Sosyoloji

Siyâsî Düşünceler ve İdeoloji

Siyâsî Düşünceler ve İdeoloji

MUTLAKİYETÇİ (OTORİTER)
DÜfiÜNCE

Feodal yapının sona ermesi için gücün tek merkezde
toplanması gerekliydi. Bu nedenle mutlakiyetçi düşünce, Orta Çağ’da
palazlanmaya başlar.

Modern dünyadaki mutlakiyetçi düşünce geleneğini başlatan İtalyan
düşünür Niccolo Mahciavelli’in temel
amacı sınırsız güce sahip mutlak bir prensin şahsında İtalya topraklarında
bulunan küçük güç merkezlerini bir araya getirerek güçlü bir İtalyan devleti
ortaya çıkarmaktı.

İngiltere, 17. yüzyıl boyunca yaşanan sınıf çatışmalarından
kurtulmak üzere mutlakiyetçi bir rejime ihtiyaç duymuştur. Hobbes’un eseri bu ihtiyacı dile getirmiştir (Leviathan). Aynı
yüzyılda Fransa’da da insanlar mezhep çatışmaları yüzünden birbirlerini
öldürüyorlardı. Bunun önüne geçebilmek için yine mutlakiyetçi bir rejime
ihtiyaç vardı. Jean Bodin ve Jean
Jacques Rousseau gibi düşünürler
sınırsız güçle donatılmış bir gücü gerekli görmüşlerdi.

Mutlakiyetçi Düşüncede İnsan
ve Toplum

Mutlakiyetçi düşünceyi savunan düşünürler insanı bencil, aç
gözlü, doyumsuz ve saldırgan bir varlık olarak kabul ederler. İnsan, mutlak bir
siyâsî güç olmadan başkasıyla barış içinde bir arada yaşayamaz.

Mahciavelli’ye göre yönetim insan bencilliğinin sonucunda gelişmiştir.
Yöneten ile yönetilenin bencilliğinin buluştuğu noktada yönetim ortaya çıkar.
Yönetenin bencilliği iktidara sahip olmayı arzularken yönetilenin bencilliği
sahip olduklarını korumayı ister.

Mutlakiyetçi düşünürler toplumsal farklılaşmayı bir kaos,
karmaşa ve tehdit olarak algılarlar. Onlara göre toplum, devlet tarafından dönüştürülmeli
ve yeniden yaratılmalıdır.

Hegel, aşkın bir devletin ortaya çıkarak sivil toplumdaki farklılıkları
yok etmesi ve sivil toplumu kendi şemsiyesi altında aynı amaçlara yöneltmesi
gerektiğini savunmuştur. Hegel, bu düşünceyi “asimile etmek medenileşmektir” ifadesiyle dile getirmiştir.

Mutlakiyetçi Düşüncede
Otorite ve Devlet

Mutlakiyetçi düşünce bireyi değil, devleti önemser.

Machiavelli, devleti bir hükümdarın şahsında en üstün varlık olarak
kabul etmiştir.
Machiavelli’ye göre “sonuca
giden her yol mubahtır”. Hükümdar açısından sonuç, kendi iktidarını korumaktan
başka bir şey değildir.

Hobbes’a göre devlet ortaya çıktıktan sonra egemenlik hakkı
bireylerden devlete geçer. Devlet de zor kullanarak toplumu yönetir ve insanları
barış içinde bir arada tutar.

Rousseau’ya göre devlet çoğunluğun iradesine göre çalışır. Bu aynı zamanda
Genel İrade (Millî İrade) denen şeyi oluştur.
Genel İrade mutlak olup her tür yanılgının ve sınırlamanın ötesindedir.
Rousseau’ya göre Genel İrade meşruiyetin kaynağıdır. Çoğunluğun kabul ettiği
bir yasa veya karar mutlak olarak doğrudur.
Rousseau,
toplumsal farklılaşmanın devlet tarafından eğitim yoluyla yok edilmesini savunur.

Hegel’de devlete sözleşme yoluyla değil, tarih içinde diyalektik
yoldan ulaşılır. Sivil toplum içindeki farklı unsurlar arasındaki diyalektik
ayrışma ve çatışma sonucunda devlet bir çözüm noktası olarak ortaya çıkar.
Devlet ortaya çıktıktan sonra toplumu kendi şahsında homojen hâle getirir.

LİBERALİZM

Liberalizm esas olarak modern dünyada gelişen bir
ideolojidir. Erken dönemde Locke, Kant, Montesquieu, Tocqeuveille,

Bentham; yirminci yüzyılda ise Hayek,

Robert Nozick,
Ludwig von Misses gibi düşünürler
tarafından savunulmuştur.

