Kimdir

Sevinç Çokum kimdir? Hayatı ve eserleri

Sevinç Çokum kimdir? Hayatı ve eserleri:  Hikâye ve roman yazan Sevinç Çokum, 25 Ağustos 1943’te İstanbul’da doğdu. Büyük Esma Sultan İlkokulu’nda, Beşiktaş Kız Lisesi’nde, ilk ve orta öğrenimi gördükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Üç yıl Özel Anadolu Lisesinde edebiyat ve Türkçe Öğretmenli­ği yaptı. Türk Edebiyatı dergisi yazı işleri müdürlüğü de yapan Sevinç Çokum, 1980’lerden bu yana, serbest yazar olarak, art arda hikâye ve romanlar meydana getirmektedir. Çokum, 1990-2001 yıllan arasında Türkiye Gazetesi’nde iki tefrika roman, denemeler, inceleme ve gezi yazılan yazmıştır.

Eserleri

Sevinç Çokum’un bugüne kadar yayımlanmış yedi hikâye kitabı: Eğik Ağaçlar (1972), Bölüşmek (1974), Makina (1976), Derin Yara (1984), Onlardan Kalan (1987), Rozalya Ana (1993), Beyaz Bir Kıyı (1998)’dır. Daha sonra Eğik Ağaçlar, Bö­lüşmek, Makina, Derin Yara ve Onlardan Kalan adlı eserleri Ötüken Yayınevi ta­rafından Bir Eski Sokak Sesi, Evlerinin Önü, Onlardan Kalan adlarıyla yeniden yayımlandı. Yeni hikâyelerini Türk Edebiyatı dergisinde yayımlamaya devam et­mektedir.

Romanian da: Zor (1977), Bizim Diyar (1978), Hilâl Görününce (1984), Ağustos Başağı (1989), Çırpıntılar (1991), Karanlığa Direnen Yıldız (1996), Deli Zamanlar (2000) olmak üzere yedi tanedir. Henüz kitaplaşmamış “Gül Yüzlüm” adlı tefrika hâlinde bir romanı daha vardır. (Not: Sevinç Çokum’un “Bütün eserleri” Ötüken Neşriyat tarafından yeniden yayımlanmaktadır.)

Çokum, roman ve hikâye dışındaki çalışmalarını da şöyle anlatıyor

“Roman ve hikâyenin dışında, radyofonik oyun (Hilâl Görünce gibi) ve senar­yo çalışmaları yaptım… “Beyaz Sessiz Bir Zambak (1987)” ve ‘Yeniden Doğmak (1987)” adlı senaryolarım televizyon filmi oldu.

Son yıllarda gezi, inceleme, fikir yazılan yazmağa başladım. İnsan üzerinde daha derinlemesine düşünmeğe yöneldim…İster istemez bu, yeni yazdığım şeyle­re, hikâye ve romanlara aksetmeğe başladı..”

Sevinç Çokum’un hayatı ve eserleri üzerinde kayda değer yazılar: Mehmet Çınarlı’nın “Sanatçı Dostlarım” (1979, s. 241-259), Prof. Dr. İnci Enginün “Tanıtma Ya­zılan” (s. 946-949), Prof. Dr. Gürsel Aytaç’ın “Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler” (1990, s. 371-378), Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın “Hikâye Tahlilleri” (1979, s. 356-363), Prof. Dr. Bilge Ercilasun, “Makina”, Türk Edebiyatı, (Haziran 1977), Ali Bu­lut: “Sevinç Çokum’da Aile Teması” (Millî Kültür, sayı: 78 Kasım 1990) Prof. Dr. Sa­dık Kemal Tural: “Zamanın Elinden Tutmak” (1982, s. 262-270), Prof. Dr. Umay Günay, “Makina”, (Töre, Mart 1977), Beşir Ayvazoğlu, Defterimde Kırk Suret”(1996), Afet Ilgaz, “Karanlığa Direnen Yıldız”, (Yeni Şafak, 6 Ocak 1997), Şemsinur Bektaş, Mülakat “Deli Zamanlarımı Nasıl Yazdım”, (Zaman Gazetesi, 6 Aralık 2001), Ömer Öztürkmen,”Deli Zamanlar” (Türkiye Gazetesi, 2 Şubat 2001). vb. dır.

Çokum’un Hikâyeleri

Sevinç Çokum, sanki dünyaya hikayeci olarak gelmiş bir sanatkâr olarak gö­rünüyor. Sonradan yazdığı romanları, “daha az güçlüdür”, demek istemiyorum, ama üslûpta, derinleşmede, kendi mizaç ve tercihlerini (pek de lâfa dökmeden) ele verişte, şiiriyetini ve fantezilerini sindirmekte, hikâyelerini, kendisine daha yakın bulanlar çoktur.

Hem hikayeci, hem romancı olarak doğmuş, demek daha yerinde olacak. Ama, romanlan ile hikâyeleri (aynı değer ve ustalıkla, fakat) “ayn ellerden çık­mış” denilebilecek kadar değişiklik taşımaktadır. Çokum da bu yatkınlığım bili­yor olmalı ki, 1976’da “Zor” la romana geçtikten sonra da hikâyeyi bırakmamış­tır. Romanlarıyla birlikte hikâye kitapları da çıkarmıştır ve hikâye yazmaya de­vam etmektedir.

Niçin yalnızca hikâye yazmayıp romana da geçti? Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nun bu mealdeki bir sorusuna Sevinç Çokum şu cevabı veriyor:

“Bu sualinize samimiyetle, “Ben de roman yazmak istedim” diye cevap verebi­lirim. Belki de bu, romanın daha çok okuyucu bulan, gösterişli bir tür olmasın- dandı. Aslında, tek bir sözün, binlerce sözü bir anda alt edebilceceğini de biliyo­rum. Bu iki ayrı türün birbirinden üstünlüğü söz konusu değildir. Ben her ikisini de bir arada yürütmek istiyorum. Yani hikâye, romancılığımın kalfalığı değildir. ” (Sevinç Çokum Sanat Hayatını Anlatıyor, Türk Edebiyatı, sayı: 106, s. 36-37)

Ricamız üzerine, bize yazdığı notlarda, Sevinç Çokum, kendi hikâye kitapları­nı da başlangıçtan bugüne şöyle değerlendiriyor:

“İlk hikayelerim olan “Eğik Ağaçlar’ı, hayatın şurasından burasından çekil­miş resimlere benzetiyorum. Daha çok çocukluğumdaki izlerden yola çıkılarak. ve şiir duygularıyla yazıldı.

“Bölüşmek” solun ve sağın, her iki kesimin kabul ettiği bir kitap. Yaşayan ve çevrede gördüğüm tanıdığım insanların hikâyeleri… Hikâyede daha derinleşti­ğim örnekleri bir araya getirildiği Bölüşmek’te toplum dertleri insanların iç dün­yalarıyla birlikte sergilenir. Mekân olarak Beyoğlu ağırlıklı hikâyelerdir bunlar.

“Makina”, yeni bir arama döneminin ilk örneği. Bu kitaptaki hikâyeler için millîyi ve bizim olanı arayış diyebiliriz. Duygu çemberinden çıkmağa, kahraman­ları daha belirli yerlere oturtmaya çalıştım.

Son Hikâyelerinden Birinin Tahlili ile Çokum’un Hikâyeleri Üzerine

Güneşin Son Saatleri

Tenha bahçeden ve birkaç ihtiyarın camlardaki kımıltısız hayallerinin önün­den geçip eve girdiğimde, örümceklerin keyifle ördükleri ağlar yüzümü okşadı. Sonbaharda öylece bıraktığım odalarda, mutfağın kuytuluklarında, sıcak sıcak nefes alan birkaç böcek, belki bir tarla faresi olabilirdi. Olmalıydı da. Çünkü bü­tün kış yalnızdı ev.

Evet… Yazdan artakalan bir şeyler vardı odalarda, mutfakta, sepetlerde, torba­larda. Hatta sevgili isli gaz lâmbasında. Bu evi galiba en çok bu lâmbayla hatırla­yacağım. Hani bazı kereler, kahkahalarla yüklü gecelerde elektrikler ansızın sö­ner, biran hayal kırıklığının korosu duyulur, insanlar karanlıklara gömülürlerdi ya, ben de bir insan sıcaklığı bulduğum o lâmbayı yakardım. Ve ışıklı gözlerine sokulurdum onun. Lâmbam, pervanelerin sığmağı, pervanelerin tuzağıydı.

Geçmiş yazın kokusu beni karşıladığında evi satılığa çıkarmanın ne kadar güç olacağını birdenbire farkedivermiştim. Mutfakta yazdan kalmış patatesler ve so­ğanlar çimlenmişler. Güneşin turuncusunda kuruttuğum biberlerin rengi kızıl­dan kahveye dönmüş. Karşı dağın dikenleri, püsküllü otlan öylece asılı duvarlar­da. Raflardaki dergilerin ve kitapların sayfalan arasına, tülden evlerinin içinde, küçük ölü kurtçuklar yapışmış.

Ama ben burada yaz kış oturan ihtiyarlardan biri olmak kasvetli soğuk günler­de denize korkulu gözlerle bakmak istemiyordum M… O zaman ağrılı dizlerime attığım battaniyeyle, genç sesler arayacaktım çevremde… Giderek saatleri günle­ri unutacaktım belki de, denizden geçen vapurların kim bilir kaçıncısını sayacak­tım… Neyi nereye koyduğunu bilemeyen, hep düşünceli, hep bir şeyler arayan bi­ri… Dolapları karıştırıyorum, bohçaları açıp kapıyorum. Arada bir bastonumu alıp pencerenin önüne gidiyorum. Hayretler geçecek yüzümden, gözlerimden. Kimsenin çözemeyeceği… Kendi dünyamın cimrisi olacağım kimse bilmeyecek.

Burayı terketmekle ihtiyarlamaktan kurtulacağımı sanıyorum… İnsanoğlu­nun böyle açınılası halleri vardır. Siteye ilk gelişimde nasıl da gençtim… Kimdi o insan bende yaşayan? O kadın, elinde sepetiyle bostanlara gider, günün en sıcak olduğu ikindilerde sebzelerle dönerdi… Güçlü ve dipdiri bir insandı. Şimdi elbet­te bir yabancımdır benim… O zamanki beni bir yabancı gibi hatırlayacağım…

İşte böyle. İhtiyarla kış boyu, mayıstan eylül sonralarına kadar burayı doldu­ran kalabalığın şarkılarını, tavla seslerini, balkonlardan taşan kahkahaları arar dururlardı… El ayak çekildiğinden, güzün usulca sokulduğu ıslak yollarda teşrin yapraklan kararsızca gezinirken, gidenler bir daha geri dönmeyecekmiş gibi iç sızılarıyla bağlanıp kalırlardı pencere önlerine. Ben de öyle mi olacaktım?

O gün, geçmiş yazların sessizliğiyle dolu evlerin kirli, soğuk camları ardında­ki birkaç ihtiyarı dışarıya çağıran, kıyıda solgun bahçede ve çıplak dallar üstün­de oyalanan bir güneş vardı. Sular uykuya dalmıştı. Çakıl taşlan sevinçliydi… Yi­ne de ihtiyarların hiçbiri çıkmayacaktı dışarıya. Dizlerinin üzerine çekilmiş bat­taniyeleri, buz parıltısındaki gözleriyle güneşin küçük oyunlarını seyredecek ve yaz günleri asırların ötesindeymiş gibi bekleşip duracaklardı. Yapayalnız ölmek korkusuyla omuzlarını büzerek..

Güneş perdeye tutunup bir parçasını içeriye salmıştı… Bana bir şeyler söylü­yordu aydınlık, sıcak gülüşüyle… Yüzüm o yana çevrili kalmıştı. Adamı o zaman gördüm. Üzerine bol gelen paltosuyla o incelmiş bedenin kime ait olduğunu ön­ce bilemedim tabu… Durmuş nefesleniyordu. Beyaz tül perdemin gerisinde… Sol­gun çökük yanaklar… Birden tanıdım. Yandaki Yasemin sitesindeydi yazlık daire­leri. Şu köşe daire, birinci kat. Paşaların altı… Eğer yaşarsam yirmi beş sene son­ra kimlerin nerde oturduğunu daha iyi bileceğim. Çünkü insanlara daha çok ihti­yacım olacak. Ve bastonumun tok tok diye döşemeyi döven sesi benim saf oldu­ğumu haber verecek işitenlere. Duvarlarda bir sürü parmak izim varlığımın işa­retleri… Çünkü bastonum yokken duvarlara tutunarak yürüyeceğim. Mutfak he­la ve odalar arasındaki mesafe bana bir sokak ötesi gibi göründüğünde iyice yaş­landığımı anlayacağım…

Adam, uzun kahverengi bir ince ağaç gibi duruyordu pencerelerimin ardında. Yüzünün genç çizgilerinde dünyanın bütün gerçeklerini kabullendiğini açığa ko­yan bir anlam vardır. Hafiften esen rüzgârda bir dal nasıl kımıldarsa öyle kımıl­dadı. Turuncu boru çiçeklerini yaza saklayan kuru dallı sarmaşığın ordaki tahta kanapeye doğru yürüdü. Oturdu. Demek az önce arabasıyla gelen oymuş. Araba­nın kapılarının açılıp kapanışı, konuşmalar, ayak sesleri bu adamın gelişiymiş.

Niye geldi? mevsimi değil ki? Burda birkaç ihtiyardan, lâcivert öfkeli bir de­nizden, batıp çıkan teknelerden, uğuldayan ağaçlardan başka ne var şimdi? Hem bu yıl yaz gecikecek. Bahar daha dalların uçlarından bile tutmadı… Bak, karşı da­ğdaki karın kokusunu alıyorum balkondan. Denize arkamı dönüp dağa karşı oturdum mu alıyorum o kokuyu… O kar kütlesi henüz yerinden oynamamış. Kış­tan çıkılmadı demek ki.

Adamı şimdi daha açık seçik hatırlıyorum. Hani mavi bir sandalı vardı… Sık sık balığa çıkardı. Bazen de kayalıkların oraya gider suya dalıp, kovalar dolu­su midyeyle dönerdi. Bekçiye, bahçıvana, ya da sitenin girdisini çıktısını çok iyi bilen bakkala onun buraya neden böyle vakitsiz geldiğini sormalıyım. Bel­ki bilirler…

Hayır… Sormayacağım… Bu meraklan ihtiyarlığıma saklayacağım. “Satılıp” levhasını, kafamdaki vazgeç seslenişi silmek için biran önce yazıp cama yapıştır- malıyım. İspirtolu kalemle ve büyük harflerle…SATILIK… Yaz başında başlarlar gelmeğe. Arabalar dolusu insanlar, “Aaa satılıkmış!” derler… Haber çabucak ya­yılır. Sonra? Başka binlerinin olur burası. Ben aralarından çıkar giderim. Parmak izlerimi, dağ dikenlerimi, hatıralarımı, isli lâmbamı, küçük sevinçlerimi de alıp. İşte bu tepeyi, bu kıyıyı bir daha görmemek üzere giderim. Düşünmem artık bu­raları ve bu evi…

Lâmba, o küçük oymalı tahta rafın üzerinden hüzünlü bakıyor… Çay pişirmeliyim. Çini sobayı yaksam mı? Ellerim demirleşti… Ey sevgili lâmba! Kaç geceler elektrikler kesildiğinde site karanlıklara gömülür, ama şenlikler bitmezdi. Gülüş­ler seslenişler, Şermiiin! ler.Ahuuu !lar…Yeni yetmelerin kaçak sigara yakışları… Mavi, turuncu çakmak alevleriyle aydınlanırdı karanlık. Ve ayak sesleri gelir geçerdi evin önünden; şarkılar söyleyerek insanlar… Yasemin Sitesinden kahkaha­lar atılırdı. Köşe daireden… İşte şimdi tahta kanepe orada bir masanın çevresin­de ay ışığının vurmasıyla belirir, akşam sefaları kokan geceye mutluluklarını hay­kırırlardı. Gülmelerinden uyuyamazdım. Neden bu kadar çok güldüklerini düşü­nürdüm. Herhalde çok mutluydu hepsi de… Sen ey isli lâmba! Düşünceye dalar­dım kısılmış ışığınla. Elektrikler bir türlü gelmezdi. Böyle daha mı güzeldi yoksa yaşamak? Sesler bir başka dünyadan doğar gibi olurdu. Gece böceklerinin türkü­leri yoğunlaşırdı. Ve birden köşedeki bahçe ışığı yanıverirdi. “İşte geldi!” Koro ha­linde haykırırlardı. Köşe balkonda bir alkış kopardı. Yeniden gülmeler…

Adam, güneşin sulardaki oyunlarına dalmıştı. Karısı balkondaydı. Yüzü ada­mın üşüyebileceği endişesini çizgilemişti. Sonra kışın rüzgârla gelen kumların yığıldığı balkonu yıkamağa koyuldu. Neden bilmiyorum, zamansız bir yaz mev­simini telâşla arıyordu o an. Hayali bir yaz gününü serin balkona belki de o te­penin ardından getirecekti. Kim bilir? Küçük portatif masayı açtı. Üzerine eski­si gibi çiçekli keten örtüsünü serdi. Gitti geldi hep… Hani baharın karşılayıcıla­rı kır lâleleri vardır, mor, kırmızı, pembe… Bu kır lâlelerini yerleştirdiği yayvan toprak kabı getirip masaya koydu. Sonra çikolatalı kek, (İskele caddesindeki pastaneden alınmış olmalıydı.) susamlı kandil simidi, un kurabiyesi ve tabakla­rın beyaz çay fincanlarını dizdi… Kadının on iki – on üç yaşlarındaki oğlu masa­nın etrafında dolandı, kaçamak el uzatışlarıyla ağzına attı bunlardan, avurtları doldu… Hani küçükken elinde kovası ve küreğiyle bizim kapının önünden geçer­di de severdik… Bazen babası denize soktuğunda çığlıkları gelirdi öteden… Bar zen de kovasını kaybettiği ya da başka bir çocukça sebeple ağlayarak anasının sımsıkı kavradığı elini kurtaramadan yürüyüp giderdi. Ağlaması bir zaman bi­zim odada öylece kalırdı.

Balkonda, kadının kardeşi o genç adamla, Cihan’ın beyaz tülbentli yaşlı anası belirdiler… İşte bir yaz günü… Eksikleri hüzünle yaşayacaklar. Eksikler, öteki genç dostlar, hanımeli kokuları ve kahkahalarıdır… Cihan’ın oğlu korkuluğa yas­lanıp aşağıya seslendi.

– Baba baba! Hadi gel!

Baba gelmek istemiyordu. Güneşin son saatlerine kadar orda kalacak. Bu de­fa kadının solgun yüzündeki yaz parıltısının silindiğini gördüm. Sanki on yaş bir­den ihtiyarladı…

Cihan cebinden çıkardığı çakmakla bir sigara yaktı. Parmaklan saydam ve in­ceydi. Bu sigara ona verilmiş armağanların en güzeli en bulunmazıymış gibi par­maklarının arasında düşerim diye korkuyla titredi. Çakmağın alevi bir türlü yanmak bilmedi. Adamın soluklan ve hafitten esen rüzgâr onu söndürdü… Ama yan­dı sonunda.

Kalktı… Yürüyüp bizim evin önündeki basamaklardan kumluğa indi. Ben de öteki pencereye geçtim tabiî… Parmaklığa takılı plâstik kabın içindeki solmuş pe­tunya dallarının ardına gizlemeğe çalıştım başımı.

Eğilip bir şey aldı kumların arasından. Belki bir deniz yıldızıydı, belki deniz * minaresi… Bir avuç çakıl taşı da olabilir. Avucundakileri yüzüne doğru götürdü ve sanki onları kokladı. Onlardaki yaşama kırıntılarını içine çekti. Onların üzeri­ne vurmuş, içlerine saklanmış güneşi, köpükleri, sedefleri, hayatın çizgilerini, pul pul çiçeklenişleri, yosun serinliğini ve sesleri içine çekti. Yüreğini onlara tut­tu.

Tabiî sende o yaz günlerini düşünüyorsun. Yaza bir şey kalmadı… Şu ağır, ba­ta çıka ilerleyen gemilere bakma sen. Çok geçmez durulur sular… O zaman sabah­leyin ilk vapurun uğultuyla kayar gibi geçişi seni uyandırır. Başlarsın şuralarda sabah koşusuna…

Biraz önce tarçınlı tavukgöğsü muhallebiyi yaşama hırsıyla mide özsularıma karıştırırken sen orada ufka bakıyordun. Geçen yazı hatırlıyordun. Tavla zarları­nın geceyi ürküten darbelerini hatırlıyordun. Kumsala vuran küçük serseri dalga­lan… Eğlence gemilerini… Şarkılar çalaraktan az ötemizden gelir geçerlerdi in­san ve ışık yüklü gemiler… Kulağının dibindeki sesler, “Bir daha mı geleceğiz dünyaya?” derlerdi. Aslında bütün kavgalar boş, kahkahalar da… Bunu sen de bi­liyorsun. Hani parti kavgası etmişti sitenin iki ihtiyarı… Nerdeyse küçülmüş be­denlerine, çözülmüş kaslarına bakmadan dövüşüceklerdi. Ellerinde gazeteler, başlarında yazlık kasketleri sitenin gazinosunda toplanırlardı emekliler hani… Hep tartışırlardı. Bazen Fener Galatasaray kavgası. Bazen de parti… Demek ille bir şeyi tutmalıydı insanoğlu. Bütün bunların arasında asıl olması lâzım gelen ki­şi yok oluyordu. Bizi bir şeyler yönetiyordu. Bir süre sonra bizim yerimize prog­ramlanmış tembel, kimseye pabuç bırakmaz, lâfazan biri geçiyordu. Dünyayı ala­bildiğine yaşamak neydi peki? Biz kendimizi bile yaşamadıktan sonra… Yaşasınlar hadi! Zaman sizin… Zamanı alabildiğine yaşayın, üstünde tepinin, ziller takın zamana… Aynalar tutun yüzüne! O yine kaçıp gidecek elinizden ve siz onu sade­ce ve sadece bir defa yaşamış olabileceksiniz. Hayır hayır! O gittikten sonra avuç­larınızın arasından, hiç yaşamamış gibi olacaksınız.

Güneşin batması yakındı artık. Adam orada kızıl bir renk içinde oturuyordu. Göğe pembe bahar dallan serpilmişti. Güneş topu yansını yitirdikten sonra hızla kaymağa devam etti. Sonunda ufak bir parçası, bulutların arasına takılı kaldı. Ayrılmak istemez gibiydi. Sonra o da kurşunî bir akşam bulutu içinde eridi gitti. Su­lar ürperdi ve suların üzerinden güneşin son saniyeleri geçti. Adam kalktı; say­dam, kemikli ellerini cebine sokup yürüdü. Silindi perdemin gerisinde. Sabah sütçünün bisikletini duydum. Bu çıngırak sesi yaz sesidir. Çok sürmedi, bahçevanın ayak sesi, süpürgesinin hışırtısı belirdi.

En çok tâ şu karlı tepeden ayrılacağım diye üzülüyorum. O tepe, ardındaki bi­linmezliklere insanoğlunun beklentilerinin bir sembolü gibi geliyordu bana… Herkesin uzakta eteklerine koşmak, tırmanmak istediği böyle yeşil, mor, nefti, dağlan vardı: Ve olmalıydı da…

Bahçevan düşünceli görünüşüyle betonun üzerinde olmayan bir şeyleri süpü­rüyordu. Canı sıkkındı. Balkona çıktığında birinin varlığını duymak onu düşün­celerinden sıyırıp aldı.

Balkon demirlerine doğru yaklaşıp…

-Biliyor musunuz? dedi. Şu köşe dairede oturan…

-Evet?

-Cihan Bey. Birkaç aydır hastaymış…

-Dün öğlenden sonra geldiydi. “Belki iyileşirim. Oraya gidelim…” demiş. Görmüşsündür. Şurda oturdu… Güneşi ve denizi seyretti. Saatlerce…

İçime dolan boğucu sıkıntıdan kurtulmak için alacalı tepeye çevirdim yüzü­mü. Ordan bir rüzgâr umdum.

-Yani?…

-Bu sabah…

Anlamıştım… Yeniden süpürmeğe koyuldu betonu… Şu birkaç cümleyi söyle­dikten sonra rahatladığı belliydi.

İçeriye döndüm. Odadan mutfağa, mutfaktan odaya gittim geldim. Masanın üstünde bomboş yüzüyle bana bakan dört köşe kartona artık yazmalıydım. İspir­tolu kalemi elime aldım. İnsan yeryüzünde nereye giderse gitsin, yanında bir par­ça gün ışığı, bir avuç şeşillik, bir tepenin hayali çizgilerini, kulağına çarpmış bir­kaç kahkahayı götürebilirdi… Ben de öyle yapacaktım. Kartona ispirtolu kalemle kocaman bir “Satılık” yazdım.

Nihayet yazdım…

(Rozalya Ana, 1993, s. 31-39)

Bu Hikâyenin Tahlili

Yukarıya aldığımız “Güneşin Son Saatleri” Çokum’un yeni hikâyelerinden biridir. “Bölüşmek”te olgunlaşan ilk hikâyelerinden beri, onun kendine mahsus hi­kâye tipi belirmiştir:

Çevresi, kişileri ve olayları ile gerçekçi; üslûbu şairane, duygulan, inançları Türk halkından alınmadır. Allah, tabiat, insan sevgisi hikâyelerine “romantizm” ka­tar. Eserlerin arka plânında, çok kere, bir de timsâli (alegorik) yan bulunabilir. “Gü­neşin Son Saatleri”, Çokum’un başlıca hikâyelerindeki özellikleri taşımaktadır.

“Güneşin Son Saatleri” ile tabiat hayranı “Cihan”ın son hayat saatleri arasın­da “timsalî ilişki” kurulmuştur.

Çokum’un gerçekçi kalemi, sokakları, ev içlerini, teker teker eşyayı, nesnele­ri maddî-manevî çevre ile ağaçlan, çiçekleri anlatırken büsbütün işlek hâle geli­yor. Çokum, az kelime, az cümle kullanarak iç ve dış tabloları çiziyor. Bu tasvir ve tahlillerde şiiriyeti de, sanatkârca. Eşya, hayvan ve bitkilerle, âdeta konuştuğu olur. Ev, mutfak, eşya tasvirlerindeki başarısına misal:

“… Sevgili isli lâmbam… Bu evi galiba en çok bu lâmbayla hatırlayacağım. Ha­ni bazı geceler, kahkahalarla yüklü gecelerde, elektrikler ansızın söner, biran hayal kırıklığının korosu duyulur, insanlar karanlıklara gömülürlerdi ya, ben de bir insan sıcaklığı bulduğum o lâmbayı yakardım… Lâmbam, pervanelerin sığmağı, pervanelerin tuzağıydı.

“Mutfakta yazdan kalmış patatesler ve soğanlar çimlenmişler. Güneşin turun­cusunda kuruttuğum biberlerin rengi, kızıldan kahveye dönmüş. Karşı dağın di­kenleri, püsküllü otlan öylece asılı duvarlarda. Raflardaki dergilerin ve kitapla­rın sayfaları arasına, tülden evlerinin içinde, küçük ölü kurtçuklar yapışmış.” Çokum manzara tasvirlerinde ise resim ile şiiri birleştiriyor:

“Güneşin batması yakındı artık Adam (Cihan) orada kızıl bir renk içinde otu­ruyordu. Göğe pembe bahar dallan serpilmişti. Güneş topu yansını yitirdikten sonra hızla kaymağa devam etti. Sonunda ufak bir parçası bulutların arasında ta­kılı kaldı. Ayrılmak istemez gibiydi. Sonra o da kurşunî bir bulutun içinde eridi gitti. Sular ürperdi ve suların üzerinden güneşin son saniyeleri geçti…”

Hikâyedeki bir üslûp özelliği de, “Osmanlıca ve kitâbı” denilen sözlere yanaş­mayan Çokum’un TDK’un türettiği uydurma kelimelerden de ısrarla saKırıması­dır. Yeri geldikçe “devrik cümle”ler kullanıyor, devrik tarzı bazen yersiz kullandı­ğı da oluyor; ancak, bunu daha fazla şiiriyet sağlamak için yaptığı anlaşılıyor. Şar­kılar çalaraktan az ötemizden gelir geçerlerdi insan ve ışık yüklü gemiler…Aslında bütün kavgalar boş, kahkahalar da… Bunu sen de biliyorsun. Hani parti kavga­sı etmişti sitenin iki ihtiyarı. ”

Bu hikâyede, üst üste iki olayın örüldüğünü; sanki yan yana iki “hikâye” bu­lunduğunu görüyoruz. Bu da, Çokum’un sık baş vurduğu bir yoldur.

İki hikâyeden birisi, “site”deki yazlık evini “satılık” ilânı koymak içi bahar başlangıcında oraya gelip “eşya” ile çevre ile hemhâl olan orta yaşlı (anlatıcı) ha­nıma aittir. Bu hanım, o yazlıkta kışını da geçiren, ihtiyarlar gibi olmaktan kork­maktadır. Evini satmaya kararlı görünüyor ama, bu yazlığı çok sevdiği de, çevre­yi güzelleştiren hatıralarından anlaşılıyor. Yaz günleri, burada olan şenlikleri, neşeleri hasretle anıyor: “Lamba, o küçük oymalı tahta rafın üzerinden hüzünle bakıyor. Çay pişirmeliyim. Çİni sobayı yaksam mı? Ellerim demirleşti ey sevgili lâmba. Kaç kereler elektrikler kesildiğinde site karanlıklara gömülür ama şenlik­ler bitmezdi. Gülüşler, seslenişler, “Şermiiin!ler, Ahuuullar yeni yetmelerin ka­çak sigara yakışları. ”

İkincisi, geçmişi ve o günü ile “O Adam” dediği, sonra “Cihan” olduğunu fark ettiği kişinin hikâyesidir, Yaz günlerinden, oğlu ve karısı ile tanıdığı Cihan, her- hâlde ölümcül bir hastalığa tutulmuş olacak, çok güzel yazlar geçirdiği kıyı site­sindeki evini, oradaki deniz ve güneşi son bir defa görmeye gelmiştir. Nitekim, o gece, orada öldüğünü, orta yaşlı Hanıma, sitenin bahçıvanı haber vermiştir. Bu gözlemci hanım, hatırasında sık sık “dönüş”ler ve özellikle “iç konuşmalar” yapa­rak, kendisinin ve Cihan Bey’in karakterlerini çizmekte, kişiliklerini zenginleştir­mektedir.

Kişi kadrosu, bu hikâyesinde kalabalık değildir. Çokum, bir konuşmasında: Birinci, ikinci kişiler gibi, üçüncü kişiye daha çok özen gösterdiğini anlatır. Çün­kü olayı türeten üçüncü şahıslardır, der. Kişi kadrosu, romanlarında daha kala­balıktır. Ancak, hikâyelerinde de “figüran”ların çoğaldığı olur. Çocuklar, ihtiyar­lar kadınlar, özellikle yaşlı kadınlar, Çokum’un yüzde seksen hikâyesinde mutla­ka görünürler. Bu hikâyelerde aşkın ve sevişmenin fazlaca yeri olmaz. Çokum’un eserlerinde odak noktalan “seks” değil, günlük aşklar bile değildir. Çocuk sevgi­si, insanlara acımak, Allah’ın gücüne, vatan tarih ve ahlâkın üstünlüğüne inan­mak, hikâye ve romanlarında vazgeçilmez temalardır. Beşir Ayvazoğlu (Tercü­man, 30 Ekim 1987), N. Yıldırım Gençosmanoğlu {Türkiye), Servet Kabaklı (Türk Edebiyatı) ile konuşmalarında “İnsanları ayakta tutan ve varsa onları savunuyo­rum” ifadesini kullanıyor. Hikâye ve romanlarında değişmiyor bu. Aileyi, töreyi, evliliği, temiz aşkı yüceltiyor. Şu sözler, sanatının bildirisi olarak alınabilir:

“Yazarlık bir arayıştır, demiştim. Can-mal-dünya üçlüsünün ve daha birçok dünyaların asıl sahibinin yarattığı her şeyi aramak… Görmek… Çirkinleşen bir dünyada, kavgaların, hırsların insan ruhunu alabildiğine kemirdiği bir çağda, ka­lıcı değerleri yaşamak… Bunlar benim sanat görüşümün belirli çizgileri…”

Yazarın burda verdiği ölçülerin hepsi, yukarıdaki hikâyede bulunmayabilir. Biz, zaten “Güneşin Son Saatleri”nden hareket ederek bütün hikâyelerinin, ro­manlarının bazı inceliklerini araştırıyoruz.

Bu hikâyede vak’a Yalova’da geçiyor. Çokum da, Sait Faik gibi bir İstanbul hikâyecisidir. Hikâyelerinin çoğu (çocukluğundan beri oturmuş bulunduğu) Beyoğ­lu semtinin yan ve ara sokaklarında geçmektedir. Buralar, Müslüman Hristiyan, Mûsevî orta ve fakir sınıfın oturduğu çevrelerdir. Bahçeli, sardunyalı, aşmalı kü­çük evlerdir. Orada yaşayan, hemhâl olan, kanaat den, geleneği sürdüren, hırsı kini olmayan, başkalarına düşman gibi bakmayan kadınlar, çocuklar, yaşlılardır. Geçim dertleri vardır; fakat bu sebeple “sınıf mücadelesi” falan yapmazlar. Kom­şu zenginleri bile yadırgamaz, onlara kin tutmazlar. Hepsinin gönlünde “Allah bir gün bize de verir” dileği vardır. Esasen yazarımız “Bozguncu, şehvetçi ve insanların zaaflarını sömürücü, Marksist tutumların karşısındadır. Yalnız dirençsiz bir karşı olma değil bu- Sevinç Çokum, onları yalanlayan dava ve iddiaların sanatını yapmaktadır. Buna, kendisi “milliyetçi sanat, milliyetçi çevre” diyor. Aslında bu yaptığı, bizim en güzel ifadesini Yunus’ta bulan felsefemizdir. O, sefaletin ve yaraların sömürüsünden hoşlanmayıp, aksaklıkları gidermeye çalışmaktadır.

Çokum’un hikâyeleri de bir anlamda karamsardır; ancak bunu şairane bir hü­zün gibi almak da mümkündür. Bu karamsarlık, bozgunculuğa bir zehir katkısı de­ğildir… Yoksul çaresiz insanımıza, köylümüze merhamet ve onlara hor bakan bü­rokrasi ile yarım aydının zulmüne isyandır. Fukaramızın bahtı ile halleşmektir.

Sevinç Çokum’un hikâye ve romanlarında göze çarpan bir husus da; ilâve ve bilgiçlik hissi vermemeyi başaran “hayat felsefesi” fasıllarıdır. Bu felsefe çoğu zaman bir “İç konuşma” biçiminde ek yeri bırakmayan olağan bir doğuş halinde ve­rilir. Bazen kişilerin ağzında halini arz etme, yaKırıma, dertlenme veya öğüt şek­linde anlatılır. “Güneşin Son Saatlerinde”de örnekleri bulunan bu “tefelsüf’ten orta yaşlı kadının iç sesi halinde iki kısa örnek vereyim:

“Burayı terk etmekle ihtiyarlamaktan kurtulacağımı sanıyorum. İnsanoğlunun böyle açınılası halleri vardır. Siteye ilk gelişimde ne kadar gençtim… Kimdi o in­san bende yaşayan?”

“Hep tartışırlardı. Bazen Galatasaray-Fener kavgası, bazen bir parti… Demek, ille bir şeyi tutmalıydı insanoğlu. Bunların arasında asıl olması lâzım gelen kişi yok oluyordu. Bizi bir şeyler yönetiyordu. Bir süre sonra, bizim yerimize program­lanmış, tembel, kimseye pabuç bırakmaz, lâfazan biri geçiyordu. Dünyayı alabil­diğine yaşamak neydi peki? Biz kendimizi bile yaşamadıktan sonra…”

Sevinç Çokum’un Romanları

Sevinç Çokum’un hikâyede ve romanda oldukça farklı özellikler gösterdiğini belirtmiştik. Ancak, ne de olsa, aynı yazardan çıkan bu iki türdeki eserler arasın­da, üslûp, mecaz (imaj), fikir, zihniyet ve hayata karşı tavır benzerlikleri bulunma­sı da olağandır.

Şu var ki, roman daha geniş olup, bol şahıs kadrosuna, tarihî veya sosyal bir­çok vak’aların sıralanmasına, daha geniş yorumlara, düşünce tartışmalarına ve “ispat”lara imkân verir. İşte Çokum’un hikâyeleri ile romanları arasındaki farkı, daha çok bu konularda bulacağız.

Çokum’un yayımlanmış romanlarından dördü yakın veya uzak tarihten kay­naklanmış, o heyecanlarla yazılmış olup esasta amaçlan ve telkin etmek istediği görüşler bakımından zamanımıza seslenmiştir; zamanımızın istediği kahraman iradeleri ve kurtarıcı düşünceyi bulmaya çalışmıştır.

Biri tefrika halinde kalmış (Gül Yüzlüm) diğer romanları ise günümüzün sos­yal ve “güncel” mesele ve gerçeklerini ele alır. Bu romanlar, daha genişletilmiş * ve büyütülmüş sayılacak kadar hikâyelerini andırmaktadır. Şu halde, Çokum’un hikâyeleri üzerine yaptığımız izahlar, bilhassa üç “zamandaş” romanı içine al­maktadır. Biz de roman olarak, biraz da destan havası taşıyan üç tarihî esere ağır­lık vereceğiz.

Fakat bu romanları incelemeden önce, Sevinç Çokum’un ilk altı romanı üze­rindeki kendi kanaatlerini sunalım:

“İlk romanım olan “Zor” hikâye havasından kurtulamamış bir romandır. Bel­ki roman da değildir. 1971 çalkantılı döneminde iç göç, anarşi kültür değişimleri gibi birçok meseleyi bir araya toplayan dağınık bir çalışma. İçerisinden birçok ro­man çıkabilirdi.

“Bizim Diyar”, “bizim romanımızı” yazma gayreti içinde yakın tarihin yaşan­mış örneklerine dayanan tarihî türde ilk romanım. Bu türde yazılmış diğer örnek­ler “Hilâl Görünce” ve “Ağustos Başağı”dır. Bizim Diyar bir Rumeli romanıdır, göç romanıdır. Bir toprak kaybı ve kültür değişimi romanıdır… Rumeli’nin kaybe­dilme eşiğindeki dünü anlatılır. Romandaki kahramanların çoğu gerçek kişiler­dir. Rumeli göçünü yaşamış yakınlarımın verdiği canlı malzeme romana kaynak oldu. Sanıyorum, Bizim Diyar’da daha sonra Hilâl Görününce’de devam edecek bir anlatım şekliyle uyum sağladım.

Aslında tarihin belirli dönemlerine girişim tarihe yeni bakışlar, yeni değerlen­dirmeler getirmek ve roman olabilecek konulan yakalama isteğimden kaynakla­nıyor…

“Hilâl Görününce” kendimi geniş bir romancı hürriyeti içinde bularak yazdı­ğım bir romandır… Tarihî bir dönemi anlatırken de roman yazdığımı unutmamak, şu veya bu olaylardan davranışları, içlerindeki fırtınalar ve konuştukları dil be­nim için önem taşır.

Kırım’ı anlattığım (1853-1856) Hilâl Görününce bir Osmanlı Kırım yaklaşması­nı yakaladığım, dolayısıyla Türk dünyasının unsurlarını bir araya getirdiğim bir romandır… Bu kitap benim kendimi içinde bulduğum, kahramanlara istediğim renkleri şekilleri verdiğim bir örnektir. Bunda yararlandığım kaynakların zengin­liği yahut cazibesi de rol oynadı.

Romanlarda fikirler felsefeler olmalı elbette, ama romanda bütün sıcaklığıyla insan olmalı… İdeolojiler romanı kurulaştırıyor… Roman yaşanan ve hissedilen bir şeydir. En iyi hikâyelerim veya romanlarımın en iyi bölümleri, benim duyarak heyecanlanarak yazdıklarımdır. Yazma coşkunluğu olmazsa ortaya pek de sıcak ve yaşanmış şeyler çıkmayacağına inanıyorum…

“Ağustos Başağı” Millî Mücadele romanı…Birçok roman yazıldı bu konuda. Ama ben bu romanda Söğüt’ü mekan olarak seçtim…Millî Mücadele ruhunu Osmanlı ruhuyla birleştirdim… Ve bu mücadelenin milletin zaferiyle kazanıldığı fik­rini söylemeğe çalıştım. Burada yaşayan canlı örneklerden (Yusuf, Veli…gibî) son gazilerimizden bir ikisini ebedîleştirmek istedim… Yusuf (Asıl adı Ali Balaban) Söğüt’te bu roman için kaldığım günlerde yakından tanıyıp konuşmalarını teybe kaydettiğim zattır.

“Çırpıntılar”, modem göç romanı…Burada günümüzde dünyanın inanılmaz köşelerinde yaşayan Türk ailelerinden birini Avustralya’daki bir aileyi ele aldım. Romanın bir kısmı Avustralya’da, diğer kısmı “Kavuşma Günü” adıyla Türkiye’de geçer… Avustralya’da asimile olma tehlikesiyle karşılaşan bu insanlar aslında kendi ülkeleri olan Türkiye’de yok olma tehlikesiyle karşılaşırlar. Kültür değiş­melerinin farkı toplumların ve insanın iç dünyasındaki çatışmaların getirdiği bir parçalanmış aile tablosu…

“Gül Yüzlüm” bitaplaşmamış bir tefrika roman… Bu romanı kendi gözlemle ri­me dayanarak büyük şehre ve kültür değerleri farklı bir eve sığınmış kız çocuğu ile annesi etrafında geliştirdim.”

Tarihî Roman Anlayışı

Günümüzün edebî romancıları arasında, konusunu tarihte arayanlar, geçmişi­mize daha yatkın olanlardır. Kemal Tahir, Tarık Buğra, M. Necati Sepetçioğlu, Emine Işınsu ve Sevinç Çokum, Anadolu’nun fethi, Malazgirt ve özellikle Söğüt çevresinde Osmanlı’nın kuruluşu çağlarına baktılar. Oradan farklı anlayışta ama ele aldıkları dönemi sevmekte, hatta ona hayranlıkta ortak duygular taşıyan ro­manlar yazdılar.

Kurtuluş Savaşı ve onun ardındaki İttihat-Terakki zamanlan da, günümüzün bazı yazarlarına roman konusu olmuştur. Yine Kemal Tahir, Tank Bağra, Attilâ İl­han ve Sevinç Çokum bu dönemleri yazanlar arasındadır.

Edebî anlayışta tarihî roman, elbette ki geçmiş günlerdeki olayların aynen aktarılışı, nakledilişi şeklinde olamaz. Gerçek romancı, istediği tarih dönemini alsın ve­ya geleceğe ait bir vak’a tasarlasın, yahut keyfince hayalî bir ülke düşünerek “Üto­pik roman” yazsın… Eğer güçlü biriyse, ister istemez o romana kendi çağını, günün meselelerini, görüş ve düşüncelerini, nefret veya sevgilerini yerleştirecektir.

İşte Sevinç Çokum’un, Rumeli’den son göçleri (bir ucu İttihat ve Terakki’ye dayanarak) anlattığı “Bizim Diyar’ı olsun… 1853-1856 Kırım’ını ele aldığı “Hilâl Görününce”si olsun… Osmanlı’nın kurulduğu Söğüt’le Millî Mücadelenin ilk as­keri teşkilâtlanmayı yaptığı Söğüt’ü aynı amaçta özleştiren “Ağustos Başağı” ol­sun… Hepsi de bu anlayışta romanlardır.

Bu bakımdan, Sevinç Çokum’un tarihî roman anlayışından kesitler vermek, yerinde olacaktır:

“Tarihe bakış tarzıma gelince… “Bizim Diyar” yakın tarihteki Rumeli davasını, muhacereti ele almıştır. Ama ben, bugünü yazıyormuşum gibi o günleri yazmı­şımdır. Yani tarih de, benim asıl söylemek istediklerimi söyleyebilmem için bir malzemedir. Ben, günümüzde geçirilen sarsıntılar içerisinden o devre bakmışımdır. Bir çöküş.. Beni o yıllarda iten, buydu. O göç hadisesi, yalnız Rumeli’den ko­puşu değil, Türk’ün ezelî çilesini, ezelî hicretini içinde taşıyordu. Bizim Diyar’da elde kalan son toprağın insanlarına işte bunu hatırlatmak istedim.

(Türk Edebiyatı, sayı: 106)

“Ben tarihin, tarih içerisinde yol alan insanın devamlılığına inanıyorum. Bu bir zincir. Bizim evvelce “fetheden” bir millet veya “gezgin”, atlı insan oluşumu­zun tesirleri bugün de devam ediyor. Kahramanlarımı tarihî bütünlük içerisinde düşündüğümü söylemiştim. Hilâl Görününce romanındaki Felekzede Arif Çelebi bunu açık seçik ortaya koyar. Olayların zaman zaman anlatıcısı olarak karşımıza çıkan Felekzede, bir hayal ürünüdür. Aynı şekilde Ağustos Başağı’nda insanımı­zın tarih içerisindeki devamlılığı ve bir soy uzantısı olarak Felekzede Arif Çelebi’nin torunu karşımıza çıkar. Arif Çelebioğlu… Bu, yine benim arkasına saklan­dığım hayalî bir tiptir. Hilâl Görününce’de, Felekzede Arif Çelebi Kırım’ın hikâ­yesini yazmak için bir gemiyle Kırım’a gidiyordu. Ağustos Başağında bu defa to­run Çelebioğlu’nun Söğüt’e gittiğini görüyoruz.

(Tercüman gazetesi, 26 Nisan 1989)

Hilâl Görününce

Sevinç Çokum’un romanlarına, yankıları çok olan bir örnek olarak Hilâl Gö­rününce’yi alıyorum. Bu esere, roman, tarihî roman ve bir ölçüde de destan gö­züyle bakılabilecektir. Destan, tarih ve modem romanın iç içe kaynaştığı bir eser karşısındayız. Gerek konusu, gerek bu motifleri ile, edebiyatımızda daha önce bir benzerini tanımıyoruz.

“Destan-Tarih-Roman âhengi” dedim. Biliriz ki, bu üç türün ayrı ayrı amaçlan vardır. Çokum, her üç türün gayelerini, bu eserde “çağdaş roman” olarak değer­lendirmiştir. Yani, folklor örnekleri, töre bilgileri vs.’den başka masal, destan ve tarih motiflerini içine alsa da bu bir romandır.

Hilâl Görünce 1853-1856 “Kırım Harbi” dolayısıyla Osmanlı-Türk askerinin bir süre yeniden çıktığı Kırım’ın romanıdır. Bu Türk ülkesinin işgalden kurtulmak isteyen halkı, Türk askerini görünce, yeniden “Birlik” ümidine kapılmıştır. Kur­tuluş sevinci, ne yazık ki geçici olmuştur.

Sevinç Çokum, bu romanında gaye bulunduğunu, bu eseri Millî Birliği güçlen­dirmek isteğiyle yazdığını şöyle belirtiyor: “Kırım Türk’ü, evinden toprağından alınıp Sibirya’ya sürülmüştür… Kırk yıldır, Kırım’a yeniden dönmeyi ümitle bek­liyorlar. İşte bu göçler, sürgünler dolayısıyla Kırım’ın geçmişini bulup çıkarmak, onu 17. asırdaki haliyle düşünmek, yazmak istedim.

Romanın giriş kısmında Felekzede Arif Çelebi, ele alman devirde kırım’ın başına gelenleri, bir anlatıcı olarak nakleder. Bu anlatış ve anlatıcı, yine destan ge­leneğimize uygundur. “Hânım heeey!” diye Oğuznâme’lerine başlayan Dede Kor- kut’u ve bazı halk hikâyelerimizin “Soylama”larını hatırlatır. Felekzede’nin nak­lettiği tarih olaylarındaki üslûp, romanın genel havasından ayrıdır. “Râvi’ler şöy­le rivayet ettiler kim…” girişiyle başlayan monologlara benzetilmiştir:

“… Anlatacağım hikâye, Kırım ahvaline ve Kırımlı Nizam Dede ile yakınlarına dairdir. Ben bu Kırım diyarını evvelce bilmezdim, fakirin yolu bir türlü düşmediydi. Amma bu defteri yazarken, hayalhanemde nice kadırga ve kalyon ve buharlı gemi icat edip, oraya sık sık gidip geldim. Meğer bir cennet imiş. Rusların, “gü­neş ülkesi” dediği kadar varmış.

İşte bu cennet bağına ilk gelenler Hunlar olmuştur. Hun Türkleri ki, denizlere karalara sığmaz, önüne hiçbir kal’a hiçbir bent yapılamaz idi. yapılsa da, onun atı­nın geçemeyeceği engel yok idi. Ondan sonra bu diyara Hazarlar, Kumanlar, Peçenekler ve Selçuklular dahi gelmişlerdir. O görklü (muhteşem) Altmordu Devle­tini ise Cengizliler kurmuş olup, o vakitler Altınordu Devletinin sınırlan, adı sanı dünya üzerinde hesaba katılmayan Moskova Prensliğine doğru bir hançer gibi so­kulmuş idi. Türk cengâverleri, Ruslara göz açtırmaz, onlar girdikleri delikten yüz gösterecek olsalar, tez, bu yiğitler atlarını onlara doğru yürüttüler mi, o saatte kor­kularından diz çökerlerdi. Onun için Rus prenslerinin Saray Vilâyetine gelip yüz sürmeleri âdet olunmuş idi. Kırım Hanlığı Altınordu Devletinin bir parçası olup, Timur istilâları ile devlet dörde bölününce ortaya çıkan hanlıklardan birisidir. Ev­vel zamanda Kırım Hanlığının sınırlan, Tuna’dan Ural’a kadar uzanır idi. Buralar­da bir miktar Rum, İtalyan, Ermeni ve Yahudi de oturmakla birlikte, asıl sahibi Türk idi. Timur zamanında ise, Kefe şehrine Cenevizliler yerleşmiş olup, gemile­riyle mal alıp götürmüşlerdir. Kırım Türkleri, deniz ticaretine hevesli olmayıp hayvancılık ve toprak işleriyle ömür geçirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed Han, iş­te bu Cenevizlileri, Kırım limanlarından söküp atmayı düşünürdü. Keskin görüş­lü bir padişah olduğundan, denizcilği ilerletip, filosunu deryaya saldıktan sonra­dır ki, adı hutbede Sultanül berreyn diye okunur iken, yanma bir de Hakanül bahreyn unvanı dahil oldu. Tanrı öyle istediği için Fatih, Gedik Ahmet Paşa’yı ve ge­milerini Kefe’ye gönderdi. Kefe kal’aları bütün zaptolundu. Cenevizlilerin adı da Bahr-ı Esved’den silindi. Ondan sonra Osmanlı Devleti ile Kırım Hanlığı kucaklaş­mış oldular. Amma, Moskof, araya bir kara çalı gibi girip, can ile caânânı birbirin­den koparmağa çalıştı. 01 sebepten can ile cânân kâh el ele tutuşup, kâh ayrı düş­tüler. Sonunda Çariçe Katerina’nın hükmü ile Kırım’a hileli yoldan el kondu. O günden sonra yüzü gülmeyen Kırım Türkü öz vatanından hicret etmeğe başladı.

Bu hicret hadisesi yıllarca sürmüş olup, yürekler acısıdır. Kırım Harbinden sonra öz yurdunu bırakanların sayısı pek çoktur. Geriye kalanlar ise, yakın tarih­lerde Rusya’nın içlerine sürülüp,‘bağları bahçeleri ellerinden alınmıştır. Rus­ya’nın ileri gelen kimseleri o güzel sahilleri, kendileri için yazlık mekân haline getirmişlerdir.” (Hilâl Görününce , s. 7-8)

19. yüzyıl ortalarında, Osmanlı Devleti’nin gittikçe zayıflaması, Kırım Türkle­ri üzerindeki Rus baskısını arttırmıştır. Tarihinde çok güçlü savaş, zafer ve Han­lık geleneği olan Kırım Türlüğü, ilkin, misafir gibi sokulan fakat çiftliklerine, şe­hirlerine, otlaklarına gittikçe daha fazla yerleşen Ruslardan huzursuzdur. Öz va­tanlarına saygısızca mülklenen eski düşmanlarının bu işgalleri karşısında, vatan­larının ellerinden alındığı acısını, derinden derine yaşamaya başlamışlardır.

Köylerde, eski geleneklerini iyi kötü sürdüren ve Rusyaların suratlarını da pek görmeyen Müslüman halk, şehir ve kasabalarda, karakol, mahkeme ve çarşı­larda, artık kendi devletleri olmadığını, başka bir devletin işgali altında ise, asla mutlu olunamayacağını, ağır ağır kavramışlardır.

Bir zamanlar, Moskova Prensliğinden haraç alan, Ruslara akınlar salan, Rus beylerini selâm durduran Kırımlılar, ilk bakışta, bu “düzene” teslim olmuş görün­seler de, içlerinden buna razı değildirler. Bağırları isyan dolu olduktan başka, gö­nüllerindeki imân ve ümit de, güzel günler geleceğini onlara sezdirmektedir. Kendilerini dağ gibi arkalayan Osmanlı’nın, bir gün tekrar Kırım’a geleceği, bu eski ve öz ağabeyleri ile “birlik olup”, cenk ederek, “Moskofu ülkelerinden ata­cakları fikri, içlerini daima ısıtan bir imandır. “Hilâl Görünce” adı da, savaşı tek­rar başlatacak olan bu ümitlerinin timsalidir. İşte o bekledikleri ân, Kırım Harbi dolayısıyle Osmanlı Ordusunun (İngiliz ve Faransızlarla birlikte) Kırım’a çıkma­sı ile gerçekleşmiş gibi olur. Bu romanın başlıca kahramanları, İlâhî tecelliden coşarak, Osmanlı’nın yanısıra savaşlara girerler. Ne yazık! Kırım Harbi müttefik­lerinin amacı Kırım’ı kurtarmak değil, Rus Çarlığına ders vermektir. Kendilerin­ce birtakım şartlan kabul ettirince, dönüp gitmişlerdir.

İşte Hilâl Görününce’nin kahramanları, Kırım halkının bu inancını, ümidini temsil eden ve çocuklarına bu ülkü yolunda gelecek hazırlayan kişilerdir. Kurtu­luşu hayal eden, gerçekleştirmek için savaşan, çevrelerini, yakınlarını uyanık tut­maya uğraşan idealistlerdir. Bunlardan:

Nizâm Dede: Kırım Türklerinin akıl hocası, Kırım’ın yiğitlik efsanelerini yaşa­yan ve yaşatan, töreye bağlı, mert, cömert, Kırım-Osmanlı birliğini hedefleyen Şeyh Edebali gibi büyük rüyaları olan baş kahramandır.

Can Giray: Nizam Dede’nin oğlu ve Güzel Şirin’in kocasıdır. Giray, Kırım’ın Ruslar tarafından işgal edilişindeki acı gerçeği görüp, bunun “geri kalmamız” yü­zünden olduğunu farketmiştir. Onun için kurtuluşu ilimde, icatta, okumakta ara­maktadır. Savaştan yana değildir, tek başına yiğitliğin, geçmişe bağlılığın ve ha­yallerin Kırım’ı kurtarmaya yetmeyeceğini bilmektedir. Bu sebeple o, Nizâm De­de’nin gönlündeki Kırım’ı Çora-Batur gibi kurtaracak bir destan kahramanı ola­mamıştır. Babasının devamlı telkinleri ve özellikle hanımı Şirin’in ısrarlı arzula- n ile savaşa gider ama, atı ile birlikte şehit düşer.

Nizâm Dede’nin “Çora-Batur”luğu asıl yakıştırdığı, üstün kılıç kullanan atlı ve yürekli kişi ise, yeğeni Arslan Bey’dir. Gözünü budaktan esirgemeyen Arslan Bey, pervasız ve atılgan hakikî bir destan kahramanıdır. Nitekim bu cesareti yüzünden ‘ gafil avlanarak, hileci Rus düşmanlarının eline düşmüştür. Köroğlu’na benzeyen Arslan’ın da şair yürekli, sevdalı ve sadece silâha güvenen tip olduğu apaçıktır.

Giray ilim ve tahsili, Aralan ise cesaret ve savaşı temsil etmeleri bakımından iki zıt karakteri kuvvetle yaşatıyor. Bu mizâçları ile Kemal Tahir’in Devlet Ana’sındaki Kerim ile Demircan kardeşleri hatırlatırlar. Ancak kimi akılca üstün, kimi yürekçe üstün kişilerin, destan ve masallarımızın çoğunda da zıt kişilikleriy­le yer aldıkları görülmektedir.

Bu romanda Nizâm Dede’nin kansı Giray, Arslan’ın kaybettiği ve unutama­dığı eşi Göknur ve özellikle Giray,’ın hanımı Şirin, Sevinç Çokum’un idealleştir­diği kadın kahramanlar olarak, sabır, töreye bağlılık, tahammül, vatanseverlik hatta savaşçılık örnekleri verirler.

Giray ve Arslan’ın ölmesiyle birlikte, onları temsil ve devam ettirecek iki kah­raman, yani onların oğullan Bahadır ve Emircan üzerinde de Çokum özenle dur­maktadır. Çünkü onlar, gelecekte Kırım Türk’ünün mücadelesini devam ettire­ceklerdir. Sevinç Çokum, (belki de “yazacağını” söylediği) Kırım’la ilgili ikinci romanında onların maceralarını anlatacaktır. Belki, (1990’lardan beri) SSCB’nin yıkılması ve başlıca Türk kavimleri gibi Kırım bağımsızlık ümidinin gelmesi, Ço­kum’un bu konudaki romanlarını mutlu son’a kavuşturacaktır.

Destan unsurları

Hilâl Görününce romanının, ilgi çekici örgüsünde, özellikle odaklaşan iki des­tan motifi üzerinde durmamız da gerekiyor. Bu romanın, Türk destan motifleri ile dopdolu olduğunu yukarıda söylemiştik. Özellikle at, gökyüzü ve rüya unsurları Oğuz, Manas, Köroğlu vs. destanları gibi Hilâl Görününce’ye de bir ölçüde yön vermektedir. Zaten başlıca kişiler de (Nizâm, Arslan) belirtildiği üzre, destan ki­şilerinden kolay kolay ayırt edilmiyor.

Nizâm Dede, yan Korkut Ata, yan Basat kıvamında, millî efsaneleri gönlünde yaşatan ulu amaçlı bir öncüdür.

Bazı gecelerde, sanki sim bilinmez, kimliği meçhul bir atlı tarafından uyandırılarak hayaller kurar: “Görünmez bir ata binip asırlar öncesinde olduğu gibi öz­lediği o yerleri dolaşmaya çıkıyordu. Şu pınardan su içiyor sonra atını vadiye doğ­ru sürüyordu. Han Sarayının oralarda geziniyordu. Belki de sefere çıkan Han or­dusuna yetişmek için atını koşturuyordu. YENİ AY DOĞDUĞUNDA- babası öyle anlatmıştı-Evvel zamanda han ordusu sefere çıkmak için hilâlin doğuşunu bek­lermiş Hilâl göründü mü, o gün sefer için kutlu bir gün sayılıp yollara düşülür­müş… Moskofun üstüne, o kutlu günde gidilirmiş.”

Burada, Türk-Osmanlı hayatında da ramazan ve sefer başlangıçları için var ol­duğunu çok iyi bildiğimiz bir töre üzerinde duruluyor.

Aslında yeni ay başlarını belirtmeye yarayan, göğe bakarak, hilâli görmek ve büyüklere haber vermek gibi bir takım konusu burada, hür ataların savaş ve za­fer alâmeti gibi bir destan motifi oluvermiştir. Nitekim bu Kırımlı kahramanlar, kendi düşmanlarım kovalarken hilâlin uğurunu gözetirler:

“Hamza Batur sıkıntılı geziniyordu. Arslan Bey ise gözlerini karşı tepelere dik­mişti… Çok geçmeden gökyüzünde yeni ayın incecik gövdesi belirdi… Arslan Bey yavaşça:

-Hilâl göründü Hamza, dedi.

Hamza Batur gözlerini hilâle çevirdi. Arslan Bey:

-Kâfir tepelemeğe tam zamanında çıkmışız, dedi. Atalarımız gibi… Onlar da ye­ni ayın doğuşunu beklerlerdi.

-Bizim hilâlimiz batmadı mı ağam?

-Arslan Bey, Hamza Batur’a baktı. Kaşları çatılmıştı. Biraz öfkeli:

“Garip Çoban! dedi. Bizim hilâlimiz batmaz! Bunu unutma… ”(s. 282-283)

Görülüyor ki “yeni ay” yeni ümitlerin kaynağıdır. Türkler, onunla gelen kutlu efsaneye bağlanarak, sıkıntılara aşacak “Hanlar, Padişahlar” zamanındaki ululu­ğa kavuşacaklardır.

Nizâm Dede’nin, yeni satın aldığı atı Dilâra da, yine destanlardan, inanışlar dan süzülen bir motif olarak romanın kuruluşuna yön vermektedir.

Nizâm Dede’nin yeni aldığı bu doru at, çok güzel olmakla beraber, Arslan Bey, onda, törelerince uğursuzluk sayılan bir nişan görür. Bu atm “ön sol ayağındaki küçük kara bir leke” vardır.

Dilara’nın uğursuz olduğu korkusu, roman boyunca sık sık akla gelir. Bu “bir tutam kara kıl, kara leke” yüzünden Nizâm Dede de, ona ara sıra binen Giray Can da kuşku duyarlar. Nitekim, hiç de savaş heveslisi olmayan Giray Can, bir çatış­mada o atla birlikte şehit düşer.

Babası Nizâm Bey, ona Dede Korkut ağzını hatırlatan bir üslûpla ağıt yakar­ken aynı zamanda o inancı dile getirmektedir.

Canım oğul, ciğerim oğul! Atını nereye bıraktın? O ayağı kara lekeli, kurşun nişanlı Dilâra’yı? Söylemişti Arslan Bey. Böyle bir atın ya kendisi yahut ki sahibi vurularak ölürmüş. Ah can parçası! Ne diye benim Çora’mı almadın? Ne diye şu kır atını almadın? İkiniz de birden gittiniz.”

Hilal Görününce’den

“Hilal Görününce”den aşağıya aldığımız şu bölümde, Arslan Bey’in çiftliklere el koyan ve Türk köylülerine eziyet eden Gregoroviç adlı Rus’la Arslan Bey’in yap­tığı mücadelesi anlatılmaktadır: Arslan Bey, meyhanede içki içerken bulduğu Türklerin düşmanı küstah Gregoroviç’i, teke tek görüşmek üzere, çayırlığa davet eder. Rus, istemeyerek onun ardından gider:

“-Söyle bakalım Arslan Bey! Beni niye buraya getirdin? Yoksa seninle yeni bir anlaşma mı yapacağız?

Arslan Bey gözlerini ona çevirdi.

-İyi bildin Gregoroviç…

Gregoroviç canı sıkkın görünerek,

-Bu çayır işinde seninle anlaşamayız, dedi. Çayır benimdir. Daha önce de söy­lemiştim.

-Diyeceğin bu kadar mı?

Gregoroviç, rüzgârda uçuşan saçını eliyle yatıştırmağa çalışarak,

-Var git işine Arslan Bey, dedi. Var git, toprağını sür, hayvanını otlat, Sana bir zararım yok benim…

Arslan Beyin gözleri öfkeyle tutuştu.

-Gitmem Gregoroviç! Gidemem. Çayın aldım, Halim Canın kızına göz diktin. Askerleri köylünün üzerine saldın. Sen tuvganlarımın yakasını bırakmadıkça be­nim de elim yakandadır.

-Var git işine, dedim. Gönül sevdalanma, bağıma bostanıma karşıma. Yoksa… kötü olur Arslan Bey.

Arslan Bey kaya gibi kıpırtısız, ona bakıyordu. Gregoroviç sırıtıp devam etti.

– Kötü olur diyorsam bir bildiğim vardır. Dinle Arslan! Muharebe sırasında kuzu kuzu köyünde oturdun mu, oturmadın mı? Senin gibi bir adam, oturup kalmaz.

Arslan Bey,

-Açık konuş Gregoroviç, dedi. Ne demek istiyorsun?

-Osmanlıya yardım etmeden d ummamışsın dır. Bunu demek isterim. Böylelerinin başına gelenleri bilirsin. Onun için ayağım denk al. Başın belâya girmeden çek git buralardan.

Arslan Bey dişlerinin arasında söylendi. ”

-Seni soysuz seni…

Gregoroviç aldırmadı. Atını sürdü. Arslan Bey de ardından atını mahmuzladı. Sonra bağırdı:

Seni Moskova’ya kadar kovalayacağım!

Geniş çayın aşarak gölgeli tepelerin eteklerine doğru atlarını koşturdular. Doludizgin, Salgır kıyılarına vardılar. Gregoviç’in atı gemi azıya almıştı. Arslan Bey çok geçmeden onun yere savrulduğunu gördü. Dokuz canlı İgor Gregoroviç düştüğü yerden çarçabuk doğruldu. Arslan Bey atıyla yaklaştı. Gregoroviç sağma soluna bakındı. Yüzü korkuyla gerilmişti. Arslan Bey atıyla üzerine doğru geli­yordu. Adam geri geri gidip sulara girdi. Arslan Bey gemi kastı. Hayvan diklendi. Sonra ön ayaklarını yere indirdi. Arslan Bey atından atladı. Suya girip Gregoroviç’e doğru yürüdü. Yüzündeki korkuyu şimdi yakından görüyordu. Su Gregoroviç’in beline geliyordu. Arslan Bey,

-Tehdidine aldırdığımı mı sanıyorsun? dedi.

Sonra yaklaştı.

-Sen Salgır nehrinde can vermeyi hak ettin. Gregoroviç…Çünkü sulhü bozdun. Ettiğini ettin çünkü.

Gregoroviç ‘in rengi kül gibiydi.

-Dinle Arslan Bey, dedi. Doğrusu gazabın beni canımdan edecek. Öyle anlaşı­lıyor.

Kalbimi yumuşatmağa çalışma! Seni geberteceğim.

Gregoroviç telâşlandı.

-Dur! dedi. Şu işi yeniden enine boyuna görüşebiliriz. Aklım başımda değil… İçkiyi fazlaca kaçırmış olmalıyım. Birbirinden güzel Rus dilberleri dururken Ha­lim Beyin kızını ne yapmalı? Seninle anlaşabiliriz. Bana bir fırsat ver!

Arslan Bey ona öyle yakındı ki, boğazını sıkıvermesi işten bile değildi. O ka­dar öfke doluydu. Ama birden Şirin’in sesini duyar gibi oldu. “Dön Arslan Bey, dön!” Sonra çocuklarının haykırışlarını, çığlıklarını işitti. Elleri gevşeyip iki yana sarktı. Hırsı, öfkesi çözülüverdi.

-Peki, dedi. O fırsatı sana vereceğim Gregoroviç. Ama bir daha Hacı İbrahim köyüne bir zararın olursa, leşini çarın ayakları dibine sererim. Bunu unutma!

Ağır ağır sudan çıktı. Atına atladı. Gregoroviç yüzüne avuç avuç su vurdu. Son­ra gözden kayboluncaya kadar Arslan Beyin ardından baktı. “ ‘s. 322-323”

Arslan Bey, Gregoroviç’i istemeyerek bağışlaması dolayısıyla öfkesini yenemez. Can Giray’ın dul kalan eşi Şirin’e, “Kendisi yüzünden yumuşadığını ve Gre­goroviç’i öldüremediğini” şikayet yollu söyler. Akıllı ve cesur Şirin ise, Arslan Bey’e şu yerinde sözlerle karşılık verir:

“- 0 kâfiri öldürsen, başın belâdan kurtulur muydu? diye bağırdı. Moskof ze­banileri peşini bırakırlar mıydı Arslan Bey? Bırakmazlardı. İzini tozunu çarçabuk bulurlardı. Bunu sen de biliyorsun. Kâfir, senden bir fırsat istemiş. Ama dileyene o fırsat verilmelidir. Gücünden şüpheyi düşme! Çünkü sen sabrı deniyorsun. Za­yıf olan, sabrı ne bilsin.

Sustu. İçini çekti. Sonra öfkesi silinmiş bir sesle,

-Ah Arslan Bey, dedi. Seni yumuşatan ben değilim. Ben M… Giray’ı Moskofun üzerine salmak için neler yapmıştım. Sen bunları bilmezsin. İkide bir seni misal gösterirdim. Toprağımızı Moskofun elinden kurtarsın isterdim. Öteye beriye se­nin gibi koşsun isterdim. Ona acı sözler söylediğim oldu. Kırdım, gücendirdim. Sonunda kossakların içine düştü. Vurulup gitti. Bir nehir kendince dilediği gibi akar. Ben o nehrin yolunu değiştirmeğe kalkıştım. Şimdi de ardından ağlıyorum. Sana “dön” deyişim bu yüzdendi. İkinci bir acıya dayanacak gücüm yok. Bunu böyle bil…

Birden boğazı düğümlendi. Kalktı. Ağladığını Arslan Beyin görmesini istemi­yordu. Birkaç adım atmıştı ki, Arslan Bey yerinden fırladı. Şirin’in koluna yapış­tı. Şirin yüzünü saklamağa çalıştı.

-Sözlerimi geri aldım Şirin! Ağlama. Senin ne yiğit bir kadın olduğunu ben bil­mez miyim? Billahi geri aldım. Sen benim öz toprağım gibisin. Senden vazgeçemem.” (s. 325)

‘Arslan Bey, kahraman saflığı ile Gregoroviç’in ve Rusların düşmanlığını unu­tup, tek başına ve silahsız olarak, bir çayırlıkta gezintiye çıkar: –

0 Sabah Arslan Bey atlan tımar etmişti. Bir ara Şiirin ‘e seslendi. Kadın pen­cereye çıktı.’

-Hadi çayırlara gedelim, dedi Arslan.

Şirin o gün pekmez kaynatacaktı. Aklı yatmadı.

-Bugün pekmez kaynatacağım Arslan Bey, dedi. Kadınlarla öyle söyleştik Ya­rın gelirim, olmaz mı?

Arslan Bey başını eğdi.

-Öyle olsun, dedi.

Sonra atlan alıp avludan çıktı, sabahın duru aydınlığı içinden sessizce geçti. Çayıra gelince atlan bıraktı. Kendisi de bir meşenin dibine çekilip çubuğunu yak­tı. Bir süre dalgın dalgın çubuğunu içti. Ortalık o kadar sessizdi ki, böceklerin ot­lar üzerinde yürüyüşlerini işitiyordu. Gözlerini yumdu. Dalar gibi oldu. Çok geç­meden kulağına nal sesleri çarptı. Sıçrayıp etrafına bakındı. Yolun kıvrımında beş atlı belirmişti. Dördünün giyimi asker giyimiydi. Birinin sırtında beyaz bir kossak gömleği vardı. Arslan Bey bunların iyi niyetle Eski Yurd’a gelmediklerini anladı. Tüfeği yanında değildi. Mesafe kısalmıştı. Silâhını alıp dönmeğe vakti yoktu. Kendi atlan da epeyce uzağındaydı. Birden yüreğine bir ateş yürüdü. Kos­sak gömlekli Gregoroviç’ten başkası değildi. “Vay mel’un vay!” diye söylendi. Gre­goroviç parmağıyla Arslan Beyi işaret ederek,

-İşte orada! dedi.

Hayvanları hızla Arslan Beyin üstüne sürüp, etrafını çevirdiler. Arslan Bey el­lerini beline dayayıp öfkeyle Gregoroviç’e baktı.

-Gregoroviç, senin ne işin var buralarda!

Adam pis pis sırıttı.

-Seni götürmeğe geldik Arslan Bey. Hesap vereceksin. Bize ihanetinin hesabım…

-Benim size verecek hesabım yoktur Gregoroviç!

Maksimoviç,

-Muharebede düşmanın tarafını tutmuşsun, dedi. Osmanlıya yardıma gitmiş­sin. Bunun hesabını vereceksin Arslan Bey!

Arslan Beyin gözleri öfkeyle tutuştu. Gregoroviç’e dönüp,

-Seni gebertmeliydim, dedi.

Bunları söyledikten sonra birden Gregoroviç’in üstüne atıldı. Onu atından ala­şağı etti. Yumruğunu suratına suratına bastı. Gregoroviç’in ön dişleri çatırdaya­rak kırıldı. Ağzı burnu kan doldu. Askerler atlarından atlayıp Arslan Beyi dipçiklemeğe başladılar. Kollarından tutup, onu Gregoroviç’in üstünden ayırdılar. Ars­lan Bey debelenip kurtuldu; ikisini de tekmeleyip bir tarafa savurdu. Maksimoviç atından atladı. Gregoroviç doğrulmuş bağırıyordu:

-Vurun, gebertin şunu!

Maksimoviç askerlerin ateş etmesini engelledi.

-Onu sağ istediler. Emir böyle, durun! dedi.

Arslan Bey yeniden Gregoroviç’in üstüne atılmak istedi. Maksimoviç tüfeğin dipçiğini bu zaptedilmez adamın başına indirdi. Arslan Bey, askerlerin kana su­samış bakışları arasında yere düştü… O güçlü kollan gevşedi. Vücudu pelteleşti. Sonra ortalık birdenbire siyaha kesildi. Maksimoviç,

-Hadi, dedi. Şu yağız atı getirin! Arslan artık kükremiyor, korkmayın. Bağlayın onu atma…

Askerler nefes nefeseydiler. Kendinden geçen Arslan Beyi zar zor atma yükle­diler. Gregoroviç de ağzının kanını koluna sile sile kalktı. Hepsi birden atlarına binip, Bahçesaray’a doğru yol aldılar.

Bir süre sonra Alma taraflarına varmışlardı. Suyun kıyısında mola verdikleri sırada onları Selim Can adlı bir köylü gördü. Yağız atın üstündeki yaralı Arslan’ı tanımıştı. Yüreğine bir ateş yürüdü. Dayanamayıp çavuşa seslendi.

-Bu yiğidi nereye götürürsünüz?

Çavuş,

-Sürüyoruz, dedi. Artık nereye sürülürse…

Selim Can oradan ayrılıp haberi yakınlarına iletti. Böylece haber, ağızdan ağı- za yayılıp Bahçesaray’a kadar ulaştı. Oradan da Eski Yurd’a… Eski Yurdlular, bu haberle sarsılıp neye uğradıklarını şaşırdılar.” (Hilâl Görününce, s. 326-328)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler