33Sosyoloji Sözlüğü

SOSYAL DEĞİŞME

 

SOSYAL DEĞİŞME

 

Sosyal değişine;
sosyal yapılar, alışkan­lıklar ya da bir toplumun yapısının önceki
durumlarından gözlemlenebilir bir farklılık arzetmesine işaret eden bir
kavramdır.

Sosyal değişme her
toplumda onaya  çıkan birşey olmakla
birlikte, çoğu toplumla­rın mensuptan, hem istikrarı bozmanın, hem de ö/ellikle
süreksizlik arzeden ve hız­lı değişim dönemlerinde, değişimin olma­dığı normal
döneme dönmenin istenilir ve mümkün olduğunu düşünmekle kendilerini aldatırlar.
Değişmenin tek bir kaynağı yok­tur, fakat hemen sosyal hayatın tüm yönleri şu
veya bu zamanda geri dönülmesi müm­kün olmayan bir değişim üretirler. Fakat za­man
geçtikçe değişmenin bazı nedenleri özellikle Önem kazanır.

Ekolojik değişimler ve
nüfusun yarattığı değişmeler, ya da iklim ve topografide meydana gelen kısa ve
uzun vadeli (çevrim-sel) değişimler de sosyal değişmeyi etkiler. Avcılık ve
toplayıcılıktan tarıma geçiş, muhtemelen, buzul çağının sona erişinin yarattığı
nüfus patlaması ve iklim değişik­liklerinin sonucunda olmuştu.

Nüfus büyümesi, iklim
değişmesi ol­maksızın da er ya da geç yeni üretim teknik­leri ve ciddi mahalli
kalabalıklaşma, ya da genellikle bunların birlikte gelişmesini kamçılar. Öyle
görünüyor ki, nüfus artışı coğrafi bakımdan sınırlı olsa da, verimli araziler
insanlığın sosyal tarihindeki en bü­yük tek örgütsel değişikliğin, yaklaşık
5.000 yıl önce ilk devletlerin kurulmasına imkân verdi.

Ekolojik (dolayısıyla
demografik) de­ğişme, teknolojik değişme ve siyasal değiş­me, geçmişte ve bugün
olan genel sosyal değişmenin en önemli nedenleridirler.

Kültürler, sosyal
eyleme rehberlik eden fikirler, adetler ve davranış kuralları dizile­rini içerirler.
Toplumlar değiştikçe kültür­ler de kendilerini değişime uyarlarlar. Fakat fikir
ve adetlerin kendilerine mahsus bir ha­yatları vardır, insanlar kendi amaçlan
için

bu fikir ve adetlere
bağlıdırlar. Yerleşik usullere bu genel ideolojik bağlanma, istik­rar
yanılsaması ve değişim isteğini doğurur. Kültürler değişse de, bazen güçlü,
bazen de zayıf olan değişime direnen unsurlar daima mevcut olmuştur ve bir
toplumdaki maddi değişmelere uyarlanmayı önceden tahmin etmek güçtür. Maddi
değişimlerle korelas­yonlara dayanan farazi sosyal değişme ya­saları kültürel
benzersizliğin (unignass) ka­yalarına çarpar. Bu demek değildir kî, nihai
değişme yasaları maddi değildir; tersine bu kültür, maddi olarak elde edilse
de, sosyal değişmenin yönü ve hızını belirlemede kıs­men bağımsız bir rol
oynadığı anlamına ge­lir.

Sosyal değişmeyi
anlamanın tek yönte­mi, toplumların ekolojik, siyasi, iktisadi ve kültürel
tarihleri arasındaki karmaşık etki­leşimleri incelemektir. Spesifik ve
ayrıntılı sosyal tarihler, değişimin benzersiz kalıpla­rım aydınlatmak kadar,
genel sonuçlar ve tekbiçimlilikleri bulmak için de karşılaştır­malı bir şekilde
kullanılabilir. Tarihi gelişi­güzel okumalardan elde edilmiş soyut teori­ler
bize pek bir şey söylemez. Her türlü de­ğişmenin önceden tayin edilmişliği
üzerin­de duran katı evrimci teoriler, kısır sonuçla­ra götürürler.

