SOSYAL DEĞİŞME
SOSYAL DEĞİŞME
Sosyal değişine;
sosyal yapılar, alışkanlıklar ya da bir toplumun yapısının önceki
durumlarından gözlemlenebilir bir farklılık arzetmesine işaret eden bir
kavramdır.
Sosyal değişme her
toplumda onaya çıkan birşey olmakla
birlikte, çoğu toplumların mensuptan, hem istikrarı bozmanın, hem de ö/ellikle
süreksizlik arzeden ve hızlı değişim dönemlerinde, değişimin olmadığı normal
döneme dönmenin istenilir ve mümkün olduğunu düşünmekle kendilerini aldatırlar.
Değişmenin tek bir kaynağı yoktur, fakat hemen sosyal hayatın tüm yönleri şu
veya bu zamanda geri dönülmesi mümkün olmayan bir değişim üretirler. Fakat zaman
geçtikçe değişmenin bazı nedenleri özellikle Önem kazanır.
Ekolojik değişimler ve
nüfusun yarattığı değişmeler, ya da iklim ve topografide meydana gelen kısa ve
uzun vadeli (çevrim-sel) değişimler de sosyal değişmeyi etkiler. Avcılık ve
toplayıcılıktan tarıma geçiş, muhtemelen, buzul çağının sona erişinin yarattığı
nüfus patlaması ve iklim değişikliklerinin sonucunda olmuştu.
Nüfus büyümesi, iklim
değişmesi olmaksızın da er ya da geç yeni üretim teknikleri ve ciddi mahalli
kalabalıklaşma, ya da genellikle bunların birlikte gelişmesini kamçılar. Öyle
görünüyor ki, nüfus artışı coğrafi bakımdan sınırlı olsa da, verimli araziler
insanlığın sosyal tarihindeki en büyük tek örgütsel değişikliğin, yaklaşık
5.000 yıl önce ilk devletlerin kurulmasına imkân verdi.
Ekolojik (dolayısıyla
demografik) değişme, teknolojik değişme ve siyasal değişme, geçmişte ve bugün
olan genel sosyal değişmenin en önemli nedenleridirler.
Kültürler, sosyal
eyleme rehberlik eden fikirler, adetler ve davranış kuralları dizilerini içerirler.
Toplumlar değiştikçe kültürler de kendilerini değişime uyarlarlar. Fakat fikir
ve adetlerin kendilerine mahsus bir hayatları vardır, insanlar kendi amaçlan
için
bu fikir ve adetlere
bağlıdırlar. Yerleşik usullere bu genel ideolojik bağlanma, istikrar
yanılsaması ve değişim isteğini doğurur. Kültürler değişse de, bazen güçlü,
bazen de zayıf olan değişime direnen unsurlar daima mevcut olmuştur ve bir
toplumdaki maddi değişmelere uyarlanmayı önceden tahmin etmek güçtür. Maddi
değişimlerle korelasyonlara dayanan farazi sosyal değişme yasaları kültürel
benzersizliğin (unignass) kayalarına çarpar. Bu demek değildir kî, nihai
değişme yasaları maddi değildir; tersine bu kültür, maddi olarak elde edilse
de, sosyal değişmenin yönü ve hızını belirlemede kısmen bağımsız bir rol
oynadığı anlamına gelir.
Sosyal değişmeyi
anlamanın tek yöntemi, toplumların ekolojik, siyasi, iktisadi ve kültürel
tarihleri arasındaki karmaşık etkileşimleri incelemektir. Spesifik ve
ayrıntılı sosyal tarihler, değişimin benzersiz kalıplarım aydınlatmak kadar,
genel sonuçlar ve tekbiçimlilikleri bulmak için de karşılaştırmalı bir şekilde
kullanılabilir. Tarihi gelişigüzel okumalardan elde edilmiş soyut teoriler
bize pek bir şey söylemez. Her türlü değişmenin önceden tayin edilmişliği
üzerinde duran katı evrimci teoriler, kısır sonuçlara götürürler.
Sosyal değişmeyi
tanımlamak için bu ne zorunlu, ne de yararlı bir yöntemdir. Kol-lektif
hayatlarını yaşarken düzenli bir biçimde organize edilmiş insan gruplarının
normal olarak yaptığı veya düşündüğü her şey, sosyal bir sistemi oluşturur.
Böyle bir sistemdeki herhangi bir değişme, birkaç olaya özgü olmaktan çıkıp
tekrarlanan bir mahiyet kazanınca, sosyal değişme meydana gelir. Böyle bir
tanım geniş ve dar kapsamlı değişmeler arasında bir ayrım gözetmez ve çoğu
kritik değişmenin nasıl ve niçin meydana geldiğini ve gelecekte de meydana
gelip gelmeyeceğini anlamak suretiyle, bunun yapılması daha ilginç olmaktadır.
