Makaleler

Sekülerleşme ve Din


 

     SEKÜLERLEŞME TEORİLERİ

     Batı eksenli sosyoloji literatüründe.bugün modernite-sekülerleşme-din ilişkisinde üç farklı tezin savunulduğu görülmektedir:

     a) Sekülerleşme tezi

     b) Kutsalın vazgeçilmezliği tezi

     c) Din ve modernite arasında eklektik bir ilişki olduğunu savunan tez

     a) Sekülerleşme Tezi

     20.yy’ın son çeyreğine değin geçerli olan sekülerleşme tezi,modernleşme ile birlikte dinin hem toplumsal hem de bireysel bilinç düzeyinde gerileyeceğini ve zamanla yer küreden tamamen silineceğini öngördü.

     Ne kadar modernleşme,o kadar sekülerleşme şeklinde özetlenebilecek bu tez,yaklaşık üç asırdır birçok uzman tarafından hararetle savunula gelmiştir.

     Auguste Comte, modernleşmeyle birlikte insanlığın teolojik dönemi alacağından, Fredrich Engels sosyalist devrimin dini yok edeceğinden, Sigmund Freud da en güçlü nevrotik illüzyon olan dinin,psikanalistin ellerinde ruhunu teslim edeceğinden emindi.

     Sekülerleşme tezi bugün de Bryan Wilson, Karel Dobbelear ve Steve Bruce gibi daha çok Avrupa menşeli sosyologlar tarafından hala yüksek sesle savunulmaktadır.Yine Avrupa menşeli bir başka sosyolog Peter Berger’de başlarda bu tezin savunuculuğunu yapmış ancak zaman içinde fikirlerinde köklü bir değişim yaşayarak ”Kutsalın vazgeçilmezliği”tezini savunmaya başlamıştır.

     Bu tezin en hararetli savunucuların olan ve Laikleşme Teziyle tanınan Bryan Wilson söz konusu tezini beş temel argümana dayandırarak izaha çalışır:

     a) Gelişmiş sanayi toplumlarında dinsel pratiklere katılımda bir azalma vardır.Bu azalmayı kilise gitme ve kilise üyeliği istatistiklerine bakarak ölçebiliriz.

     b) Dinsel inançlarda bir zayıflama başlamıştır. İnsan dinsel güdülerden giderek daha az etkilenmekte, dünyayı empirik ve rasyonel terimler çerçevesinde değerlendirmektedir.

     c) Temel toplumsal ve siyasal bir kurum olarak kilisenin statüsünde düşüş ve işlevlerinde azalma yaşanmıştır.Batı toplumlarında kilisenin ‘üye kaybı’na uğradığı görülür.Bilim artık açıklanamazları açıklamaktadır ve hatta günümüz insanı sadece doğa üzerinde değil,tüp bebeklerin oluşturulmasıyla birlikte,bizzat hayatın yaratılması üzerinde de kontrol gücüne sahiptir.Ayrıca kitle iletişim araçları yeni bir maddeci inanç telkininde bulunmaktadır.

     d) Kilise içinde de bir laikleşme süreci yaşanmıştır.Günümüzde kiliseler,modern bir toplumda varlıklarını sürdürebilmek ve rakip alternatifler karşısında cemaatlerini elde tutabilmek için çok basit ve modern hizmetler sunmaktadırlar.Örneğin;Katolik kilise artık Latin’den ziyade İngiliz Komünyona  sahiptir ve hatta ayinlerde kadınlarda yer almaya başlamıştır.

     e) Dinsel mezhepler/tarikatların sayısındaki artış,dindeki ayrışmanın,her şeye yeten kilisenin güç ve etkisindeki zayıflamanın bir başka kanıtıdır.” 

       Wilson’un   özellikle son maddede ki vurgulaması hayli ilgi çekicidir.Zira sekülerleşme tezi muhalifleri,bu madde de anlatılan özelliğin,yani YDH’in oluşumunun,sekülerleşme tezinin sonu olduğuna dair bir parametre olarak değerlendirmektedirler.

