Kimdir

Samim Kocagöz kimdir? hayatı ve eserleri

Samim Kocagöz kimdir? hayatı ve eserleri: (1916-1993) Söke’de doğan Samim Kocagöz, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten (1942) sonra, üç yıl Lozan Üniversitesi sa­nat tarihi derslerini izledi. 1945’te Söke’deki arazilerinin başına gidip ziraatla uğ­raştı; Daha sonra İzmir’e yerleşti.

Behçet Necatigil’e göre: (1939-1940’ta yayımlamaya başladığı hikâyelerinde…) “Alışılmış bir teknik ve anlatıma bağlı kalarak, sınıflar arası çıkar çatışmalarım, ekonomik etkenlerle değişen düzen ve dünya görüşlerini incelemesini yaptı, son­ra ufuklarını genişleterek romana geçti.

Kocagöz, 1980’lere kadar hikâye ve romanı birlikte sürdürmekle son yirmi yı­lında daha çok romana eğildiği söylenebilir. Kocagöz, toprak sahibi zengin bir çiftçi (ağa) olması, zenginliği ve İsviçre’lerde tahsil yapmış bulunması dolayısıyle “Sosyal Gerçekçi” ve “Köy romancısı” denilenler arasında yadırganan bir isim­dir. Nitekim “kendi sınıfına karşı çıkışında” samimî olup olmadığı tartışılmıştır. “Marksist, sosyalist görüşlere, acaba sırf bir entel heveskârlığı ile mi bağlandığı” sorulmuştur. Öteki köycü, sosyalist yazarları çokluk öğretmen, küçük memur, iş­çi veya emekçiler olduklarından “davayı” benimsemeleri normaldir. Acaba Koca­göz, burjuva yaşayışı içinde bu sefalat sahnelerini inanarak mı yoksa usulen mi çizmektedir?

Kocagöz, edebiyat tahsili yapması, edebiyatımızın büyük isimlerini tanıması bakımından da ötekilerden ayrılıyor. Merhamet, acıma, şefkat, insanlara karşı ba­kışı da oldukça tarafsızdır. Mutlak “iyi-kötü kategorilerine” hepsini sokmaksızın her türlü insanı ele alış gibi tutumları ile de Kocagöz, yine “ köy ve amele” roman­cılarından ayırt edilebiliyor. Eserlerinden sınıf kavgası, ilerici-gerici çatışması, hep “Irgattan” yana olmak gibi beylik yanlan var. Fakat Fakir Baykurt’un veya Orhan Kemal’in bazı zümrelere, sınıflara dönük inatçı kindarlığım Kocagöz’de pek sık göremiyoruz. Zaten geniş bakıldığında, S. Kocagöz’ün Marksist-Leninist olmaktan fazla Kemalist devrimci olduğu görülüyor.

Hikâyelerini;

“Telli Kavak” (1941),

Sığınak (1946),

Sam Amca (1952),

Cihan Şo­förü (1954),

Ahmet’in Kuzuları (1958),

Yolun Üstündeki Kaya (1964),

Yağmurdaki Kız (1967),

Alandaki Delikanlı (1978),

Gecenin Soluğu (1985),

Zor Kanat (1985),

Baskın (1991) adlı kitaplarında toplamıştır. “Bütün Öyküleri” 1991’de çıkmıştır.

Romanları:

ikinci Dünya (1938),

Bir Şehrin İki Kapısı (1948),

Yılan Hikâyesi (1954),

Onbinlerin Dönüşü (1957),

Kalpaklılar (1962),

Doludizgin (1963 bu eser Kalpaklılar’ın devamıdır),

Bir Karış Toprak (1964),

Bir Çift Öküz (1970),

İz­mir’in İçinde (1973),

Tartışma (1976),

Mor Ötesi (1987),

Eski Toprak (1988).

Samim Kocagöz ve eserlerini daha genişliğine tanımak isteyenler: Tahir Alangu’nun, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, (Cilt II, s. 327-371) …. Cevdet Kudretin Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, (Cilt III, s. 231-266) ve “Türk Dili dergisinin, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı (sayı: 298, Temmuz 1976)’nı okuyabilirler. Varlık Dergisi, Temmuz 1989 sayısını Samim Kocagöz’e ayırmıştır. Kendi kaleminden hayat ve sanat anlayışını ise, Türk Dili dergisinde (Kasım 1968) anlatmıştır. Fethi Naci’nin “Yüz Soruda Türkiye’de Roman ve Top­lumsal Değişme”sinde (1990, s. 229-232) ve “Marksist Açıdan Türk Romanı’nda (Rıza Mollof, 1969 s. 136-169) Samim Kocagöz’ün türlü romanları tanıtılmaktadır.

