Kimdir

Selim İleri kimdir? hayatı ve eserleri

Selim İleri kimdir? hayatı ve eserleri: İstanbul’da doğan Selim İleri, ortaokulu Galatasaray’da Liseyi Atatürk Erkek Iisesi’nden tamamladı. Bir süre Hukuk Fakültesine devam etti. Prof. Hasan Hüs­nü İleri’nin oğlu olan romancı, İstanbul’un eski töreli hayatını yaşayan çevreler­de yetişti. Eserleri, çocukluk ve ilk gençlik çağlarına özleyişle doludur.

Önceleri daha çok hikâyeleri ile tanınan Selim İleri, 1973’lerden sonra, roman ve hi­kâye yazmayı birlikte sürdürdü. 1980’lerde daha çok romana yöneldi. Bazı eleşti­rilere göre, hikâyeleri daha kuvvetli sayılmalıdır. Bu konuda İleri’nin görüşü şöyledir: “Öyküyle roman arasında kesin bir tercih yapmadım. Aslında edebiyatı bir bütün olarak alınılıyorum.” (Gösteri, sayı: 129)

Bunların yanısıra senaryolar, eleştiri ve incelemeler de yazan Selim İleri’nin ilk hikâyesi Yeni Ufuklar (1967) dergisinde yayımlanmıştır.

Hikaye kitapları:

Cumartesi Yalnızlığı (1968),

Pastırma Yazı (1971),

Dostlukla­rın Son Günü (1975),

Bir Denizin Eteklerinde (1980),

Eski Defterlerde Solmuş Çi­çekler (1982),

Son Yaz Akşamı (1983J,

Hüzün Kahvesi (1991),

Kötülük (1992),

Otuz Yılın Bütün Hikâyeleri (1997).

Romanları ise şunlardır:

Destan Gönüller (1973),

Her Gece Bodrum (1976),

Ölüm İlişkileri (1979),

Cehennem Kraliçesi (1980),

Bir Akşam Alacası (1980),

Ya­şarken ve Ölürken (1981),

Ölünceye Kadar Seninim (1983)

Yalancı Şafak (1984),

Saz Caz Düğün Varyete (1985)

Hayal ve Istırap (1986),

Kafes (1987),

Mavi Kanatla­rınla Yalnız Benim Olsaydın (1991),

Kırık Deniz Kabukları (1994),

Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver (1997),

Ada, Her Yalnızlık Gibi (1999),

Sol­maz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin (2000).

Selim İleri, Denemelerini:

Çağdaşlık Sorunları (1978),

Düşünce ve Duyarlık (1982),

Hatıralarını ise:

Annem İçin (1983),

Hatırlıyorum (1984),

O Yakamoz Söner (1987),

Evimizin Tek Istakozu (2000) adlı kitaplarında toplamıştır.

Selim İleri’nin ayrıca senaryoları vardır. Kırık Bir Aşk Hikâyesi senaryosu 1983’te yayımlandı. Ayışığı (1987) adlı bir şiir kitabı ve çoğunu gazetelerde tefri­ka ettiği incelemeleri mevcuttur: Aşk-ı Memnu, yada Uzun Kışın Siyah Günleri(1981,), Kamelyasız Kadınlar (1983), Seni Çok Özledim (1986), İstanbul Salonları ve Abdülhak Hâmid(Milliyet Gazetesi, tefrika, 16 Ocak – 25 Ocak 1989).

Selim İleri’nin eserleri hakkında, kitaplarının isimlerine göz atarak bile bir­kaç hüküm çıkarabiliriz:

Çok eser veren bir yazardır. Öylesine ki, her yıla iki kitabı düşmektedir. Ayrı­ca senaryolar, makaleler yazmaktadır. Bu verimliliğin bir sebebi, yazarın çalış­kanlığı (kendisi kolay yazmadığını söylüyor) ise bir sebebi de hayatını kalemi ile kazanmakta oluşudur.

Roman ve hikâyelerinde ayrıntılara girerek bazen makale ve öğreticilik tarafı ağır basan Selim İleri, aynı zamanda çok sayıda deneme ve hatıralar yazarak bir düşünce adamı niteliği de göstermiştir.

Selim İleri’nin eserlerinde ağırlık: Hüzün, keder, hasret, duygululuk ve daüs­sıla (Nostalji) üzerinedir. Buna delil olarak eserlerinin (çoğu şairane olan) isimle­rini de gösterebiliriz:

Cumartesi Yalnızlığı, Dostlukların Son Günü, Defterde Solmuş Çiçekler, Son Yaz Akşamı… Ölüm İlişkileri, Yaşarken ve Ölürken… Ölünceye Kadar Şeninim, Hayal ve Istırap, Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın… Annem İçin, Yaka­mozlar Söner… Kırık Bir Aşk Hikâyesi vs… Hikâye kitaplarındaki hikâyelerin ad­larını buraya yazsak, aynı duyguların isimlendiği görülecek.

Yine, incelemelerine, denemelerine bakarsak Selim İleri’nin, yaşıtlan arasın­da, Türk edebiyatına derin bir merak ve teessüsle sarıldığı görülebilir. Alâka sa­hası, Ahmet Midhat Efendi’den, Sezai Bey’den Abdülhak Hâmid’den Hüseyin Rahmi’den, Nigâr Hanım’dan tutarak, Tanzimat, Servet-i fünûn, Millî Edebiyat ve ilk Cumhuriyet yıllarını içine almaktadır. Yukarıda sayılanlardan başka Halide Edib, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Refik Halid, A. Hamdi Tanpınar özellikle Abdül­hak Şinasî Hisar ile Ahmed Hâşim genç Selim İleri’nin özel tercihleri arasında­dır. Bu sayılan ünlü yazarlarımızdan etkilenmiş, zaman zaman bazı roman ve hi­kâyelerinde onların üslûplarını kullanacak ve onları romanlarını, konulan arası­na sokacak hatta eserlerini değiştirip yeniden yazacak kadar onlarla ünsiyet (ya­kınlık) sağlamıştır.

“Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” romanında “Yaklaşık seksen mad­delik bir edebiyat birikimi vardır.” diyen İleri, yaptığı “söyleşilerde” ve açıklama­larında, onlarla olan düşünce, sevgi ve sanat alışverişlerini yer yer anlatmaktadır.

Yaşar İlksavaş’la yaptığı bir “söyleşi”de (H. Gösteri, Temmuz 1981) Türk ro­mancıları ve modem yabancılar ile olan yakınlıklarını şöyle anlatıyor:

Roman yazacağımı düşünmemiştim, dediniz. Sonra kendiliğinden mi geliş­ti bu roman yazma tasarısı?

–   “Hayır. Roman sanatı konusunda bilgisiz değildim, “Her Gece Bodrum “u yaz­maya başladığımda. Daha ortaokula başladığımda, -eski bir arkadaşım olarak sen de hatırlarsın- Yakup Kadri’yi, “Hep O Şarkı “yı, Halide Edip’in hemen hemen bü­tün yapıtlarını, Reşat Nuri’den “Çalıkuşu”, “Yaprak Dökümü’’, “Akşam Güneşi”, “Dudaktan Kalbe” gibi romanları defalarca okumuştum. Bu romanlar beni âdeta büyülüyordu. Halide Edip’ia “Yolpalas Cinayeti”ni bir başyapıt sayıyordum. “Ak­şam Güneşi”nin sonundaki intihar, beni iki üç gün yemekten içmekten kesmiş; odamdan dışarıya adım atmamıştım. Sonraları, özellikle orta son sınıfta günün modasına uyarak, derinliğine, inceliğine asla varmaksızın Kafka’yla, Camus’yle, Sartre’la tanıştım. “Şato”yu bir türlü okuyamamıştım ya, “Değişim”yine de unu­tulma bir kitaptı benim için. Ancak, liseyi bitirdikten sonra romanla sistemli bi­çimde ilgilendim. Her şeyden önce yoğun bir okuma dönemi. Bizim romanımızı kavramaya çalıştım. Ahmet Midhat Efendi, özellikle Hüseyin Rahmi, adım adım Abdülhak Şinasi Hisar, eniştemin kitaplığında rastlantı sonucu bulduğum Ahmet Hamdı Tanpmar’m ‘Yaz Yağmuru” hikâyesi, beni daha 1963 yazında yerle bir et­mişti, bol bol Tanpmar okudum. Roman sanatı konusunda kuramsal kitaplar… “

Son romanlarından birisi olan “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim 01saydm…”m taşıdığı Türk edebiyatı ağırlığını ve önceki yazarlarımızdan nasıl faydalandığını da Aziz Çağlar’la söyleşisinden (Hürriyet Gösteri, Ağustos 1991) öğreniyoruz:

“Bu kitabımda hikâye sanatından çok, öyle sanıyorum ki, yer yer, edebî fıkra­dan yararlandım. Ben Ahmet Haşim’in gazete yazılarını çok severim, çok önemli bulunun. Bu yazılar, bir zamanlar, edebiyat adamının edebiyatı nasıl önemsediği­ne belgedir. Bu yazıların hiçbiri, aradan geçen bunca zamana karşın, hiç mi hiç eskimemiştir. Hele “Müslüman Saati” başlıklısı başlıbaşına bir şaheserdir. Ah­met Haşim’in yazıları üzerinde epey çalıştım; romanda daha çok onlann etkisi var, bazı bölümlerde onları kılavuz edindim, özellikle ‘Çok Özel Bir Sözlük’ bölü­münde.

…Mavi Kanatlannla…’da bir dolu eski edebiyat adamından söz açılıyor. Ne bi­leyim, Yakup Kadri, Halide Edip, Halit Ziya, Şükûfe Nihal… Hele Şükûfe Nihal… Bugün kimsenin bilmediği eski bir şair. Ama onlarla ilgili olarak okuduklarım, tanıklığım, görgüm yazmaya değerse başka ne yapabilirdim. Bu kitapta gerçek okuru başka yazarlara, başka eserlere çekmek istedim. Sözgelimi Refik Halit’in ‘Nilgün’ romanını oturup yeniden kurguladım. Bu romanla benim yazdıklarımı bir karşılaştıran çıkarsa, yalnızca hatırladığım ve bir hayli de uydurduğum ‘Nil- gün’ü yazdığımı hemen sezecektir. Bir yazarın, bir okurun bir metni nasıl alımladığını saptamak istedim.”

Reşat Nuri’nin Akşam Güneşi, Dudaktan Kalbe gibi romanlarının lezzetli etki­leri ile “edebiyatçı olmaya karar verdim” diyen İleri, romancılığa nasıl bir çile ile giriştiğini de şu hatırası ile belirtiyor:

“Hiç sıkılmadan bazen günlerce okuduğum romanların özetini yazardım. Böy­le böyle yazmayı öğreniyordum galiba. ’’ “Hatırlıyorum” adlı hatıralarında (s. 29) Halide Edib, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’leri “âdeta ezbere bildiğin!’ öğreniyoruz.