     Mezkur tezin savunucularından Karel Dobbleare,sekülerleşmenin kurumsal,toplumsal ve bireysel tezahürleri üzerinde durarak sekülerleşme tezine katkıda bulunmaktadır.

     Steve Bruce ise 2002 yılında yayınlanan kitabına ”God is Dad”(Tanrı Öldü) başlığını uygun görmüştür.Bu başlık dinin moderniteye boyun eğdiğini ima eder niteliktedir.

      b) Kutsalın Vazgeçilmezliği Tezi

     Sosyal bilimciler arasında neredeyse hiç tenkitsiz kabul gören sekülerleşme tezi,20.yy’ın sonlarına doğru bazı sosyologlarca yargılanmaya başlandı.Onlara göre Kutsal geri dönüyordu.Hatta bazılarına göre dünyanın bugünkü dinsel konumu için kutsal geri dönüyor tanımlaması bile yeterli değildi;zira kutsal hiç gitmemişti!

     Peter Berger,Rodney Stark,Daniel Bell ve Jeffery Hadden gibi daha çok Amerika kökenli sosyologlar tarafından savunulan bu yeni paradigmaya göre,modernitenin din ile uyuşmazlığı tezi doğru değildi.Onlara göre kiliseye devam rakamlarının düşüklüğü sekülerleşmenin bir ölçütü olamazdı.Çünkü insanlar mabetlere gitmeseler ve dine kurumsal bir aidiyetle bağlı olmasalar bile ruhun varlığına,Tanrı’ya olan inançlarını devam ettirmekteydiler.Grace Davie bu durumu ”Ait Olmadan İnanma”teziyle ifade etmişti.Rodney Stark’ın İzlanda üzerine yaptığı araştırma hayli ilgi çekici nitelikte sonuçlar vermişti.Mesela dünyanın en fazla sekülerleşen ülkesi olarak gösterilen İzlanda’da kiliseye gitme oranı %2 idi;ancak İzlandalıların %81’i ölümden sonra hayata,%88’iruhun varlığına inanmaktaydı.Ateistlerin oranı ise sadece %2.4’tü.kısacası,dinin bireysel bilinçteki yeri hala koruma altındaydı.

     Söz konusu tezin değerli savunucularından Peter Berger’e göre,günümüz sosyoloji biliminin din ile alakalı yaşadığı en belirgin zihniyet değişimi eski sekülerleşme tezinin reddi olmuştur.Zira tezin dünyanın ABD ‘de dahil olmak üzere dört bir yanında elde edilen deneysel bulguları açıklamada giderek yetersiz hale geldiği görülmektedir.Yine Berger’e göre dünya bugün bazı istisnaları olmakla birlikte olabildiğine dini bir dönem yaşamaktadır.Dünyanın büyük bir bölümünde dini hareketlerde meydana gelen önemli yükselmeler beraberinde geniş kapsamlı sosyo-politik sonuçlar doğurabilmektedir. Bunlar arasında iki tanesi öne çıkmaktadır:birincisi,İslam dünyasında gerek Müslüman ülkelerde gerekse de Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanlar arasında İslam’ın yükselişi,ikincisi de,özellikle Latin Amerika’da ki Evanjelik Protestanlığın yükselişidir.Dünyanın önemli bir kısmının dinsel ihtiraslar eşliğinde kaynadığını düşünen Berger’e göre,seküler kimlikli politikacıların ve kültürel elitin iktidarı elinde bulundurduğu ülkelerde iktidar sahipleri,bu dini canlılığa karşı hep savunma pozisyonuna mahkum olmuş vaziyettedirler.Türkiye,İsrail,Hindistan ve hatta ABD bu duruma dair örnekler teşkil etmektedir.