Sosyal yapıdaki en
önemli dönüşümler, yerleşik tarımın benimsenmesinin ürünü olan teknolojik
devrim; devletlerin doğusuyla birlikle gelişen organizasyonlarda devrim; ve
çok daha yakın, fakat henüz tamamlanmamış olan modernizasyon terimiyle İfade
edilen düşünce, teknoloji ve siyasetin dönüşümü olmuştur. Son olarak ifade
edilen değişim, değişim öğrencilerini en çok sıkıntıya sokan konudur.
Max Wcber
çalışmalarını, Rönesans ve Reform’dan sanayi devrimine kadar uzanan
değişmelerin niçin -Çin, Hind, Müslüman Yakın ve Ortadoğu, ya da daha eski
olarak Roma imparatorluğu gibi- diğer büyük tarımsal medeniyetlerde değil de,
Batı Avrupa’nın bir kısmında meydana geldiğini araştırmaya tahsis etmiştir.
Onun bu medeniyetlerin tarihlerine ve dinleriyle açıklanan kültürlerinin
karşılaştırılmasına dayanan cevabı, sosyal hayata, tabiata ve kâinata ilişkin
planlı, rasyonel açıklamalara yönelik dürtünün sadece Batı’da ortaya çıkağı
şeklindeydi.
Weber tarafından ancak
kısmen ele alınmış olan asit sorun, bu dürtünün kaynağını tesbit etmektir.
Yunan felsefesinin rasyonel şüpheciliğinden mi, Roma hukukunun normatif ve
kapsamlı gelişiminden mi, yoksa bizzat Yahudiliğin, Yunan felsefesinin ve Roma
hukukunun bir ürünü olan Hıristiyan teolojisi ve kilise organizasyonundan mı
kaynaklanmıştı? Fakat aynı kültürel güçlerden etkilenmiş olan islâm’da niçin
bu rasyo-nelleştiricİ dürtü ortaya çıkmamıştı? O, niçin karmaşık bürokratik
organizasyonlara ve kadim felsefi geleneklere sahip Do-ğu’nun büyük
imparatorluklarında görülmemişti?
Weberci ve Marksist
sosyolojiyle tutarlı bir cevap, Ortaçağlarda Avrupa’nın ekolojik ve siyasal
çevresi, tüccar seçkinler için veya onlar tarafından kurulmuş olan güçlü
bağımsız kentlerin gelişimine, diğerlerinden daha elverişli olmasıydı.
Tüccarlar ve kent zanaatkarları her yerde köylüler, savaşçılar ya da saray görevlilerinden
daha rasyonel ve hesap-kitapçı olma eğilimin-deydiler. Onlar kusursuz biçimde
olmasa da, ölçüp, sayılıp dökülecek maddelerle, önceden tahmin edilebilir
şekillerde mani-pule edilebilen mallarla, önceden kestirile-bilen kârlarla
ilgiliydiler. Öte yandan köylüler kaprisli bir tabiata sahip ve zorba soylular
ve devletlerin önlenebilir ve seçkinlerin karşısında yer alır ve kontrol
edilme ümidi pek yoktu. Sihir ve hurafeye inanç ile tevekkül, köylü düşüncesini
karakterize etmekteydiler. Diğer yandan savaşçı ahlâkı, aklî olmayan
(irrasyonel) şiddetin patlak vermesi ve kentli İnsanın küçük hesaplar peşindeki
ahlakıyla keskin bir zıtlık teşkil
eden
büyük………………………belirgindir.
Fakat büyük Çin
imparatorluklarını yöneten bürokratik seçkinler de rasyonel bir sorumluluk
ahlâkı ve insanları hesaba döküp manipule etme yeteneği geliştirmişlerdir.
Batıdaki kilise görevlileri de benzer bir düşünce tarzı geliştirmiş, fakat
bunun salt sosyal konularla ilgili olması ve üretimle veya üretimin teknik
yanlarıyla ilgili olmaması dolayısıyla, onlar burjuvazinin deneysel bilimin
gelişmesine pek dostça bakmadılar. Özellikle Çin’in Konfüçyüs’çu bürokratları
arasındaki durum buydu.
Batıda güçlü bir
burjuvazi ahlâkının doğuşuna yol açan hadiselerin ayrıntılarına girmek ciltler
alır, fakat çeşitli büyük medeniyetlerde farklı sonuçlar doğuran değişik
siyasal ve ekonomik konbinezonlann ana hatlarını burada vermek mümkündür.