Selim İleri’nin, romanlarına serpiştirilmiş, hikâyelerinde yer tutmuş bir özel­liği de, edebiyatçıların “piyasa romanı” diyerek okumadıkları veya okuduklarını gizledikleri aşk ve sevda romanlarını yeniden değerlendirme denemeleridir. On­ları önemsemiş, ısrarla okumuş ve yazılarına, bazen şiirlerine bile sindirmiş ol­ması, genç yazarın hem hür düşünce cesareti hem de önemli bir yeniliği olarak dikkati çekmektedir.

Selim İleri’nin bu konuda yaptığı işi, “Mavi Kanatlarınla…” yı inceleyen Nazan Bekiroğlu, (Dergâh der., sayı: 22, Aralık 1991) şöyle değerlendirmektedir:

“Edebî katmanın çok dikkatle değerlendirilmesi gereken ve Mavi Kanatların­la romanının belki de en önemli ve yeni yanını oluşturabilecek bir anlamı da “aşk ve kara sevda” romanları olarak zikredilen piyasa romanlarına ayırdığı yer ve on­larda aradığı kıymettir. Şükûfe Nihal, Kerime Nadir, Server Bedi, Münir Müeyyet Berkman, M. Turhan Tan gibi yazarlar ve Hicran Gecesi, Nedret, Neclâ, Cinci Ho­ca, Safiye Sultan, Kâtibim, Selma ve Gölgesi, RenksizIzdırap, Seni Unutmadım… gibi romanlar edebî katmanın piyasa duyarlığındaki ucunu oluştururlar. Anlatıcı bu tür romanlar karşısındaki tavrını şöyle belirler:

“Hâlâ okumak istediğim, onlarla birlikte yenilerini de okumak istediğim aşk ve kam sevda romanlarında özellikle edebiyat tarihçilerinin… okuryazar geçinen herkesin küçümsediği öyle tümceler, öyle bir söz dizimi vardı ki nice yıllar bu an­latının, bu söz diziminin gündelik şeyleri aşan bir duyarlılıkla dolup taştığına inandım.” (s. 217)

“Onlar artık kaybolan kelimelerle, yıldızı sönen bir edebiyatla konuşuyorlar; bu sözleri bize değil sanki yıldızı sönmüş bir edebiyata söylüyorlar, sanki onunla söyleşiyorlardı”, (s. 87)

eleştirmenlerin sözünü bile etmek istemediği, değerini araştırmak şöyle dursun, okumuş olmayı zül addettiği bir dönemde, bu tür romanlara ve onların yazarlarına eğilir. Bu romanların var olması gereken kıymetini ve piyasa denilen halkı bir dönem dahi olsa böylesine sarıp sarmalayan büyüsünü, verileri ve so­nuçlan çok net bir akademisyen kimliğiyle değil ama kendi izlenimci eleştiri tav- nyla araştırır. Edebiyat dünyasına onlarla girdiğini gizlemez. Hikâye ve romanlarında gerek teknik gerek tematik boyutlarda o etkiden faydalanma yolunu tıka­maz. Bu etkinin tipik bir örneği Hicran Yarası adlı hikâyesidir. Keza, bir başka hi­kâyesine de evvelâ Ölmüş Bir Kadının Evrâk-ı Metrûkesi adını koyar. Ayışığı ad­lı tek şiir kitabında “Şair, Ondokuzuncu Yüzyıl İkinci Yan” bölümünde, söz konu­su romanlardan gelme bir havayı taşıyan yedi başlıksız mensur parça yer alır. Bunlardan bizim tespit edebildiğimiz ikisi bir cümle ilâvesinin dışında ve gönder­mede bulunulmaksızın Güzide Sabri’nin Ölmüş Bir Kadının Evrâk-ı Metrûkesi ro­manından alınma parçalardır. Yine Güzide Sabri’nin Münevver romanının film yapılmasını ve Münevver’i Türkân Şoray’ın oynamasını düşler., vs. Ayrı bir araş­tırma konusu olabilecek bu etkilerin sonunda nihayet o aşk ve kara sevda roman­larının arkasında yatan dünyanın ne olabileceği hususunda daha kapsamlı bir yolculuğu Mavi Kanatlarınla ile gerçekleştirir.

Bu romanıyla Selim İleri, bize teklif eder ki; Türk romanının; geldiği bu yer­de, daireyi tamamlamış olarak yeniden başlangıçtaki noktaya dönülmüş ama çok farklı tecrübe ve kabiliyetlerle yüklenilmiş bir yerde; yeni teknikler, yeni yorum­larla, küçümsemek ukalâlığına düşmeksizin, ayıklayarak, yeniden inşa ederek, başka bir şey yaratmak için kullanarak, bu piyasa duyarlığından alabileceği gü­zel şeyler vardır. Bu noktada evet. Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın bize bir çağrıdır. Cesur, iyi niyetli ve hüzünlü bir çağrı. Dikkate alınması gerekir.”

Bizim kültür ve edebiyatımıza bu tutkunluk, kendimizi inkâr eden bilgisizliğe karşı bu “entelektüel isyan” yine de pek çoklarınca iyi karşılanmıyor. Batı’ya şart­lanmış ve edebiyatımızı, tanımadığı için “hor görmeye kalkan” bu bakış, Selim İleri’ce “Neden geçmişi yazıyorsun da bugünü yazmıyorsun?” veya “Niçin cinsel­liğe eğilmiyor, Marksizme bile şüpheyle bakıyorsun?” diye sitemli tenkitler yö­neltiyor. Çünkü, bugün Türk aydını denilenlerin, içine girerek gizlendikleri ve ko­rundukları kabuğu kırmak kolay değil. Bu çeşitten bir soruyu ve cevabını aşağı­ya alıyorum:

Soru: – Kafes romanında da geçmiş zamandan söz ediyordunuz. Yine de bugü­ne göndermeler vardı. ‘Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’ baştan sona geçmiş zamanlarda geçiyor. Günümüzü yazmak ilginizi çekmiyor mu?

Cevap:- Günümüzü de yazmaya çalıştım. ‘Her Gece Bodrum’, ‘Cehennem Kra­liçesi’ günümüzde geçen romanlardı. Belki bu yüzden büyük ilgi devşirdi o ilk ro­manlar. Gene bütün yazdıklarımı günümüz için yazıyorum, çizmeye çalıştığım za­man dilimi, günümüzün sorunlarına bir yanıt arayışıyla ilintili. Bugünkü kültür ortamımızı dehşet verici buluyorum. Edebî geçmişi olmayan bir ülke gibi birçok yazarımız her şeyi kendilerinden başlatma saplantısı içinde. Ressamlarımız, batiıdan çalıp çırptıklarını görkemli yenilikler gibi gösterme telâşında. Sinemamız akıllara durgunluk verici bir inkarcılığın sonucu ortadan kayboldu. Ben de, özel­likle bu romanımda, hiç de o kadar kültürsüz olmadığımızı ifade edebilmenin dürtüsüyle geçmişe bakmaya çalıştım.

Fikirleri

Selim İleri’nin aynı zamanda bir düşünce adamı olduğunu söylemiştik. Yalnız makale ve köşe yazılarında fikirlerini ortaya koymakla, savunmak, sitem etmek veya vurgulamakla yetinmiyor, teknik kusur işlemeyi dahi göze alarak, romanla­rının ve hatta hikâyelerinin sayfalan arasına bazen makale veya deneme hacmin­de fikir beyanları da sokuyor. Bunlardan birkaç örneği, özetle ve alıntılarla suna­lım-

Selim İleri ve çevresinin de romanlarında en fazla tartıştıkları konulardan bi­risi Toplumculuk-Bireycilik (fertçilik) meselesidir. Esasta Selim İleri, bunları bir­birinden ayırmayarak, her iki tarafın (toplum ve kişinin de) hakkını vermeğe ça­lışmaktadır.

Selim İleri’ye âdeta bir damga gibi “Burjuva romancısı, küçük burjuva, kent­soylu hikâyecisi… Burjuva yazınının son temsilcisi’ eleştirilerini yöneltmek sol­cu cephede âdet olmuştur. “Bireycilik” de bir suçlama gibi kondurulmuştur. Bu, yazan yıldırarak, “sosyalizme” çekmek içindir.

Kendisi “Burjuva hikâyesi” ile ne demek istenildiğini anlamadığını açıklıyor. Bunlara karşılık “Ben kendim için yazmıyorum… Hayatımın hiçbir döneminde – istediğim halde- bireyci olamadım. Topluma karşı değilim. Toplum ile İnsanî iliş­kilerim benim için çok önemli. Ben bir tür nostalji içinde düne bakıyorsam, bu, dünden bugüne, neleri, ne adına feda ettiğimizi saptamak amacıyla… Çünkü ya­rın (gelecek) dünün gerçek güzelliklerini, insanın aklıyla ve emeği ile var ettiği güzellikleri, inkâr ederek kurulamaz. Kurulamadığını tarih hep göstermiştir. Her­zen’in alaya aldıkları bugün de o toplum için birer trajik sorun. Bu yüzden Dostoyevski hâlâ çok yeni, çok insancıl.” (H. Gösteri, Temmuz 1981)

“Yaşarken ve Ölürken” romanında bir resim öğretmeninin ağzıyla toplumcu görünen ‘aydınların” toplumu bilmezliklerinden, işi boyuna siyasete vurdukla­rından söz eder:

“Dönüşte baktım- ordayken de görmek fırsatım bulmuştum; siyasayla uğra­şanlar, benim yaşadığım yerleri bile haritada gösteremiyorlardı. Ama hepsinin toplumsal kurtuluşumuz için değişik düşünceleri vardı. Oraları sordular; anlat­tım. Kafalarındaki taşra imgesine uymadığından, pek azı söylediklerimi kavradı. Üstelik yalnız ilericilerle konuşmadım burda; tutucular, bireyciler, kapitalizmden yana olanlar. Tümü de taşra sorunu üzerine derin şeyler düşündüğünü belirtiyor­du. Hazırdı çözüm önerileri. Gelgelelim kullandıkları kuramsal sözcükleri bile anlayamazdı Taşralı.” (s. 52)

Yaşarken ve Ölürken’de yazarın öne sürdüğü gerçek, esasen toplumculuk-bireycilik meselesi değildir. Sadece solculuk sağcılık kutuplaşmasının, aydınlan sürüklediği gündelik, en bayağıya ve dedikoduya kadar inen siyasettir. Nitekim romanın kişilerinden ressam Cemil “Kasabasındaki gizli solcu parti”nin gülünç, zararlı, herze ile uğraşan çalışmalarını, iyi gözleyerek, şöyle anlatmaktadır:

“Bu ‘toplumculuk’ meselesi çok önemli. Benim hiçbir ilintim olmamakla bir­likte üzerinde durmaya değer buluyorum bu meseleyi. Cinayetler, soygunlar, iş­kenceler, ihanetler…. bunlar gitgide bir öğreti niteliğine dönüşmüştü. Solculuk adı altında, ya böyle Sabih ya da Turan ve arkadaşları gibi sorumsuz, burjuva ya­şamının en çökmüş biçimi yaşanıyor, ya da yeraltının karanlığına bir kez bulaş­tıktan sonra, artık keşiş halinde çile çekiliyor, nihayet çile hücresinden çıkan ki­şi, kurtarıcı olduğuna kesinkes inandığından öldürülecek kimseleri saptamaya koyuluyor, üstelik öldürüyor. Ne yazık ki bunlardı benim gördüklerim. Gazeteler şimdi o acıklı insan yazgılarını dile getiren haberlerle dolu. Ama henüz ötekile­rin, burjuva yaşamının en çökmüş biçimini sosyalizm sananların özel tarihi yazıl­madı, açıklanmadı….” (s. 404)

Böyle bir çerçevede, duygu, töre, efendilik, insan sevgisi, vatan sevgisi yok ol­muş, hepsinin yerini silâh, zulüm, kabalık, işkence almıştır. Sağ sol kavgalarının, halkı yıldırmaların, gençliği felâkete sürüklemelerin, vicdansızlık, cahillik, zevk­sizlik ve tecavüzlerin her türlü (1971-1982) hadiselerinden bahisler açarak bunla­rı Yaşarken ve Ölürken’e de başka romanlarına da yansıtmaktadır.

