Felsefe Yazıları

Sosyal Değişme Tanımı, Tarihi Süreci


Sosyal Değişme tarih/sosyal-degisim” 225″ 135″

Sosyal değişme; sosyal yapılar, alışkanlıklar ya da bir toplumun yapısının önceki durumlarından gözlemlenebilir bir farklılık arzetmesine işaret eden bir kavramdır.

Sosyal değişme her toplumda onaya  çıkan birşey olmakla birlikte, çoğu toplumların mensuptan, hem istikrarı bozmanın, hem de özellikle süreksizlik arzeden ve hızlı değişim dönemlerinde, değişimin olmadığı normal döneme dönmenin istenilir ve mümkün olduğunu düşünmekle kendilerini aldatırlar. Değişmenin tek bir kaynağı yoktur, fakat hemen sosyal hayatın tüm yönleri şu veya bu zamanda geri dönülmesi mümkün olmayan bir değişim üretirler. Fakat zaman geçtikçe değişmenin bazı nedenleri özellikle Önem kazanır.

Ekolojik değişimler ve nüfusun yarattığı değişmeler, ya da iklim ve topografide meydana gelen kısa ve uzun vadeli (çevrimsel) değişimler de sosyal değişmeyi etkiler. Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş, muhtemelen, buzul çağının sona erişinin yarattığı nüfus patlaması ve iklim değişikliklerinin sonucunda olmuştu.

Nüfus büyümesi, iklim değişmesi olmaksızın da er ya da geç yeni üretim teknikleri ve ciddi mahalli kalabalıklaşma, ya da genellikle bunların birlikte gelişmesini kamçılar. Öyle görünüyor ki, nüfus artışı coğrafi bakımdan sınırlı olsa da, verimli araziler insanlığın sosyal tarihindeki en büyük tek örgütsel değişikliğin, yaklaşık 5.000 yıl önce ilk devletlerin kurulmasına imkân verdi.

Ekolojik (dolayısıyla demografik) değişme, teknolojik değişme ve siyasal değişme, geçmişte ve bugün olan genel sosyal değişmenin en önemli nedenleridirler.

Kültürler, sosyal eyleme rehberlik eden fikirler, adetler ve davranış kuralları dizilerini içerirler. Toplumlar değiştikçe kültürler de kendilerini değişime uyarlarlar. Fakat fikir ve adetlerin kendilerine mahsus bir hayatları vardır, insanlar kendi amaçları için bu fikir ve adetlere bağlıdırlar. Yerleşik usullere bu genel ideolojik bağlanma, istikrar yanılsaması ve değişim isteğini doğurur. Kültürler değişse de, bazen güçlü, bazen de zayıf olan değişime direnen unsurlar daima mevcut olmuştur ve bir toplumdaki maddi değişmelere uyarlanmayı önceden tahmin etmek güçtür. Maddi değişimlerle korelasyonlara dayanan farazi sosyal değişme yasaları kültürel benzersizliğin (unignass) kayalarına çarpar. Bu demek değildir kî, nihai değişme yasaları maddi değildir; tersine bu kültür, maddi olarak elde edilse de, sosyal değişmenin yönü ve hızını belirlemede kısmen bağımsız bir rol oynadığı anlamına gelir.

Sosyal değişmeyi anlamanın tek yöntemi, toplumların ekolojik, siyasi, iktisadi ve kültürel tarihleri arasındaki karmaşık etkileşimleri incelemektir. Spesifik ve ayrıntılı sosyal tarihler, değişimin benzersiz kalıplarını aydınlatmak kadar, genel sonuçlar ve tekbiçimlilikleri bulmak için de karşılaştırmalı bir şekilde kullanılabilir. Tarihi gelişigüzel okumalardan elde edilmiş soyut teoriler bize pek bir şey söylemez. Her türlü değişmenin önceden tayin edilmişliği üzerinde duran katı evrimci teoriler, kısır sonuçlara götürürler.

Sosyal değişmeyi tanımlamak için bu ne zorunlu, ne de yararlı bir yöntemdir. Kollektif hayatlarını yaşarken düzenli bir biçimde organize edilmiş insan gruplarının normal olarak yaptığı veya düşündüğü her şey, sosyal bir sistemi oluşturur. Böyle bir sistemdeki herhangi bir değişme, birkaç olaya özgü olmaktan çıkıp tekrarlanan bir mahiyet kazanınca, sosyal değişme meydana gelir. Böyle bir tanım geniş ve dar kapsamlı değişmeler arasında bir ayrım gözetmez ve çoğu kritik değişmenin nasıl ve niçin meydana geldiğini ve gelecekte de meydana gelip gelmeyeceğini anlamak suretiyle, bunun yapılması daha ilginç olmaktadır.

