Selâhattin Enis kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi
Selâhattin Enis kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Antalya’da doğdu (1892). Hukuk öğrenimi yaparken, I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine askere alındığından, öğrenimi yarıda kaldı. Savaştan sonra, Âyan Meclisi’nde kâtiplik, Deniz Yolları’nda müfettişlik yaptı. Ölümünden (11 Haziran 1942) önce Deniz Yolları’nda “Neşriyat Şefi” olarak çalışıyordu. “ittihat ve Terakki”ye yakın edebiyat çevrelerinden uzak duran Selâhattin Enis, bir ara Kaplan (1919) adlı bir edebiyat dergisi de çıkarmış, uzun süre, resmi görevleri dışında İkdam, Vakit, ileri, Cumhuriyet gibi gazetelerde düzelticilik, yazarlık, yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunmuştu. Mütareke döneminde, Fağfur (1919), Şair (1918-19), Nedim (1919), Şe- bap (1920), Düşünce (1922) dergilerinde yayımladığı öykülerde naturalizm akımına bağlı görünüyor; kimi yazılarında toplumsal yaraların bütün çıplaklığı ile ortaya konması gerektiğine inandığını belirtiyordu. Sanatçı, Emine Zola gibi, “realizm ve natüralizm mesleği”nin çizdiği yolda yürümekle çağının insanı olabilecek, toplumun pisliklerini ancak “sert, cesur, pervasız” biçimde ortaya koymakla görevini yapacaktı. Görüşlerini içeren “Çingeneler” (Fağfur dergisi, 1918) adlı öyküsünden yargılanmış, beraat etmişti.
Sanatı
Selâhattin Enis’in çoğunluğu dergi ve gazetelerde kalan öykülerindeki belirgin özellikler şöyle saptanabilir:
Romanları
Selâhattin Enis, kimileri “tefrika edildikleri” gazetelerin sütunlarında kalan 8 roman yazmıştır. Kitap olarak çıkanlar arasında en ünlüsü Zaniyeler’dir (1923). Günlük biçiminde yazılan bu romanında Enis, Birinci Dünya Savaşı Istanbulunu yansıtmayı amaçlar. Daha çok, burjuvalar, savaş zenginleri, yöneticiler, dönemin iktidarına yakın sanatçılar sergilenir. İlkin “İleri” gazetesinde “Fitnat’ın Sergüzeşti” adıyla “tefrika” edilen Zaniyeler’de romancı çevre anlatımında öykülerinde görülen beceriyi sürdürmektedir. Kişilerin çiziminde de başarılıdır. Kısa tümceler kullanmaya özen gösterdiği için, üslubu etkinlik kazanmıştır: yergi yönü ağır basar. Ayrıca yer yer, doğal sayılabilecek, “dialog”larla kişilerin iç yüzlerini yansıtmaya çalışır.
Tekniği yönünden “tam bir olgunluğa erişmediği” (Cevdet Kudret) kabul edilen Zaniyeler, Mütareke dönemini yansıtmadaki başarısı yönünden, çağdaş edebiyatımız içinde ayrı yeri olan romanlar arasında sayılıyor.
YAPITLARI
KAYNAKLAR: Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman (cilt 1, 2. bas. 1968); Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (cilt 2, 2. bas. 1970); Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde (1970).
SELÂHATTIN ENİS’TEN ÖRNEK
TEŞRİHHANEDE
Kimse tarafından dokunulmamış taze bir cesed üzerinde teşrih dersini takip etmek kadar, mesleğine âşık bir doktora yahut etüd yapmak üzere birkaç zamanını tıbbiyenin ölüleri arasında geçiren bir hikayeciye zevk veren hemen hiçbir şey yoktur.
Birçok kimseler, ölüm için feci ve ölü için korkunç diyorlar. Eğer etrafınızı ölülerle muhat ve naaşı ecsadın kokusuyle meşbu görürseniz, o vakit emin olursunuz ki, ne ölüm zannedildiği kadar feci, ne de ölüler tasavvur olunduğu kadar korkunçturlar.