“Derken uzaktan bir iki el ateş edildiğini işittim. Vınlayan tok kurşun sesi. Kentimizin yıldırıcı günleriydi. O silâh seslerinden, pahalılığı protesto etmek adı altındaki ‘dükkân kapattırma’ eyleminden, her gün vurulan insanlardan, böyle hep ölümün içinden yürüyüp geçmemizden kendimi uzak tutmaya çalışı­yordum. (s. 388)

“… bir ama’sı var işte bu meselenin. Hâlâ çözemediğim o ‘ama’ patlak verdi ön­ce: Yeniden ve korkunç biçimde siyasal ‘cinayetler’ işleniyordu. Ansızın başlamış­tı cinayetler, sayılan da gün geçtikçe artıyordu. Sosyalizmimiz ölüm kusmaya başlamıştı.” (s. 302)

(Not: Yukarıdaki metinlerin daha geniş açıklamaları için, Gürsel Aytaçta “Çağdaş Türk Romanian Üzerine İncelemeler” adlı kitabına bakılmalıdır. Gündoğan yay. 1989, s. 305-308)

Selim İleri’nin, “sol, sosyalist’ vs. denilen çevreleri, böyle açıkça yermesi, ta- biatiyle Marksist çevrelerin ve tenkitçilerin öfkeleriyle karşılanmıştır. Başka ki­taplarında da:

“Yazılıp çizilenler, savlar, o bitip tükenmez açık oturumlar, bildiriler, yürüyüş­ler… Hepsinde kişisel kin ve ihtiraslar rol oynuyor. Asıl korkunçluk burada, bu toplumda sosyalistler de girişimciler de, herkes tek başına sivrilmenin yollarını ne pahasına olursa olsun deniyor” gibi hükümleri, meselâ Fethi Naci’nin “Sosya­listlerle girişimcileri aynı kaba koydu” gibi azarlamalarını çekti.

(Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, s. 386)

Aynı kitabın 385. sayfasında, yazarımızın “Ölüm İlişkileri” kitabından: ‘Yürüyüşler, mitingler, yüzeyde bir devinim. Durmaksızın eylem. Ama sonuç­ta faşizm tırmanıyordu.” (s. 202) “Açık bir hakikatti: Büyük çoğunluk, aydınlar, yazar-çizerler, hatta işçiler “Sakın yazma bunları.” demişlerdi Emre’ye ayırtma varmaksızın (farkında olmaksızın) emeğe, aşka ve insana düşmandılar. ”(s. 221) “Oysa gelen ve her şeyi belirleyecek olan, yaygınlık kazanmış politik örgütlen­me, ister orta sınıfın insanı diyelim, ister küçük burjuva adını takalım, bütün bu tek görüşlülüğün bir sonucuydu; faşizm böyle geliyordu.” (s. 221) “Herkesin faşist olduğu anlar öyle çoktur M!” (s. 310)

Gibi cümleleri aktaran Fethi Naci, Selim İleri’ye, aynı zamanda alay ederek şu dersi (!) vermektedir:

“Selim İleri haklı, küçük burjuva sol aydınlara kızmakta; ama faşizm ayn bir şey. Türkiye’de faşizmden küçük burjuva aydınlan sorumlu tutmak, küçük burjuva aydınları olduğundan çok önemsemekten başka bir şey değil! Faşizmin nedenleri büsbütün başkadır. Aydınların, yazar çizerlerin, işçilerin toptan emeğe, aşka ve in­sana düşman olduklarını söylemek ise bunalımlı bir küçük burjuva suçlaması. ”

İşte bu gibi tepkileri ve saldırılan önceden görmüşçesine Selim İleri “bireyci­liğin” sanki bir ayıp ve kabahat sayıldığı için, suçlanma korkusunu (Yaşarken ve Ölürken’de) Ressam Cemil’e söyletmektedir;

“Özellikle resimlerimi düşündüm. Birtakım süslü püslü fanteziler. Günün bi­rinde onlardan da bıkıp usanacak, hatta utanç duyacaktım. Bireyciliğim sanki eri­yor, parçalanıyor, gözeneklerine ayrışıyordu. Bunları mı yapmış bu adam o kanlı günlerde, diye sorabilirlerdi. Sormakta haklı mıydılar? Eğer haklılarsa, sanatçı­nın kurmaya ömrünü verdiği özel dünyası ne olacaktı? Günün birinde bu adam da, böyle bir dünya algılamış diye bana bakamayacaksa neden resim yapıyordum ben ?” (s. 426-427)

Selim İleri, Türk okumuşlarının bu sevgisizliğini, vurucu kinci tek yönlü, hi­zipçi, karşılıklı düşman, dar bakışlı, art görüşlü hâllerini kültür mirasımızı hovar­daca harcamak, yozlaştırmak, öğretim ve eğitimdeki kokuşmuşluk gibi sebeplere bağlıyor “Son yirmi yılın, Pavlov’u haklı çıkaracak siyasî şartlandırmaları bizi hep tek yönlü düşünmeye iteledi. Daha doğrusu tek yönlülük için gerekli olan düşünmemeye” diyor. Birçok romanında geçen buna benzer görüşleri, Nokta’da Berran Ersenle yaptığı “söyleşi”de şöyle açıklıyor:

“Soru – Size yöneltilen olumsuz eleştirilerin başında karamsarlık geliyor. Bu­gün bu eleştirileri nasıl yanıtlıyorsunuz?

İleri: Karamsar bir insanım. Karamsarlık nereden kaynaklanıyor? Benden mi, yaşadığım ortamdan mı, toplumun geleceğinden mi? Niçin iyimser olayım durup dururken? Çocukluğumdan bugüne, hepsi topu 43 yılda üç ihtilal gördüm. Bu ih­tilallere yol açan kör politikaları gördüm. Bu, karamsarlığımın toplum tarihçesiy­le ilintili yanı. Sözümona yazar-çizer bir çevrenin içindeyim: Çekemezlikler, bur­nu büyüklükler, kifayetsiz ihtiraslar, benbencilikler gördüm. Asıl uğraş alanım olan edebiyatın hayat dışında bırakılışına yıllarca tanıklık ettim. Yolum, yalnızlı­ğın yolu oldu. Ben öyle olsun istemezdim, heyecanlanın vardı, birer ikişer yitir­dim. Doğup büyüdüğüm kent İstanbul, bugün mazi olup çıktı. O sıcak insan iliş­kilerim kaybettim. Gençliğim bu karamsarlığı kaleme getirmekle geçti. Ama ya­zının çizinin etki alanı çok sınırlı. Şimdi de aynı izlekler ardındaysam, sorunun daha da karmaşık bir duruma gelmesinden. Bir tek Çehov’un oyunlarını okurken umut duyabiliyorum. ” (Nokta, 2 Ağustos 1992)

Selim İleri hin daha birçok düşünceleri, önceki bölümlerde az çok anlatıldı, daha da anlatılacaktır. Şimdi temel görüşlerini aksettiren bir yazısı (denemesi) ile fikir konusuna son veriyorum:

Bütün Sanatçılar Siyasacı

Genç Türkiye Cumhuriyeti sanata ve sanatçıya elden geldiğince önem vermiş­tir. Cumhuriyetin kurucuları sanat adamlarıyla işbirliği yapmışlar, daha doğrusu, Cumhuriyetimizin kuruluşunda sanatçılar etkin bir rol oynamışlardır. Kurtuluş

Savaşı sırasında cepheden cepheye giden edebiyatçılarımızı anmak yeter. Savaş­tan sonra doğrudan doğruya siyasada görev üstlenmişlerdir. Kimi milletvekili ol­muş, kimi Millî Eğitim’de çalışmış, kimi dış siyasada Türkiye’yi temsil etmiştir.

Bu güç görevlerde yurda ne gibi yararlar sağladıkları, kuşkusuz, ayrıca tartışı­labilir. Sözgelimi İstanbul’un özel tarihçisi diyebileceğimiz Ahmet Rasim o kadar çok sevdiği, yazılarının başlıca konusu saydığı bu kenti Ankara’ya bir uygarlık sorunu olarak sunmuş mudur? Sunduysa, görüşlerine ne ölçüde önem verilmişti, görüşlerinden yola çıkılarak kente ilişkin hangi değerler korunmuştur? Birçok alanda rastladığımız araştırma eksikliği yine karşımıza çıkıyor. Genç Türkiye Cumhuriyetinde siyasal kimlik edinmiş sanatçılarımızın o dönemdeki toplumsal işlevleri ve çalışmaları, bir anlamda enikonu belirsiz.

Anı, monografi, siyasal tarihçe yazmış olanlardan öğrendiklerimizle yetiniyo­ruz. Kurtuluş Savaşı’nın askerleri arasındaki Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtiha­nı’nda siyasadan niçin koptuğunu anlatıyor, savaş sonrasındaki görüş ayrılığım, hatta Atatürk’le kırgınlığını, Yakup Kadri, Politikada, Kırk Beş Yıl’da tek parti dö­neminin çizelgesini çıkardığı gibi, Demokrat Parti’nin ülkülerinden nasıl caydı­ğını dile getiriyor. Yakup Kadri’nin İsmet İnönü için yazdıkları bugün de okun­maya değer, Menderes için de yazdıkları. Garip bir sızı duyuyor okur. Bu kapsam­da Falih Rıfkı’nın Çankaya’sından da söz açmak gerekir: Çankaya, Atatürk’ün git­gide artan yalnızlığını ürperişlerle betimler…

Ressamların, tiyatro adamlarının, müzisyenlerin siyasamızdaki etkinlikleri üzerinde durulabilirdi. Fakat durulmamış. Çabalar, olumlu, belki de olumsuz iş­ler unutulup gitmiş.

