Din Sosyolojisi

SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE DİN

SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE DİN

Sosyal bütünleşmenin din ile olan karşılıklı münasebetleri konu­sunu burada biz, sadece dinin sosyal bütünleşme içerisindeki yeri ve rolü açısından ele alacağız. Gerçi din ve toplum arasındaki münase­betlerin karşılıklı oldukları göz önüne alınırsa, sosyal bütünleşmenin din üzerinde etkilerinin bulunduğu da kolayca anlaşılacaktır. Bunun­la birlikte biz, bu sonuncu tür etkilerin ele almışını bir başka çalışma­ya bırakarak, burada sadece sosyal bütünleşmede dinin rolü meselesi üzerinde ana hatları ile durmak istiyoruz.

Dinin sosyal bütünleşme içindeki yeri ve rolü konusu ise, bizi di­nin sosyal fonksiyonu meselesine götürmektedir. Her ne kadar E. Durhkeim ve onun etrafında toplanmış bulunan Fransız Sosyoloji Ekolünün sürüklendiği redüktivizme düşerek dini sırf İçtimaî hayatın bir fonksiyonu olarak görmek te hatalı ise de,[1] toplumda, İslâm alim­lerinin “korku ile kartşık saygt”yı {beyn’el-havfi ver-reca) uyandırdığı­nı beyan ettikleri[2] ve R. Otto tarafından “korkutucu ve büyüleyici sır” (mysterium tremendum fasinosum)[3] olarak nitelenen “kutsal”m tec­rübesi veya yaşanması[4] şeklinde tanımlanan ve bu bakımdan da ger­çek varlık sebebi ve spesifik karakteri itibariyle başka her türlü ferdî ya da sosyal kategoriye veya olaya ircası mümkün olmayan kutsalla kurulan manevî, yüce, transandantal ve İlâhi bağla belirlenen dinin, bu kendi öz gayeliiiğinin dışında, birçok sosyal fonksiyonlara sahip bulunduğu da, çeşitli tarihi ve sosyolojik örnekleriyle açıkça anlaşıla­bilecek bir husustur. Gerçi, toplumu herhangi bir iç veya dış prensip etrafında birleşmiş bir organizma olarak gören ve bu bakımdan da orada mevcut bulunan her bir unsurun toplumun bütünü için lüzum­lu ve ihtiyaç neticesi vücût bulduğunu öne sürerek, bütün inanç ve ameller mecmuu ile dini bu açıdan değerlendiren fonksiyonalist din nazariyelerinin[5] aşırılıklarına sürüklenmek sûretiyle, dinde var olan her şeyin bir fonksiyona binaen mevcut olduğunu iddia etmek de ha­talı olmaktadır. Zira toplum, birbirleriyle bazen uyuşan, bazen para­lel bir şekilde yan yana yer alan ve bazen da birbirini nakzeden ku­rumlar ve grupların karmaşık bir bütününden ibaret olup, toplum ha­yatı adetâ birbiriyle çelişen kuvvetlerin bir dengesi içinde işlemekte­dir[6] ve fiiliyatta dinin ihtiva ettiği unsurların yerine göre toplumda ahenkli bir fonksiyonundan söz etmek mümkün olduğu gibi, bu fonk­siyonu yerine getirmemesine (dysfonction) ve hattâ fonksiyonsuzluğa da şahit olunmaktadır.[7] [8] Her halükârda, H. Desroche’un işaret ettiği üzere tecrübede dinin, durum ve şartlara göre “sosyal bütünleşmeyi sağlayıcı” fonksiyonu (fonction d’attestation) nun yanı sıra “ihtilâfa vesile teşkil edici” {fonction de contestation) ve hattâ toplumda “pro­testo rolü oynayıcı” {fonction de protestation) fonksiyonlarının11 bu­lunduğunu da belirtmemiz gerekir. Bununla birlikte, J. Wach’ın da kuvvetle işaret ettiği gibi, dinin toplum içerisindeki yapıcı ve birleşti­rici rolü ihtilaf yaratıcı ve parçalayıcı fonksiyonunu kat kat aşmakta olup, her ne kadar toplumdaki birlik ve bütünleşmenin temini dinin ne niyeti ve ne de asıl gayesi olmamakla birlikte din, neticede sosyal bütünleşmeyi gerçekleştirmeye yönelmektedir.[9] Çünkü bir din, her­hangi bir toplumda yayılıp yerleştiği ve kökleştiği andan itibaren, ora­da çeşitli inançlar, müesseseler, normlar, değerler, âdetler, tavır ve davramş modelleri aracılığı ile hayatiyet bulmakta ve bu şekilde o, toplumun sosyal varlığı ile kaynaşarak, toplum fertlerini dinî ve sos- yo-kültürel bütünleştirici bir fonksiyon görmektedir. Gerçekten de bu hüküm, özellikle inancı ve sisteminin temeline “Tevhid” akîdesini yerleştirmiş bulunan İslâm dini ve bu dini kucaklamış bulunan Müs­lüman topluluklar için geçerli olan bir husustur. İslâmiyet’te ise esas kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. İslâm dini onun getirdiği vahyî esaslara dayanmakta, Müslüman topluluklar temelde onun inanç esasları etra­fında toplanmış bulunmakta ve İslâm medeniyeti her şeyden önce on­dan aldığı ruh sayesinde vücûda gelmiş bulunmaktadır. MassignorCun ifade ettiği gibi, eğer Hıristiyanlık temelde İncil’den önce İsa’nın şah­siyetinin kabulü ve taklidi esasına dayanıyorsa, İslâmiyet’in de her şeyden önce Kur’ân-ı Kerîm’in kabulü esasına dayandığını belirtmek gerekir.[10] Bu bakımdan, burada, İslâm dininin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’le münasebeti açısından sosyal bütünleşme konusu üzerinde özellikle durmamız yerinde olacaktır.

[1]    Bk.: E. Durkheim, Les Formes Elâmentaires de la Vıe Religieuse, Paris: PUF, 1960.

s Krş.: el-Gazâlî, İhya, İstanbul, 1975, C. IV s. 259-347.

[3]    R. Otto, Le Sacre, Paris: Pay ot, 1969.

[4]   J. Wach, Sociologie de la Religion, Paris: Payot, 1955, s. 17.

[5]    Bk.: E. Pin, “Analyse Fonctionnelle des Phenomenes Religieux. Religion et In- tegration Sociale”, Essais de Sociologie Religieuse, Paris: Spes, 1967, s. 54-68;

  1. Scharf, The Sociological Study of Religion, Londra, 1970, s. 73-92.

[6]    S. Dönmezer, Sosyoloji, İstanbul, 1978, s. 196.

[7]   Bk.: E. Pin, Essais de Sociologie Religieuse, s. 58-59; J. Labbens, La Sociologie Religieuse, Paris: A. Fayard, 1959, s. 86-93.

[8]   Bk.: H. Desroche, Sociologies Religieuses, Paris: PUF, 1968, s. 56-74.

[9]   J. Wach, la Sociologie de la Religion, s. 351.

[10]  L. Massignon, Opera Minora, Beyrut, 1963, C. I, s. 16.

İlgili Makaleler