On yedinci yüzyılda ortaya çıkan klasik
liberalizm
, temel insan hakları, sınırlı devlet, hukukun üstünlüğü,
serbest piyasa ekonomisi gibi değerleri savunmaktadır. Klasik liberalizmin iki önemli
fikir babası John Locke ile Adam Smith’tir. Locke, siyasi liberalizm öğretisini
geliştirirken Smith ise iktisadi liberalizm düşüncesini geliştirmiştir.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren gelişmiş olan sosyal liberalizm; sivil
ve siyasal hakları, katılımı ve eşitlik düşüncesini savunan bu anlayış klasik
liberalizmin aksine devlete belli alanlarda yükümlülükler yükler. John Stuart Mill ve Thomas H. Green gibi düşünürler bu düşüncenin önemli isimlerindedir.

Yirminci yüzyılda Hans-Hermann Hoppe, Robert Nozick ve Ayn
Rand gibi düşünürler tarafından geliştirilen liberteryen
düşünce;
devleti
bir gece bekçisi gibi düşünmekte ve sosyal, ekonomik, siyasal yaşamın her alanından
çekmeyi savunmaktadır. Liberteryen anlayışa göre alt yapı, eğitim, sağlık,
sosyal güvenlik gibi faaliyet alanları dâhil olmak üzere güvenlik ve adalet dışındaki
tüm hizmetleri toplumun kendisine bırakmak gerekir.

Liberalizmde Birey ve
Toplum

Liberalizmin dört temel değeri bireycilik, özgürlük,
çoğulculuk ve hoşgörüdür.

Liberalizm, temel insan haklarını birey ekseninde formüle
ettiği gibi, birey-devlet ilişkisini de bireyi esas alarak kurgular.

Liberalizmin özgürlük anlayışı bireye müdahalesizliği
öngörür. Bireysel özgürlük için siyasal iktidarın sınırlandırılmasını ve
hukukun vesayeti altına alınmasını şart koşar.

Liberalizm her insanın kendi seçimini kendisinin belirleme
hakkını savunduğu için doğal olarak insan tercihlerinin toplumsal yansıması çoğulculuk
olur.

Devlete düşen görev farklılıkların bir arada barış içinde yaşamasını
korumaktır.

Çoğulculuğun gelişebilmesi için “hoşgörü” kültürüne ihtiyaç
vardır.
Eğitimin ana işlevlerinden biri
hoşgörü kültürüne katkıda bulunmasıdır.

Liberalizmde Siyâsî Yapı
ve Demokrasi

Liberalizme göre yönetimin temeli halkın rızası olmalıdır. İktidar,
serbest seçimler yoluyla halkın rızasını alarak yönetime gelmelidir.

Liberal devlet, hukukun üstünlüğü ilkesine göre işlediği
için devleti hukukla sınırlandırmıştır.
Liberalizme
göre devlet bir hakem olarak toplumsal kesimler arasında tarafsız olmalıdır.

Liberalizmin İktisadi
Boyutu

Adam Smith ile başlayan
iktisadi liberalizmin temel felsefesi “laissez
faire, laissez passer
” düşüncesiyle dile getirilen “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” öğretisidir. Adam Smith,
firmaların devletin sınırlamasına maruz kalmaksızın rahatça yatırım ve üretim yapabildikleri
ve bu ürünleri gümrük engeline takılmadan dünyaya pazarlayabildikleri bir
toplumda zenginlik ve refahın gelişeceğini ileri sürmüştür.
Liberallere göre ekonomi serbest piyasa koşullarına göre işlemelidir.

Buna aynı zamanda “pazar ekonomisi
de denmektedir.
Liberaller, tüketici ile
üretici arasındaki ilişkinin ikisi arasındaki karşılıklı rızaya dayanması
durumunda bir sorun olmayacağını düşünürler.

MUHAFAZAKÂRLIK

Fransız devriminden sonra sistemli bir öğreti hâline gelmiştir.
On dokuzuncu yüzyılda David Hume, Edmund Burke ve
Joseph de Maistre gibi düşünürlerin
tartışmalarıyla şekillenmiştir. Muhafazakârlar, toplumsal değerlerin ve
kurumların temelinin toplumların tarihsel birikimine, kültürüne ve geleneğine
dayandığını düşünürler. Bu bakımdan Aydınlanmacıların akıl merkezli
perspektifine karşı çıkar.

Muhafazakârlar, Fransız Devrimi’ne hem oluş tarzından hem de
sonuçlarından dolayı karşıydılar.
Fransız
Devrimi’nden sonra Fransa’da anarşi, kaos ve düzensizlik baş göstermiştir. Oysa
muhafazakârlar, değişimin kademeli ve evrim yoluyla gerçekleşmesinden
yanadırlar.

Muhafazakârların tepkisini çeken diğer bir şey ise sosyalist
hareketlerdi. Saint

Simon, Charles Fourier ve Karl Marx gibi düşünürler
muhafazakârların hararetle savundukları özel mülkiyeti ortadan kaldırarak kamu
mülkiyetine geçmeyi savunmaktaydılar.
Muhafazakârlara
göre sosyalist devrimci düşünceler, toplumun binlerce yıldır devamını sağlayan
ana omurgasını kırıp yerine kurgulayıcı akıldan hareketle yenisini ikame etmeye
çalışmaktaydılar.

Muhafazakârların tepkisini çeken diğer bir husus da Sanayi
Devrimi sonrasında şekillenen yeni toplumsal yapıydı.

Muhafazakâr Düşüncede İnsan
ve Toplum

Muhafazakârlar, insanların toplumu ve otoriteyi oluşturmadığını
aksine toplumun insanın yapısını, kapasitesini, düşüncesini, ahlaki değerlerini,
inançlarını oluşturduğunu ileri sürerler. Onlara göre bilgilerimiz akla değil,
tecrübeye dayanır. Muhafazakârlar ikinci olarak insanın hakları beraberinde getirmediğini,
hakların devlet tarafından insana bir lütuf olarak verildiğini düşünürler.

Muhafazakârlara göre toplum, hepimizi kuşatan, bizlerin
toplamından daha büyük, daha kapsayıcı ve kompleks bir varlıktır; keyfî biçimde
müdahale edebileceğimiz, istediğimiz şekle sokabileceğimiz, sözleşme sonucu oluşturduğumuz
mekanik bir araç değildir.

Muhafazakâr Düşüncede
Düzen ve Değişim

Toplumsal düzenin temeli mülkiyet ve otoritedir. Muhafazakârlara göre en iyi düzen “mevcut olan” düzendir.
Muhafazakâr düşünürler, “süreklilik” ve “istikrar”a
büyük önem verirler. Toplumların değişimi süreklilik ve istikrarı bozmayacak şekilde
olmalıdır.

Her toplum kendi vatandaşına derin tarihsel kökleri ve arka
planı olan büyük bir tecrübe birikimi ve serveti sunar. Aklı işlevsel hale
getiren, birikmiş olan tecrübeden başkası değildir.

Muhafazakâr Düşüncede
Devlet ve Otorite

Muhafazakârlara göre toplum, insan organizmasının bedensel kısmını,
otorite ise beyin kısmını meydana getirir. Güçlü bir otorite olmaksızın
toplumun ve düzenin devamı söz konusu olamaz.
Muhafazakâr
düşünceye göre otoritenin temeli “sözleşme”ye değil, “sadakat”e dayanır.

Liberal muhafazakârlığın en önemli iki ismi David Hume ile Edmund Burke’tür.

Liberal muhafazakârlar sınırlı bir otoritenin yanı sıra,
bireyle devlet arasındaki ilişkide bireyin haklarının sağlanacağı bir denge
kabul ederler. Bununla birlikte, liberal muhafazakârlar devletin topluma,
toplumun değişim sürecine ve ekonomiye müdahale etmesini istemezler.

Otoriter muhafazakârlığın temsilcileri Joseph de Maistre ile Louis de Bonald gibi Fransız kökenli düşünürlerdir.
Otoriter muhafazakârlar, devletin topluma müdahalesini gerekli görür ve
önemserler. Öte yandan hak ve yükümlülükler dengesinde liberal muhafazakârlar
hakları öne çıkarırken otoriter muhafazakârlar yükümlülükleri daha fazla
önemserler.

SOSYALİZM

Sosyalizm, Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimine karşı bir
tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Fransa’da ortaya çıkan
sosyalizm ütopik bir düşünce biçimi olarak gelişti. Bu tarzdaki sosyalist düşünceye
Fransa’dan Saint Simon ve Charles Fourier, İngiltere’den de Robert Owen gibi ütopyacılar önemli katkılar sağlamıştır.
Ütopik sosyalistler sosyalist bir toplum hayal etmelerine rağmen buraya nasıl
geçileceğine cevap verememişlerdi.

Karl Marx,
Hegel’in diyalektik yöntemini kullanarak kapitalizmin iç çelişkilerinden sosyalizme
geçileceğini ileri sürmüştür. Marx bu yaklaşıma “bilimsel sosyalizm” adını
vermiştir. Marx aynı zamanda emekçi sınıfın örgütlenmesinde aktif rol oynayarak
Fransa ve İngiltere’nin sosyalizme geçişini sağlamaya çalışmıştır.