Türkiye, 12 Eylül’ün sağladığı olanaklarla bir on yıl var ki kültürün, sanatın, uygarlık mirasının ne olduğunu büsbütün unutmuş bir ülkedir. Bu yürek yakıcı görünümden kolay kolay kurtulamayacaktır. Okuryazarlarının gün geçtikçe azal­ması görünümü daha acıklı kılmaktadır. Şimdilerde Meclis’e girme yarışındaki ‘sanatçılar’a baktıkça yarın için bir umut beslemek kolay değil.

Besbelli, üstelik ‘sanatçılar’ aracılığıyla, Türk kültürünün büsbütün tırpanla­nacağı günler çıka geliyor…” (Milliyet, 31 Ağustos 1991)

Şairane Hikâyeler

Selim İleri, daha ilk hikâyelerini yazdığı günlerde zamanla bol bol örnekleye­ceği, yeniliği çarpıcı olmayan, duygulu, bol hayalli, şairane hikâye üzerinde dü­şünmüş olacak ki: Türk Dili dergisinin (Sayı: 286, Temmuz 1975) “Türk Öykücü­lüğü Özel Sayısı”na çok özel bir hikâye “bildirisi” vermiştir.

“Benim öykü dünyamda her şey (konu seçiminden deyiş özelliklerine dağılan öykü dünyası) içsel bir abartmaya dayanıyor. Abartmanın güzelliklerini aramaya, kurcalamaya çalışıyorum. Olayları, kişileri ya da atmosferi, duygulan, düşüncele-

ri vs.sini kendi iç dünyamda yeniden türetiyorum. Bu türetişte duygusal abartma en etkin yardımcım. Son kerte düz, yadın bir konuşmayı bile yaşamın bütünlüğü içinde abartılmış biçimde algılıyorum. Anılar, izlenimler, coşkular, tiksinçler hep abartmanın eşliğinde yansıyor yazarken. Bu, sakıncalı bir anlayış olabilir; ama önüne geçilmesi olanaksız görünen bir tutku bende. Yaşamı da böyle algılıyorum.. Sözcüklerin tek anlamlı olduklarım sanmıyorum. Konuşmalar, bir duygunun aktarılışı, bir olgunun yorumlanması iç dünyamda başka başka nitelikler ve özellik­ler kazanıyor. Sözcükler, imgeleri ve çağrışımlarıyla yaşıyorlar bende: Sözcükle­ri kişiler gibi görüyorum… Ortancadan çivite, çivitlenmiş çamaşırdan elleri mo­rarmış çamaşırcıya, çamaşır ipinden ortancalı bahçeye çağrışımsal bir dünyada geziniyorum. Bu dünyanın yaratımında özgürce denemek istiyorum bütün yolla­rı. Bu özgürlüğü bir tek yaşama bakışım denetlemeli. Bugünün öykücüsü dünya görüşünü, yaşama bakışını sağlamca aktarmalı okuruna; ama aktarışında kısır, tekdüze bir çabaya boyun eğmemeli. Yazar, algılamalarını dıştan-gözlemci biri gi­bi anlatamaz artık Bunların çevresinde öyküyü bir incelik gibi kavramak istiyo­rum.”

Yazarın yine Türk Dili’nde sayı: 306, 8 Ocak 1976 yukarıdakileri tamamlayan roman görüşü de ilgi çekici: “Şiirde, kısa öyküde, kişilerin, durumların, izlenim­lerin önemi arkadan geliyor belki. Hele şiirde… Ses, sözcük, tını, imge… Ama ro­man için durum ve olay, başı çeken iki öğe. (Kişisiz roman düşünemiyorum) Ben olayı silikleştirip durumu öne çıkardım. Kendimce bir üslûp yakaladım. Bu üslûp değişse de, değişmese de, yapaylıktan sıyrılamayacağım. Yapaylık, üslûpta değil çünkü. Üstelik bu üslûp, atmosfer çizimi için çok geçerli. Şiirden yararlanmaya çabalıyorum ve atmosfer çiziminde imgenin yeri büyük (Conrad’ı anımsa). Ama kişilerin konumunda yanılgıya düştüm. Üslûp değil, kişilerim yaşamıyor.”

Bu iki açıklamada, konu üslûp, mecaz (imge) kişiler, şiirden yararlanmak, ke­limelere (Ahmet Haşim gibi) çok seslilik ve büyülü anlamlar vermek, toplumun, şehirlerin, yaşanan yerlerin hepsinde dikkatli gözlemlerle dolaşmak, fakat mutla­ka güzellikler üstüne konmak… Hikâye ve romana hatıralar, çağrışımlar, masal­lar, hayalî çevreler, zaman oyunları, gel gitler katmak ve fakat özellikle abartılmış duygular üzerinde durmak gibi hikâye ve romanın, hatta “modem, postmodern” edebiyat verimlerinin bütün unsurları ve gerekleri üzerinde durulmuştur.

Selim İleri hin, görüldüğü gibi çok sayıda romanı ve hikâye kitabı vardır. Bun­lar arasında, yazarın kendisi, üç romanını hem tercih ediyor, hem de bunların bir­birine bağlı olduğunu hatırlatıyor. Bu üç roman “Ölünceye Kadar Şeninim”, “Ha­yal ve Istırap”, “Kafes”tir. Zaman, düşünce ve temaları bakımından diğer bir ro­manı “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” (1991) da onlara bağlanabilir. Ayrıca “Bir Yaz Akşamı”ndaki üç hikâye de, birbirlerine ilintilidir. Buradan şöy­le bir hüküm çıkarılabilir. Yazar, belli zaman kesimlerinde beliren düşünce ve duygularını, birden fazla eserine yayabilmektedir. Evvelce de benimsediği “Geç­miş zaman” güzelliklerini dile getiren özleyişleri ise bu romanlarında yoğunlaş­mıştır.

Olaylar açısından bakıldığında: İleri, 1976’da söylediklerine bağlı kalarak ro­manlarında olayı silikleştiriyor. Onun yerine, kendi deyişiyle “durumu önce çıkar rıyor.” Böylece, dış âlemle yakın ilişiği olan, topluma ve maddeye dönük Hüseyin Rahmi, Kemal Tahir gibi yazarlara değil de Ahmet Hamdi Tanpınar, Samiha Ayverdi, Abdülhak Şinasi Hisar; ve “Geçmiş Zaman Peşinde“ yazan Marcel Proust gibi içe dönük, hatıraların güzelliğinde derinleşen “Çocukluk, gençlik cennetine” hayran ruh âlemi zengin yazarları tercih ediyor. Nitekim “Mavi Kanatlarınla Be­nim Olsaydın”da Abdülhak Şinasi’nin geçmiş günler havası, romanın büyük kıs­mını doldurmaktadır.

Selim İleri’nin, roman ve hikâyelerinde ekseriya, bir küçük veya yetişkin çocuğun “anlatıcı” seçilmesi ilgi çekicidir. Demek ki Selim İleri de ömrünün cennetini, Proust ve Abdülhak Şinasi gibi o çocuk yaşlarında bulmuştur. Nitekim “Mavi Ka­natlarınla Yalnız Benim Olsaydın” adı çocukluğuna ait bir “tango” mısraından alınmıştır. Romanının “Albüm” adlı ilk bölümü şöyle başlamaktadır

“Aşkı bilmezken bu sözünü açmaya çalıştığım zamanlarda diyebilirim ki bü­tün güzel şeylere âşıktım. Fakat hepsinin biraz eski, biraz solmuş, yıpranmış ol­masını isterdim”

Her şeyin ona tılsımlı geldiği o günlere ait, annesinin “po dö süet” çantası ile, bir de, Bedesten’in küçük bir dükkânında gördüğü eski yelpazeyi hatırlamakta­dır: “Sedef bir yelpazeden arta kalan parçalar görmüş şaşa kalmıştım. Darmada­ğınık parçalar kalbimi yormuş, gel gelelim hepsinin tılsımlı olduğuna inanmış­tım.” (s. 7)

Eserlerinin çoğunda görülen bu sihirli bakış, yaşanmakta olan vak’aları da an­sızın hayale çevirdiği gibi, hayali ve tasarıyı da, bir anda gerçek gibi anlatmasına yetmektedir. Düş, hayal ve masal çağrışımlarıyla çevreyi, kişileri, vak’aları güzel­leştirmektedir.

Ahmet Haşim’in, komşu işçi ailesini, köylü kızlarını güzelleştiren “yalancı” (dediği) ay ışığı gibi, kara gerçeği büyülü hâle koymaktadır. Eserlerin kimisinde (“Gelinlik Kız” gibi) perde açılır; hakikat bir ucundan gösterilir; kimisinde eser bittiği halde hayalin tülden örtüsü kaldırılmaz.

Roman ve hikâyelerinde öyle bölümler olur ki, hayal ile gerçek değil, canlıyla cansız ve hakikatle kurmaca dahi birbirinden ayırt edilemez. İleri, hikâyelerinin gerçek dışı kişileri bazen da korkutucu “grotesk” tipleri yaşatan romanların tip­leri gibi boy gösterirler.

Yaşar İlk savaşla “söyleşi”sinde İleri, onun sebebini şöyle açıklıyor

“- Sabahsız Geceler, Kapalı İktisat ve Deniz kızının Öyküsü gibi öykülerinizde bir korku hikâyesi tadı var bizce. Ne dersiniz?

-Haklısınız. Poe ve Hoffmann okuyorum bol bol son sıralar. Rimbaud’nun Baudelaire’in şiirlerini de. Onların simgeleri de korku hikâyesinden pek bağımsız değil. O atmosfer, o fantazi ve boğucu hava, bana bir çizgi roman duyarlığı içinde,

günümüzü yansıtabilecek en gerçekçi tavır gibi geliyor. Cihat Burak’ın, Balkan Naci’nin resimlerine de bakıyorum sık sık. Kenan Hulusi Koray’ın öykülerini de anımsatmak isterim.” (Gösteri, Temmuz 1981)

Bu özleyişler içindeki yazarın, sık sık çocukluğuna dönen yahut çocukluğunu da alıp istediği, güzel bildiği iyi zamanlara yerleştiren Selim İleri’nin, masalla içli dışlı olması, kaçınılmazdır. Nitekim Prenses Rozet masalı için (Gösteri, Ağustos 1985) “nice zamanlar dinlediğim sonra da nice defalar okuduğum bu masal bana düşlemin (hayal gücü mü?) bütün kapılarını hızla ve arka arkaya açmıştı.” Bu sözünün gerçekleştiğini ise “Cehennem Kraliçesi” romanındaki etkilerinden görüyoruz.

