Felsefe Yazıları

Sosyal Adalet Tanımı, Tarihi

 

Sosyal Adalet tarih/sosyal-adalet” 212″ 280″

Toplumu oluşturan sosyal sınıflar arasındaki iktisadi dengesizliklerin giderilmesi, iktisaden zayıf durumda bulunan sosyal sınıfların, diğer sosyal sınıflara karşı korun­ması olarak tanımlanabilecek olan sosyal adalet; özellikle emeği ile çalışanların, ya­şadıkları toplum içinde, insan haysiyetine yaraşır bir asgari hayat standardına kavuş­malarım sağlayacak şekilde yaratılan milli hasıladan pay almalarını garanti altına almaya yönelik uygulamalar bütünü olarak da tarif edilmektedir.

Kalkınmanın külfetlerine katlanma ve nimetlerinden faydalanma konusunda sosyal sınıflar arasında sağlanacak dengeye de sosyal adalet denilmektedir. Bütün bu tarifler, sosyal adalet kavramını, maddi refah unsurlarının sosyal sınıflar arasında dengeli şekilde dağılımı ile yakından ilgili bir kavram olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu refah unsurlarının ortak özelliği ise, insan hayatını kolaylaştırıcı özellikte olmalarıdır.

Bütün bir toplumu oluşturan fertlerin ortak çalışması ile yaratılan hasılanın bölüşümü ile ilgili meseleler, her dönemde ve her toplumda büyük önem taşıyan meseleler olarak gündemde kalmıştır. Toplum hayatının sürekliliğinin ve huzurunun, yukarıdaki anlamıyla sosyal adaletin sağlanmasına bağlı olması, her dönemde meseleyi birinci plana çıkarmıştır. Sosyal adaletin yokluğu dengeyi bozduğu için, toplumu oluşturan sosyal sınıflar arasında mücadelelere yol açmakta, istikran ve sürekliliği kesintiye uğratmaktadır.

19. yüzyıl, özellikle batılı ülkelerdeki görünümü ile, bütün insanlık tarihinde meydana gelen değişmelerden daha fazlasının, çok kısa bir dönemde ortaya çıktığı bir yüzyıl olarak bilinmektedir. Üretim yapı­sından sosyal yapıya ve düşünce yapısına kadar uzanan temel ve köklü değişiklikler, eski toplum yapısını, büyük çatırtılarla ortadan kaldırmış, yerine daha hareketli ve çalkantılar içinde daha huzursuz bir toplum yapısını getirmiştir. Daha önce, doğuştan gelen statülerle kast esasına dayanan bir toplumsal yapı varken, yerini Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmanın şekillendirdiği ikili bir yapı almıştır. Fransız ihtilalinin getirdiği hürriyet, adalet ve eşitlik prensipleri uygulama alanı bulamamış, bir yanda bütün Üretim araçlarının sahibi olan az sayıdaki sermaye sahipleri, diğer yanda ise emeğini satmaktan başka hiçbir gelir kaynağı olmayan geniş toplum kesimleri, emek sahipleri yer almıştır. Gelir dağılımının son derece adaletsiz olduğu, işçilerin uzun sürelerle hiçbir sosyal güvenlik garantisi olmaksızın, asgari geçim haddinden çalıştırıldığı 19. yüzyıl Avrupasında, toplum hayatının huzurlu ve sürekli olması da beklenemezdi. Nitekim, çalışan kesimin, kendi içinde bulundukları çok kö­tü şartları değiştirebilecek tek gücün; yalnızca birlikte hareket etmekle kazanabileceğinin farkına varması, örgütsüz ve dağınık şekilde başlayan sokak hareketlerini belirli bir felsefesi olan daha geniş kapsamlı ve örgütlü hareketler haline getirmiştir. Sosyalist hareketlerin işçi hareketlerini yönlendirdiği bu dönemde, devletler, sermaye sahiplerinin de isteği doğrultusunda bu hareketleri zorla ve yasaklarla engellemeye çalışmışlar, bu tür bir yaklaşım da giderek huzursuzsuzluğu ve çatışmaları artımıştır. Çatışmaların bir süre sonra devletlerin siyasi iktidarlarını değiştirmeye yönelik bir nitelik kazanması, siyasi İktidarları bu hareketleri önlemede başka metodlara başvurmaya yöneltmiştir. Dini ve insani duygulardaki gelişmeler, kültürel ve askeri sebebler gibi faktörlerin de etkisi ile sanayileşmiş ülkeler, yaraülan hasıladan daha fazlasını çalışanlara aktaracak tedbirleri, sosyal politika uygulamalarını başlatmışlardır. Bir yandan işçilerin kendilerinin kurmuş olduğu sendika ve kooperatif gibi teşkilatlar, diğer yandan siyasi iktidarların yasal düzenlemeleri ve oluşturdukları kurumlar, yaratılan hasılanın bölüşümünü, çalışan geniş toplum kesimleri lehine değiştirmiştir. Bu tür bir politikanın en yaygın olduğu dönem ise ikinci Dünya Savaşı sonrasıdır ve petrol bunalımına kadar kesintisiz olarak devam ettirilmiştir.

Bugün, ister muhafazakâr, ister liberal, isterse sosyal demokrat bir iktidar olsun, bütün hükümetler sosyal politika ağırlıklı bir program lakip etmek ve kalkınmanın nimetlerinden faydalanmada vatandaşları arasında daha fazla eşitlik sağlamak zorundadır. Bu zorunluluk, refahın yaygınlaştırılması ve sosyal adaletin sağlanmasının, günümüz toplumlarındaki önemini de ayrıca vurgulamakladır.

Bugün sosyal adalet, yalnızca işçi statüsünde çalışanların durumlarının iyileştirilmesi ile ilgili bir kavram olarak görülmemektedir. İktisaden zayıf olan herkesin, iktisaden güçlü olanlara karşı korunmasını amaçlayan her türlü politika, sosyal adalet hedefine ulaşmada araç olarak kabul edilmektedir. Sabit gelirli tüketicilerin büyük üretici firmalara karşı korunması, vergi yükünün dar gelirlilerden yüksek gelirlilere doğru kaydırılması, küçük üreticilerin büyük üreticiler karşısında korunması ve sosyal sınıfların teşkilinde geçişli bir yapıya imkân hazırlamak üzere eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin verilmesi gibi uygulamalar sosyal adalet hedefine hizmet etmektedir.

Çok yaygın olmamakla beraber, sosyal adalet kavramına siyasal bir muhteva kazandırmak isteyen yaklaşımlar da vardır. Bu yaklaşıma göre sosyal adalet, kişilerde kültürel ve siyasal bakımdan zayıflıklar doğuran olumsuz faktörlerin giderilmesi anlamını taşımaktadır. Bu anlayışa göre maddi refah alanında sağlanacak sosyal adalet, siyasal açıdan sosyal adalet sağlanmadan gerçekleşemez. Nitekim, toplum içinde yaşayan bütün fertlerin insan olmak sıfatıyla sahip bulundukları her türlü hak ve hürriyetlerinin sağlanması, eşit şartlar altında milli gelirden pay alma emniyeti anlamına gelen sosyal adaleti sağlar denilmektedir. Bu tür geniş anlamlı bir yaklaşım doğru olmakla beraber, kavramı, doğduğu dönem ve şartlardaki muhtevası ile sınırlamak, maddî refah unsurlarının dengeli dağılımı olarak daha isabetli olacaktır.

Sosyal adalet kavramı ile ilgili ikinci husus, adalet kavramı ile eşitlik kavramı arasındaki ilişkidir. Bir çok yerde, adalet kavramı eşitlik kavramı ile aynı anlamda telaffuz edilir. Eşitlik ve adalet kavramları birbirleri ile yakından ilgilidir, ancak kesinlikle aynı anlamlarda kullanılamazlar. Hele, eşitlik, mutlak eşitlik olarak kullanılıyor ve toplum içinde mevcut olan farklılıklar ret ediliyorsa çok yanlış anlamda kullanılıyor demektir. Adalet kavramı, toplumu oluşturan fertlerin, kapasite farklarından dolayı, eşit durumda olmadıklarını, bu farklılıkların yaratılan hasılanın miktarına tesir ettiğini, dolayısı İle bölüşümü söz konusu olduğu zamanda eşitlikten öte, kişisel farklılıkların dikkate alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Çalışanla çalışmayanı, tembel İle çalışkanı aynı kefeye koyan bir eşitlik kavramı, kesinlikle adalet kavramı ile uyuşmaz.

Adalet duygusu vicdanlarda kurulur. Sosyal adaletin olduğu durumu da, toplumu oluşturan fertlerin ortak vicdanlarını temsil eden “kamu vicdanı” belirler. Kamu vicdanı da yere, topluma ve zamana göre değişen bir kavramdır. Mutlak manada bir adalet kavramından ve sağlanmasından sözedilemez. Zamana ve mekâna göre değişen kamu vicdanı bu dengeyi sağlar. Bir dönemde, sosyal adaleti sağlayan durum, diğer dönemde çok dengesiz bir durum olarak yorumlanabilir, insanlık tarihi sürekli olarak bu dengeyi, vicdanları rahatsız etmeyecek bir şekilde kurma mücadelesi halinde geç­mektedir. Burada önemli olan bir husus da, kamu vicdanının tam anlamıyla tecelli etmesine imkân verecek bir ortamın olup olmadığıdır. Kamu vicdanının teşekkül edemediği ortamlarda bu unsurun adaleti sağlama fonksiyonundan bahsedilemez.

Kamu vicdanının sosyal adaleti sağlama konusunda oynadığı rolü bir misalle açıklamak gerekirse, asgari ücretin tesbili meselesinden hareket edilebilir. Asgari ücretin tesbiti, somut verilerden hareketle yapılır görülmektedir. Esas anlamı ile asgari ücret, bir toplumun fertlerinin, kendi içinden birine layık gördüğü hayat standardı anlamına gelmektedir. Belirlenen miktar ne olursa, olsun, o miktara kamu vicdanından onu değiştirecek bir baskı gelmiyorsa, ya toplumun adalet duygusu tatmin olmuştur, ya da rahatsızlığını belirtecek, vicdanının gerçek ölçüsünü yansıtma imkânlarından mahrumdur. Asgari ücretin, belirlendikten sonra, belli bir dönem sonunda yeniden değerlendirilme taleplerinin ortaya çıkması, diğer faktörlerin de tesiriyle kamu vicdanındaki adalet duygusunun değiştiğinin göstergesi olmaktadır.


İslâmda Sosyal Adalet

Sosyal adalet, İslâmî anlayışın önemli bir yönünü oluşturmaktadır, İslâmiyet’in sosyal adalet felsefesini ortaya koyabilmek için, temel İslâmî anlayıştan bahsetmek ge­rekir.

İslâm, insan hayatının bütün yönlerini, birbiri ile bağlantılı şekilde ele alır. Bütün­cü bir anlayış içinde ferdin nefsi, diğer fertler, toplum ve devletle olan İlişkilerini dü­zenlemiştir. Bu çerçevede İslâmiyet, mut­lak, dengeli ve uyum halindeki bir birlik ile, kişi ve toplumlar arasında umumi tekâfüle imkân veren bir sosyal adaleti gerçekleştir­mek ister. İnsanın fıtratından kaynaklanan ana unsurlara dikkat eder ve onun güç ve ka-biliyctindcki farklılıkları dikkate alır. Bir yandan kişinin hırs ve arzularının toplum aleyhine azgınlaşmasını, diğer yandan da toplumun kişinin fıtrat ve kabiliyetleri aley­hine gelişmesini zulüm olarak görerek ada­let ile çelişen durumları ortadan kaldırır.

İslâmiyet’e göre hayat, yardımlaşma esasına göre teşekkül eder. Toplumun ve ferdin, bütün kabiliyet ve gayretlerini serbest bırakacak ortam sağlanmalıdır. İslâm’ın hayata bakış açısının genişliği, iktisadi değerler dışındaki değerleri de gözönünde bulunduran bir adaletin gerçekleştirilmesine imkân sağlar. İslâm’ın insana bakışı, sosyal adaleti, insanı ve insanî hayatın bütün esaslarını kapsayıcı bir adalet haline getirmiştir. İslâm’ın sosyal adalet için belirlediği üç esas;

– Mutlak vicdan hürriyeti,

– Mükemmel insani eşitlik,

– Sağlam sosyal dayanışma, olarak belirlenmiştir.

Bu esaslar üzerinde sağlam bir sosyal adaleti teşekkül ettiren İslâmiyet, mutlak adaleti ortaya koyarken, rızıkların farklı olmasını, insanların bir kısmının rızkının diğerlerinden daha bol olmasını kabul etmiştir. Herkesin fırsat eşitliğinin sağlandığı bir ortamda, gayret ve kabiliyet farklılaşması, bazı fertlerin daha fazla nzık elde etmesine yol açacaktır, islâmiyet, zenginliğe sınır getirmemiş, fakat, dünya hayatının geçici olduğu görüşünden hareketle esas mülkün Allah’a ait olduğunu belirtmiştir. Bu anlayış, fertleri sahip oldukları zenginliği, israf etmeksizin kendileri ve toplum menfaatleri lehine kullandırmaya zorlamaktadır, islâm’ın beş şartından biri olan zekât, müessese olarak, maddi anlamda sosyal adaleti sağlamaya yönelik en önemli müessese ol­makladır. Zekât, bir yandan aşın zenginliği törpülemekte, diğer yandan da belirli sosyal grupların fakirlik çizgisinin altında kalma­sını önlemektedir. Zekat, sahip olduğu özellikleri ile, modem vergileme prensipleri ile ulaşılmak istenen hedeflere varılmasına imkân sağlayan bir müessesedir.

İslâmiyet, insanın maddi ve manevi hayatını birlikte ele aldığının bir göstergesini de sosyal yardımlar konusunda vermektedir. Sosyal dayanışma vazgeçilmez bir ahlâk kaidesi olarak kabul edilmiş, ferdin nefsi terbiyesinde sosyal yardımlaşmaya büyük yer verilmiştir. îslâmiyet’de veren insan tipine büyük önem verilmiş, sahip olduğu varlıktan paylaşan insan davranışı teşvik edilmiştir.

Yusuf ALPER – SBA

İlgili Makaleler