Siyaset Ötesi Hukuk: Niklas Luhmann, Sistem Kuramı ve Autopoietik Hukuk
Ex post facto: “Bir şey gerçekleştikten sonra” anlamına gelen Latince söz öbeğidir. Türkçe’de “geçmişe yürüme” ya da eski tabirle “makable şamil” şeklinde kullanılmaktadır. Bir olay, olup bittikten sonra geriye doğru gidilerek hüküm ifade etmesi anlamına gelir.
Autopoiesis: Yunanca kökenli bu kavram, iki sözcüğün, “kendi” anlamındaki “auto” ile “yaratmak” anlamındaki “poiesis”in birleşiminden oluşmaktadır. Böylece “Sendi kendisini yaratan” gibi bir anlama gelmektedir. Biyoloji alanında, özellikle kendi kendilerini yaratan biyolojik yapıları, hücreleri ifade etmek üzere kullanılmış, sonradan farklı alanlarda kullanılmaya başlanmıştır.
Hukukun kendi kendine göndermede bulunan bir yapı olup olmadığı konusuna gelindiğinde, akla gelen ilk isim Alman sosyolog Niklas Luhmann olmaktadır. Luh- mann’ın Sistem Kuramı, autopoiesis kavramına dayanmaktadır. Kavram, terminolojik olarak “kendi kendini yeniden üretebilen” anlamına gelmektedir. Hukuk ile siyaseti birbirinden ayıran yaklaşımlar, yukarıda da ifade edildiği üzere, hukukun kendi kendini yeniden üreten bir yapıda olduğunu ileri sürmektedir. Hukuk, tarihsel süreç içerisinde kendi alanını da tedricen kendisi oluşturmuştur. Özellikle 18. yüzyılla birlikte, dava dosyasına bağlı hukuk yerine, daha sistematik hukuk bilgisine duyulan ihtiyaç, hukuk uygulamasından bağımsızlaşan bir normatif hukuk alanının oluşumuna yol açmıştır. Ayrıca, bazı uyuşmazlık alanları ile ilgili olarak hukuk, henüz uyuşmazlık ortaya çıkmadan evvel kendisi, bu alanları normatif düzenlemeye konu
etmiştir. Dolayısıyla hukuk, kendi kendisine evrimsel olarak bugün bildiğimiz şeklini almaya başlamıştır (Çataloluk, 2010: 54).
Luhmann’a göre hukukun işleyebilmesi için siyasetin, hukukun uygulanabileceği ortamı yaratması gerekir; ama daha fazlası değil. Bundan sonrası, yani neyin hukuksal olup neyin olmadığı meselesi, hukukun kendi kendisine çözdüğü bir problemdir. Aslında Luh- mann’ın kuramında da bir sistem olarak hukuk, diğer sistemlerle, örneğin siyasetle de ilişki halindedir. Ancak sistemin iç işleyişi yönünden, çevrenin hukuka müdahalesi olamaz (Çataloluk, 2010: 56 ve 60).
… Sistem kuramı işte bu yüzden, hukukun düzenlediği alan olarak siyaset ve siyasetin mümkün kıldığı alan olarak hukuk, toplum sistemi içerisinde farklılaşmış iki sistem olarak karşımıza çıktığında net bir ayrım yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalır. Hukuk eğer, yukarıda tasvir edildiği şekliyle işlemsel olarak kapalı bir sistemse, siyasetin hukukun bütünleyicisi değil, çevresi olması gerekir. Bu durumun gözlemlenebileceği ilk ve en geniş kavram ise devlettir.
Karmaşık bir yapı olarak devlet, iki farklı toplum sistemini kullanır. İlki, iç iletişimini kurmak için “iktidar” kodunu kullanan siyaset sistemi, ikincisi ise hukuka uygun/aykırı kodlamasıyla şiddet kullanma tekelini düzenleyen hukuk sistemidir. Hukukun ehlileştirdiği alanda siyaset kendi işlemlerini gerçekleştirebilir.
Siyaset ve hukukun sistemik olarak başka açılardan da birbirine bağımlı yapılar oldukları gözlemlenebilir. Ancak öte yandan bu ilişki, biraz daha ayrıntılı bakıldığında asimetrik bir ilişkidir. Zira siyaset, tipik özelliği olan kolektif bağlayıcı kararlar vermeyi ancak hukuk vasıtasıyla sağlarken hukuk, siyasetin iktidarını yardımına ancak karar verirken çağırır. Kararların verildiği yargı sistemi, hukukun sadece bir alt sistemidir. Dolayısıyla siyaset sistemi, hukukun alt sistemlerinden sadece birinin kendisine muhtaç olması nedeniyle hiyerarşik olarak hukuk sisteminin altında görülmektedir. Her hâlükârda, bu tanımlamada karşımıza çıkan, birbirinden tamamen bağımsız iki sistem değil, birbiriyle uyumlu iki farklılaşmış sistemdir. İkinci bir nokta yasamadır. Zaten siyasetin alanına giren yürütme ve hukukun alanına giren yargı erkleri bir yana bırakılırsa, bu iki alt sistemin etkilerinin birlikte gözlemlendiği üçüncü erk olarak yasama, sorunlu bir alan olarak karşımıza çıkar. Yasama, hukuk sisteminin çekirdeğinde değil, deyim yerindeyse “kıyı”sındayer alır. Zira modern devlette hukuk kurallarını çıkaran organ olarak parlamento, siyaset sisteminin bir unsurudur. Dolayısıyla yasamanın vazifesi yargınınki gibi salt hukuki değildir.
NiklasLuhmann (1927-1998); Sistem Kuramı yaklaşımıyla tanınan Alman sosyolog Luhmann, İkinci Dünya Savaşı sonrasında hukuk fakültesinde öğrenim görmüş ve 1961 ‘de ABD’ye giderek Harvard’da Talcott Parsons ile birlikte çalışmıştır. Ayrıca Almanya’da Münster, Frankfurt ve Bielefeld Üniversitesinde çalışmalar yürütmüştür.
Parlamentodan bir yasanın geçmesi, hükümetler açısından siyasi bir başarıdır. Bu siyasi başarı, aynı zamanda neyin hukuka uygun, neyin aykırı olduğunu belirleyerek hukuku değiştirir. Ancak bu durum, hukuku sistem kuramının savunduğu gibi
iletişimlerden değil yasalardan oluşan bir yapı olarak görme eğilimimiz nedeniyle, parlamentonun bu belirleyiciliği karşısında, yasamayı yargı karşısında hiyerarşik olarak üstte görme gibi bir eğilime yol açar. Luhmann’a göre bu bir yanılsamadır ve ancak iletişimleri odağına alan, doğru bir hukuk sosyolojisi kavrayışıyla çözülebilir. Genel olarak bakıldığında, siyaset, toplumdaki hızlı değişime uyarlanmak ihtiyacıyla ani tepkiler veren, hızlı hareket eden bir sistemdir. Oysa hukuk siteminin değişimi siyasete göre yavaştır; belirli kural, ilke ve kavramların kullanılır hale gelmesi için bazen yüzyılların geçmesi gerektiği görülebilir. İki sistemin aynı konuda tepki vermesinde yaşanan bu zamansal farklılık, yasamayla kapatılır. Yasa çıkarmak, hukuk sisteminin değişimin hızına uyumunu sağlar, hukuk ve siyasetin uyumlaştırılması- nın zeminini oluşturur.
Yasama fonksiyonu özelinde görüldüğü gibi, hukuk ve siyaset kendi işlemleriyle örgütlenirken bir taraftan da sistemsel sınırlarını çekerler. Yasanın siyasi tarihi, hukuktaki tarihinden farklıdır çünkü sistemler kendi işlem ağlanndaki işlemlerle birlikte işleyecekleri ögeleri kendileri seçerler. Bu ise çalışmanın başlangıcından beri değinilen autopoiesis’tir. Bu işlemler iki sistemin de ayrı ayrı geliştirdiği kodlar vasıtasıyla gerçekleşir (Çataloluk, 2010: 67-69).
Jürgen Habermas (1929-); 20. yüzyılın en etkili sosyolog ve filozoflarından biri olan Habermas, 1929’da Düsseldorf’ta doğmuştur. Habermas, kamusal alan ve iletişimsel eylem kavramları aracılığıyla ortaya koyduğu eleştirel toplum ve siyaset kuramı ile alanın önde gelen isimlerinden olmuştur.
İleride ayrıntısı ile değerlendirileceği için burada kısaca özetleyeceğimiz kuramında Habermas, öncelikle “yaşam dünyası” ile “sistem” arasında ayrım yapmaktadır. Buna göre yaşam dünyası, bireylerin sosyal etkileşim içerisinde yaşadıkları çevredir.
Alıntıdan da anlaşılacağı üzere Luhmann, hukuk ve siyaseti birbiriyle ilişkili, ancak bağımsız iki ayrı sistem olarak ele almakta, aralarındaki dışsal ilişkinin düzeyi ne olursa olsun, kendi içlerinde özgün işleyişlerine sahip olduklarını ileri sürmektedir. Luhmann’ın hukuk ile siyasetin ilişkisini yasama ve yargı fonksiyonları özelinde açıklamaya çalıştığı da dikkatlerden kaçmamalıdır.