Hüzün de Selim İleri’nin romanlarına âdeta damgasını vuran bir ruh hâlidir. Hâşim’in “O Belde”de “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” dediği gibi Selim İleri de, üzüntü, hayal kırıklığı keder ve sonbahar, “atmosferini” candan benimsi­yor. Hatta “Hüzün de, romanın bir Selim İleri romanı olabilmesi için galiba bir simge artık” diyor.

Selim İleri’de, sanki kumaşın yüzü ile tersi gibi, hemen her eserde gördüğü­müz ve yeni eserlerinde daha da koyulaşan “Geçmiş zaman sevdası”na karşılık, bir de “zamandan şikâyet”i görmekteyiz. “Zamandan” yerine yaşadığı günlerin kargaşasından, insanların kültürsüzlük ve kabalığından, çevrelerin, güzellikle­rinden soyularak çirkinleşmesinden, kaybettiğimiz “efendilik, hanımlık, nezaket, zarafet” kavramlarından, hatta bunların kelimelerini bile yitirişimizden… vs. de­mek daha yerinde olur.

Meselâ Ahmet Oktayla “Hayal ve Istırap” romanı etrafında konuşurken, ken­disinin (birçoklarımız gibi) dıştaki kabalıklardan nasıl sıkıldığını hüküm ve göz­lem halinde anlatan şöyle bir bölüm vardır:

“Yaşarken ve Ölürken, Saz, Caz, Düğün, Varyete ve Hayal ve Istırap’ta giderek taşraya çekildiniz Baskıyı, dar görüşlülüğü ve kötülüğü orada temellendiriyorsu­nuz. Siyasal ve kültürel yaşamda yaygınlaşan bir yozlaşma ve gerek toplumun yö­neticilerinde, gerek çeşitli sınıflara -mensup bireylerde artan baskıcı eğilimler gözlüyoruz. Romanların yaşadığın toplumdan tümüyle dışlanamayacağına göre Türkiye toplum olarak mı taşıllaşıyor sence?

–  Hemen belirteyim: Evet, bence, Türkiye toplum olarak bir taşra kasabasına evriliyor bugün… Fakat bazı saptayanlar romancıdan çok, romanın açımlanması­na katkıda bulunan yazarlarca bulgulayabiliyor. Bu konuda size teşekkür etmek isterim. Aslında kesin bilgisel verilerle yola çıkılamıyor. Sezginin de büyük payı var. Nihayet toplumbilimsel nitelik taşıyan bir düzleme, yorum açısından böylesi bir düzleme oturtmak, ancak yazma okuma ilişkisinde meydana gelebiliyor. Ben, büyük bir acı gördüm yaşadığım toplumda. Bu büyük acı, ne yazık ki, merhamet ve sevgi yerine, horlayışı, baskıyı, korkuyu, yoğun karanlığı, sizin çok yerinde vurguladığınız gibi dar görüşlülüğü, hatta kör bilinci getiriyor yedeğinde. Haya­tın kılgısında bazen pek sıradan bir gözlem, bana ufuk açabiliyor. Dün, bir posta­neden iadeli taahhütlü mektup atacaktım. Yorgun memure, alma haberi kâğıdını az ötesinde dolduran bir beye “Yasak! Yasak!” diye bağırdı. Karşı masaya geçip dolduracakmışsınız. Bey özür diledi. Memure o sırada öfkesini alamamıştı, söy­lendi söylendi. Bey tekrar özür diledi ve uzaklaştı. İzliyorum… Bir iki saniye geç­ti geçmedi, daha demin üst konumunu bizlere kanıtlama savaşındaki memure, baktım, buğulanmış gözlerle çakmak çakmak süzüyor hepimizi, yaşlar boşandı boşanacak… Bu hale nasıl geliyoruz, niçin geliyoruz, neden bunca üst ast, zaptı-rapt ilişkisine düşkün geçiniyoruz… Bunları çözümlemeye çabalıyorum. Toplu­mun bir taşra kasabasına benzemesi, ufkun daralması, perspektifin küçülmesi, büyük duyguların el ayak çekişi, pek zavallıca üstünlük kanıtlamaları, acıklı kıs­kançlıklar, kifayetsiz muhterisler mücadelesi, hayat koşullarının trajik bir görü­nüm sergilemesi, cinsel yaşamdan küfür etme özgürlüğüne kadar bir yığın yasal töre ki kapı arkasında hiçbiri uygulanmaz yasak… Sonuçta bir cinnet görüntüsü meydana getiriyor. Taşrayı anlatır görünmekle birlikte, bu cinnet tablosunu be­timlemeye çalışıyorum sürekli olarak. Dikkat edilirse, ilk kez Yaşarken ve Ölür­ken’de somut mekanı silmeyi öngörmüşüm: Hayal ve Istırap’ın Yeşil vadi ya da Yanık vadi İlçesi de tamamıyla düşsel, yazarın coğrafyasına özgü bir yerdir… Be­nim önem verdiğim, ustam saydığım şairler, romancılar, hikayeciler… Gün geç­tikçe fark ediyorum ki, klâsik kurtuluş reçetelerinin tamamıyla dışında ele alma­ya çalıştığım şu sorunlar üzerine yazmışlar. O kadar ki, çeviri seçimlerinde bile bunu görebiliriz. Örneğin, Behçet Necatigil ustanın Açık Deniz Kenarında, Vene­dik’te Ölüm, Kör Baykuş, bu apayrı ülkelerin edebiyatlarından seçilmiş roman çe­virilerinde organik bir bağ bulunabilir: Her anlamda kıstırılmış insan tek’inin tra­jik serüveni… Bir tür yerli gladyatör hayatı anlatısı yazmaya uğraşıyorum ben de.” Gösteri, Şubat 1986)

Yazılarında, romanlarında ve hayatında daha pek çok kırgınlık ve nefret olay­larına, “zamaneden şikâyete” rastlayacağımız Selim İleri’nin en fazla üzerinde durduğu, kahrolduğu konu ise: “Sanatın ve kültürün bugünkü Türk toplumunda bir anlam taşımadığı gerçeğidir.”… “Değerler skalası, muhakkak ki çok bilinçli şekilde başka yönlere çekilmiştir.”… “Kültürü olmayan bir demokrasi, daha çok yaralanabilir.”

Böyle yergileri bazen konuşmalar halinde, bazen hacimleri aşarak, nutuk ve­ya makale halinde verişlerine, hemen bütün romanlarında rastlıyoruz. Romanla­rının fikir ağırlığı gibi kusurlarını da (yer yer) olaydan uzaklaşan bu yalanmalar teşkil ediyor.

Basitlik ve kültür dışılıktan yakınmalarını dolaylı olarak anlatan şu bölümü “Yaşarken ve Ölürken” romanından sunuyorum:

Hüseyin, Kirman oğlunun ressam olmak isteyişinden yakınmaktadır. Şikâye­tinin sebebi, ressamlığın para getirmeyeceği gerçeğidir. Konuştuğu, resim öğret­meni Turan’dır. Kirman “Annesi ve ben perişanız” diye başlamıştır:

“- Ya s iz, nereye kaydolmasını istiyordunuz efendim? diye sordum.

–   Annesi de, ben de Teknik Üniversite’ye gitmesini istiyorduk. İnşaat mühen­disi, mimar, ne bileyim, hatta tekstil mühendisi… çok para var diyorlar şimdi…

Fakat kazandığı halde gitmiyor. Be çocuk madem Akademi’ye gideceksin, bari mimarlık bölümünü seç değil mi; hayır! Nereyi seçecek biliyor musunuz? Resim bölümünü, resim!

–   Neden üzülüyorsunuz? diye sordum, bu kez de titrek bir sesle.

–   Niye üzülmeyeyim? Akılsız oğlum, size mi dönsün. (Yaşarken ve Ölürken, *s. 194)

Günümüzün lünpenlik, kaba sabalık, paraya düşkünlük, kıymetleri alt üst ediş, kültürsüzlük,sanat sevmezlik tutumlarından böylesine şikâyet etmesi, İle­ri’nin “toplum”daki yozlaşma dramını “bireysel” hatta “şahsî dertler” halinde ya­şadığım gösteriyor. “Toplumcu-bireyci” tutumlarının birleştiği noktalar da işte buralardadır.

Romanında, elbette birçok temalar ve durum tesbitleri bulunan Selim İleri’nin acılar hüzünler karışığı, ölüm tema’sını, çokça işlemesi de olağandır. Ölüm ba­zen, son 30 yılımızı dolduran terörün, cepheleşmenin, lünpenleşmenin, düşman­lığın ortaya koyduğu manzaralar hâlinde sergilenir. Bazı hikâyelerinde, sessizce, sanatkârca, hot be hot anlatılmayıp sadece acısı sezdirilerek ele alınır.

Selim İleri bütün bayağılıklar, çirkinlikler gibi şehvet kışkırtıcılığından (por­nografi) da ısrarla kaçmaktadır. Hatta Adalet Ağaoğlu, Erhan Bener, Yusuf Atıl­gan, İnci Aral, Pınar Kür gibi yazarların tek sayfası yataksız, “cinsel kışkırtın asız” geçmeyen romanlarına alışkın olanlar, bu konuda, Selim İleri’yi hesaba çekmek­tedirler. Kafes romanı için yapılan şu “söyleşi” de, o çeşitten bir sorgulama geçi­riyor:

“- Cinsellik?

–   Hayır, hayır. Kafes’in cinselliğe değinen tek bir cümlesi yoktur. Cinsel olan üzerinde konuşmaya kalkarsak, bu romanın dışına düşeriz. Bir kimlik arayışı, git­gide şizofrenik eğilimler gösteren bir kimlik kaybı. Bundan ibaret.

–   Romanlarınızda cinselliğe değinmediğinizi mi söylemek istiyorsunuz?

–   Bu roman söz konusu olduğunda, evet. Aslında cinselliğe de bazı kitaplarım­da iletişim açısından yaklaştım. Bugün öyle görüyorum, kitaplardan uzaklaştık­ça. Birçok şey gayet yanlış anlaşıldı ve aktarıldı. Bunlardan keder duydum, usan­dım. Ben roman yazmaya çalışıyorum, hepsi bu. Ne cinsel bir amacım var, ne por­nografi tutkum.

–   Erotizme karşı mısınız?

-Erotizm sözünü kullanmadım. Erotizm demedim, pornografi. Pornografiye karşı olup olmadığımı ise açıklamayı bile yersiz bulurum.”