Sosyal değişmeyi
tanımlamak için bu ne zorunlu, ne de yararlı bir yöntemdir. Kol-lektif
hayatlarını yaşarken düzenli bir bi­çimde organize edilmiş insan gruplarının
normal olarak yaptığı veya düşündüğü her şey, sosyal bir sistemi oluşturur.
Böyle bir sistemdeki herhangi bir değişme, birkaç olaya özgü olmaktan çıkıp
tekrarlanan bir mahiyet kazanınca, sosyal değişme meyda­na gelir. Böyle bir
tanım geniş ve dar kap­samlı değişmeler arasında bir ayrım gözetmez ve çoğu
kritik değişmenin nasıl ve ni­çin meydana geldiğini ve gelecekte de mey­dana
gelip gelmeyeceğini anlamak suretiy­le, bunun yapılması daha ilginç olmakta­dır.

Sosyal yapıdaki en
önemli dönüşümler, yerleşik tarımın benimsenmesinin ürünü olan teknolojik
devrim; devletlerin doğu­suyla birlikle gelişen organizasyonlarda devrim; ve
çok daha yakın, fakat henüz ta­mamlanmamış olan modernizasyon teri­miyle İfade
edilen düşünce, teknoloji ve si­yasetin dönüşümü olmuştur. Son olarak ifa­de
edilen değişim, değişim öğrencilerini en çok sıkıntıya sokan konudur.

Max Wcber
çalışmalarını, Rönesans ve Reform’dan sanayi devrimine kadar uzanan
değişmelerin niçin -Çin, Hind, Müslüman Yakın ve Ortadoğu, ya da daha eski
olarak Roma imparatorluğu gibi- diğer büyük ta­rımsal medeniyetlerde değil de,
Batı Avru­pa’nın bir kısmında meydana geldiğini araş­tırmaya tahsis etmiştir.
Onun bu medeni­yetlerin tarihlerine ve dinleriyle açıklanan kültürlerinin
karşılaştırılmasına dayanan cevabı, sosyal hayata, tabiata ve kâinata ilişkin
planlı, rasyonel açıklamalara yöne­lik dürtünün sadece Batı’da ortaya çıkağı
şeklindeydi.

Weber tarafından ancak
kısmen ele alın­mış olan asit sorun, bu dürtünün kaynağını tesbit etmektir.
Yunan felsefesinin rasyonel şüpheciliğinden mi, Roma hukukunun nor­matif ve
kapsamlı gelişiminden mi, yoksa bizzat Yahudiliğin, Yunan felsefesinin ve Roma
hukukunun bir ürünü olan Hıristiyan teolojisi ve kilise organizasyonundan mı
kaynaklanmıştı? Fakat aynı kültürel güçler­den etkilenmiş olan islâm’da niçin
bu rasyo-nelleştiricİ dürtü ortaya çıkmamıştı? O, niçin karmaşık bürokratik
organizasyonlara ve kadim felsefi geleneklere sahip Do-ğu’nun büyük
imparatorluklarında görül­memişti?

Weberci ve Marksist
sosyolojiyle tutarlı bir cevap, Ortaçağlarda Avrupa’nın ekolo­jik ve siyasal
çevresi, tüccar seçkinler için veya onlar tarafından kurulmuş olan güçlü
bağımsız kentlerin gelişimine, diğerlerin­den daha elverişli olmasıydı.
Tüccarlar ve kent zanaatkarları her yerde köylüler, sa­vaşçılar ya da saray görevlilerinden
daha rasyonel ve hesap-kitapçı olma eğilimin-deydiler. Onlar kusursuz biçimde
olmasa da, ölçüp, sayılıp dökülecek maddelerle, önceden tahmin edilebilir
şekillerde mani-pule edilebilen mallarla, önceden kestirile-bilen kârlarla
ilgiliydiler. Öte yandan köy­lüler kaprisli bir tabiata sahip ve zorba soy­lular
ve devletlerin önlenebilir ve seçkinle­rin karşısında yer alır ve kontrol
edilme ümidi pek yoktu. Sihir ve hurafeye inanç ile tevekkül, köylü düşüncesini
karakterize et­mekteydiler. Diğer yandan savaşçı ahlâkı, aklî olmayan
(irrasyonel) şiddetin patlak vermesi ve kentli İnsanın küçük hesaplar peşindeki
ahlakıyla keskin bir zıtlık teşkil

