Sosyoloji Tarihi

SOSYAL BİLİŞ – Kişi Algısı Şemalar – Davranşlara Sebep Atfetme -Tutumlar

     

                                                                    

Sosyal biliş, sosyal psikolojinin “insanları nasıl anlarız, onlar hakkında izlenimlere ve yargılara nasıl varırız” gibi sorulara cevap vermeye çalışan alt dalıdır. Daha ön­ce de belirttiğimiz gibi, hayatımızın merkezinde başka insanlar durur. Duygu ve düşünce dünyamız başka insanlar ve onlarla olan ilişkilerimiz tarafından işgal edil­miş haldedir. İnsanları doğru tanımak, anlamak, haklarında isabetli yargılara var­mak bu yüzden hayati önemdedir. Otobüste kimin yanına oturduğumuzdan ki­minle evlendiğimize değin küçük büyük pek çok kararımızda sosyal bilişsel süreç­ler rol oynar. Çoğu zaman farkında dahi olmadan, neredeyse otomatik bir şekilde karşımızdaki insanların duyguları, niyetleri, arzuları, kişilik özellikleri hakkında çı­karımlarda bulunuruz.

Kişi Algısı

Pek çoğumuz insan tanımakta becerikli olduğumuzu düşünür, bazılarımız ise “in­san sarrafı’’ olmakla övünürüz (“ortalamanın üstü etkisi’’ni hatırlayalım!). Sosyal psikologlar gerçekten de bazı insanların diğer insanları tanımakta, anlamakta, oku­makta daha başarılı olduğunu göstermektedir. Bununla beraber, bazı insanların daha kolay “okunur’’ olduğu da gerçektir.

Araştırmaların ortaya koyduğu ilginç bir bulgu, insanların hiç tanımadıkları biri hakkında çok kısa süreli gözlemler sonucu dahi şaşırtıcı derecede doğru yargılara varabilmeleridir. Bu çalışmalarda deneklere başkalarının 5 dakikadan ve hatta ba­zen 30 saniyeden kısa süren davranışları izlettirilmiştir (bir kitaptan parça okumak, iş mülakatında sorulan sorulara cevap vermek, ders anlatmak gibi). Bu şekilde bi­rinin “ince davranış dilimleri’’ne maruz bırakılan denekler, o insanın zekası, kendi­ne güveni, dışadönüklüğü, cinsel yönelimi gibi konularda oldukça isabetli tahmin­lerde bulunmuşlardır. Keza, insanlar bir kadınla bir erkeği kısa süreli yan yana gözlemlediklerinde onların yabancı mı, arkadaş mı yoksa çift mi olduğunu sıklık­la doğru şekilde algılayabilmektedirler.

Bir kitabı ilk anda nasıl kapağına bakarak yargılıyorsak başkaları hakkında var­dığımız izlenimlerin de ilk belirleyicisi dış görünüştür. Bir insana baktığımızda oto­matik olarak gördüğümüz ilk üç şey o insanın cinsiyeti, yaşı ve ait olduğu ırktır (beyaz, siyahi, Asyalı gibi). Fiziksel görünüm başkalarını yargılarken bizi ister iste­mez etkiler. Çalışmalar üç aylık bebeklerin dahi güzel yüzlere bakmayı daha az gü­zel yüzlere bakmaya tercih ettiğini göstermiştir. Araştırmaların netlikle ortaya koy­duğu bir bulgu, daha güzel insanların daha olumlu kişilik özelliklerine sahip oldu­ğunu düşünme eğilimimizdir. “Güzel olan iyidir” şeklinde geçen bu kalıp yargıya göre, daha güzel insanların genel olarak daha uyumlu, daha arkadaş canlısı, daha başarılı ve daha mutlu olduğu düşünülüyor. Ayrıca güzel insanlara (güzel çocuk­lara da) daha ılımlı yaklaşılıyor, daha olumlu davranılıyor.

Sosyal psikologlara göre, insanlar çoğu zaman “bilişsel varyemez”lerdir. Başka bir deyişle, karmaşık ve yorucu hayatlarımızda sınırlı zihinsel kaynaklarımızı ida­reli kullanmaya çalışırız. Başka insanlar söz konusu olduğunda da durumun ge­rektirdiğini düşündüğümüz kadar kafa patlatırız, daha fazla değil. Örneğin, yeni tanıştığımız biriyle ileride sık sık görüşeceğimizi ya da beraber çalışacağımızı bili­yorsak onu tanımak ve anlamak için yoğun çaba sarf ederiz. Bir insanı yakından tanımak için özel bir motivasyona sahip değilsek ise daha ziyade kısa yollara baş­vururuz – aşinası olduğumuz birtakım kategorilerin yardımını kullanarak yaftalar yapıştırarak işimizi kolaylaştırmaya, zihinsel enerjimizi muhafaza etmeye bakarız.

Şemalar

Bilişsel psikolojinin temel prensiplerinden biri, dünyayı şemalar yardımıyla algı­ladığımızda. Şemalar hayatın değişik öğeleri hakkında zihnimizde var olan, ba­site indirgenmiş, genelleştirilmiş resimlerdir. Örneğin hayatımız boyunca belki yüzlerce farklı çeşit sandalye görmüşüzdür; kalp şeklinde sandalye de vardır, boks eldivenlerinden ya da tenis toplarından yapılmış sandalye de. Ama “sandal­ye” dendiğinde zihnimizde soyut ve genel bir “sandalye” resmi belirir ki bu bi­zim sandalye şemamızdır. Zihnimiz, sosyal hayatın değişik yönleriyle de ilgili şe­malarla doludur — kişilik özellikleri (“içedönük bir insan nasıl bir insandır?”), ken­di benliğimiz (“ben kimim, nasıl bir insanım?”), sosyal roller (“bir doktor nasıl dav­ranır?”), sosyal durumlar (“bir doğum günü partisi nasıl geçer?”), sosyal gruplar (“Japonlar nasıl insanlardır?”) hakkındaki şemalarımız gibi.

Bu şemalar bazen bireysel deneyimlerimizden damıtılmıştır, bazen yakın çev­remizin ve bizi kuşatan sosyokültürel ortamın izlerini taşırlar. Medyanın da şema­larımızı biçimlendirmekteki etkisi tartışılmazdır. İçerikleri ve kökenleri ne olursa olsun, kullandığımız şemalar neye dikkat ettiğimizi, neyi hatırladığımızı, nasıl tep­ki verdiğimizi etkilerler. Bu prensibi gözlerimizin önüne açıkça seren bir araştır­mada, deneklere evinde kocasıyla beraber akşam yemeği yiyerek doğum gününü kutlayan bir kadının videosu izlettirilmiştir. Deneklerin yarısına bu kadın kütüp­haneci olarak, diğer yarısına ise lokantada garson olarak tanıtılmıştır. İzlenilen vi­deo hem kütüphaneci şemasına hem garson şemasına uyabilecek ayrıntılar içer­mektedir. Örneğin kadın (kütüphaneci şemasıyla tutarlı olarak) gözlük takmakta, klasik müzikten hoşlanmakta ve Avrupa seyahatine çıktığını söylemektedir; aynı zamanda (garson şemasıyla tutarlı olarak) bira içmekte, pop müzik dinlemekte ve bowling oynamaktadır. Araştırmacılar görmüşlerdir ki aradan bir süre geçtikten sonra kadını kütüphaneci zanneden denekler kütüphaneci şemasıyla uyumlu de­tayları, garson zannedenler ise garson şemasıyla uyumlu detayları daha iyi hatır­lamaktadırlar

Gördüğümüz gibi, başkalarını değerlendirirken onlardan bize ulaşan verilerin yanı sıra zihnimizdeki şemalar ve beklentilerimiz de aktif bir rol oynar. Bunun en net dışavurumunu “kendi kendini gerçekleştiren kehanet” örneğinde görürüz. Şöy­le bir senaryo düşünelim: Çok iyi tanımadığınız biri hakkında “soğuktur, burnu ha­vadadır, kimseleri kolay kolay beğenmez” diye bir söz duyuyorsunuz. Gün geliyor bu insanla bir arkadaş toplantısında yan yana düşüyorsunuz. Böyle sevimsiz, tepe­den bakma meraklısı bir insana sıcak davranmak elbette içinizden gelmiyor. Soru­larını kısa cevaplarla geçiştiriyor, pek oralı olmuyorsunuz. Sizin mesafeli, ilgisiz ta­vırlarınız karşısında o insan da fazla uzatmadan yanınızdan ayrılıyor, başka insan­larla sohbete yöneliyor. “İşte” diyorsunuz, “bizi de beğenmedi, kibirin de bu kada­rı”. Burada gözden kaçırdığınız nokta elbette sizin beklentilerinizin (ve o beklen­tilerin şekillendirdiği davranışlarınızın) o insanın tavırlarını belirlemekte ne kadar etkili olmuş olduğu, kendi davranışlarınızla kehanetinizi nasıl bir yerde kendiniz gerçek kılmış olduğunuzdur.

Kendi kendini gerçekleştiren kehanet konusundaki en etkileyici çalışmalar­dan biri 1960’ların sonunda Amerika’da bir ilkokulda yapılmıştır. Araştırmacılar sınıf öğretmenlerine gitmiş; onlara sınıflarından belli birkaç öğrencinin büyük po­tansiyel sahibi olduğunu, sene sonunda zekâ seviyelerinde önemli artış kaydede­ceklerini söylemişlerdir. Ancak bu “özel” diye damgalanan çocuklar aslında tama­men rastgele seçilmişlerdir, yani yetenek açısından sınıf arkadaşlarından bir fark­ları yoktur. Buna rağmen, sene sonunda bu öğrencilere bakıldığında kehanetin doğru çıkmış olduğu, sınıf arkadaşlarına kıyasla bu grubun zekâ seviyesinin ger­çekten de daha fazla artmış olduğu bulunur. Bu şaşırtıcı gelişmenin sebebi, öğ­retmenlerinin farklı gözlerle bakmaya başladıkları bu öğrencilere daha farklı şe­kilde yaklaşmış, onların üzerine daha çok eğilmiş, onları daha çok zorlamış ve yüreklendirmiş olmasıdır. Sosyal psikolojinin temel ilkelerinden biri olarak kendi gerçekliğimizi kendimizin yoğurduğunu söylemiştik. Kendi kendini gerçekleşti­ren kehanet, beklentilerimizin gerçekliğimizi yoğurmadaki rolünün çok çarpıcı bir örneğidir.

Davranışlara Sebep Atfetme

İnsanlar hakkındaki düşüncelerimizin önemli bir kısmını onların yaptıkları şeyleri neden yaptığını anlama çabalarımız oluşturur. Diyelim yolda yürürken çocuğuna bağıran bir anne gördünüz. Bunu niçin yapıyor? Kötü ve gaddar bir anne olduğun­dan, çocuk yetiştirmekten anlamadığından mı? Yoksa çocuğunu son anda bir ara­banın altına doğru koşmaktan alıkoyduğu ve ona bu yüzden kızgın olduğundan mı? Annenin davranışı hakkında nasıl bir atıfta bulunduğunuz, ona dair tutumları­nızı ciddi şekilde etkileyecektir.

Sosyal psikologlar genelde iki temel çeşit atıftan bahsederler:

    İçsel atıf: İçsel atıfta bulunmak, bir davranışı davranışta bulunan insanın ta­biatına, niyetlerine, arzularına, kısacası o insanın içsel özelliklerine bağla­maktır. Örneğin düşen birini gördüğünüzde “sakarın teki, düz yolda bile yü­rüyemiyor” derseniz, bu içsel bir atıftır.
    Dışsal atıf: Dışsal atıfta bulunmak, bir davranışı çevresel koşullara, davranış­ta bulunan kişinin dışında yer alan birtakım sebeplere bağlamaktır. Örneğin, düşen birini gördüğünüzde “yerler yeni silinmiş, çok kaygan, kim olsa dü­şerdi” derseniz, bu dışsal bir atıftır.

Olayların sebepleri konusunda yaptığımız atıfların kendi mutluluğumuz ve hatta toplumsal refah açısından önemli sonuçları vardır. Örneğin “fakirler neden fakir” sorusunu nasıl cevaplıyorsunuz? Fakirlerin tembel, sorumsuz, beceriksiz in­sanlar olduğunu düşünüyorsanız (yani içsel atıfta bulunuyorsanız), bu insanlara yaklaşımınız ve politik ideolojiniz onların içine doğdukları sınıf, fırsat eşitsizliği, ülkenin altyapısal sorunları gibi sebeplerden fakir olduğunu düşünenlerden fark­lı olacaktır. Ya da diyelim bir dersten kötü bir not aldınız. “Kafanız basmadığı” ya da tembelin teki olduğunuz için mi (içsel atıf), yoksa sınavdan önceki gün diş ağ­rısından çalışamadığınız için mi (dışsal atıf)? Başınıza gelen kötü olayları içsel (“beceriksizim, yetersizim”), genelleyici (“hayatımda neyi doğru yaptım ki za­ten?”) ve değişmeyeceği düşünülen (“hep böyleydim, hep böyle kalacağım”) et­kenlerle açıklama eğiliminiz varsa mutsuzluk ve hatta depresyon size daha yakın duracak, hedeflerinizde başarıya ulaşmanız zorlaşacaktır. Algı ve beklentilerin gerçekliğimizi şekillendirmedeki rolünü yeniden hatırlayacak olursak bu hiç şaşır­tıcı değildir.