(Gösteri, sayı: 82, Eylül 1987)

Konu, olay ve tema’la îleri böylesine yan hayal, çoğu fantezi, düş gerçek karışığı olan, hüzne bulanmış, şikâyet, huzursuzluk ve bunalım dolu Selim İleri roman ve hikâyelerinin kişiler, zaman, çevre ve üslûp bakımlarından da benzer özellikler taşıması tabiîdir. Nitekim:

Çevre’de, belirsizliği denediği, başlangıçtan beri roman ve hikâyelerinde görü­lüyor. Çoğu kasaba veya semtler, timsal (simge) yerine tutularak, coğrafî yerleri ve adlan belirsiz bırakılmıştır. Mekânı, çevreyi değiştirmek, m asallaş tırnak, so­yutlaştırmak gibi modem romana has işlemleri “Yaşarken ve Ölürken” romanın­da daha bir şuurla yaptığını anlatıyor:

“… Yaşarken ve Ölürken’de somut mekânı silmeyi öngörmüştüm. “Hayal ve Is­tırap” (romanımın) Yeşilvadi ya da Yanıkvadi ilçesi de tamamıyla düşseldir, yaza­rın coğrafyasına özgü bir yerdir. (Gösteri, Şubat 1986)

Zaman, bakımından Selim İleri hin hikâye ve romanları yaşanan günlerle, ta­rih ve masal arası izlenimler vermeğe çalışıyor. Esasen üstad bildiği Abdülhak Şi­nasi Hisar ve Tanpınar da her türlü “zaman” kavramı üzerinde en fazla ısrarla ve yoğunlukla duran sanatkârlardır. Tanpınar: “Ne içindeyim zamanın / Ne de büs­bütün dışında” diyen şairdir. Hisar’ın kitapları da “Herkesi elden geçirdiği halde asla ele geçmeyen” mücerret zaman, geçmiş zaman, yaşanan zaman, düşlenen za­man kavramları ile haşır neşir olmaktadır.

Selim İleri de, romanlarında bilhassa geçmiş, gelecek, yaşanan, hayal edilen zamanların içinde kültürümüzün, töremizin çocukluk günlerinin, inceliklerin sır­larını araştırıyor. “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” adlı romanında ayrıca arkalı ve uzantılı zamanlar vardır. Bundan başka tasarladığımız, hatırladığı­mız, hayal ettiğimiz zamanlar düşünün ki, bunların hepsi diğerlerinden daha faz­la gerçektir. Belki varsayılan veya bize anlatılan şiirli, tılsımlı zaman, içinde yaşa­dığımız günlerden daha kesin hakikatları sergilemektedir.

Geçmiş günleri anlatan yazar, oradaki bir çocuğun veya gencin oradaki anne­annelerin, büyük babaların aracılığı ve anlattıktan ile, çok daha eski zamanlara uzanır. Sözgelişi, Sultan Hamid veya Mütareke devirlerini yaşar. Böylece, 1940’lar, 1950’ler ile 1880’lerin, 1908’lerin hayatları biribirine karışır. Yani zaman, felsefi, metafizik bir görünüm alır. Tarih sıralı (kronolojik) olmaktan çıkar.

Selim İleri’nin kişileri de, elbette zaman, mekân ve çevrelerde gördüğümüz “gerçek – masal” karışığı özellikleri taşırlar. Ancak, romanlarında hakkıyla “re­alist” denilebilecek tipler ağırlıktadır. Bunlar çehreleri, düşünceleri, basitlik, ka­balık, cahillikleri ile kendisinin de “Küçük kentsoylu” dediği orta sınıf aydınlar­dır. Çoğunlukla romantizme, masala, geçmişe eğilimli olan Selim İleri romanları­nın hırçın tenkitlere kadar varan “gerçekçiliği” özellikle bu tipleri işlerken görül­mektedir. Toplumun “karmakarışık süreçleri beni aydın kentsoylunun eleştiril­mesine ve açımlanmasına yöneltti. Bu açımlamada ölümcül hastalıklarla karşı­laştım.” demektedir.

Kendisi, roman kişileri ile hikâye kişileri arasında şöyle bir ayırım yapıyor: “Romanda yaşamın somut gerçekliğine, gözün çıplak olarak gördüğüne kapı­lıyorum. Kişilerin fantaziden uzak biçimde, katı gündelik gerçeklikler ortasında yaşamalarım aktarmayı deniyorum. Pek öyküsel bir anlatım değil benimki. Üçün­cü kişi ağzından yazsam da, roman kişisinin bakış açısından dışarı çıkmamaya kesinkes dikkat ediyorum. Öyküdeyse düşleme daha fazla yer veriyorum son yıl­larda. “Bir Denizin Etekleri”ndeki Kapalı İktisat ya da bu dergide yayınlanan DenizkızınınÖyküsü gibi. İşin içine düşlem girince, özellikle birinci tekil kişiyi yeğ­liyorum. Fantazi, o kişinin başından geçmişçesine.” (Gösteri, Temmuz, 1981) – Ancak, bu ayırımı, “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” gibi romanla­rından çok önce (on yıl) yaptığı bellidir. Çünkü o romanın meselâ Melek Hala gi­bi kişileri fantezide, romaneskte ve “düşsellik”te “Deniz kızı” ndan hiç geri kal­madıkları belki fazlalıkları bulunduğu apaçıktır.

İleri’nin eserlerine bir de üslûp ve dil açılarından bakalım. Dil konusunda ba­zen gereksiz uydurmalar da kullanan, bazı kelimeler de icat eden Selim İleri, hi­kâye ve romanlarının çoğunda tamamıyla rahat bir anlatıma kavuşabilmiş değil­dir. Bu rahatlığı, şiiriyeti, her zaman değil, zaman zaman, bölüm bölüm bulabil­mektedir. Özellikle Kafes romanında ve daha sonra (Mavi Kanatlarınla vs. yaza­rın, (belki Attilâ İlhan etkisiyle) ele aldığı devirlerde, yaşattığı kahramanların dil­lerini kullandığı görülüyor.

“Kafes daha ilk satırlarından başlayarak eski sözcüklere alıp götürdü beni. Bu sözcüklere eski diyebilirsek tabiî. Dünün atmosferini yansıtmak, yansılamak ereği ölçüsünde sözcükler konusunda tutuculuktan annmak isteği de ağır bastı sanırım. Yalnızca içeriğin zorlaması olduğunu sanmıyorum. Çünkü Kafes’e çak­şırken, bu dönemde yazdığım başka yazılarda da kimi eski sözcükleri kullandım, özellikle kullandım…

Romanda bir öz Türkçe sorunu da sözkonusu. Yıldız Eserler çevirmeni Neve­ser Reşat, yayınevine giderken yeni sözcükleri kullanmak istiyor, bir anlamda za­mana uyma çabası güdüyor galiba…

Evet. Roman kahramanı eski dünyanın insanı. Her ne kadar kendisi gerçek yaşım açıklamaktan kaçmıyorsa da, yetmiş beşinin üstünde olmalı. Çalışmaya devam ediyor. Bununla birlikte yeniliklere pek açılamamış, yeni sözcükler de onun için varlığının sürdüğüne bir kanıt. Yaşamak davasında bu kanıtı bizlere, yargılayıcılarına bir varlık işareti olarak sunuyor.” (Gösteri, Eylül 1987)

Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın romanının çıkışı üzerine Aziz Çağ­lar, İleri ile bir “söyleşi” yapıyor. (Gösteri, Ağustos 1991) Eserinin “zor okunurlu­ğunu dile getiren Çağlar, yazarın; “çoğu kez uzun, karmaşık sözdizimli cümleleri­ni” tenkit ediyor. Selim İleri hin cevabı ise Halit Ziya’ları, Yakup Kadri’leri, A. Ş. Hisar’ları andıran bir üslûpçuluğun savunulması bakımından ilgi çekicidir:

“İster olumlu, ister olumsuz anlamda alın: Edebiyat yapmaya bayılıyorum. Da­ima üslûpçu yazarları sevdim, onların kitaplarım yemden, defalarca okumak ihtiyacını duydum. Kolay okunmak gibi, çok satmak, baskı üstüne baskı yapmak gi­bi tasalarım yok. Hiç olmadı diyemem, bir dönemdi, kitaplarımın satışı yayınevlerini ve biraz da beni çok fazla ilgilendirdi. Bu dönemi geçirdim, bitti artık, çok okura ulaşırsa elbette sevinirim, ama tek sorunum bu olamaz. Şimdi bana her şey bir sır gibi geliyor: Kitap yazarla okurun birlikte, bir yandan da ayrı ayrı, kendi ‘uzlet’ köşelerinde paylaştıkları bir sır.

Kaldı ki, çok satmak dediğimiz nedir? Altmış milyonluk ülkede otuz bin adet kitap satışı…. Pek iç açıcı sayılmaz.”

Romanının her unsurunda olduğu gibi üslûpta da güzelliğe, tılsıma, şâiraneliğe önem veren Selim İleri, vaktiyle TDK’nun, dilimize bir hakaret gibi gerçekleş­tirdiği “tasfiyecilik” (an dilcilik) tutumu karşısında, bir genç yazar olarak büyük .bir edebiyat dilini kaybetmiş olmanın ıstırabını çekiyor. “Moda” diyerek yahut ye­tişme çağının alışkanlıkları ile uydurma kelimeler kullanmakta olsa bile, dilimi­zin güzel kelimelerine karşı da bir “katliam” kıyıcılığı göstermiyor. Gösteri’de (Eylül 1987) el attığı dil konusunu makul bir çözüme bağlıyor “Mesleği gereği Türkçeyle uğraşan kişi, büyük çoğunluğun “yeni Türkçeydi, eski Türkçeydi gibi meselelerle uğraşmayarak kendi hayatlarına kapanıp gitmiş olduklarını görecek­tir.” diyor.

Roman ve Hikâyelerini, bütün unsurları ile incelediğimiz Selim İleri’nin her­hangi bir romanı üzerinde ayrıca durulmayacaktır. Çünkü konulu eserlerindeki bütün özellikler gösterilmiştir.

Aşağıda, “Deniz Kızının Öyküsü” adlı ünlü hikâyesi metin olarak, ayrıca çalış­mamızda sık sık sözünü ettiğimiz, “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” ro­manından bir bölüm verilecektir.

Bu incelememize destek ve kaynak olan bazı makalelerin isimleri şunlardır Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, 1979, s. 377 – 388 Gürsel Aytaç; Selim İleri’nin “Yaşarken ve Ölürken”i(Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler, 297-313) Fethi Naci: Selim İleri, Küçük Burjuva Aydınlarının Yaşamlarını Nasıl Gösteri­yor. (Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, 1990) Nazan Bekiroğlu “Mavi Ka­natlarınla Yalnız Benim Olsaydın”(Dergâh Dergisi, sayı: 22) Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Yalancı Şafak’, bu çalışmamız için özel inceleme. Füsun Akatlı, “Ya­lancı Şafak’ta Düş Bozumu”, (Edebiyat Defteri). Bunların yanısıra yararlandığı­mız birçok “söyleşi”ler, İleri’nin denemeleri ve kısa yazılar… Bu incelemede yer ve tarihleri ile gösterilmiştir.

Deniz Kızının Öyküsü

Geçen yaz, kentin amansız hayatına artık dayanamayarak, sayfiyeye taşınma­ya karar verdim. Serserilikler, avarelikler geçiyordu aklımdan.

