ŞİÎLİK
En geniş ve kapsamlı
anlamıyla, Hila-fet’in Hz. Muhammed (s.)’den sonra Ehl-i Beyt ve/veya Hz.
Ali’nin soyu kanalıyla yürümesi gerektiğine inanan ve diğer itikadı ve fıkhı
yaklaşımları daha çok bu temele dayanan bir İslâm mezhebine verilen ad.
islâm tarihinde ortaya
çıkan mezhepler konusunda yazılmış eserlere bakıldığında; çok ciddi tahlillerin
bulunduğunu ve mez-heblerin kendi mantık ve temel umdeleri doğrultusunda
inceleme konusu yapıldığını söylemek kısmen zor olsa gerektir. Bunun yerine,
daha çok polemiklere veya sadece tek yanlı bilgilere ve tanıtımlara rastlanmakta,
bilhassa İbn Teymiyye örneği, taraftarları nezdinde müsbet, muhalifleri
nezdinde menfî isim yapmış bir takım alimlerin bile sahih, hatta mütevatir
derecesine çıkmış bir kısım hadisleri dahi, polemiklerine feda ettiklerine
şahit olunmaktadır. Özellikle Şiîlik gibi, başlan büyük salâbet-i diniyyeye
sahip olduğu halde, kısmen büyük baskıların, kısmen azınlık psikolojisinin
etkisiyle tamamen denilebilecek derecede çoğunluktan kopup, çoğunluğa zaman zaman
cephe almış ve adeta siyasî bir hizib haline gelmiş, bunun sonucunda da Rafızîlik
ve Gulat (aşırı) derecelere varan kollar üretmiş bir mezhep hakkında ciddi ve
iki ta-
raflı iddiaları,
dolayısıyla iki taraflı eserleri göz önüne alan çalışmaların yapılması kaçınılmaz
olmaktadır.
Şiîliği incelerken,
herhalde şu üç temel kalkış noktası asla gözardı edilmemelidir:
-Hz. Ali’nin ve ehl-i
Beyt mensublarının, özellikle velayet ve ilmin yanısıra, Rasulül-lah’ın soyu
olmaktan kaynaklanan şahsiyetleri.
-Süratle gelişen İslâm
toplumu içinde, sevgi ve bağlılıklarını mücerred planda tutamayıp müşahhas
alana taşıran ve sevdiklerinin en ılımlı muhaliflerine bile düşman olacak
dereceye vardıran son derece hisli ve melânkolik tiplerin bulunması.
-Yine, aynı İslâm toplumu
içinde kavmî ve kabilevî gururlan zedelenen ve islâm’ı içlerine tam
sindirememiş grupların yanısıra, onu içten yıkmayı planlayan sinsi, yahu-di ve
münafık tiplerin de varlığı ve ayrıca özellikle Hilafet’in Emevîler eline geçmesiyle
birlikte, saltanat ve gaddar düsturlara sahip adalet-i izafînin gerektirdiği
bir takım baskı ve zulüm yöntemlerinin uygulanır hale gelmesi.
Yine, Şiîlik konusunda
yapılagelen şu tarihî ve ilmî hataların da bertaraf edilmesi zorunludur:
– Şiîlik, özellikle
tranlılar’ın mezhebi değildir. Araplar’dan sonra islâm’ın bir bakıma,
özellikle ilmî ve manevî alanda temsilciliğini ve sancaktarlığını yapanlar,
belli bir dönem için İranlılar olmuştur.
İmamı Azam Ebu Hanife
gibi büyük imamlar, fıkıh, tefsir, hadis ve başta İmam Gazali gibi kelâm
alanında yetişmiş daha başka yüzlerce imam ve Özellikle Selman-ı Pak-i
Muhammedi’nin bihakkın lorun lan olmaya hak kazanmış yüzlerce büyük sufı, İran
milleti arasından çıkmıştır… Bu yüzdendir ki, Rasulüllah (s.) gayb-aşina
gözüyle bu tarihi gerçeği görmüş ve sahih hadisle-riyle îranhlar’ı İslâm’a
yapacakları hizmetten dolayı övmüştür. İran’ın Şiiliğin adeta merkezi haline
getirilmesi, tamamen siyasi faktörlerle, hem de Sünnî bir tarikattan gelen Şah
İsmail zamanında olmuştur. Kaldı ki, ilk Şiilerin büyük çoğunluğu İranlı değil
Arap’tı.
– Şiîlik, yukarda
ifade ettiğimiz üç temel faktöre dayandığından, onu yalnızca Abdullah bin
Sebe’ gibi daha çok hükmî şahsiyet sahibi sinsi kişilere bağlamak ve sadece bu
tür faktörlerle izah etmek, konuyu bir anlamda çarpıtmak ve büyük oranda
basite indirgemek olur.
– Şiîlik, her ne kadar Şiîler tarafından, Ehl-i
Beyt’in kadri yüce 12 İmamı’na da-yandırılıyorsa da, bu konu ciddi biçimde
araştırılmalı ve kısmen Şiîler’den, kısmen de tarihi faktörlerden kaynaklanan
bir vakıa olarak, Kelâm, Fıkıh ve Hadis alanında Ehl-i Sünnet’te kendilerine
yeterince yer verilememiş bu imamlara bihakkın sahip oldukları değer ve
itibar verilmelidir.
Ehl-i Sünnet
tarihçileri ve mezhepler tarihi yazarları, Şiîliği daha çok Kerbelâ hadisesinden
sonra ortaya çıkmış bir mezhep olarak görme yanlışıdırlar. Konu dar anlamda
ele alındığında, bu bir vakıa olmakla birlikte, hadisenin daha derine inen
kökleri gözardı edilemeyecek boyutlardadır. Önce şu husus belirtilmelidir ki,
Kur’an’da îslâmî yönetimin şekli konusunda net ifadeler bulmak mümkün
değildir; bunun yerine, adeta içtimai bir mukavele şeklinde ortaya çıkacak
yönetimin özellikleri, vazifeleri ve uyması gereken kurallar söz konusu
edilmektedir denilebilir. Buna, bu konuda Rasulül-lah’ın da (s.) kesinlik
ifade eden bir hadisinin bulunmaması eklenince, Rasulüilah’tan sonra İslâm
Devleti’nin başına kimin geçeceği sorunu bir bakıma Ümmet’in istişaresine,
tercih ve tasvibine ve zamanın şartlarına ve uygulamalarına kalmış gibidir. Bu
noktada, Şiîler, “Sana emredileni açıkça bildir” ayeti inince,
Rasulullah’ın (s.) Haşimiler’e verdiği yemekten sonra irad buyurdukları,
“Ali aranızda benim vezirim, kardeşim ve vasimdir” hadisinin yanışı
ra, Veda Haccı dönüşü öadir-i Hum’da büyük sahabe topluluğu Önünde “Ben
kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” şeklinde irad buyurdukları
hadisi ve ayrıca en meşhur ve sahih şekliyle “Size iki şey bırakıyorum,
onlara tutundukça yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Ehl-i
Beyt’im” hadisi gibi hadisleri, Hz. Ali’nin hilafetine delil olarak ileri
sürmektelerse de. Sahabenin büyük çoğunluğu bu hadisleri bu şekilde anlamamış
olduğundan ve Rasulüilah’tan sonraki uygulamalarına da dayanarak, Ehl-i Sünnet
böyle bir iddiayı kabul etmemiştir. Kaldı ki, Hz. Ali, kendinden önceki her üç
halifeye de itaat etmiş, fey ve ganimetlerini yemiş, arkalarında namaz kılmış,
hatta vefatından sonra Hz. Ebu Bekir’in hanımıyla evlendiği gibi, kızı Ümm-ü
Külsüm’ü Hz. Ömer’e vermiş ve daha da önemlisi, Hilafet iddiasını, Şiilerin
iddia ettiği gibi Kur’an ve Sün-net’ten gelen kat’i bir hükme değil,
Rasulül-lah’a olan yakınlığına ve meziyetlerine dayandırmıştır. Ayrıca, Şiîler
katında Kur’an’dan sonra en önemli kaynak olan Nehcü’I Belâğa’ya bakıldığında,
Hz. Ali’nin Şiîler’in iddia ettiği şekilde bir hilafet inancında olmadığı,
buna karşılık, Kur’an’da bir peygamberin (büyük ihtimalle Yuşa bin Nun’un)
emrinde melik olarak Talut’un bulunması örneğinde olduğu gibi, gerektiğinde
bir imamın veya heyetin önderliğinde şeriatı uygulayan adil, hatta duruma göre
facir bir idarecinin bile bulunabileceğini ortaya koyan bir anlayışa sahip
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in Ümmet
üzerindeki velayeti daha çok ilmi ve manevi sahada olup, onlar da bu
velayetlerini bihakkın yerine getirmişler, gerçek Ehl-i Sünnet bu noktada
kendilerine cidden hürmet göstermiş ve hatta Hz. Ali, Bediüzzaman Said
Nursî’nin ifadeleriyle, kendinden önceki üç halifeye şeyhülislâmlık yapmıştır.
Yani, onlar kelimenin tam anlamıyla imamdırlar ve bu yüzden hep ‘imam’
lakabıyla anılırlar. Hz. İmam Muha-med el-Bakır ve îmam Cafer es-Sadık’a kadar
nass’a (Kur’an ve Sünnet’ten kesin bir hükme) dayalı hilafet anlayışının Ümmet
arasında bulunmadığı, Şiilerin de kabul ettiği tarihi bir hakikattir. Şiilerin
böyle bir inancı sözü geçen iki imama dayandırmaları ciddi şüphe konusudur ve
araştırma isteyen bir meseledir.
İkinci olarak, Şiilik
her ne kadar sonradan kazandığı rengiyle Kerbelâ hadisesinden sonra ortaya
çıkmışsa da, daha Rasulül-lah’ın zamanında Hz. Ali’yi ciddi seven ve meşhur
Sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan Huzeyfe b. el-Yemân, Huzeyme b. Sabit,
Ebu Eyyub el-Ensarî, Sehl b. Huneyf, Osman b. Huneyf, Bera b. Azib, Übeyy b.
Kal), Ebu Zerr, Ammar b. Yasir, Mikdad b. Amr, Selman-ı Farisî gibi Önemli
sahabelerin bulunduğu da bir gerçektir. Fakat, özellikle Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer’in fevkalade yönetimleri, Ümmet içinde alevlenmeğe yüz tutabilecek bir
ayrılığı gidermiş, ama ne yazık ki, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkan
ve artık önü alınamayan, şüphesiz bir takım münafık ve kışkırtıcıların da
Önemli roller oynadığı
hadiseler, tslâm toplumunda daha çok ve öncelikle siyasi temellere dayalı
Şiilik mezhebinin doğmasına yol açmıştır. Emevîler’den özellikle Ye-zid ve
Velid gibi zalim halifelerin ve Hac-cac gibi zalimlerin tavırları ve bilhassa
Kerbelâ hadisesi, yine Emevîler ve Abbasîler zamanında Ehl-i Beyt’e yapılan
baskılar, bu mezhebin iyice yerleşmesinde başlıca rolü oynamıştır.
Şiilik, başlıca üç ana
kola ayrılmıştır: Zeydiyye, İmamiyye ve Gulât.
Mezhepler tarihi
yazarlarının Carudiy-ye, Ceririyye ve Butriyye gibi yan kollara ayırdıkları ve
Hz. İmam Ali Zeynü’1-Abi-din’in oğlu Hz. Zeyd’e dayanan Zeydiyye’yi Ehl-i
Sünnet’ten ayıran en önemli ve esas nokta, onların Hz. Ali’yi ilk üç halifeye
taf-dil etmeleridir. Bunun dışında, bir takım ufak tefek itikadı ve fıkhı
konular hariç, Zeydiyye ile Ehl-i Sünnet arasında önemli farklar yoktur.
Zeydiler, ilk üç halifenin halifeliklerini geçerli saydıkları gibi, nass’a
dayalı bir hilafet inancını da kabul etmezler. Fakat, onlara göre Hilafet,
öncelikle Ehl-i Beyt’in hakkıdır.
Hz. Ali’yi peygamber
görmekten, -haşa-ilahlaştırmaya kadar uzanan Gulât fırkaların tarihte olduğu
gibi günümüzde de mü-himsenecek kemmî ve keyfi (nicel ve nitel) bir durumları
yoktur. Zaten, gerek Zeydiyye, gerekse İmamiyye bunları tekfir eder ve İslâm
toplumundan saymazlar.
imamiyye, bir başka
adıyla İsna-Aşeriy-ye, Şiiler’in tarihte ve özellikle bugün en önemli kolu
olup, bilhassa 12. İmam döneminde sayı ve nitelik olarak daha kesin hatlarla
ortaya çıkmış ve mezhebe gerçek rengini verenler, muhaddis Küleynî, Şeyh
Sa-duk, Şeyh Tusî ve Şeyh Müfid gibi alimler
olmuştur. 12. tmam’a
ve özellikle sözü edilen alimlere kadar, Şiiler her bir imamın vefatından
sonra önemsiz de olsa başka başka kollara ayrılıyorlardı. Nitekim, Şia’nın bugün
de yaşayan kollarından ismail iyye, Hz. İmam Cafer es-Sadık’tan sonra ortaya
çıkmış, onun daha sağlığında vefat eden büyük oğlu İsmail’i imam ve ölmemiş
kabul ettiklerinden kendilerine Ismailiyye denmiş, bir ara Mısır’da Faumîler
adıyla yönetim bile kurmuşlar ve Hasan Sabbah gibi daîleriyle Selçuklular
zamanında islâm alemi için ciddi tehlike arzetmişlerdir. Şia’nın kolları içinde
bunlara Batınıyye de denilmektedir.
Tarihte ve bugün en
büyük ve önemli Şii kolu oluşturan İmamiyye’nin sebeb-i vücudu da olan başlıca
nitelikleri, şöylece sıralanabilir:
a)
Rasulüllah’tan sonra, Ümmet’i yönetme hakkı Hz. Ali ve onun soyundan gelen 11
tmam’a aittir. Bu imamlar masumdurlar. Bu hak, kendilerine nass’la verilmiş
olup, bunu inkâr ve kabul etmemek kişiyi günahkâr yapar. Dolayısıyla belli bir
azınlık dışında, Sahabe-i Kiram’ın çoğu, Hz. Ali’yi halife olarak kabul
etmediklerinden gün? ha girmişlerdir. Hilafet, bir yönüyle Dini gerekliliklerden
olduğundan, onu bu şekilde kabul etmeyen, Dinin diğer zaruratını kabul ettiği
takdirde müslüman ve mü’min olmakla birlikte, mü’min-i has değil, mü’min-i amm
olur. Tabiatıyla kendilerine müslüman muamelesi yapılır, (Teoride inanç bu
şekilde olmakla birlikte, ifrata kaçarak, kendi dışındakileri, hatta Sahabeyi
bile tad-Iil, hatla tekfire kadar varan Şii alimlere hem tarihte, hem bugün
rastlamak mümkündür. Fakat, gerek hadis kitaplarında, gerekse itikadi
eserlerde, hiçbir zaman Sahabe dahil, Ehl-i Sünnet m üsl umanlar tekfir
edilmez. Kendilerine müslüman denilir..)
b) Büyük
günahları işleyip, tevbe etmeyen kişi amelen kâfir olur, yalnız İslâm sıfatı
üzerinde kalır. Tevbe etmekle amelen de, itikaden de yeniden mü’min olmuş olur.
Bu bakımdan, Hz. Ali’yi baştan halife kabul etmeyen Sahabe-i Kiram’ın
irtidadıyla ilgili bir takım inanç ve rivayetler bu noktada ele alınmalıdır.
Bütün bunlara rağmen, Şiilerin özellikle ilk üç raşid halifenin yanısıra, Hz.
Ali ile savaşan sahabelere de sempati şöyle dursun, anüpaü duydukları da bir
gerçektir.
c) Adalet,
Din’in esaslarından olup, Ce-nab-ı Allah adil olmayı kendi üzerine vacip
kılmıştır. Dolayısıyla, O’nun Cehennem’i hak edenleri Cehennem’e atması,
Cennet’i hak edenleri de Cennet’e koyması zaruridir.
d) 12. İmam ölmemişu’r. 5 yaşındayken Gaybet-i
Suğra’ya (kısa süreli gizlenme) gitmiş, 74 yaşındayken de, gaybet-i kübra-ya
gitmiştir. Yeryüzünü zulmün kapladığı dönemde zuhur edecek ve cihanşümul
tslâ-mi hükümeti kuracaktır. (Mehdi inancı). Onun gaybetinde, adil, müetehid ve
muttaki fakihler toplumun yönetiminde söz sahibi olurlar.
e)
Gerektiğinde, özellikle kişinin kendisini Ölümden, cemaatini dağılmaktan ve hele
hele dinini koruması için inancını ve mezhebini gizlemesi gerekli hale gelir
(Ta-kıyye).
0 Rasulüllah,
Ümmeti’ne, Kur’an ve Ehli Beyt’i bıraktığından ve 12 İmam masum olduğundan,
hadislerin de masumlar kanalıyla rivayet edilmesi gerekir. Bu yüzden, 12 İmam
kanalıyla gelmeyen ve onlardan güvenilir Şiîlerce rivayet edilmeyen hadisler sahih
kabul edilmez. Bu bakımdan, Ehl-i Sünnet’in meşhur Kütüb-ü Sitte’sine karşılık,
Şia’da Kütüb-ü Erbaa denilen dört önemli hadis kitabı vardır ki, bunlar,
Küley-ni’nin Usûl ve Fürû-u KâfTsî, Şeyh Saduk lakabıyla tanınan îbn Babeveyh
el-Kum-mi’nin ‘Men La Yahzuruhu’l-Fakîh’i ve Şeyh Tusî’nin Tehzibü’l-Ahkam ve
‘El-İs-übsârfîMâ Ühtelife Fîhi Min el-Ahbaf adlı kitaplarıdır
g) özellikle
İmamlar döneminde, genelde Kur’an’da eksiklik fazlalık ve değiştirme olduğuna
kısmen inanılıyor ve hatta Küley-ni’de bu konuda bir takım rivayetler bulunuyor
idiyse de, bilhassa Şeyh Saduk başta olmak üzere Seyyid Şerif er-Razi, Seyyid
Şerif el-Murtaza ve Şeyh Tusi gibi alimler bunu reddetmişler ve “iki
kapak arasında bulunan ve bütün müslümanlarca okunan” Kur’an’ın gerçek
Kur’an olduğunu ifade etmişler, bundan sonra aksi inançta bir takım kişiler
çıkmışsa da, artık genel ve kabul edilir inanç bu olmuştur. Mushqf-ı Falana
a-dıyla anılan mushaf ise, Kur’an’ın tefsiri ve bir bakıma Vahy-i Ğayr-i
Metluv’u havi bir kitap olarak kabul edilmektedir.
h) Şiilerde
‘Allah’ın şifadan’ inancı, Ehli Sünnet’le Mutezile arasında bir keyfiyet
ar-zetmekte, fakat Allah’ın gerek dünyada, gerekse ahîrette gözle görüleceği
kabul edilmemektedir. Bunun yamsıra, İrade, Kaza-Kader inancı ise Ehl-i
Sünnet’in Maturidiy-ye koluna, onunla aynı biçimde denilecek ölçüde yakındır.
i) Şia’da
rükün olmamakla birlikte, Allah’ın TLevh-ı Mahv ve Isbat’ denilen şu Kudret
aleminde kaza ve kaderde değişiklik yapabileceği de kabul edilmektedir. Ehl-i Sünnet
tarafından reddedilmiş olmakla birlikte, adına Beda denilen bu inanç, bir
bakıma Ehl-i Sünnet’teki Kader-i Muallak inancından farksızdır. Bundan ayn
olarak, önceden yaşayıp Ölmüş, Allah’ın dilediği bazı kişilerin Kıyamet’e
yakın yeniden dünyaya döneceklerine dair bir inancın da (Ricat) Şiiler arasında
bulunduğu belirtilmelidir.
Fıkıh alanında, Ehl-i
Sünnet mezhebler-ce kabul edilmeyen Şia’ya has iki önemli konu, Mut’a
nikahıyla, abdestte ayakların yıkanma yerine meshedilmesi ve mest üzerine
meshin caiz görülmemesidir.
Ali ÜNAL