     Berger, sekülerleşme olgusunun özellikle Kıta Avrupa’sına has bir şey olduğunun altını çizmektedir. Ona göre Avrupa sekülerleşme süreci,bir çok faktörün bileşimi olarak görülmelidir.Bunlar arasında üzerinde en fazla durulması gereken ise politik faktördür.Zira Amerika’nın aksine Avrupa’da kilise ile devlet arasında geçmişte yaşanan aşırı yakınlaşma,sonuçta kilisenin yönetime karışmaması yönünde bir ortam doğurmuştur.Kilise ve aydınlama arasında ki şiddetli gerilim,Kıta Avrupa’sın da sekülerleşmeyi ABD ve dünyanın  diğer bölgelerine nazaran çok daha farklı ve başka boyutlarda etkilemiştir.

     Daniel Bell,”Kutsal’ın Dönüşü”adlı makalesinde,yeni dini hareketlerin yükselişini ele alarak konuya katkıda bulunuyor.Ona göre yeni dini hareketlerin yükselişi şu üç özelliği kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir:

     a) Yeni dini hareketler ahlaka vurguda bulunacak ve insanları daha ahlaklı kılma peşinde olacaklardır.Bu vurgunun temel nedeni, modernist dürtülerin politika arenasına taşınmasına ve cinsel alanda tam özgürlük taleplerine karşı çıkanların taleplerinden kaynaklanmaktadır.Cinsel alandaki karşı çıkışlar,özellikle homoseksüellere tanınan haklar ve kürtaj gibi konularda olmaktadır.

     b) YDH,entelektüel ve profesyonel meslek erbabından taraftar bulacaktır.Bunlar dini kurtarıcı olarak göreceklerdir.Dine bu gözle bakmalarının iki nedeni vardır. Birincisi,modernitenin aşırılıklarından,ölçüsüzlüğünden kaçmak istemektedirler.İkinci neden daha sosyolojik bir özellik taşımaktadır.Devletin o devasa bürokratik ve kurumsal yapısından artık hoşlanmamaya başlayan insanlar aile,kilise,komşuluk ve gönüllü dernekler gibi daha küçük ve sıcak birliktelikler içinde yer almak istemekte;böyle bir atmosferin oluşumunda da dinin en iyi çimento  olduğunu düşünmektedirler.

     c) YDH daha mitsel,daha efsanevi,daha mistik bir karakter arz edecektir.Çünkü modern dünya,aşırı derecede bilimsel ve donuk bir hal almıştır.Bu nedenle insanlar artık gizem ve mucize duygusunu yaşamak istemektedirler.

     Daniel Bell’e göre din Marx’ın ve Durkheim’in iddia ettiği gibi sadece sosyal kontrolü veya toplumsal entegrasyonu sağlamak üzere,işlevsel bir nedenle var olmamıştır.Din esasen varoluşsal bir olgu olup,bize varoluşumuzla alakalı tatmin edici cevaplar verir.Bizim sonlu varlıklar olduğumuzu,sınırlarımızın bulunduğunu öğretir.Tüm bu sebeplerden dolayı insanın ”Kutsala Dönüş”ü kaçınılmaz bir vakıadır.

     ”Kutsalın Vazgeçilmezliği” tezinin bir diğer savunucusu Rodney Stark ise, konuyu bazı sekülerleşme tezi savunucularının gerçeklerden kaçmak için keyfi tanımlara başvurmasını eleştirerek ele alıyor. Örneğin, Karel Dobbleare, sekülerleşmeyi ”kurumsallaşmadan vazgeçiş” olarak izah ediyor. Bu tanım,bir zamanlar egemen olan dini kurumların sosyal gücündeki düşüşe,diğer sosyal kurumların,özellikle de siyasal ve eğitsel kurumların dini otoriteden kurtulduğuna işaret etmektedir. Stark’a göre sekülerleşmeyi salt bu tanıma indirgemek tam anlamıyla  bir çarpıtmadır.Zira eğer sekülerleşme ile kastedilen şey tamamen bundan ibaret olmuş olsaydı,zaten o zaman üzerinde tartışılacak bir şey olmazdı.Çünkü malum olduğu üzere kilise kurumu artık eski politik gücünden yoksun durumdadır. Bu açık ve seçik bir şekilde böyledir.Stark,sekülerleşme kahinlerinin bu makro boyut tanımlarını şiddetle tenkit etmekte ve bunların gerçekleri yansıtmadığını söylemektedir.Ona göre yine Dobbeleare’nin yaptığı”Bireylerin dindarlığı sekülerleşme sürecini değerlendirmede geçerli bir gösterge değildir.”açıklaması,bir saptırmadan ibarettir.Bu tanım hem tarihsel bir hata hem de samimiyetsizlik içeren bilimsellikten fazlasıyla uzak ideolojik bir söylemdir.

     Stark’ın konuya dair üzerinde durduğu bir diğer nokta ise,sekülerleşme tezi savunucularının,ısrarla üzerinde durduğu din-bilim çatışmasıdır.Sekülerleşme tezinin ısrarlı savunucularından Bryan Wilson,”Bilimsel ve sosyal kavrayışla birlikte Hıristiyanlığın teolojik anlamda makul olma özelliğini kaybettiğini”ifade etmesi,Stark tarafından kabul edilebilir değildir.Zira eğer bu doğruysa,o zaman bilim adamlarının diğer insanlara göre daha dinsiz(veya din karşıtı) olmaları gerekir.Ancak reel düzlemde,bilim adamlarının din ile ilişkileri diğer insanlardan farklı değildir ve din ile bilimin bağdaşmaz olduğu varsayımı da bir hayalden ibarettir.

     Stark,sekülerleşme tezi savunucularının iddia ettiği ”dindar geçmiş”fikrinin de sadece bir kuruntudan ibaret olduğunu savunmaktadır.Zira önde gelen birçok Ortaçağ din tarihçisi artık tarihte bir ”İnanç Çağı”olmadığında hemfikir gözükmektedir.

     Stark,tüm bu argümanlara dayanarak sekülerleşmenin sonunun geldiğini şu veciz ifadesiyle dillendirmektedir:”Toprağın bol olsun sekülerleşme!”

     Jeffrey Hadden ise,artık sekülerleşme tezinin bir teoriden çok,bir doktrin haline geldiğini ve dinin yok olmasını arzulayan belirli bir elitçi tabakanın görüşlerini temsil ettiğini savunmaktadır.

     Andrew Greeley de benzer düşüncesini şu sözlerle ifade etmektedir: ”Sekülerleşme, sekülerleşen insanların dini inancıdır.”

      c) Üçüncü Yol:Din ve Modernite Birbirini Etkiler Tezi

      Birbirinden temelde ayrışan ilk iki tezin yanında bugün üçüncü yolu savunan sosyologların sayısı artmaktadır.Mark Chaves,David Yamane,Conrad Ostwalt ve Jose Casanova gibi sosyologların temsil ettiği gruba göre ise din ve modernite,karşılıklı olarak birbirlerini etkilemektedir.

     Üçüncü yolun önemli takipçilerinden Conrad Ostwald,”Seküler Çan Kuleleri”adlı makalesinde söz konusu görüşü şu örnekle açıklamaktadır.”Kızımı her sabah okula götürürken,arabaların arkasında Hıristiyanlığın sembolü olarak kullanılan balık figürü yapıştırmalarının çokluğu dikkatimi çekti.Bazıları sadece yalın bir balık figüründen ibaretken bazılarının üzerinde JESUS(İSA) veya Yunanca ICHTHUS kelimeleri vardı.

      Bir müddet sonra arabaların arkasında yeni bir sembol belirmeye başladı.Ayakları olan ve Jesus sözcüğü yerine üzerinde DARWIN yazan bir balıktı bu.Bu yeni figür,Hıristiyanlığa kendi sembolüyle,yani balık figürüyle karşı çıkıyordu,Darwin’le birlikte Hıristiyan öğretisinin öldüğüne işaret ediyordu.Bu seküler cevabın mesajı açıktı:Artık balığın yerini daha gelişmiş bir şey,yani bilim almalıydı.

     Seküler dünya görüşüne sahip olan bir kişi,acaba neden kendi dünya görüşünü dini bir hareketin sembolünü kullanarak anlatma ihtiyacı hissetmiş ve onu kendi sembolüne dönüştürmüştü?Ortada bir alışverişin,bir değiş tokuşun olduğu açık gibiydi.

     Darwin balığından bir müddet sonra yeni bir figür peyda oldu.Bu defaki daha büyük bir balıktı.Darwin’in balığını yutmuştu ve üzerinde de TRUTH(GERÇEK) yazıyordu.

     İki taraf arasındaki alışverişi,Hıristiyanların bulduğu bu tahrik edici yeni figürde de görmek mümkündü.Onlar da Darwin’in karaya çıkan balığını kullanmışlardı.Hatta bununla da kalmamışlar,onun balığını kendilerini temsil eden büyük balığa yutturarak Darwin’in güçlü olan ayakta kalır felsefesinden yararlanmışlardı.Bütün bunlardan çıkaracağımız ana fikir açıktı.Seküler balık figürüyle temsil edilen fikir,Hıristiyan düşüncesine hücum etmek için Hıristiyanlığa ait balık figürünü kullanmış;buna karşılık Hıristiyanlar da seküler amfibi figürüne karşılık vermek için seküler felsefeyi kullanmışlardı.Din,seküler olandan bir şeyler almıştı.Aslında tartışma,yaratılış inancıyla evrim teorisi arasında değil,bu ikisinin temel dünya görüşleri,yani kutsalla seküler arasındaydı.

     Tıpkı balık figürlerinin karşılıklı olarak kullanılması gibi,iki dünya görüşünün karşılıklı etkileşimi,kutsalla seküler arasındaki sınırların karşılıklı olarak ihlali,yani dünyaların birbirlerine karşı kesin sınırlarla kapatılmaması söz konusudur.Seküler amfibi balığını yiyen Hıristiyan etobur balık,artık seküler bir dünya görüşünü içinde taşımaktadır.Seküler balık da Hıristiyan balığı ICHTUS’tan türemekle,kendisinde bir kutsallık taşımaktadır.”

     Otswald’ın bu enfes örneği,üçüncü yolun mahiyeti hakkında oldukça somut bir açıklama sunmaktadır.”Çan Kuleleri”var olmaya devam etmiştir,ama artık farklı bir forma sahiptir.

      Üçüncü yolu benimseyenlere göre dinden maksat,sadece geleneksel dini inançlar ve kurumlar değildir.Bugün sosyologlar arasında,dini daha geniş anlamda tanımlayanların dinden çok kutsal algısı üzerinde durulması gerektiğini savunanların sayısı giderek artmaktadır.Aslında burada sorgulanması gereken temel nokta,din ile seküler toplumun birbirlerine mutlak surette hasım olup olmadığıdır.Bugün gözlemler,din ile seküler kültürün bir arada bulunamayacağı tezini reddeder niteliktedir.Bu nedenle bugün kutsal ve seküler şeklinde oluşan kutuplaşmanın din ve kültür arasındaki ilişki bağlamında yeniden ele alınması gerekmektedir.Çünkü sekülerleşme ile birlikte din,anlamını kaybetmez,fonksiyonlarını tamamıyla seküler kurumlara terk etmez;aksine yeni dini anlayışlar ortaya çıkar ve din sadece görüntüsel sekil değişikliğine uğrar.Dolayısıyla sekülerleşme dinin çökerticisi değil,sadece dini değişimin bir habercisidir.

     Üçüncü yol savunucularına göre,bugün sekülerleşme sürecinin nedenlerini gözden geçirmeye ve sonuçta da sekülerleşmeyi katı bir çerçevede algılamak yerine-sekülerleşme tezi savunucularının yaptığı gibi-,seküler ve kutsal olanın bir kutuplaşmaya gitmek zorunda olmadan birbirlerini etkileyebileceklerini gösteren yeni paradigmaya ihtiyaç vardır.

 

Önceki sayfa 1 2 3 4Sonraki sayfa

İlgili Makaleler