Gerçekte bunu yapabilmekliğime pek imkân yoktu. Son sıralar ‘işlerim’ – uğ­raşım, yazarlık-, adamakıllı bozulmuş; sanat yapıtının mal değeri taşımadığı, her nedense, içinde yaşadığımız toplumda daha bir belirgin ortaya çıkmıştı: Yazdık­larım, eskisi kadar ‘alıcı’ bulmuyordu.

Fakat bu şehir beni boğuyor; külrengi yapılardan, ilkyaz sonuna karşın çiçeğe durmamış, kim bilir hangi İttihat’çı konağının sonradan görme geniş bahçesin­den arta kalmış tek tük ihtiyar meyva ağaçlarından, tozla ve isle kararmış akasya­lardan sonsuz bir nefret duyuyordum. Denizde yalnızca karpuz kabuklarıyla ma­zot artıklan yüzer olmuştu; uskumrular nicedir bu sulara uğramadığından salkım saçak denizanaları çoğalmıştı. Burada aklımdan geçirdiğim avareliklerin, serseriliklerin hiçbiri yaşanamazdı. Buradan, bu acılar ve boğunçlar kentinden uzaklaşırsam, bir şeyler değişir sanıyordum: Ne aldanış!…

Temmuz başında yolum Aynalı Pasaj’a düştü. Yine korkunç sıcaklıkta, insanın beyninin eridiği, canından usandığı bir gündü. Öğle vakti, kentin bu en işlek cad­desi bile tenhaydı. İngiliz Konsolosluğu’nun oradan sapmış, arkamda kalan pavyonları, bol bardaklarını ve kızıl saçlı dansöz yaşantılarını görmezden gelerek, iki saniye gölge altında kalabilmek arzusuyla Aynalı Pasaj’a girmiştim.

Manifaturacıların önünden geçtim. Aynada yansılarım terli ve yorgundu. Düğ­melere, plâstik boncuklara (benim çocukluğumda hepsi billurdu), kordelalara, saç tokalarına, renkli ibrişimlere, Ören Bayan ipliklerine, Princess Victoria’nın il­le kraliyet tacı altındaki iki numara delikli iğnelerine ve daha bir sürü ufak tefek süs eşyasına baktım, salt oyalanmak için. Ne kadar çok kolonya ve parfüm mar­kası vardı…

Pasajın çıkışında, dışarda herkes kokoreç, midye kızartması yiyor, ayaküstü votkalı bira içiyordu: Bu da, kentin yeni töresiydi. Hayatımız çoktan yaldız ışıltılı bir Beyoğlu taşma dönmüştü ve ben, böyle kolonya markalan, rujlar, esanslar, makyajla sıvanmış görüntüler arasında, yakın geleceğimiz için bütün mutlulukları ıraksıyordum. Her şeyi o andaki gibi, insanı çıldırasıya bunaltan sam yelleri gi­bi hissedince; yaşamın bugünkü donukluğundan, aldırışsızlığından, dediğim gibi o amansız kemikleşmeden, iğrenç ve aşağılık kanıksayıştan, yaşama biçimine dö­nüşmüş katılıklardan bir kez daha etkilendim.

Aşksızlığa ve ölüme karşın, insanlar hâlâ ayaküstü votkalı bira içmeyi sadece efkarlanmayı öngörüyorlardı. Her şey gelgeçti. Buralarda böyle ayaküstü tanışı­yorlar, sapkın ilişkiler kuruluyor, esrimeyle acılar azıyor, kaba güce evriliyor ve gözyaşından ötesine açılınamıyordu.

Çiçek Pazar’ında bira içen bir adama yaklaşarak:

-Acılarınız üzerine düşünmek, hiç aklınıza gelmedi mi? diye sordum. Ah o ya­naşma ruhu! Rastgele kazanma, zenginlik için her türlü aykırı yola sapma çaba­sı! Eminim ki, evlisiniz. Eviniz, karınız ve çocuklarınızla daracık bir mahallede, sadece komşularınızla görüşerek, dünyayı bilmeksizin yaşıyorsunuz. Kapalıçarşı ’da esnaf mısınız? Kendi cemaatınız dışında kimselerle ilişkiniz yok Ancak bu­günü düşünebilirsiniz siz! Bir yandan da az ötenizdeki sarışın delikanlıya gözle­rinizi dikmişsiniz… Ah o sizin esnaf ahlâkınız! Büyük duygular taşımayan yürek!

Hepinizden nefret ediyorum… Yanaşma yanaşma!

Ben böyle bağırıp çağırmaya, koyulunca, adamcağız irkilerek geri çekilmişti; sanırım kime söylediğimi de ayrımsamıyordu. Her taraf kızartma kokuyordu: Oradan kaçtım. Çevremizde insanlar toplanmaya başlamıştı. Onlarıiterek kendi­me yol açtım ve uzaklaştım…

Ağustos ortasında kentten derhal ayrıldım. Boğaz’ın Rumeli yakasındaki uzak ve hırçın bir köşesinde, yüzyıllık bir ahşap evin üst katını kiralamıştım. Alt kat­taysa evin sahibi anne – kız oturuyorlardı. Hayli alçakgönüllü bir hayat sürmele­rine karşın, geçim darlığı bellerini bükmüş, burayı kiraya vermek zorunda kal­mışlardı. Bahçeden üst kata ayrıca bir merdiven çıktığından, müstakil bir evde yaşıyor gibiydim.

Burası güzel bir yerdir. Yalnız çiçekler, ağaçlar, küçük Rum kiliseleri ve selvili bir mezarlık vardır. Günün çeşitli zamanlarında yuvarlak kubbeli eski kiliseler­den tanrısal bir ezgi gibi çan sesleri gelir. Mezarlıkta, selvilerde bülbüller öter ge­celeyin. Ve hanımelleri, akasyalar, gül ağaçları iç bayıltıcı kokularıyla genzinizi yakar. Köşede taa Abdülhamid döneminden kalma kimsesiz bir köşk, bahçesinde hâlâ açan o ipek çiçekleriyle gerçekten şaşırtıcıdır.

Sanki kalbin uzak köylerinden birine çekilmiştim. Orada bu dünyanın keder­lerinden, aylak sevinçlerinden, ruh gurbetinden, insan sıcaklığı ıssızlığından ırak yaşayacak; orada sonsuz bir arınmışlık içinde kitaplarım ve yazılarımla bü­tün bir yaz sonunu, bütün bir sonbaharı sanatın enginlerine açacaktım…

Eylül’ûn ilk günleri, selvili mezarlığın bitişiğindeki boş alana kumpanya gel­di. Oraya pek derme çatma bir lunapark da kurdular. Köyümüzün çocukları se­vinç içindeydi. Fakat kumpanyanın asıl büyük gösterisi, akşamlan saat ondan sonra şarkı söyleyen denizkızıydı.

Denizkızının varlığını önce kumpanyanın kiraladığı taksiden öğrendik Yine otobüs durağının ordaki telefonlu taksiden bir araba kiralayan çingene kumpanyacılar, Boğaz köyünün bütün mahallelerim dolaşmışlar, Denizkızı Eftalya’nın burada her akşam en güzel şarkıları söyleyeceğini bize duyurmuşlardı. Gelgele- lim böylesi eğlentilerle artık kimsenin ilgilendiği yoktu. Düşlem ve aşk yoktu, de­diğim gibi.

Bense, kumpanyalardan, gezgin şarkıcı truplarından, çadır tiyatrolarından ol­dum olasıya sınırsız bir keder duyarım.

Fakat geceler, Denizkızı Eftalya’nın sesiyle ağhyordu artık. Bu, inanılmaz bir şeydi. Hayır, sesi güzel değildi. Makamlar birbirine karışıyor, ağlayış, inleyiş, der­ken çığlık ve haykmş sanki tek, uzun, ağıt gibi, İlâhi gibi, bir yandan da oynak, baygın, iç gıcıklayıcı bir şarkıya dönüşüyordu. Bu, nasıl şeydi! Ne zaman balko­na çıksam, lunaparkın renkli fakat titrek ışıklarını görüyor, o sesin çağrısıyla ir­kiliyordum. Çünkü bu ses, beni yalnızca efkâr dolu akşamlara, esrimelere çağın- yordu. Şarkının sözlerini anlamıyordum, hiçbir şarkının; birkaç sözcük, bildiğim herhangi bir şarkının bestesinden anımsadığım kopuk kopuk dizeler kulağıma. Her hâlde hepsi de Eftalya’ya âşıktı: Bu bakışlarından, hüzün ve coşkularından belli oluyordu. Yeşil payet balık kuyruklu Eftalya, bir masal kadar güzeldi. Hiç ko­nuşmuyor, yalnızca şarkı söylüyordu.

Bu gıcıklı, ama çıldırtıcı ses, bu ay ışıklı gecelerde sandal gezilerini anımsa­tan görüntü beni kendi içine çekti ve ben kurumuş dere yataklarından, kanlı ce­setlerden, ölümden ve cinayet kasırgalarından geçerek, o çok uzun, çok yorucu, umutsuz yolculuktan sonra, uçsuz bucaksız bir denize açıldım. Eftalya’dan gözle­rimi ayıramıyordum.

Umurumda değildi aynalı pasajlar, çiçek pazarları, birahaneler, ortaoyunları; benden elayak çekiyordu. İşte her şey: Arz ve talep kanunu, mübadele değeri, mal, ücret sermaye, kanlı saltanatlar… Yakamozlar arasında yüzüyordum. Deniz yeşil ve lacivert; uzakta bütün adalar birer yıldız ışığıydı. Bir daha karaya ayak basmayacaktık. Kendisine Çiçek Pazarı’nda haykıra haykıra bağırdığım yanaşma ruhlu adam da, kokoreççiler de, yanık zeytinyağı kokusu da bir daha ayak atma­yacağım karada kalmıştı. Orada uçsuz bucaksız deniz, gökle birleşen ufuk çizgisi bize sonsuz umutlar söz veriyor; bir şarkıda, hayatimizin bugünkü yaraları tansık­larla iyileşiyordu.

Ölmüş annemi gördüm: Beni kucakladı. Seni çoktan unuttum… diye yazdığım bir arkadaşım, yüreğinin erdenlikleriyle boynuma sarıldı ve kalbinin çarpışını, onun bileklerinde hissettim. Elime alıp baktım sedeflenmiş bir istiridye kabuğu­na; Gülen insanlar gördüm, sevecen bakışlar. Az ötemde gökyüzünün bütün bu­lutlan dağıldı ve fırtına başlamadan dindi.

Eldebran yıldızının kırmızımtırak ışığını izledim açık denizlerde. Samanyolları aktı. Mermer limanlarda durduk birkaç gün. Yeniden açık denizleri özledim.

Çadırdaki herkes büyülenmişçesine Eftalya’yı dinliyor, tıpkı mutluluk gibi, duyarlık gibi, her şey gibi yeniden var oluyordu. Ben sudaki gümüş selviyi usul usul öpüyordum….