Sosyal yapıdaki en önemli dönüşümler, yerleşik tarımın benimsenmesinin ürünü olan teknolojik devrim; devletlerin doğusuyla birlikle gelişen organizasyonlarda devrim; ve çok daha yakın, fakat henüz tamamlanmamış olan modernizasyon terimiyle İfade edilen düşünce, teknoloji ve siyasetin dönüşümü olmuştur. Son olarak ifade edilen değişim, değişim öğrencilerini en çok sıkıntıya sokan konudur.

Max Weber çalışmalarını, Rönesans ve Reform’dan sanayi devrimine kadar uzanan değişmelerin niçin -Çin, Hind, Müslüman Yakın ve Ortadoğu, ya da daha eski olarak Roma imparatorluğu gibi- diğer büyük tarımsal medeniyetlerde değil de, Batı Avrupa’nın bir kısmında meydana geldiğini araş­tırmaya tahsis etmiştir. Onun bu medeniyetlerin tarihlerine ve dinleriyle açıklanan kültürlerinin karşılaştırılmasına dayanan cevabı, sosyal hayata, tabiata ve kâinata ilişkin planlı, rasyonel açıklamalara yönelik dürtünün sadece Batı’da ortaya çıkağı şeklindeydi.

Weber tarafından ancak kısmen ele alınmış olan asit sorun, bu dürtünün kaynağını tesbit etmektir. Yunan felsefesinin rasyonel şüpheciliğinden mi, Roma hukukunun normatif ve kapsamlı gelişiminden mi, yoksa bizzat Yahudiliğin, Yunan felsefesinin ve Roma hukukunun bir ürünü olan Hıristiyan teolojisi ve kilise organizasyonundan mı kaynaklanmıştı? Fakat aynı kültürel güçlerden etkilenmiş olan islâm’da niçin bu rasyonelleştirici dürtü ortaya çıkmamıştı? O, niçin karmaşık bürokratik organizasyonlara ve kadim felsefi geleneklere sahip Doğu’nun büyük imparatorluklarında görülmemişti?

Weberci ve Marksist sosyolojiyle tutarlı bir cevap, Ortaçağlarda Avrupa’nın ekolojik ve siyasal çevresi, tüccar seçkinler için veya onlar tarafından kurulmuş olan güçlü bağımsız kentlerin gelişimine, diğerlerinden daha elverişli olmasıydı. Tüccarlar ve kent zanaatkarları her yerde köylüler, savaşçılar ya da saray görevlilerinden daha rasyonel ve hesap-kitapçı olma eğilimindeydiler. Onlar kusursuz biçimde olmasa da, ölçüp, sayılıp dökülecek maddelerle, önceden tahmin edilebilir şekillerde manipule edilebilen mallarla, önceden kestirilebilen kârlarla ilgiliydiler. Öte yandan köylüler kaprisli bir tabiata sahip ve zorba soylular ve devletlerin önlenebilir ve seçkinle­rin karşısında yer alır ve kontrol edilme ümidi pek yoktu. Sihir ve hurafeye inanç ile tevekkül, köylü düşüncesini karakterize etmekteydiler. Diğer yandan savaşçı ahlâkı, aklî olmayan (irrasyonel) şiddetin patlak vermesi ve kentli insanın küçük hesaplar peşindeki ahlakıyla keskin bir zıtlık teşkil eden büyük………………………belirgindir.

Fakat büyük Çin imparatorluklarını yöne­ten bürokratik seçkinler de rasyonel bir sorumluluk ahlâkı ve insanları hesaba döküp manipule etme yeteneği geliştirmişlerdir. Batıdaki kilise görevlileri de benzer bir düşünce tarzı geliştirmiş, fakat bunun salt sosyal konularla ilgili olması ve üretimle veya üretimin teknik yanlarıyla ilgili olmaması dolayısıyla, onlar burjuvazinin deneysel bilimin gelişmesine pek dostça bakmadılar. Özellikle Çin’in Konfüçyüs’çu bürokratları arasındaki durum buydu.

Batıda güçlü bir burjuvazi ahlâkının doğuşuna yol açan hadiselerin ayrıntılarına girmek ciltler alır, fakat çeşitli büyük medeniyetlerde farklı sonuçlar doğuran değişik siyasal ve ekonomik konbinezonlann ana hatlarını burada vermek mümkündür.

Avrupa’da IX. yüzyıldan XII. yüzyılda dek süren feodal anarşi, bağımsız kentlerin doğmasına elverişli bir zemin hazırladı. Daha sonra krallar, kralın iktidarına karşı mücadele eden feodal güçleri altetmelerinde kendilerine yardımcı olacak burjuvazinin ekonomik imkânlarından ve idarecilik tecrübesinden yararlandı ve aynı zamanda da idare mekanizmasının diğer kaynağını oluşturan kilise karşısında da kontrolü elin­de tutmaya çalıştı. XIV. yüzyıl dolaylarında soylular ve kilisenin yanısıra kentler de kendisinden güçlü devletler çıkan siyasal uzlaşmadaki unsurlardan biri olmuştu, İngiliere, Fransa ve Almanya’da kentler hatırı sayılır siyasal ve kültürel bağımsızlığı taşıyacak durumdaydı. Birleşik bir Habsburg Emperyal ve Papalığın birleştiği tek yer, mali bakımdan harap vaziyette olan ve fikren ortodoks kemikleşmeye dönüşmeye zorlanan kentler oldu. Bu İberya’mn niçin Avrupa’nın ilgisine mazhar olamadığım ve niçin Kuzey İtalya’nın -ki Rönesansın en özerk ve ilerici şehirlerine kaynaklık etmiştir- XVI. ve XVII. yüzyıllardaki Güney Avrupa’daki sefalete ve fikri alakasızlığa gömüldüğünü açıklar.

Protestanlığın; kralın iktidarının nisbeten zayıf, kentlerin ise güçlü olduğu bölgelerde neşvü nema bulması ve daha sonraki iktisadi ve bilimsel ilerleme ile ilişkili olmaya başlaması tesadüfi değildir. Tüm gerçek tarihsel hadiselerin birleştiği güney-batı Avrupa’nın bu ücra köşesinde, yani İngiîtere ve Hollanda’da başlayan ticarî ve bilim­sel ilerleme de XVIII. yüzyıl sonlarındaki ilk sanayi devrimine yol açmış olması şaşırtıcı değildir.

Yakın Doğu’da ise, kentleri sürekli fethedip yağmalayan, kentlerin semeresindeki topraklan soyan ve sulama amaçlı çalışmalarını tahrip eden step göçebelerinin mevcudiyeti, ekonomik ve demografik açıdan güçsüz bir toplum yaratılması sonucunu doğurdu. Kültürler, islâm düşüncesinin altın çağını karakterize etmiş olan akılcı ve açık tavırdan çok, bozulmaya (yozlaşmaya) elverişli tevekkül ve içe dönük mistisizmi düşünmeye adapte oldu.

Çin’de parçalanan Han imparatorluğu (III. yüzyıl) VI. yüzyılda yeniden birleştirilmişti ve bundan sonra feodal parçalanma sadece kısa bir süre için vuku bulacaktı. İmparatorluk ne zaman parçalansa, feodal parçalanma da tekrar su yüzüne çıkıyordu. Yönetimi elinde bulunduran Konfüçyüs’çu “literati” (resmi okur-yazar görevliler) kendi akılcı ahlâkını geliştirmiş, fakat aynı za­manda da fikri yenilgiyi teşvik etmiş ve şehir tüccarlarını bağımsız bir güç olmaktan alıkoymuştu. Bu, hem Çin’in ticari ilişkilerini genişletme dürtüsünü, hem de teknolojik yenilik için farklı deneyleri azaltmıştır. XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla dek bütün dünyada ekonomik sahasını genişleten Batı Avrupa, teknolojik ve bilimsel bir devrim yaşadığı sosyal yapısını mutlak biçimde değiştiren bir devrim oldu. Mina ve Kina hanedanları döneminde Çin (XIV.-XX. yüz­yıllar) bir tuzağa düştü. Meydana getirilen sınırlı yenilikler artan nüfusu ancak güç belâ doyurmaya yetebiliyordu. Hiçbir belirgin hamle olmadı ve Çin bir zamanlar Batı’dan daha ileriyken, çaresiz bir şekilde geride kaldı.

Farklı kombinezonlar içinde de olsalar, aynı unsurlar diğer medeniyetlerin farklı dinamiklerini açıklamakta ve değişimin temel nedenlerini daha iyi anlamamızda kullanılabilir.

Sosyal bir süreç kısmen -ama tamamen değil- kökenlerinin araştırılmasıyla anlaşılabilir. Charles Tilly, bugün de devam etmekte olan son dört yüzyıldaki en büyük iki tip değişimin devletin sürekli artan iktidarı ve emeğin proleterleşmesi olduğu üzerinde durdu. İnsanların yaşama ve düşünce taşlarındaki bu değişimlerin sonuçlan, başladıkları yer olan Batı Avrupa’dan bütün dünyaya yayıldılar. Bu değişimlerin incelenmesi bizim ilgilendiğimiz küçük-ölçekli birçok değişimi anlamamıza yardım ederler. Aile yapısında, yerel siyasi organizasyonlarda, protesto tiplerinde, iş alışkanlıklarında ve sayısız bir çok başka alanda.

Büyük ölçekli sosyal değişme üzerinde çalışan başka bir önemli bilim adamı Barrington Moore, modernleşmenin niçin demokrasi, faşizm veya komünizm gibi farklı siyasal sonuçlar doğurduğunu açıklamıştır. Moore’un tezi özelle şudur: Modernleşmenin devletle soyluların işbirliği sonucu ve onların denetiminde gerçekleştiği yerde fa­şizm kaçınılmaz oluyordu, devlet gücünün soylu-burjuva anlaşmasıyla durdurulduğu yerlerde demokrasi daha muhtemel bir sonuç olarak karşımıza çıkıyordu. Son olarak başansız devlet-soylu işbirliği, komünizmle sonuçlanan başarılı köylü devrimlerine zemin hazırlıyordu. Moore İngiltere, Fran­sa (eski Güneyde sadece varolan bir tür toprak soyluluğunun bulunduğu) ABD, Hindistan, Japonya, Çin, Almanya ve Rusya’daki çeşitli sınıflan ve bunların tarihsel etkileşimlerini mukayese ederek, büyük-ölçekli karşılaştırmalı analizin faydası olduğunu kanıtlamıştır.

Moore’un öğrencilerinden Theda Skocpol benzer konularda çalıştı ve zaman ola­rak daha sınırlı, fakat Fransız, Rus ve Çin’i karşılaştırarak ikna edici bir devrim teorisi geliştirdi. O, bir devleti dış düşmanlara karşı koruyamamanın son iki yüzyıldaki devrimlerin en önemli tek nedeni olduğunu öne sürdü. Aynı zamanda da Marksist sınıf analizinin belki de en önemli sınıfın, devlet bürokrasisinin rolünü ele almadığını iddia etti.

Sosyal değişmenin gelecekteki anahtar konularının neler olacağını tesbit etmek mümkündür. Dünyanın fakir kısmı Batı’nınkine benzer bir çatı içerisinde hızlı ekonomik büyüme ve sosyal modernleşmeyi gerçekleştirebilecek mi? Ya da İmmunanuel Wallerstein ve diğer dünya-sistemi teorisyenlerinin iddia ettikleri gibi, tüm dünyanın sosyal sistemini devrimci kılmak ve modernliğin nimetlerini daha eşit biçimde dağıtmak amacıyla, sosyalist bir “dünya-ekonomisi” yaratmak mı gereklidir? Zengin milletler fakir milletlerdeki ilerlemeye karşı mücadele mi edecek, yoksa onları teşvik mi edecektir?

Hemen tüm modem devletlerin süregiden güçlenmesi (silahlanması, teknolojik ve endüstriyel yatırımları ve refah artışı vb.) bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi durduracak noktaya gelir mi? Tüm geçmişte yaşanan tarihsel tecrübe bunun böyle olduğunu söylüyor, fakat muhtemelen bir pro­fesyonel bilim adamları ve teknisyenler sınıfının yaratılması, yenileşmenin sosyal temelini değişikliğe uğratacaktır.

Son olarak, devletlerin güçlenmesiyle birleşen emeğin, proleterleşmenin bireylerin özgürlüklerini önemli ölçüde azaltmaya doğru gitmekte, onları tamamen bürokratik makineler içindeki kişiliği olmayan çarklara döndürmektedir. Komünizm veya faşizmin bir türü (ki ideolojilerinde ve tarihsel değilse bile günlük uygulamalarında birbirine oldukça benzemektedirler) tüm dünyaya egemen olacak mı? Hangi sosyal sonuçlar bunu gerçekleştirecek?

Modern teknolojinin doğurduğu ekolojik dönüşümler gerçek nesiller için, içinden çıkılmaz sorunlar mı bırakacaktır? Ekolojik değişmenin geçmişte olduğundan daha çok günümüzde ciddi sorunların ve değişmenin olduğunu varsaymak için epeyce nedenimiz vardır.

Bunlar tabii ki büyük sorunlardır. Sosyal değişmenin diğer ilginç yönleri bunlardan neş’et eder. Fakat sadece bireysel hayatların daha büyük ölçekli siyasi, kültürel ve eko­nomik değişimlerle nasıl bir bağlantı İçinde olduğunu anlamak suretiyledir ki, ilerlemeyi, geçmiş ve gelecekteki sosyal değişimlerin nasıl olduğunu anlayabiliriz.

Mustafa ARMAĞAN  – SBA

İlgili Makaleler