eden
büyük………………………belirgindir.

Fakat büyük Çin
imparatorluklarını yöne­ten bürokratik seçkinler de rasyonel bir so­rumluluk
ahlâkı ve insanları hesaba döküp manipule etme yeteneği geliştirmişlerdir.
Batıdaki kilise görevlileri de benzer bir dü­şünce tarzı geliştirmiş, fakat
bunun salt sos­yal konularla ilgili olması ve üretimle veya üretimin teknik
yanlarıyla ilgili olmaması dolayısıyla, onlar burjuvazinin deneysel bilimin
gelişmesine pek dostça bakmadılar. Özellikle Çin’in Konfüçyüs’çu bürokratları
arasındaki durum buydu.

Batıda güçlü bir
burjuvazi ahlâkının do­ğuşuna yol açan hadiselerin ayrıntılarına girmek ciltler
alır, fakat çeşitli büyük mede­niyetlerde farklı sonuçlar doğuran değişik
siyasal ve ekonomik konbinezonlann ana hatlarını burada vermek mümkündür.

Avrupa’da IX.
yüzyıldan XII. yüzyılda dek süren feodal anarşi, bağımsız kentlerin doğmasına
elverişli bir zemin hazırladı. Daha sonra krallar, kralın iktidarına karşı
mücadele eden feodal güçleri altetmelerin-de kendilerine yardımcı olacak
burjuvazi­nin ekonomik imkânlarından ve idarecilik tecrübesinden yararlandı ve
aynı zamanda da idare mekanizmasının diğer kaynağını oluşturan kilise
karşısında da kontrolü elin­de tutmaya çalıştı. XIV. yüzyıl dolayların­da
soylular ve kilisenin yanısıra kentler de kendisinden güçlü devletler çıkan
siyasal uzlaşmadaki unsurlardan biri olmuştu, tn-giliere, Fransa ve Almanya’da
kentler hatırı sayılır siyasal ve kültürel bağımsızlığı taşı­yacak durumdaydı.
Birleşik bir Habsburg Emperyal ve Papalığın birleştiği tek yer, mali bakımdan
harap vaziyette olan ve fik­ren ortodoks kemikleşmeye dönüşmeye zorlanan kentler
oldu. Bu İberya’mn niçin Avrupa’nın ilgisine mazhar olamadığım ve niçin Kuzey
italya’nın -ki Rönesansın en özerk ve ilerici şehirlerine kaynaklık etmiş­tir-
XVI. ve XVII. yüzyıllardaki Güney Av-rupa’daki sefalete ve fikri alakasızlığa
gö­müldüğünü açıklar.

Protestanlığın; kralın
iktidarının nisbe-ten zayıf, kentlerin İse güçlü olduğu bölge­lerde neşvü nema
bulması ve daha sonraki iktisadi ve bilimsel ilerleme ile ilişkili ol­maya
başlaması tesadüfi değildir. Tüm ger­çek tarihsel hadiselerin birleştiği
güney-ba-tı Avrupa’nın bu ücra köşesinde, yani İngiîtere ve Hollanda’da
başlayan ticarî ve bilim­sel ilerleme de XVIII. yüzyıl sonlarındaki ilk sanayi
devrimine yol açmış olması şaşır­tıcı değildir.

Yakın Doğu’da ise,
kentleri sürekli fet­hedip yağmalayan, kentlerin semeresinde-ki topraklan soyan
ve sulama amaçlı çalış­malarını tahrip eden step göçebelerinin mevcudiyeti,
ekonomik ve demografik açı­dan güçsüz bir toplum yaratılması sonucu­nu doğurdu.
Kültürler, islâm düşüncesinin altın çağını karakterize etmiş olan akılcı ve
açık tavırdan çok, bozulmaya (yozlaşmaya) elverişli tevekkül ve içe dönük
mistisizmi düşünmeye adapte oldu.

Çin’de parçalanan Han
imparatorluğu (III. yüzyıl) VI. yüzyılda yeniden birleştiril­mişti ve bundan
sonra feodal parçalanma sadece kısa bir süre için vuku bulacaktı. İm­paratorluk
ne zaman parçalansa, feodal par­çalanma da tekrar su yüzüne çıkıyordu. Yö­netimi
elinde bulunduran Konfüçyüs’çu “li-terati” (resmi okur-yazar
görevliler) kendi akılcı ahlâkını geliştirmiş, fakat aynı za­manda da fikri
yenilgiyi teşvik etmiş ve şe­hir tüccarlarını bağımsız bir güç olmaktan
alıkoymuştu. Bu, hem Çin’in ticari ilişkile­rini genişletme dürtüsünü, hem de
teknolo­jik yenilik için farklı deneyleri azaltmıştır. XVI. yüzyıldan XIX.
yüzyıla dek bütün dünyada ekonomik sahasını genişleten Batı Avrupa, teknolojik
ve bilimsel bir devrim yaşadığı sosyal yapısını mutlak biçimde de­ğiştiren bir
devrim oldu. Mina ve Kina ha­nedanları döneminde Çin (XIV.-XX. yüz­yıllar) bir
tuzağa düştü. Meydana getirilen sınırlı yenilikler artan nüfusu ancak güç belâ
doyurmaya yetebiliyordu. Hiçbir be­lirgin hamle olmadı ve Çin bir zamanlar
Ba-ü’dan daha ileriyken, çaresiz bir şekilde geride kaldı.

Farklı kombinezonlar
içinde de olsalar, aynı unsurlar diğer medeniyetlerin farklı di­namiklerini
açıklamakta ve değişimin te­mel nedenlerini daha iyi anlamamızda kul­lanılabilir.

Sosyol bir süreç
kısmen -ama tamamen değil- kökenlerinin araştırılmasıyla anlaşı­labilir.
Charles Tilly, bugün de devam et­mekte olan son dört yüzyıldaki en büyük iki
tip değişimin devletin sürekli artan iktidarı ve emeğin proleterleşmesi olduğu
üzerinde durdu. İnsanların yaşama ve düşünce laşla-nndaki bu değişimlerin
sonuçlan, başladık­ları yer olan Batı Avrupa’dan bütün dünya­ya yayıldılar. Bu
değişimlerin incelenmesi bizim ilgilendiğimiz küçük-ölçekli birçok değişimi
anlamamıza yardım ederler. Aile yapısında, yerel siyasi organizasyonlarda,
protesto tiplerinde, iş alışkanlıklarında ve sayısız bir çok başka alanda.

Büyük ölçekli sosyal
değişme üzerinde çalışan başka bir önemli bilim adamı Bar-rington Moore,
modernleşmenin niçin de­mokrasi, faşizm veya komünizm gibi farklı siyasal
sonuçlar doğurduğunu açıklamıştır. Moore’un tezi özelle şudur: Modernleşme­nin
devletle soyluların işbirliği sonucu ve onların denetiminde gerçekleştiği yerde
fa­şizm kaçınılmaz oluyordu, devlet gücünün soylu-burjuva anlaşmasıyla
durdurulduğu yerlerde demokrasi daha muhtemel bir so­nuç olarak karşımıza
çıkıyordu. Son olarak başansız devlet-soylu işbirliği, komünizm­le sonuçlanan
başarılı köylü devrimlerine zemin hazırlıyordu. Moore İngiltere, Fran­sa (eski
Güneyde sadece varolan bir tür top­rak soyluluğunun bulunduğu) ABD, Hin­distan,
Japonya, Çin, Almanya ve Rus-ya’daki çeşitli sınıflan ve bunların tarihsel

etkileşimlerini
mukayese ederek, büyük-Ölçekli karşılaştırmalı analizin faydası ol­duğunu
kanıtlamıştır.