Ama bunlar birer düş, birer sevgi, birer aşktı ve sonra Denizkızı Eftalya’nın şarkıları bitti. Eylül’ün ortaladığı o gece Denizkızı Eftalya son kez şarkı söylemiş­ti bize, son kez. Ertesi günü sabahleyin, selvili mezarlığın bitişiğindeki alan boş­tu: Çadırlarını, tezgahlarını söküp, renkli ampullerini çıkarıp, dönme dolaplarıy­la,, kayıktan salıncaklarıyla çekip gitmişti kumpanyacılar. Sonradan yayılan bir söylentiye göre, göç sırasında Eftalya’nın akvaryumu kırılmış ve Eftalya’da sahi­ci bir denizkızı olduğundan can çekişerek ölmüştü,

Bir yıl oluyor, şehre döndüm. Çiçek Pazan’ndaki birahanelere dadandım. Bu­ralara yine tayyare bileti satan küçük çocuklar geliyor, yine Kapalıçarşı esnafı ve sarışın delikanlılar. Kentte her şey sakin.

Ben, Eftalya’nın kuzgunî siyah saçlarını, uzun kirpikli gözlerini, yeşil payet kuyruğunu düşlemek istedikçe. Boğaz’ın o uzak ve hırçın köşesindeki yaz eviminin hep fotoroman okuyan geçkin kızım anımsıyorum, bir tek onu. Oturduğum apartman katıysa, eski fakat soylu bir otel bile değil artık. Denizkızı Eftalya’yı bi­teklerinde kalbinin atışım duyduğum sevgili arkadaşımı, annemin mahzun yüzü­nü yani bütün bir hayatı ve aşkı, nerede öncesiz sonrasız yitirdiğimi boş yere so­rup duruyorum. Yalnız bu yaz başlangıcı, ırak bir sesin yankısını da işittim. Kim bilir, belki de Eftalya söylüyordu.

Eftalya, geri dön!

“Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın”dan

Selim İleri’nin bu kitabında yer yer “Sergüzeşt’ gibi, “Prenses Nilgün” vs. gi­bi Türk edebiyatının tanınmış romanlarına dönüşler yapılmaktadır. Bu dönüşle­re genellikle bir müşahede (gözlem) ardından çağrışım yoluyla gidilmektedir.

Nitekim bir vapurda kadınların kendi aralarındaki konuşmaları ve ‘Hayskul’da okuyan bir genç kızı az çok çekiştirir gibi yapmaları yazara Samipaşazade Sezai Bey’in ünlü romanı Sergüzeştteki Dilber’in özellikle Mısır’daki son günle­rini hatırlatmıştır.

Hafızaları tazelemek için Sergüzeşt in konu özetini aşağıya alıyorum:

Sergüzeşt romanı, küçük yaşta Kafkasya’dan kaçırılarak getirilmiş Dilber ad­lı cariyenin acıklı serüvenini anlatır.

Esirci Hacı Ömer, henüz küçük bir kız olan Dilber’i mal müdürü Mustafa Efen- di’ye satmış, fakat bu evin hanımı, kızcağıza pek çok eziyetler etmiştir. Dilber de bu eziyetlere dayanamayarak kaçıp bir arkadaşının evine sığınır.

Sonra, başka bir esircinin evinde birkaç gün, şarkı söylemek, ut çalmak vb gi­bi hünerlerle yetiştirilerek büyür. İyi bir fiyatla Asaf Paşa’nın konağına satılır.

Dilber, pek alafranga yaşanan bu köşkte, güzel günler geçirmektedir. Paşa’nın Paris’te tahsil yapmış olduğu oğlu Celâl resim yapma meraklısıdır. Güzel vücutlu Dilber’e (kâh Kleopatra, kâh da bir dilenci kılığına sokarak) modellik yaptırmak­tadır.

Ancak Celâl’in kendisine cansız bir eşya gibi bakması, artık yetişmiş ve çok gü­zelleşmiş olan duygulu cariyeyi üzmektedir. Zamanla onun hislerine ve güzelliği­ne dikkat etmeğe başlayan Celâl ile arasında bir aşk başlar. Hür fikirleri dolayısıy­la insanlar arasında soy ve sınıf farkı gözetmediği için Dilber’le evlenmeğe karar vermiş olan genç adamın bu niyeti anne ve babası tarafından: “Bir paşazade bir ha­layık parçası ile evlenir mi? “ gerekçesi ile hoş karşılanmaz ve engellenir.

Nitekim bir sabah zavallı Dilber’i, Celâl’in haberi olmadan, köşkten çıkarırlar. Kız, Mısırlı çok zengin bir tacire satılır. Durumu sonradan öğrenen Celâl de beyin humması ile yataklara düşer. Sonradan çok aradığı sevgilisinin izini bulamaz.

Dilber, Mısırlı’nın konağında perilere yaraşır bir hayat sürmektedir fakat aklı fikri Celâl’dedir. Tacir’in kendisiyle vuslat arzusunu nefretle reddeder. Kendisine âşık olan Cevher adlı bir haremağası, onu İstanbul’a kaçırıp hürriyetine ve Celâl’e kavuşturmak istemektedir.

Cevher onu kurtarır, fakat ne yazık ki Dilber’i indirip kaçırmak için pencere­sine dayadığı merdivenden düşerek ölür. Serbest kalan Dilber, cebinde kendisi­ni, İstanbul’a götürecek bir vapur bileti bulunmasına rağmen tek başına o tehli­keli seyahati göze alamaz. Güzeldir, kendisine kötü gözle bakacaklar bulunabilir. Sonra İstanbul’a vardığı zaman Celâl’in kendisini alacağından emin değildir. Bu kırgınlıklar ve tasalar içinde kendisini Nil nehrine atarak boğulur gider.

İşte, Selim İleri, bu ünlü romanın son bölümünde Dilber’in, Cevher’in zengin Tacir’in durumlarını ve Güzel Dilber’i ölüme götüren bunalımı (aşağıdaki gibi) tahlil etmekte, kendince yorumlamaktadır;

“Tabiî Dilber’in süslü giysileri ancak Celâl’e modellik eder kendi ve Dilber ne Paris modasının tutkunlarındandı, ne de ‘Hayskul’da okuyordu. Onu hep Celâl’in Çaresaz’dan dinlediği nitelendirişlerle anımsıyordum:

“ O sizin oyuncağınız! Dilber! O sizin eğlenceniz?”

Sonra Celâl, Dilberin satıldığını öğrenince, kaskatı, devrilmiş bir heykel gibi yere düşüyor, hastalanıyor, humma nöbetlerine tutuluyor, mazinin güzel zaman­larını artık terk edilmiş bir kabri aydınlatan sönük kandillerden ayırt edemiyor, hep ateşler içinde atmacaların ve kırlangıçların günbatımında çığrıştığı uğultulu tepelere çıkıyor, derken yağmurlar başlıyor, esirci evlerinde, esircinin Çerkeş esi- releri sattığı evlerde Dilber öncesiz sonrasız bulunamıyor, birtakım ıssız sokak­larda, arka sokaklarda, renkli tepe camlan kırılmış, kimsesiz, eski, harap köşkle­rin sokaklarında yağmur boyuna yağıyordu… Dilber belki Asya’da, belki Afri­ka’da!

Dilber Mısır’dadır, bir tacirin Elhamra Sarayı taklidi muhteşem evinde. Bu evin mimarisinde arabeskin bütün özellikleri, taşkın bir neşe, güzelliğin saltanat kuruşu, nakışlar, bezekler, gereğinden fada incelişler, kıvrılışlar, büklümler, bü­tün o süsleniş göze çarpar.

İçeride, odalarında somaki direkler sanki birbirini kovalar; abanoz üstüne çi­çekler oyulmuş alçak bir taht vardır; mavi, uçuk duvarlar som yaldız işlemelidir. Ve nihayet tavanların kenarlarında Afrika’nın egzotik bahçelerini, ‘Nil’i öven be­yitler yazılıdır.

Salonlarında rakkaselerle sazendelerin müzikten, danstan söz açmaya çalıştı­ğı bu ürkünç, taklit sarayda Dilber bir cariye, bir odalık; Dilber’in tek yakını, tek sırdaşı Sudan’lı haremağası Cevher’dir. Fakat ne aç gözlü, kadına ve şehvete doy­maz tacirin öteki cariyeleri, ne de Dilber’e yüzünün siyah, vücudunun noksan, ama kalbinin aydınlık olduğunu söyleyen Dilber’e yardım etmek isteyen Cevher, Hindistan’ın en güzel mücevherlerini reddeden Dilber kadar yüreğimi yakardı.

Dilber’i bazen o rakkaselerin dans ettiği, sazların aralıksız çalındığı Mı sır sa­lonlarında daima bir başına, daima İstanbul’u, Asaf Paşa Konağında Kleopatra’yı, Jülyet’i canlandırışını özlerken belleğimde yaşatır; ‘Lâk’taki gezintide, sandal bir akasya ağacının altına bağlanmışken kendisini hep satmış, kendisine hep esir, cariye olduğunu hatırlatmış payitahtı yine özlerken görürdüm.

Nihayet tacir, ancak talihin ve devrin taklit Elhamra saraylarına kavuşturdu­ğu bir görgü yoksulu adam, odalığını cezalandıracak; odalık, sarayın yüksek ikin­ci katında, pancurları hep inik, soğuk, karanlık bir odada mahpus tutulacaktır. Orada Celâl’i düşünür, Celâl’in resmine bakar.

Fakat hepsi bitmiş, arkadaşlıkları, birbirlerine sarılışları, ilk ve son öpüşmele­ri, hepsi-hepsi bitmiş, her şey mahvolmuştur…

Onu oradan, düzmece sarayın ikinci katından cam pahasına Cevher kurtara­caktır, ama bu özverinin, cana kıyışı dile getiren sayfaların Nil karşısında ne öne­mi olabilir M; Yapayalnız kalan Dilber, Nil kıyısında tek başına oturur. Büyük hurma ağaçlarıyla çevrilmiş, ayışığının yan aydınlattığı yeşil yollarda yürümüş, siyah saçları omuzlarına dökülü, her hâlde ağlamış, kendinden geçmiş, suların inildeyişlerini, çırpınışlarını dinlemiş ve son bir kez Celâl’in çağrısını duymuştur.

Üstelik yalnız Asaf Paşa Konağının insanları değil, işte şu nehir kıyısında, ay ışıklı gecede doğa da, nehir de, ağaçlar da, bulutlar arasından görünen, bir görü­nüp bir kaybolan ay da ne kadar merhametsizdir, ne kadar hissiz, ne kadar kayıt­sızdır. O zaman erişir gibi olduğu ikballer, yükselişler, servet, debdebe Dilber’e iğ­renç gelir. O da nihayet Nil’e, çırpıntılı sulara, bir gece ebediyen kavuşur.

(Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, s. 112-115)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL