SERVET
SERVET
Arapça’dan dilimize
geçmiş bir kelime olan “servet”, hem konuşma dilinde, hem de ilim
dilinde kullanılır. Türkçe’de zenginlik, varlık, ar, mal, mülk anlamlarına gelir.
Üç yabancı dilde
servet karşılığı olarak kullanılan kelime, iktisadi servet anlamım taşır.
Bunlarda, iktisadi malların toplamı anlatılmak istenmiştir.
Servet; sosyal,
iktisadi ve hukuki yönleri olan bir kavramdır. İktisadi yönü diğerlerine göre
daha belirgindir. Bununla birlikte, iktisadi yönünün belirliliği onu diğerlerinden
ayırmaz, onunla birlikte ifadesini bulur. Cemiyet ise hukuki, iktisadi ve
sosyal ilişkilerden meydana gelen bir yapı arzeder. Bu çok yönlülüğü nedeniyle
tarifleri de çoktur.
İktisadi açıdan
servet, bir iktisadi suje-nin mülkiyetinde bulunan, ihtiyaçların giderilmesine
yarayan, o günkü piyasa değeri üzerinden para ile değerlendirilen iktisadi
mallar toplamıdır. Servetin iktisadi tanımında aşağıdaki niteliklerin
bulunması gerekir:
– İnsanlar tarafından
talep edilmek,
– Mülkiyete konu
olabilmek,
– Devredilebilir
olmak,
– Ekonomik mallardan
oluşmak.
Bu özellikleri taşıyan
iktisadi servet kavramının maddi olup olmadığı konusunda değişik görüşler
vardır. Kimi yazarlar öznel olduğu için servet kavramının hizmetleri ve eşyayı
da kapsadığını ileri sürer ve insanın her kabiliyetini de servet olarak kabul
ederler. Kabiliyet olarak tezahür eden her hareketi, şahsi servetin içinde
gören yazarlar da vardır.
Hukuki yönden servet
kavramı, özel hukukta ve kamu hukukunda ayrı ayrı tanımla nır. Özel hukukta
servet, bir şahsa ait olan ve parayla değerlendirilen mallar ve hakların tümü
iken, kamu hukukunda ise bir kîşinin tasarrufundaki bütün haklardan negatif
değerlerin çıkarılmasından sonra kalan miktar olarak tanımlanır.
Mali açıdan servet,
maddi ve gayrimad-di varlıkların, belirli bir andaki değerlerinin tümüdür.
Bu tanımlardan sonra
biraz da, servet sınıflandırmaları üzerinde durmak gerekir. Servet önce özel
servet, genel servet olarak sınıflandırılabilir. Özel servetler, meydana
gelmesi için, harcanan insan emeğine göre şekil alan servetlerdir. Yeraltından,
deniz dibinden çıkarılması ve havadan elde edilmesi için harcanan mallar bu
kısma girmektedir. Bu servetlere harcanan insan emeği ya malın oluşturulmasına
katkıda bulunur (tarımsal ürün elde etmek için tarım işçisinin emek sarfetmesi
gibi), yahut eşyanın maddesini şekillendirmeye, onu yarayışlı hale getirmeye
katkıda bulunur (sudan ve diğer kaynaklardan elektrik elde etmek ve yeraltından
madenleri çıkarmak için emek sarfetmek gibi).
Meydana gelişinde
insan emeği bulunmayan servetler ise genel servetler kısmına girerler. Meselâ
arazinin meydana gelişinde insanın katkısı olmamıştır. Her ne kadar insan,
araziyi şekillendirerek verimli ve tarıma elverişli hale getiriyorsa da onun
bu şekillendirmesi, kendi hayatının gerektirdiği oranla sınırlıdır.
Bir diğer tasnif de,
ferdi serveüer ve milli servetler şeklinde yapılabilir. Ferdi servetler bir
şahsın belirli bir zamanda tasarrufunda bulundurduğu para, mal ve iktisadi
kıymetlerin toplamını ifade ederler. Milli servet, bir milletin fertleri
tarafından belirli bir zamanda sahip olunan maddi, iktisadi malların para ile
ifade olunan değeridir. Sosyal sabit sermaye olarak nitelendirilen
yol, köprü, kanal,
baraj ve sulama tesisleri de, milli servet olarak kabul edilmektedir.