Moore’un
öğrencilerinden Theda Skoc-pol benzer konularda çalıştı ve zaman ola­rak daha
sınırlı, fakat Fransız, Rus ve Çin’i karşılaştırarak ikna edici bir devrim
teorisi geliştirdi. O, bir devleti dış düşmanlara kar­şı koruyamamanın son iki
yüzyıldaki dev­rimlerin en önemli tek nedeni olduğunu öne sürdü. Aynı zamanda
da Marksist sınıf ana­lizinin belki de en önemli sınıfın, devlet bü­rokrasisinin
rolünü ele almadığını iddia et­ti.

Sosyal değişmenin
gelecekteki anahtar konularının neler olacağını tesbit etmek mümkündür.
Dünyanın fakir kısmı Ba-tı’nınkine benzer bir çatı içerisinde hızlı ekonomik
büyüme ve sosyal modernleşme­yi gerçekleştirebilecek mi? Ya da İmmuna-nuel
Wallerstein ve diğer dünya-sistemi te-orisyenlerinin iddia ettikleri gibi, tüm
dün­yanın sosyal sistemini devrimci kılmak ve modernliğin nimetlerini daha eşit
biçimde dağıtmak amacıyla, sosyalist bir “dünya-ekonomisi” yaratmak
mı gereklidir? Zen­gin milletler fakir milletlerdeki ilerlemeye karşı mücadele
mi edecek, yoksa onları teş­vik mi edecektir?

Hemen tüm modem
devletlerin süregi-den güçlenmesi (silahlanması, teknolojik ve endüstriyel
yatırımları ve refah artışı vb.) bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi dur­duracak
noktaya gelir mi? Tüm geçmişte yaşanan tarihsel tecrübe bunun böyle oldu­ğunu
söylüyor, fakat muhtemelen bir pro­fesyonel bilim adamları ve teknisyenler sı­nıfının
yaratılması, yenileşmenin sosyal te­melini değişikliğe uğratacaktır.

Son olarak,
devletlerin güçlenmesiyle

birleşen emeğin,
proleterleşmenin bireyle­rin özgürlüklerini önemli ölçüde azaltmaya doğru
gitmekte, onları tamamen bürokratik makineler içindeki kişiliği olmayan çarkla­ra
döndürmektedir. Komünizm veya faşiz­min bir türü (ki ideolojilerinde ve
tarihsel değilse bile günlük uygulamalarında birbi­rine oldukça
benzemektedirler) tüm dünya­ya egemen olacak mı? Hangi sosyal sonuç­lar bunu
gerçekleştirecek?

Modern teknolojinin
doğurduğu ekolo­jik dönüşümler gerçek nesiller için, içinden çıkılmaz sorunlar
mı bırakacaktır? Ekolojik değişmenin geçmişte olduğundan daha çok günümüzde
ciddi sorunların ve değişmenin olduğunu varsaymak için epeyce nedeni­miz
vardır.

Bunlar tabii ki büyük
sorunlardır. Sosyal değişmenin diğer ilginç yönleri bunlardan neş’et eder.
Fakat sadece bireysel hayatların daha büyük ölçekli siyasi, kültürel ve eko­nomik
değişimlerle nasıl bir bağlantı İçinde olduğunu anlamak suretiyledir ki,
ilerleme­yi, geçmiş ve gelecekteki sosyal değişimle­rin nasıl olduğunu
anlayabiliriz.

Mustafa ARMAĞAN Bk.
Modernleşme ,Sosyal Çözülme