerden de etkilenecektir. Ancak, bu karşılıklı etki ve tepkilere bakarak dini, öteki toplum olaylarına ve sosyal fonksiyonlarına irca etmeye kalkışmak veya onların basit bir sonucu olarak görmek istemek, H. Po- incare’ye göre, fili yalnızca mikroskop altında inceleyerek onu yeterince tanıdığını iddia etmeye benzeyecektir. Zira, mikroskop, bize sadece hücrelerin yapısı ve mekanizmasını gösterir; halbuki, çok hücreli organizmaların hepsinde yapı ve mekanizma aynıdır. Şu halde, fili ancak fil olarak idrâk etmek gerektiği gibi dini de biz ancak spesifik bir dinî olay olarak incelediğimizde tam olarak kavrayabiliriz.
[1] M. Eliade, 7raite d’Histoire des Religions, Paris: Payot, 1974, s. 11.