Sosyal psikoloji, kendimizin ve başkalarının davranışlarını açıklarken bazı hata­lar yapmaya yatkın olduğumuzu ortaya koyuyor. Bu atıfsal hatalardan iki tanesini görelim:

    Temel atıf hatası: İnsanların davranışlarını dışsaldan çok içsel sebeplere bağ­lama, durumsal ve çevresel faktörlerin rolünü dikkate almayı ihmal etme eğilimimiz literatürde “temel atıf hatası” (fundamental attribution error) diye geçer. Örneğin, asık suratlı ve soğuk bir tezgahtarla karşılaştığımızda bunu hemen onun nemrut karakterine bağlıyorsak, aklımıza zor bir gün geçiriyor olduğu ya da yakın zamanda başına çok sarsıcı bir olay gelmiş olabileceği ihtimali gelmiyorsa, temel atıf hatasını işliyoruzdur. Araştırmalar bu hatanın özellikle Amerika ve Avrupa gibi bireyci toplumlarda daha yaygın olduğu­nu göstermektedir.
    Kendine yontan atıf hatası: İnsanların başarılarını içsel ve kalıcı, başarısızlık­larını ise dışsal ve geçici sebeplere bağlama eğilimine “kendine yontan atıf hatası” (self-serving bias) denir. Örneğin iyi not aldığınızda bunu parlak ze­kanıza, kötü not aldığınızda ise sınavın aşırı zor olmasına ya da “hoca bana taktı”ya bağlıyorsanız, bu hatayı işliyor olabilirsiniz. Kendine yontan atıf ha­tasına yatkınlığımızın temel sebeplerinden biri şüphesiz kendimiz hakkında iyi hissetme arzumuzdur.

Tutumlar

Nesnelere, kişilere ya da olgulara yönelik genel değerlendirmelerimize “tutum” de­nir. Bir şeye karşı tutum sahibi olmak, o şeyi “seviyorum” ile “sevmiyorum”, “iyi” ile “kötü”, “yaklaşmalıyım” ile “uzaklaşmalıyım” arasında bir yerlere oturtmaktır, Zeytinyağlı dolma, Sezen Aksu, matematik, Almanlar, egzersiz… Bunların hepsine yönelik, sorulduğunda belirtebileceğiniz tutumlarınız olsa gerek. Zira hayatta kü­çük büyük neredeyse her şeye dair bir tutumumuz vardır ve karşılaştığımız nere­deyse her şeye karşı anında ve otomatik olarak bir tutum geliştiririz. Bu tutumlar önemlidir, zira algılarımızı biçimlendirir, seçimlerimizi ve eylemlerimizi belirlerler. Bir politikacı ya da partiye yönelik tutumumuz kime oy verdiğimizi belirler; bir markaya yönelik tutumumuz neyi satın aldığımızı belirler; sigara, egzersiz, sağlıklı beslenme gibi konulardaki tutumlarımız hayat kalitemizi belirler. Elbette, tutumlar­la davranışlar her zaman birebir örtüşmez. Örneğin sağlıklı beslenmenin iyi ve önemli bir şey olduğuna inanıp yine de hayatınıza sağlıklı bir beslenme düzeni ge­tiremiyor olabilirsiniz. Ya da birtakım televizyon programlarının seviyesiz ve de­ğersiz olduğunu düşünüp yine de kendinizi onları seyretmekten alıkoyamıyor ola­bilirsiniz. Bu örneklerde de gördüğümüz gibi, tutumlara bakarak davranışları ön­görmek her zaman mümkün değildir ama bir konudaki tutumlarımız güçlüyse ve bu üzerinde kendimizi kontrol etmekte zorlanmadığımız bir konuysa tutumlarla davranışlar görece tutarlı olacaktır.

Tutumlar muhakkak ki davranışlarımızı biçimlendirir. Peki ya davranışlarımız tutumlarımızı biçimlendirebilir mi? Bu sorunun da cevabı “evet”tir. Bazen — özel­likle de bir konu hakkında belirgin, güçlü tutumlarımız yoksa — tutumlarımızı dav­ranışlarımıza bakarak çıkartırız. Diyelim birisi size Latin müzikleriyle ilgili fikrinizi sordu. Bu sizin önceden üzerine kafa patlatmış olduğunuz bir konu değil. Ama dü­şününce, aklınıza radyoda ya da televizyonda Latin müziklerine denk gelince ge­nelde kanal değiştirmediğiniz ayrıca küçükken çok sevdiğiniz birkaç Latin dans müziği olduğu geliyor. Latin müziklerini sevdiğinize karar veriyorsunuz. Bu, dav- ranışm tutumdan evvel geldiği durumlara bir örnektir. Bunun dışında aktif olarak bir davranışta bulunmak da elbette tutumlarımızı şekillendirebilir. Örneğin zorun­lu olarak bile olsa bir yardım kuruluşunda bir süre gönüllülük yapan bir insan, bundan hoşlanabilir, gönüllülüğe karşı daha önceden sahip olmadığı olumlu tu­tumları geliştirebilir,