Avrupa’da IX.
yüzyıldan XII. yüzyılda dek süren feodal anarşi, bağımsız kentlerin doğmasına
elverişli bir zemin hazırladı. Daha sonra krallar, kralın iktidarına karşı
mücadele eden feodal güçleri altetmelerin-de kendilerine yardımcı olacak
burjuvazinin ekonomik imkânlarından ve idarecilik tecrübesinden yararlandı ve
aynı zamanda da idare mekanizmasının diğer kaynağını oluşturan kilise
karşısında da kontrolü elinde tutmaya çalıştı. XIV. yüzyıl dolaylarında
soylular ve kilisenin yanısıra kentler de kendisinden güçlü devletler çıkan
siyasal uzlaşmadaki unsurlardan biri olmuştu, tn-giliere, Fransa ve Almanya’da
kentler hatırı sayılır siyasal ve kültürel bağımsızlığı taşıyacak durumdaydı.
Birleşik bir Habsburg Emperyal ve Papalığın birleştiği tek yer, mali bakımdan
harap vaziyette olan ve fikren ortodoks kemikleşmeye dönüşmeye zorlanan kentler
oldu. Bu İberya’mn niçin Avrupa’nın ilgisine mazhar olamadığım ve niçin Kuzey
italya’nın -ki Rönesansın en özerk ve ilerici şehirlerine kaynaklık etmiştir-
XVI. ve XVII. yüzyıllardaki Güney Av-rupa’daki sefalete ve fikri alakasızlığa
gömüldüğünü açıklar.
Protestanlığın; kralın
iktidarının nisbe-ten zayıf, kentlerin İse güçlü olduğu bölgelerde neşvü nema
bulması ve daha sonraki iktisadi ve bilimsel ilerleme ile ilişkili olmaya
başlaması tesadüfi değildir. Tüm gerçek tarihsel hadiselerin birleştiği
güney-ba-tı Avrupa’nın bu ücra köşesinde, yani İngiîtere ve Hollanda’da
başlayan ticarî ve bilimsel ilerleme de XVIII. yüzyıl sonlarındaki ilk sanayi
devrimine yol açmış olması şaşırtıcı değildir.
Yakın Doğu’da ise,
kentleri sürekli fethedip yağmalayan, kentlerin semeresinde-ki topraklan soyan
ve sulama amaçlı çalışmalarını tahrip eden step göçebelerinin mevcudiyeti,
ekonomik ve demografik açıdan güçsüz bir toplum yaratılması sonucunu doğurdu.
Kültürler, islâm düşüncesinin altın çağını karakterize etmiş olan akılcı ve
açık tavırdan çok, bozulmaya (yozlaşmaya) elverişli tevekkül ve içe dönük
mistisizmi düşünmeye adapte oldu.
Çin’de parçalanan Han
imparatorluğu (III. yüzyıl) VI. yüzyılda yeniden birleştirilmişti ve bundan
sonra feodal parçalanma sadece kısa bir süre için vuku bulacaktı. İmparatorluk
ne zaman parçalansa, feodal parçalanma da tekrar su yüzüne çıkıyordu. Yönetimi
elinde bulunduran Konfüçyüs’çu “li-terati” (resmi okur-yazar
görevliler) kendi akılcı ahlâkını geliştirmiş, fakat aynı zamanda da fikri
yenilgiyi teşvik etmiş ve şehir tüccarlarını bağımsız bir güç olmaktan
alıkoymuştu. Bu, hem Çin’in ticari ilişkilerini genişletme dürtüsünü, hem de
teknolojik yenilik için farklı deneyleri azaltmıştır. XVI. yüzyıldan XIX.
yüzyıla dek bütün dünyada ekonomik sahasını genişleten Batı Avrupa, teknolojik
ve bilimsel bir devrim yaşadığı sosyal yapısını mutlak biçimde değiştiren bir
devrim oldu. Mina ve Kina hanedanları döneminde Çin (XIV.-XX. yüzyıllar) bir
tuzağa düştü. Meydana getirilen sınırlı yenilikler artan nüfusu ancak güç belâ
doyurmaya yetebiliyordu. Hiçbir belirgin hamle olmadı ve Çin bir zamanlar
Ba-ü’dan daha ileriyken, çaresiz bir şekilde geride kaldı.
Farklı kombinezonlar
içinde de olsalar, aynı unsurlar diğer medeniyetlerin farklı dinamiklerini
açıklamakta ve değişimin temel nedenlerini daha iyi anlamamızda kullanılabilir.
Sosyol bir süreç
kısmen -ama tamamen değil- kökenlerinin araştırılmasıyla anlaşılabilir.
Charles Tilly, bugün de devam etmekte olan son dört yüzyıldaki en büyük iki
tip değişimin devletin sürekli artan iktidarı ve emeğin proleterleşmesi olduğu
üzerinde durdu. İnsanların yaşama ve düşünce laşla-nndaki bu değişimlerin
sonuçlan, başladıkları yer olan Batı Avrupa’dan bütün dünyaya yayıldılar. Bu
değişimlerin incelenmesi bizim ilgilendiğimiz küçük-ölçekli birçok değişimi
anlamamıza yardım ederler. Aile yapısında, yerel siyasi organizasyonlarda,
protesto tiplerinde, iş alışkanlıklarında ve sayısız bir çok başka alanda.
Büyük ölçekli sosyal
değişme üzerinde çalışan başka bir önemli bilim adamı Bar-rington Moore,
modernleşmenin niçin demokrasi, faşizm veya komünizm gibi farklı siyasal
sonuçlar doğurduğunu açıklamıştır. Moore’un tezi özelle şudur: Modernleşmenin
devletle soyluların işbirliği sonucu ve onların denetiminde gerçekleştiği yerde
faşizm kaçınılmaz oluyordu, devlet gücünün soylu-burjuva anlaşmasıyla
durdurulduğu yerlerde demokrasi daha muhtemel bir sonuç olarak karşımıza
çıkıyordu. Son olarak başansız devlet-soylu işbirliği, komünizmle sonuçlanan
başarılı köylü devrimlerine zemin hazırlıyordu. Moore İngiltere, Fransa (eski
Güneyde sadece varolan bir tür toprak soyluluğunun bulunduğu) ABD, Hindistan,
Japonya, Çin, Almanya ve Rus-ya’daki çeşitli sınıflan ve bunların tarihsel
etkileşimlerini
mukayese ederek, büyük-Ölçekli karşılaştırmalı analizin faydası olduğunu
kanıtlamıştır.
Moore’un
öğrencilerinden Theda Skoc-pol benzer konularda çalıştı ve zaman olarak daha
sınırlı, fakat Fransız, Rus ve Çin’i karşılaştırarak ikna edici bir devrim
teorisi geliştirdi. O, bir devleti dış düşmanlara karşı koruyamamanın son iki
yüzyıldaki devrimlerin en önemli tek nedeni olduğunu öne sürdü. Aynı zamanda
da Marksist sınıf analizinin belki de en önemli sınıfın, devlet bürokrasisinin
rolünü ele almadığını iddia etti.
Sosyal değişmenin
gelecekteki anahtar konularının neler olacağını tesbit etmek mümkündür.
Dünyanın fakir kısmı Ba-tı’nınkine benzer bir çatı içerisinde hızlı ekonomik
büyüme ve sosyal modernleşmeyi gerçekleştirebilecek mi? Ya da İmmuna-nuel
Wallerstein ve diğer dünya-sistemi te-orisyenlerinin iddia ettikleri gibi, tüm
dünyanın sosyal sistemini devrimci kılmak ve modernliğin nimetlerini daha eşit
biçimde dağıtmak amacıyla, sosyalist bir “dünya-ekonomisi” yaratmak
mı gereklidir? Zengin milletler fakir milletlerdeki ilerlemeye karşı mücadele
mi edecek, yoksa onları teşvik mi edecektir?
Hemen tüm modem
devletlerin süregi-den güçlenmesi (silahlanması, teknolojik ve endüstriyel
yatırımları ve refah artışı vb.) bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi durduracak
noktaya gelir mi? Tüm geçmişte yaşanan tarihsel tecrübe bunun böyle olduğunu
söylüyor, fakat muhtemelen bir profesyonel bilim adamları ve teknisyenler sınıfının
yaratılması, yenileşmenin sosyal temelini değişikliğe uğratacaktır.
Son olarak,
devletlerin güçlenmesiyle
birleşen emeğin,
proleterleşmenin bireylerin özgürlüklerini önemli ölçüde azaltmaya doğru
gitmekte, onları tamamen bürokratik makineler içindeki kişiliği olmayan çarklara
döndürmektedir. Komünizm veya faşizmin bir türü (ki ideolojilerinde ve
tarihsel değilse bile günlük uygulamalarında birbirine oldukça
benzemektedirler) tüm dünyaya egemen olacak mı? Hangi sosyal sonuçlar bunu
gerçekleştirecek?
Modern teknolojinin
doğurduğu ekolojik dönüşümler gerçek nesiller için, içinden çıkılmaz sorunlar
mı bırakacaktır? Ekolojik değişmenin geçmişte olduğundan daha çok günümüzde
ciddi sorunların ve değişmenin olduğunu varsaymak için epeyce nedenimiz
vardır.
Bunlar tabii ki büyük
sorunlardır. Sosyal değişmenin diğer ilginç yönleri bunlardan neş’et eder.
Fakat sadece bireysel hayatların daha büyük ölçekli siyasi, kültürel ve ekonomik
değişimlerle nasıl bir bağlantı İçinde olduğunu anlamak suretiyledir ki,
ilerlemeyi, geçmiş ve gelecekteki sosyal değişimlerin nasıl olduğunu
anlayabiliriz.
Mustafa ARMAĞAN Bk.
Modernleşme ,Sosyal Çözülme