Ben hiçbir naaş önünde titrediğimi bilmiyorum, yalnız mahzende ağzı burnu fareler tarafından eki ve bel edilerek dişleri, yanaklarının kırmızı etleri arasında feci bir meraretle sırıtan taze cesetlerin karşısında ruhumda daima bir ıstırap ve elem duyduğumu da itiraf etmek isterim.
Ölülere musallat olan bunlar, nasıl farelerdir onlar, evlerimizde tavanlarımızı kemiren ve kilerlerde çuvallarımızın diplerini delen farelerin cinsinden midir, yoksa bizim hiç bilmediğimiz bütün bütün başka bir nesle mi mensupturlar?
Bir akşam, bu garip korkunç mahlûkları görmek için kendimde çok kuvvetli bir arzu duydum. Ve herkesin teşrihhaneyi terkederek ölüleri kendi âlemine bıraktıkları şu akşam saatinde teşrihhaneye inerek mahzene geçtim.
Ölüler mahzeni, asla teşrihhanenin büyük ve umumî salonuna benzemez, etrafı kalın taş duvarlarla mahdut olan burası, daha ufak ve dar, loş ve sessizdir. Ortada mermer masa üzerinde derse ihzar edilmiş bir ölü, yan taraftaki banyolarda vahşi bir et yığını şeklinde yekdiğerine girift olmuş birkaç cesed vardır. İlerideki küçük bölmede yeni ve taze cenazeler durur, bunlar, mektebin hastahanesinde yeni ölmüş veyahut hariçten yeni getirilmiş sahipsiz cenazelerdir ki, henüz ne formalin banyosuna girmiş, ne de boynundaki şahdamarları açılarak ensaç ve adalelerine muzad-ı taaffün mahlûl şırınga edilmiştir. Bunlar her manasıyle, hattâ şekil ve rengi bile tahavvül etmemiş taze cesedlerdir ki fareler asıl bunlara musallattır.
Onların bu taze cesetleri nasıl yediklerini görmek merakiyle mahzene yürüdüğüm vakit, ilk işim bu ufak bölmeye girmek oldu: yerde, mermer döşeme üstünde siyah sakallı; gözleri garip bir şekilde açık ve nazarları dimdik tavana merkûz, çıplak bir ceset duruyordu. Adaleleri pörsük, derisi, kaburgaları üzerine yapışmış ve karnı yemyeşildi. Yanakları içeriye batmış, buna rağmen elmacık kemikleri korkunç bir şekilde fırlayarak, bütün vüsatiyle açılmış büyük gözlerine vahşi bir ifadesizlik vermişti. Çenesi düşüp kaymıyarak çehreye bir ölü ifadesi vermeseydi, ancak bu serin mahzene boylu boyuna uzanmış uyuyan bir insan denilebilirdi; köşeye atılmış bir tabelâ üstünde ismi yazılı idi: “Eğinli Hacı Mehmet!”
Formalin mahlûliyle et kokularının imtizacı, mahzenin bu dar ve mahsur havasına keskin ve ağır bir taaffün vermekte idi. Etrafında mevtai denilebilir bir sessizlik vardı. Arkamdaki mermer masaya yatırılarak zerk edilen mahlûl ile etleri bakır rengi almış ve vücudu gayri tabiî bir vüsatle şişmiş olan iki ölünün vahşî sükûtu ise bu dar mahzene ağır bir ölüm havası vermekte idi. Denilebilirdi ki bu ölü mahzeninde burnumdan başka teneffüs eden bir uzuv ve kalbimden başka çarpan hiçbir şey yoktu. Muhitim haşyetengizdi.
Fareleri daha fazla izaç etmemek için bölmeyi terkettim ve gömleğimi kapıya gererek arkasında siper aldım. Onlar, sağ tarafta kirli suların aktığı delikten çıkacaklardı.
Yarım saat inat ve ısrarla bekledim, durdum, bir müddet sonra deliğin altında ince bir ses duyuldu… Kalbim, birden hafifçe çarptı ve gözlerim dikkat ve heyecanla açıldı. Sonra delik şişer ve kabarır gibi oldu. Müteakiben sivri burunlu bir baş yavaşça uzandı, uzun burnunun etrafındaki adelâtını sık sık oynatarak şamesi ile etrafı tecessüs etti. Daha sonra emin ve müsterih, delikten çıktı.
Bu, hemen küçük bir kedi cesametinde, hatveleri batî, boz renkli garip bir mahlûktu. Gözleri keskin ziyalı, siyah, yuvarlak bir boncuğa benziyordu. Hızlı adımlarla yerdeki cesede doğru yürüdü. Evvelâ etrafında döndü. Cenazenin bacaklarını, karnını kokladı. İlk fareyi İkincisi takip etti. Yan yana geldiler; sanki baş başa bir şey müşavere ediyormuş gibi burun buruna sokuldular. Hareketleri gösteriyordu ki cesaret edemiyordular; ölmüş- müydü şüphesi içinde idiler. Beraberce deliğe kadar avdet ettiler; fakat sonra nâdim ve her şeye azmetmiş bir hareket-i kat’iye ile tekrar cesede yaklaştılar. Bir sıçrayışta boynuna çıktılar. Cenazenin açık ağzını tekrar uzun uzun tecessüs ettiler, uzun uzun kokladılar. Tamamıyle emin olduktan sonra birisi ölünün dudaklarını, diğeri burnunu kemirmeye başladı. Hareketlerinden anlaşılıyordu ki çok acıkmışlardı. Sivri çene kemiklerinde şiddetli bir hareket ve faaliyet vardı. Bir müddet sonra durdular, sık sık sivri burunlarını buruşturdular.
Ölünün burnu, kemiğe kadar kemirilmiş ve altında etin kırmızı rengi iri bir yara gibi çıkmıştı. İkinci fare tarafından kemirilen dudakların arasından ise cenazenin bir sıra muntazam dişleri, yenen dudakların kırmızı rengi içinde feci bir meraretle sırıtmakta idi.
Daha iri üçüncü bir fare, delikten çıkıp iki evvelki farenin yanına geldiği zaman cenazenin çehresi üzerinde şedit bir musaraa başladı; üç fare, ölünün açılan çene kemikleri arasından diline hücum etmek için pek çok müşkülât çekiyorlardı.
Fakat üçüncü fare, şiddetle hareket etti. Ve bir kolayını bularak birden, cenazenin açık ağzı içine daldı ve sivri kuyruğunun keskin darbeleriyle kendisini iz’aç eden iki evvelki fareyi kamçılayarak lokmasını yemeye çalıştı. Bir dakika kadar iki evvelki fare, lokmalarını kaçırmış olmanın verdiği şaşkınlıkla burunlarını havaya kaldırdılar ve bir şey düşündüler. Sonra şiddetle üçüncü farenin arka ayaklarına dişlerini geçirdiler.
Bu hareketi keskin ve muharriş bir ses takip etti, büyük fare, seri ve şedit bir hareketle gerisin geriye ölünün ağzından çıktı ve kıçı üstü ölünün dişlerine oturarak sar’alı ve vahşi dik dik rakiplerine baktı, öyle ki bu bakışıyla her ikisine de meydan okuyordu. Suratı kanla kızarmıştı. Burnunun üstünde talaş zerreleri kadar küçücük et parçaları duruyordu. Gözlerinde parlak siyah bir kömür parıltısı vardı.
Bu vahşi levhayı daha fazla görmek istemedim; gömleğimi iterek içeriye girdim, o vakit cesedin etrafında bir herc-ü merç oldu. Evvelâ üç çift simsiyah göz, dik, mağrur, küstah yüzüme dikildiler ve sonra muğber ve münfail çıktıkları deliğe atıldılar.
(Şebâp, 5 Şubat 1337; Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, 1968)
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı , Meşrutiyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.