İktisadi ölçüyü eas
alarak bir sınıflandırmayı da şu şekilde yapabiliriz: Kullanım serveti, kazanç
serveti. Kullanım serveti, sahibi tarafından üretime yöneltilen eşya ve para
tutarlarıdır. Kazanç serveti ise, sahibi tarafından gelir elde etmek için
kullanılan para ve eşyayı ifade eder. Bununla birlikte, bazen bir eşya,
kullanım durumuna göre, hem kullanım (istimal), hem de kazanç serveti olabilmektedir.
Servet likidite
derecesine göre de sınıflandırılabilir Aynî servet, nakdî servet Bina, arazi,
eşya şeklinde olan müşahhas servet unsurları aynî serveti, para veya mal yerine
geçen çekler, aksiyon ve obligasyon gibi kıymetler de nakdî serveti oluşturur.
Hukuki açıdan da
servet; menkul servet ve gayri menkul servet olmak üzere iki kısımda
incelenir. Maddi bakımdan yerinin değiştirilmesi mümkün olmayan ve kolayca
tahrip edilemeyen mallara gayri menkul servetler denir. Kıymet ve mahiyeti
bozulmaksızın bir yerden başka bir yere taşınabilen ev eşyası, nakit gibi
mallar da menkul servetleri oluşturur.
Servet maddi ve
gayrimaddi olarak da sınıflandırılabilir. Maddi servetler, bizatihi maddi
kıymeti olan servetlerdir. Bu bakımdan menkul ve gayrimenkul servetler de
maddi servetler kısmında yer alır. Gayrimaddi servetler ise, fikri faaliyet ve
kabiliyetlerin meydana getirdiği eserlerle, keşif ve ihtira beratı gibi
çeşitli haklardan müteşekkil servetlerdir.
İktisat ilmi ve kamu
maliyesi dikkate alı narak bir tasnif de, mali servet ve iktisadi servet
şeklinde yapılabilir. İktisat ilminin verilerine göre yapılan servet tanımı ve açıklaması;
iktisadi servet mefhumunu ortaya koymuştur. Buna karşılık, vergi kanunlarının
uygulanması bakımından yapılan servet tasnifleri, mali servet mefhumunu
ortaya çıkarmıştır.
Servetin lanı m ve
sınıflandırılması üzerinde durduktan sonra servet kavramına yüklenen anlamın
tarihi gelişimi üzerinde durulabilir.
İlk ve
Ortaçağdaki Görüşler
İlk insanlar, sadece
yaşamak için gerekli olan ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Bu dönemdeki
insanların, biriktirme ve servet sahibi olmaları sözkonusu değildi. Daha sonra
toplumsal ve teknik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya daha becerikli
ve daha karmaşık bir toplum çıkmıştır. Bir yandan toplumun yapısındaki bu
değişmeler, öte yandan da insanların daha derli-top-lu bir işbölümü
gerçekleştirmeleri sonucu, kendilerini besledikten sonra artakalan olumlu bir
ürünün (plus-value) elde edilmeye başlanmış olması, serveti tedricen oluşturmaya
başladı. İlk çağda ekonomiye ilişkin konular, felsefe, mantık vb. eserlerin
içinde ele alınmıştır.
Bu sebeple,
Antik-Yunan’da iktisadi kavramlara sıkça rastlanmaz. Antik-Yu-nan’da Eflatun
(M.Ö. 427-347) ve Aristo (M.Ö. 384-322) devlet mefhumu ile çok ilgilendiklerinden,
bunların servet konusundaki düşünceleri de, devlet hakkındaki fikirleriyle
birlikte ele alınmıştır.
Devlet için düzeni
asıl kabul eden Eflatun, daha çok ideal bir devletin nasıl olması gerektiği
üzerinde durmuş, yönetici sınıfın yönetim işlerine ve kendilerine daha fazla
vakit ayırabilmeleri için, onların şahsi mülk
edinmelerine taraftar
olmamıştır. Böyle bir sınıf tarafından idare edilen devletin topraklan da
gerekenden çok ürün vermemeliydi. Çünkü, ihtiyaçtan fazla mahsul alınırsa,
dışsatım kaçınılmaz olur, altın ve gümüş bollaşırdı. Oysa bunların ikisi de,
devletin içtimai düzenini bozarak menfi neticelere sebep olabilirlerdi. O,
devlet düzeninin bozulmaması için ticarete, zenginliğe ve yoksulluğa taraftar
olmamıştır.
Aristo, ilk
dönemlerinde Eflatun’un tesirinde kalmış olmakla birlikte, sonraki dönemlerinde
onu birçok yönden tenkit etmiştir. O, devleti bilgelerin İdare etmesinden
yanadır, Eflatun’un dediği gibi, asiller yahut hakimlerin değil. Eflatun’un
ortak mülkiyet anlayışını da eleştiren Aristo, mülkiyeti tabii görüyordu.
Kişilerin Özel mülkiyet edinebileceğini söylemesine rağmen, yine de servetin
kamu yararına kullanılmasından yanadır.
Roma imparatorluğunun
çöküşüyle başlayan Ortaçağ’da, Hristiyanhkla, Greko-Romen kültürün kökleri bir
araya getirilerek, bir tahammül gücüyle bugünkü medeniyetin temeli
atılmıştır. Bu çağda, Avrupa’da toplumsal sınıflaşmalara dayalı feodalite
yönetimi bulunuyordu. Bu sınıflar da üç grupta toplanıyordu:
– Toplum için savaşanlar,
– Toplum için dua
edenler,
– Toplum için
çalışanlar.
Bu sınıflaşma
içerisinde servete sahip olabilme hakkı yalnız iki gruba aitti. Kapitalizmde
mülkiyet mutlak anlamda tek kişiye aittir. Buna göre bir malı ele geçiren insan
başkasının gölgesini bile ondan uzak tutmak ister ve o malın tanrısı haline
gelir. Artık o mal üzerinde hiç kimsenin ve hiçbir gücün hakkı yoktur. Bu,
Hıristiyanlığın Allah ancak kalplerdedir ve yeryüzündeki düzene karışmaz,
inancından doğmaktadır. Dolayısıyla mala ve eşyaya sahip olan insan onunla
başbaşa kalmakta, onun tek hakimi olmaktadır. Komünizmde ise tek bir insana da,
topluma da güven yoktur. Onun için insana hiçbir mal bırakılamaz. İnsan tek
başına bir birim değildir, bir birimin parçasıdır. Dolayısıyla bu sistemde insan
o kadar aşağılanmaktadır ki, mal (eşya) ona lâyık görülmez. Mal ve eşya da
insan karşısında o kadar yüceltilmektedir.
İslâm düşüncesinde ise
servet edinme hakkı, bir zümreye yahut belirli bir topluluğa has
kılınmamıştır. Servet edinmek, elde edilen servetin esiri olunmadığı müddetçe,
teşvik edilmiştir. Zaten dinin zekât, hac gibi emirlerini ve yoksullara yardım
etmek, din kardeşini desteklemek gibi diğer bazı vazifelerini yerine getirmesi
için de müslüma-nın bir servet sahibi olması gerekmektedir. Bununla birlikte
servet sanayi ve ticaretle geliştirilmeli ve toplum için faydalı hizmetlerde
kullanılmalıdır. İslâm fertler arasında servetin âdil şekilde dağılımını
öngörürken mutlak anlamda mülkiyetin Allah’a ait olduğunu belirtir.
“Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a aittir.”
(Mâi-de, 17). “Şüphesiz ki Allah insanlardan kendilerini ve mallarını
cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111). Dolayısıyla insan sahip
olduğu serveti kendi arzu ve ihtiraslarını tatmin etmek için değil, imtihan
dünyasında Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacaktır. İslâmda mülkiyet;
(sahiplik) rakabe (çıplak mülkiyet) ve tasarruf (intifa) olmak üzere ikiye
ayrılmaktadır. Rakabe, çıplak mülkiyet ve kontrol hakkını ifade ederken,
tasarruf kullanım hakkını ifade etmektedir. İslâm’da zirai topraklar devletin
rakabesi altına
alınmış, kullanım hakkı ise fertlere verilmiştir. Ayrıca kaynak ve akar sular,
tabii bitki Örtüsü, ormanlar, enerji kaynaklan, madenlerin mülkiyetinin devlete
ait olduğu kabul edilmiştir. Bu nedenle İslâm’da servetin ve mülkiyetin
çerçevesi toplum çıkarları ile çizilmiş olmaktadır.
Yukarıdaki servet
tasnifleri îslâmi açıdan servet tanım ve tasniflerine de uyar. Ancak ona bazı
sınırlamalar getirilmiştir. Tüketimin kullanılması, intikali Kur’an’da ve
sünnet’te haram sayılan unsurlar, servet anlayışının en belirgin farklılığı
olarak karşımıza çıkmaktadır. İslâm’ın servet anlayışı, İslâm bütününden bir
parçadır. Bu durum şu ayetle daha açık bir şekilde belirtilebilir: “Allah
hcrşeyin yaratıcısıdır”. Bu itibarla, İslâm düşüncesinde asıl mülk sahibi
Allah’tır.
Servet vahyin
yeryüzündeki müslüman için vazettiği asli bir hedef değildir. Servet, müslüman
in, Allah tarafından omuzuna yüklenen hilafet görevini yerine getirirken,
beşeri güçleri geliştirirken, insanı maddi-manevi hususlarda insaniyete
yükseltirken kullandığı bir araçtır. Servet ve üretimi geliştirip
bollaştırmaya çalışmayan kimse, zarardadır. İslâmiyet’i yaymakla görevli olmaları
niteliğiyle de servet ve üretimi bırakıp ihmal eden kimse de büyük bir yanılgıdadır.
Fakat sadece servetin kendisi için, bütün hayatını feda edercesine çalışmak bir
insan için kötü sayılmıştır. İnsanı Rabbin-den uzaklaştıran, ruhi zevkleri
unutturan, yeryüzünde adaleti ortadan kaldıran, kin ve düşmanlığı arttıran
servet anlayışı İslâm düşüncesinde yer almaz. Kur’an-ı Ke rim’de:
“Allah’ın sana verdiği şeylerde âhi-ret yurdunu da gözet, dünyadaki
nasibini (pay) de unutma. Allah’ın sana yaptığı iyilik
gibi sen de iyilik
yap; yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez”
(Kasas, 77) denilmiştir. İslâm servetin belli ellerde toplanmasını (temerküzü)
ve bunun toplumda ortaya çıkaracağı kötülükleri ortadan kaldırmak için
tedbirler öngörmüştür. Zekât, sadaka, nafaka, miras ve diğer yardımlaşma
şekilleri, servetin belli eller de toplanmasını önleyen ve Özel mülkiyetin
yaygınlaştırılmasını sağlayan, sadece İslâm’da bulunan tedbirlerdir. “(Tâ
ki bu servet) içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet
olmasın” (Haşr,V).
Batıda görülen ve
iktisat literatürünün en Önemli konularından biri haline gelen dengesiz ve
adaletsiz gelir ve servet dağılımı, ekonomik ve sosyal bunalımların en önemli
sebeplerinden biri olmuştur. Endüstri devrimi ve özellikle II. Dünya savaşından
sonra, servetin belli ellerde aşın yığılmasının yol açtığı krizi aşmak için,
F. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede serveti geniş kitlelere yaymayı
amaçlayan plân ve programlar hazırlanmış ve uygulanmıştır. İşçi elinde varlık
teşkili, yatırılabilir ücret fonları, işçilerin kâra katılması, yatırım
ortaklıkları kurulması, halka açık şirketlerin kurulması, kooperatiflerin ve
sosyal fonların kurulması gibi plân ve programlar bunlar arasında sayılabilir.
Buna karşılık
Avrupa’da İse Rönesans’ın başlaması ile iktisadi eylemlerin ahlâkiliği
konusundaki düşünceler, Önemli bir sarsıntı geçirmiştir. Servet sahibi olmak,
artık hoş-görülüyor, ticaret teşvik ediliyordu. Yeni yolların açılması ve
kıtaların bulunması ta nm ve zanaatın yapısını değiştirmiş, bu faaliyetleri ticari
amaçlara yöneltmiştir. Milli devletlerin doğuşu, altın ve gümüş stoklarının
hızla yükselmesi, 15. yy’dan itibaren iktisadi düşüncede
“Merkantilizm” denilen yepyeni bırakımın doğmasına yol açmıştır.
İktisadi düşünce okullarından biri olan Merkantilist düşüncede servet ile
ilgili olarak şunları söyleyebiliriz. Bu düşünce röne-sansın tesiriyle
ekonomik olayları incelerken dini ve ahlâki etkilerden büyük ölçüde
kurtulmuştu. Merkantilistler ticareti, milli zenginliğin geliştirilmesinde en
verimli faaliyet olarak kabul etmişlerdir. Daha sonra gelen Fizyokratlar ise,
servetin kaynağının mübadelede değil, zirai üretimde olduğunu ve servet
üretiminin zirai üretimle gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir. Her iki düşüncede
de servet sahibi olabilme hakkı sınırsızda*.
Klasikler
Ferdiyetçi devlet
anlayışına sahip olan klasik okulun mensupları ise, devlet faaliyetlerinin
asgari seviyede olmasını savunurlar. Bunlarda da yine sınırsız bir mülkiyet
anlayışı vardır. Aynı okulun mensuplarından olan A. Smith’e göre servet, tüm
Üretim faktörlerince değişik kesimlerde (tarım, sanayi, ticaret) üretilen mal
miktarı ile ölçülür. İlkel toplumlarda, toplumun işlerliğini sürdürebilmesi
için işbölümü gerekli olmadığından, gerektiği zaman herkes kendi ihtiyaçlarını
kendi çabasıyla karşılamaya gayret ederdi. Fakat ilkel toplumun değişmesiyle
işbölümü ve uzmanlaşma ortaya çıkmıştır, dolayısıyla üretim artmıştır. Adam S m
i ıh. üretimi arttıran işbölümünün serveti oluşturduğu görüşündedir. Yine bu
okulun mensuplarından olan D. Ricardo ise, servetin meydana getirilmesinde, emeği
asıl kabul eder. J.B. Say ise gayrimaddi
olmayan mahsullerin de
servet olarak kabul edilmesinden yanadır. J.S. Mill’e göre, servet, bir
değişim değeri olan ayrıcalıklı ve beğenilen şeylerdir. J.S. Mili, servetin maddi
olması ve biriktirmeye müsait özelliğinin bulunması gerektiğini ileri
sürmüştür.
Marksizm
Marks kapitalist
üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliğinin “muazzam bir
meta” birikimi olarak kendini göstereceğini ileri sürmüştür. Meta, her
şeyden önce, bizim dışımızda olan ve ihtiyaçlarımızı gideren bir şeydir.
Metaın yararlılığı, onun kullanım değerini ifade eder. Kullanım değeri ise
servetin özünü oluşturur. Bu kullanım değeri, soyut insan emeği madde-leştiği
için değerlidir; yani servetin özü, Marks’a göre emektir. Emek sahibi, emeğini
üretim araçları sahiplerine satar. Emekçi; çalışmak suretiyle, yalnız kendisinin
ve ailesinin geçimini ve muhafaza masraflarını karşılamasını mümkün kılan bir
değer (ücret) meydana getirmekle kalmaz, aynı zamanda kapitalistin eline geçen
bir arü değer de oluşturur. İşte bu artı değer, kapitalist sınıfın kazanç ve
servet kaynağı olan bir değeri ortaya çıkarır. Bu görüşe göre insan emeğinin
tek alıcısı, devlete ait iktisadi işletmeler olmalıdır. Ekonomik düzeni ise
Sosyalizm’dir. Üretim malları üzerinde, yalnız devlet (kamu kurumlan ve kooperatifler)
mülkiyet hakkına sahip olabilir.
Modern Görüş
20. yüzyılda servet ve
bu kavramla ilgili konular aklüal i leşinden çok şey kaybetmiş tir. Nitekim
modern iktisatçılar İçinde ser-
vet problemi ile
uğraşanlara rastlamak pek mümkün değildir. Bugün artık iktisat ilmini servete
dayandırma eğilimi taraftar bulamamaktadır. Ancak servet, buraya kadar verilen
açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi, üzerinde büyük tartışmaların yapıldığı
bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Refah düzeyini belirleyen unsurların
tamamı biraraya gelerek serveti hem oluşturmakta, hem de ona ölçü olmaktadır.
Hatice ENCÎ