Marx’ta Tarihsel
Materyalizm ve Sosyal Sınıflar

Marx’a göre tarihin itici gücü sosyal sınıflardır.
Sosyal sınıf kavramı Marx sosyolojisinin en önemli kavramıdır. Marx, tarihsel
ilerlemeyi sosyal sınıflar arasındaki çatışma üzerine bina etmiştir.

Marx ve Engels, Avrupa tarihini beş aşamaya ayırmıştır. Bu aşamalar
sırasıyla ilkel-komünal aşama, köleci aşama, feodal aşama,
kapitalist aşama ve sosyalist aşamadır. Sosyal sınıflar, Marx’a göre “özel mülkiyet”in gelişmesiyle
ortaya çıkmıştır.

Marx’a göre tüm toplumsal yaşam alanı iki yapıya ayrılır:
Alt yapı ve üst yapı. Alt yapı ekonomidir. Marx buna “üretim biçimi” der. Üst
yapı ise ekonomik olmayan devlet, aile, din, kültür, ahlak gibi kurumlardan oluşur.
Ekonomik alt yapıda iki sınıf bulunur. Bunlardan birisi “sermaye” sınıfı, biri
de “emekçi” sınıfıdır.
İki sınıf arasındaki ilişkiye
Marx “üretim ilişkileri” der.

Sermaye sınıfı, emekçi sınıf üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmak
ve sürekli hâle getirmek için üst yapısal kurumları ortaya çıkarmıştır.
Devletin, ailenin ve dinin varlık nedeni alt yapıdaki ilişkilere süreklilik ve
meşruluk kazandırmaktır.

Marx’a Göre
Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş

Marx, emekçi sınıf tarafından üretilen artık değerin en fazla sömürüldüğü sistemin kapitalist
sistem olduğunu düşünür.

Kapitalizmde işçinin emeği alınıp satılan bir “meta” hâline
gelmiştir. Kişinin üretim içinde hem artık değerine hem de insan olarak kendisine
olan uzaklaşmasını Marx “yabancılaşma” olarak
nitelendirir.

Kapitalist toplumdaki iki sınıfı Marx burjuvazi ve
proletarya olarak isimlendirir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışma
sosyalizmi getirecektir. Proletaryanın üretim araçlarına el koymasıyla sosyalist
devrim gerçekleşecektir.

Marx’a göre sosyalist devrimle birlikte bir “proletarya
diktatörlüğü” kurulacak ve bu diktatörlük sosyalist toplumu komünizme taşıyacaktır.
Özel mülkiyet güdüsü ve bunun ürünü olan üst yapısal kurumların uzun bir tarihi
geçmişi olduğu için bunlar ancak belli bir dönem içinde tasfiye edilebilir.
Bunu yapacak olan proletarya diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, devlet dâhil, tüm
üst yapısal kurumları tasfiye ederek sosyalist toplumu komünizme götürecektir.

Komünist toplumda hiç kimsenin özel mülkiyeti yoktur.
Dolayısıyla bencillik yoktur, eşitlik vardır.

Dünyada Sosyalizm ve
Sonuçları

Rus Komünist Partisi’ni “öncü proletarya” örgütü olarak
kabul eden Lenin, sosyalizmi bu
parti eliyle az gelişmiş ülkelere yaymaya çalışmıştır.

Asya’da Mao’nun geliştirdiği
sosyalist model de Marx’ın öngörüsünden farklı bir sosyalizmin yol haritasını
oluşturmuştur. Mao’nun geliştirdiği model, köylüye dayalı devrim stratejisidir.
Mao, tepeden inmeci, merkeziyetçi ve köylüye dayanan sert bir komünist model
öngörmüştür.

Sosyalist Rejimlerin
Özellikleri

Sosyalist rejimlerde genel olarak tek partili bir sistem
hâkimdir. Demokratik toplumlardaki çok partili hayata burada izin verilmez.

Sosyalist rejimlerde toplumsal farklılaşmaya da izin
verilmez.

Sosyalist rejimlerde mülkiyet ve üretim devlete geçmiştir.
Devlet, tüm üretim süreçlerine karar veren bir mekanizmadır.

SOSYAL DEMOKRASİ

Öncüleri Eduard Bernstein
ve Karl Kautsky’dir. Kapitalizm ve
demokrasi içinde kalarak sosyal kesimler arasında eşitlik temelinde bir düzen
geliştirmeyi amaçladılar.

Almanya’da gelişen devlet sosyalizmi, sermayeyi geniş
kitlelere yayarak eşitlik temelinde bir düzen öngörmüştür.

Fabianizm, İngiltere’de
gelişmiş, başta sanayi olmak üzere, devleti her yere yaymayı, özel mülkiyeti
devlete vermeyi ve demokrasiyi reforma tabi tutmayı öngören yumuşak bir
sosyalizm fikrini savunmuştur.

Hıristiyan sosyalizmi ise Avrupa’nın değişik ülkelerinde
gelişmiş, kolektif mülkiyet, karşılıklı saygı ve sevgi ilkelerine dayanan bir
düşüncedir. Sosyal demokrasi bu tür kaynaklardan ilham almış olmakla birlikte
esas olarak Bernstein’in düşünceleri üzerinden gelişmiştir.

Bernstein ve Sosyal
Demokrasi Anlayışı

Görüşlerini büyük ölçüde Marx’ın eleştirisi üzerine bina etmiştir.
Bernstein’e göre ekonomik alt yapı, üst yapıyı belirlediği gibi, üst yapı da
alt yapıyı belirleyebilmektedir. Marx’ın iddiasının aksine sermayenin giderek geniş
bir tabana yayıldığını gözlemiştir.

Kapitalist sistem içinde doğan zenginlik doğal olarak
proletaryanın da bir kesimine yansıyor ve durumlarında iyileşme meydana
getiriyor. Bu da proletaryanın kendi içinde tabakalaşmasına yol açmaktadır.
Dolayısıyla proletarya devrimi bir hayaldir.

Bernstein, “vatandaş” kavramını Marx’ın teorisinin anahtar
kavramları olan sınıf ve proletaryanın önüne geçirmiştir. Devletsiz, sınıfsız,
özel mülkiyetsiz bir sosyalizm yerine; eşit şartların ve sosyalleşme bilincinin
geliştiği “sosyal demokrat” bir toplum amaçlamıştır.

Bernstein, parlâmenter, demokratik ve evrimsel bir gelişme
sürecinden yanadır.

Sosyal Demokrasinin
Savunduğu Değerler

Sosyal demokratlar her şeyden önce liberallerden farklı
olarak devleti adalet, güvenlik ve savunma gibi temel işlevlerin yanı sıra sağlık,
alt yapı, eğitim, sosyal refah gibi alanlarda da sorumlu tutarlar.

Sosyal refahın devlet eliyle paylaşılmasını savunurlar.
Devletin üst düzey gelir gruplarından yüksek düzeyde vergiler alıp bunları alt
kesimlere dağıtarak iki kesim arasında eşitlik temelinde bir adalet geliştirmesi
gerekir. Sosyal demokratlar buna “dağıtımcı adalet” derler.

Sosyal demokratlara göre birey toplum ve devlet düzeniyle ne
kadar bütünleşirse o kadar sosyalleşir, dolayısıyla o denli özgür olma
kapasitesine ulaşır.

Üçüncü Yol: İngiltere’de sosyolog Anthony Giddens tarafından geliştirilen ve İşçi Partisi’ne bir yol haritası
oluşturan Üçüncü Yol, liberal ekonomi anlayışı ile sosyal demokrat sosyal devlet
anlayışını sentezleyen bir düşünce biçimidir.

FAŞİZM

Faşizm Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına karşı bir tepki
olarak doğmuştur.

1926 yılında Almanya’da bir Amerikan doları dört milyar
Alman Markı’na denkti.

Versay Anlaşması’nın komplikasyonlarının bir sonucu olarak
Almanya’da Nazi Partisi ortaya çıkmıştır.

Faşist hareket ilk olarak İtalya’da ortaya çıktı.

Benito Mussolini,
1919 yılında Nasyonal Faşist Partisi’ni kurmuştur. Bolşevik Devrimi’nin yol
açtığı komünizm rüzgârı Avrupa’daki birçok ülke gibi İtalya’ya da korku
salıyordu ve Mussolini bu korku üzerine inşa ettiği propagandasının meyvelerini
toplayarak 1924 yılında %66 oy alarak iktidara gelmiştir. 1925’te meclisi
lağveden Mussolini diktatörlüğünü ilan ederek faşist rejimi başlatmıştır.

Mussolini’nin İtalya’da yaptıkları, Hitler’e ilham vermiştir. O da benzer süreçleri takip etmiştir. İspanya’da
ortaya çıkan Falanjistler (Falange) hareketi de İtalyan
Faşist Partisi’ni örnek almıştır. Falanjist hareketin en önemli ismi olan
Francisco Franco, iç savaşın sonunda
1936’da İspanya’da iktidara gelmiş ve ölene dek ülkeyi diktatörlükle yönetmiştir.

Faşizmin Düşünsel
Temelleri

Platon’dan itibaren düşünce tarihinde faşizmi besleyecek pek çok
damar mevcuttur. Güç üzerine yaptıkları vurgularla Machiavelli ve Hobbes,
otoriteyi kutsallaştıran Maistre,
güç istenci kavramıyla Nietzsche ve
aşkın bir devlet tasavvuru olan Hegel
bunların başlıcalarıdır.

Elit (seçkinci) teorinin fikir babaları olan Pareto, Mosca ve Michels,
insanların doğuştan farklı olduklarını, bazı insanların üstün olarak yaratıldığını,
yönetimin de doğal olarak bu insanlar tarafından üstlenilmesi gerektiğini
savunmuşlardır.

Giovanni Gentile’nin
faşist düşünce geleneğinde özel bir yeri vardır. Kendisini faşizmin filozofu
olarak tanımlayan Gentile, Mussolini için Bir Faşizm Doktrini adlı bir kitap
yazmıştır.
Korporatist bir devlet anlayışını
savunan Gentile, bireyciliğin yok edilmesini, özel çıkarların tasfiye
edilmesini, toplumdaki tüm farklı unsurların devletle bütünleştirilmesini,
hepsinin devlet tarafından kuşatılmasını savunmuştur.

Faşizmin Savunduğu Değerler

Faşizmin başlangıç noktası, insanların eşitsizliği düşüncesidir.
Faşist ideoloji bununla birlikte bireyciliğe, toplumsal farklılaşmaya, sosyal hareketlere,
çok partili sisteme karşı çıkar.
Faşizme
göre toplumun ve siyâsî yaşamın en tepe noktasında lider bulunur. Liderin altında
yer alan ve onun öğretisi doğrultusunda hareket eden Faşist Parti vardır.
Devlet, tek parti tarafından yönetilir.

Latin kökenli olan fasce sözcüğü kavram olarak dayanışma, birlik ve
beraberlik anlamına gelir. Mussolini, fasce adını, kendi ideolojisini anlatmak
üzere kurduğu partiye isim olarak vermiştir.
Faşizmde
haklar yoktur, yükümlülükler vardır. Herkes devlet tarafından verilen ödevleri
yapmak zorundadır.

Faşist ideolojiler, otoriter bir devletin yanı sıra, aynı
zamanda totaliter bir devlet de öngörmüştür.
Dolayısıyla
tüm toplumun bu düşünce doğrultusunda eğitilip dönüştürülmesi gerekir. Faşizm
bu bakımdan eğitime büyük önem verir.

Siyasal Güçler

SİYASAL PARTİLER

Siyasal partiler devlet ile toplum arasındaki bağlantı
noktalarından birini temsil ederler. Siyasal partiler iktidar olduklarında
devletin en üst karar alma mevkilerini işgal etmiş olurlar. Muhalefette iken
ise topluma yakınlaşırlar. Bu nedenle iktidarın bir parçası değillerdir.

Siyasal partiler, hükümdarların danışmak için düzenli
olmayan aralıklarla topladıkları parlâmentolarda çıkar ve ideoloji yakınlaşması
temelinde ortaya çıkan gruplaşmalardan doğmuşlardır.
Birleşik Krallık parlamentosunda, liberaller (Whig) ile
muhafazakârların (Tory) ayrışması buna bir örnektir. Bir seçim ve temsil örgütü
olarak modern siyasi partiler 1820’lerde ABD’de ortaya çıkmıştır.

Şiddet yoluyla iktidara gelmeyi amaçlayan yasa dışı
örgütlerin iktidara eldikten sonra parti hâline dönüştükleri de bir vakıadır. Siyasi
partinin var olması, o ülkede demokrasinin var olduğu anlamına gelmez.

Siyasi partiler, çeşitli kesimlerin arzu ve beklentilerini
bir ayna gibi aynen yansıtmazlar. Toplumsal kesimlerle sürekli bir biçimde karşılıklı
etkileşim içindedirler. Partilerin kurumsallaştığı ülkelerde vatandaşlar, kendi
siyasi oryantasyonlarını parti kimlikleri ile tanımlarlar.

Siyasal partiler, kadro partileri ve kitle partileri olarak
ikiye ayrılırlar. Kadro partileri, genellikle
seçim zamanları aktif olan dar bir kadro ile faaliyet gösteren seçmen tabanının
genişletme ve dönüştürme işlevine öncelik vermeyen partilerdir.

Kitle partileri ise
üye sayılarını artırmayı ve üyeler ile her zaman sıkı ilişki kurmayı hedeşeyen partilerdir.

Kartel partisi, kadro
partilerini andırmakla beraber, onlara nazaran çok daha profesyonelce hareket
ettikleri ve modern pazarlama tekniklerini ustalıkla kullandıkları belirtilmiştir.

Siyasal partiler bünyelerinde farklı çıkarlar
ve farklı görüşler barındırırlar.
Parti
çizgisinden bir ölçüde farklılaşan bu guruplara hizipler
denir.

Hâkim parti sisteminde siyasal mücadele
partiler arasında değil, parti-içi hizipler arasında cereyan eder.

Ilımlı çok parti sisteminde, genellikle hiç bir parti tek başına
hükümet kuracak kadar oy alamaz. Hükümet kurabilmek için koalisyon kurmak
zorunluluk hâline gelir.

Seçim sistemleri, kullanılan oylarla milletvekili sayıları arasında
birebir olmasa da orantılı bir temsili öngören nispi temsil sistemi ile en fazla
oy alan parti ya da adaya avantaj sağlayan çoğunluk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır.
Birinci sistem temsilde adaleti öne çıkarırken ikincisi hükümet kurabilecek çoğunluğa
sahip parlâmento kompozisyonu yaratmayı amaçlar. Çoğunluk sisteminin iki
partili sistemi teşvik ettiği bir vakıadır. Nispi temsil sistemi ise ılımlı ya
da aşırı çok partili sistemin ortaya çıkışını kolaylaştırır.

Yeni Sosyal hareketler siyasi parti ya da baskı gruplarının hiyerarşik yapısından
uzak, gönüllü katılımı esas alarak siyasi gündemi etkilemeye çalışırlar. Hayat kalitesi
ve yaşam tarzı ile ilgili meseleleri öne çıkarırlar ve daha çok genç, iyi eğitimli
ve orta gelir düzeyine sahip insanlar tarafından yönlendirilirler.

Kadın hareketleri, çevreci hareketler, gey ve lezbiyen hakları
savunucuları ile hayvan hakları savunucuları, küreselleşme karşıtı hareketler
YSH’lerin en çok göze çarpan örneklerindendir.

KAMUOYU

Eski dilde “efkarı
umumiye
” olarak bahsedilen kavram kelime anlamı olarak halkın kanaatleri
anlamına gelir.
Kamuoyu, daha çok örgütlü ve
sesini duyurabilen kesimlerin önemli gördükleri meseleler hakkında oluşturdukları
ve diğerlerine benimsetmeye çalıştıkları fikirler bütünü olarak görülebilir.

Demokrasilerde halkın ne istediği meşruiyet açısından
öncelikli öneme sahiptir. Hal böyle olunca örgütlenmiş gurupların kendi
fikirlerini kamunun fikriymiş sunma çabası içine girmeleri kaçınılmaz durumdur.

Kamuoyunun hükümetin ne yapacağını değil de neler yapamayacağını
daha fazla etkileme potansiyeline sahip olduğu söylenmiştir. Diğer bir deyişle,
kamuoyu kararların alınmasında fazla etkili olmasa bile, hükümetlerin neleri
yapamayacaklarının belirlenmesinde etkili olur.

Medya, kamouyu oluşturma faaliyetinin en önemli unsurlarından
biridir.

Diktatörlükler, kendi kontrollerindeki medyayı etkin bir
propaganda aracı olarak kullanmışlardır.

Medya, kendi başına bir güç değildir. Medya, kimin elinde ise, o gurubun kullanım etkinliğine bağlı
olarak siyasal güç konumuna gelir. Sanayicilerin elindeki medya, iktidar
üzerinde baskı aracı haline gelebilir. Yine aynı şekilde, sanayici ile iktidar
arasında ortak çıkar oluştuğu durumlarda, medya iktidarın lehinde bir araç
olarak karşımıza çıkar.

Kamuoyu oluşturma sürecinde etkili olan bir diğer güç
kamuoyu araştırma şirketleridir.

Okur yazarlık oranının düşük, kitle iletişim araçlarının çok
sınırlı kaldığı ülkelerde, siyasal fikirlere sahip olma anlamında küçük topluluklar
içinde öne çıkan, ne dediğine bakılan kişiler kanaat önderleri olarak nitelendirilmişlerdir.

BASKI GRUPLARI

Baskı grupları toplumsal kesim ya da grupların taleplerini
örgütlü bir biçimde siyasal alana taşımayı amaçlarlar. Bu yönleriyle tıpkı
siyasal partiler gibi devlet ile toplumu birbirine bağlayan ilişkiler ağının
bir parçasıdırlar (işçi ve işveren örgütleri gibi).

Toplumu oluşturan gurupların hepsi baskı gurubu değildir.
Ancak böyle bir potansiyele sahiptirler.

Baskı guruplarının ilk örnekleri loncalardır. Sanayi
devriminden sonra büyüyen işçi sınıfı, sendikaların oluşmasına neden olmuştur.

Demokratik korporatizmde devlet zorlayıcı olmadan işçi ve işveren örgütlerini önemli
iktisadi karar alma süreçlerine dâhil etmeyi amaçlar. Bu durumda tavandan
tabana doğru bir etkilenme söz konusudur.

Plüralist ya
da çoğulcu baskı grupları siyaset modelinde ise ülke çapında büyük bir temsil
gücüne sahip büyük örgütler yerine, daha küçük örgütler söz konusudur. Korporatizmin
tersine, tabandan tavana doğru bir etkilenme amaçlanır.

Himayecilik
örgütlenme düzeyi düşük toplumlarda öne çıkan kendine has bir çıkar temsili
metodudur. Himaye eden himaye edilene belli menfaatler sağlar ve karşılığını da
alır.

Sivil toplum kuruluşları devletten bağımsız olarak kamusal alanı etkilemek isteyen
bireyler tarafından oluşturulmuş, gönüllülük esasına dayalı örgütlenmeler
olarak tanımlanabilirler.

Baskı gurupları temsiline soyundukları kitlelerden ziyade, o
kitlelerin kendilerine üye olan kesimlerine fayda sağlamak isteyebilirler.

Mancur Olson’a göre
(1965) ancak kendi üyelerine özel menfaat sağlama potansiyeline sahip olan
gruplar örgütlenme şansına sahip olabilecekler, işsizleri, ev hanımlarını ya da
emeklileri temsil etmeye çalışan gruplar, üyelerine özel menfaatler
sunamayacakları için örgütlenemeyebileceklerdir.

Lobi faaliyetleri,
alanlarında uzmanlaşmış şirketler tarafından yürütülür.

Bu şirketler, kendi çıkarlarını daha iyi savunmak isteyen güçler
tarafından kiralanırlar.

BÜROKRASİ

Devlet için çalışan kesim, bürokrasiyi oluşturur (bütün
memurlar bu sınıfın birer ferdidir).

Max Weber’e göre
bürokrasi geleneksel ya da karizmatik otorite biçimlerine değil de akılcı/hukuki
kurallara dayanan modern toplumların ayırt edici özelliklerinden biridir.
Bürokratik örgütlenmenin temel özelliği akılcılıktır.

Bürokratın otoritesi, kişiliğinden ya da yeteneğinden değil
sahip olduğu pozisyondan kaynaklanır. Dolayısıyla insani değildir.

Bürokrasi ile kapitalizm arasında en azından ilk aşamalarda
karşılıklı bir destek ilişkisi vardır. Bürokrasiyi çelik bir kafese benzeten
Weber, modern hayatı besleyen dinamiklerin bürokrasinin büyümesinin kaçınılmaz
hâle getirdiğini belirterek karamsar bir tutum takınmıştır.

Kamu Tercihi Okulu’na
göre bürokratlar da diğer bireyler gibi kendi çıkarlarını savunurlar. Ancak
bunu yaparken sahip oldukları ayrıcalık, kendi çıkarlarını kamu çıkarları
olarak sunabilmeleridir. William Niskanen’e
(1971) göre, bürokratlar hem kendilerine ayrılan kaynakları (bütçelerini) artırmak
hem de başında bulundukları örgütü büyütmeyi amaçlarlar.

BÜROKRASİ VE SİYASET

“Güçlü, bağımsız ve partizanlıktan uzak bir bürokrasi
demokrasi açısından bir tehdit oluşturabilir, ancak aynı zamanda demokratik
rejim, böyle bir bürokrasiye de ihtiyaç duyar”.

Bürokrasinin denetim ve kontrolünün çok zor olduğu,
bürokrasinin siyasetçiler tarafından belirlenen politikaları uygulamak yerine
politikaların biçimlenmesinde merkezî rol oynadığı eleştirileri sıklıkla dile
getirilmektedir.

Ferrel Heady,
ideal tip olarak iki tür bürokrasiden bahseder. Klasik
bürokrasi
tiplemesine en çok yaklaşan ülkeler -aralarındaki çok önemli
farklılıklara rağmen- Almanya ve Fransa’dır. Klasik bürokrasilerde soyut bir
devlet anlayışı ve o devlete hizmet etme kavramı çok kuvvetlidir.

Siyasi bürokrasilerde
siyasi iktidar, bürokrasinin üst kadrolarının çok önemli bir çoğunluğunu değiştirip,
beraber çalışmak istediği insanları göreve getirir.

Bu sistemin avantajı, bürokratların siyasetçiler tarafından
seçilmeleri ve pozisyonlarını onlara borçlu olduklarını bilmeleridir.

Vatandaşları bürokrasi karşısında korumak üzere bilgi edinme yasası ve kamu
denetimi
ne yönelik ombudsman uygulamalı, kâğıt üzerinde şirin gözükse de
son tahlilde bir işe yaramadıkları gözlenmektedir.
 

Siyaset Bilimi

Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu
Anadolu Üniversitesi yayını

İlgili Makaleler