Bilişsel çelişki kuramı (cognitive dissonance theory), davranışların nasıl tutum­lardan önce gelip onları biçimlendirebileceği konusunda ortaya atılmış en etkili kuramlardandır. İnsanlar, çelişkiden hoşlanan varlıklar değillerdir. Yaptıklarımızla düşündüklerimiz arasında bir tutarsızlık olması, örneğin bizim için iyi olduğunu bildiğimiz bir şeyi yapmıyor ya da kötü olduğunu bildiğimiz bir şeyi yapıyor olmak bizde psikolojik bir gerginlik hâli yaratır. Bu rahatsız hâlden kurtulmak için düşün­celerimizle davranışlarımızı birbiriyle tutarlı hâle getirmeye çalışırız. Örneğin, siga­ra içen ve bunu yaparak sağlığına zarar verdiğinin farkında olan bir kimse, ortada­ki bilişsel çelişkinin yarattığı psikolojik rahatsızlıktan kurtulmak için iki şey yapa­bilir: Ya davranışını değiştirir ve sigarayı bırakır ya da sigara içmek hakkındaki tu­tumunu değiştirir. “Sigara içen öldü de içmeyen ölmedi mi”, “Gerekirse daha az yaşarım ama şu keyfimi bırakmam”, “sigarayı bıraksam kilo alırım, o sanki daha mı az zararlı sağlığa” gibi düşüncelerle kendini davranışının aslında o kadar kötü ol­madığına, yani ortada büyük bir çelişki olmadığına ikna etmeye çalışır.

Bu konuda yapılmış en klasik çalışmalardan birinde, araştırmacılar deneklere bir saat boyunca uğraşmaları için son derece monoton, sıkıcı, zevksiz işler vermiş­lerdir (tepsilere makara yerleştirme, tahtadan çivileri çevirme gibi). Akabinde bir hikaye uydurulmuş (“gelmesi gereken asistan gelmedi, onun yapması gereken işi siz yapar mısınız?”) ve deneklere kendilerinden sonra deneye girecek öğrenciye bunun çok keyifli bir çalışma olduğunu söylemeleri için para teklif edilmiştir. Bu yalanı söylemeleri için bir gruba 20 dolar, diğer gruba ise 1 dolar verilmiştir. Aka­binde tüm deneklere çalışmanın gerçekte ne kadar keyifli, ilginç olduğunu düşün­dükleri sorulmuştur. Bu noktada durup düşünelim: Sizce yalan söylemek için 20 dolar almış denekler mi çalışmanın aslında daha eğlenceli olduğunu söylediler, yoksa yalnızca 1 dolar almış olanlar mı?

Cevap, şaşırtıcı bir şekilde yalnızca 1 dolar almış olanlardır. Bu bulgu ancak bilişsel çelişki kuramının ışığında anlam kazanmaktadır. Şöyle ki ortada söylenmiş küçük de olsa bir yalan vardır ve yalancılık da hiç kimsenin kendine yakıştırmak isteyeceği bir özellik değildir. Ancak bu yalanı söylemek için 20 dolar almış olan denekler kendilerine bunu neden yaptıklarını rahatlıkla açıklayabilirler. Deneyin yapıldığı 1950’ler için 20 dolar oldukça iyi bir paradır; 20 dolar için, hele hele de bilim adına böyle ufacık bir yalan söylemiş olmanın çelişki yaratacak bir tarafı yoktur. Oysa aynı yalanı yalnızca 1 dolar uğruna söylemiş olanların durumu fark­lıdır — onların bu erdemsiz davranışı kendilerine izah etmeleri daha zordur. Dene­yin aslında o kadar da korkunç olmadığını düşünmek ihtiyaçları daha yüksektir.

Bir dolar için yalan söylemiş denekler bu şekilde davranışlarıyla tutumlarını birbi- riyle daha tutarlı hâle getirmekte, kendilerini ikiyüzlü bir insan gibi hissetmenin getireceği yükten biraz olsun kurtulmaktadırlar.