Hikâye ve Romanlarına Bakış

Son romanlarından biri olan Mor Ötesi (1986) üzerine yapılan bir röportaj’da, yaşadığı günlerin büyük değişim ve hadiselerine roman ve hikâyeleri içinde na­sıl yaklaştığını şöyle anlatmaktadır:

“ -’Mor Ötesi’ benim onuncu romanım. Romanlarımda, Mustafa Kemal Pa- şa’nın halkı ile birlikte yaptığı Kurtuluş Savaşı, sömürgecilere karşı ölüm kalım savaşı vardır. (Kalpaklılar, Doludizgin). Bu savaştan sonra, Cumhuriyetimizin halk’a inmesi, yerleşmesi vardır. (Nabi’nin Park Kahvesi). Halk’ın toprak kavga­sı, bu açıdan çok partili yönetime bakışı vardır. (Yılan Hikâyesi). Halk’ın çeşitli sınıflarının Cumhuriyet’in kuruluşuna, gelişmesine bakış açısı vardır. (İzmir’in İçinde). Halk’ın içinden çıkıp, halkı ile bütünleşmek isteyen gençliğin kaynaşma­sı vardır. (Onbinlerin Dönüşü).

Kısacası her romanım, halkımızın kaynaşmasını, dalgalanmasını ele almakta­dır. Ne var ki bu ele alış; kararla, şöyle yapayım, böyle yazayım diye bir ele alış de­ğil, içimden gelen bir duygu, halkıma duyduğum sonsuz bir ilgi ve sevgidir.

Elbet bu söylediklerim, yine on cildi bulan öykülerim için de geçerlidir.”

(Hürriyet Gösteri, sayı: 81, Ağustos 1987.)

Kocagöz, hikâye romanlarında yaptığını, yapmak istediklerini, bu kısa açıklar masında güzel özetlemiştir. Üslûpça, kişilerce ve konularca, 1938’lerden beri ya­yımladığı 11 roman ile 11 hikâye kitabında fazlaca bir farklılık yoktur. Hikâyele­ri ile romanları arasındaki benzerlik ve farklıkları düşünürsek:

Kocagöz’ün, bazı hikâyeleri, uzatılmış ve doldurulmuş hissi veren çoğu ro­manlarına göre daha güçlü ve okunaklıdır. Bu hikâyelerindeki Sabahattin Ali, Sadri Ertem geleneği ve (sonraki hikâyelerinde) Sait Faik etkileri, onları konu, ki­şi ve çevreler yönünden zengin, çeşitli, çeşnili hale getirmiştir. Hepsinin ardında bir ideolojinin plânlı gölgesi sezilse bile, hikâyelerinde ferdilik (bireysellik) sev­gi, samimiyet, kısa ve tatlı söyleşmeler bütün eserlerini daha çekici kılmaktadır. Romanian ise, sanki kuralmış ve şartmış gibi ya da sosyalist bakışın yahut, ne ol-

duğu belirsiz bırakılmış “Kemalist” emir ve yasaklan, teorik izdüşümleriyle dolu­dur.

Kendisi, Cihan Şoförü (1954) adlı kitabının “Bir Garip Kişi” hikâyesinde, eser­lerinde fakir fukarayı gözettiği için “ bazı zenginlerin” düşmanlığını çektiğini, (anlatıcıya) dolaylı olarak şöyle söyletmektedir.

“Eserlerinizde hep fakir, sıkıntı çeken dertli insanların hikâyeleri varmış.. Bu yüzden bazı zenginlerin düşmanlığını kazanmışsanız (düşmanlık kazanılmaz, “çekmişsiniz’’ demek istiyor). Zenginlerin, halkın sırtına nasıl bindikleri, at sine­ği gibi bizlerin ensesine nasıl yaptıklarını anlatmışsınız. Elbette düşman olurlar, olsunlar… (Bu tutumunuzun) faydası dokunur mu dokunmaz mı, onu bilmem. Ne var ki, derdini dökemeyenlerin dertlerini saymak dökmek de bir iştir. Günün bi­rinde insafa, akıl ve iz’anayol açar, değil mi beyefendi?”

Burada, biraz yuvarlak, hatta kaba olarak Samim Kocagöz, belki hikâyecili­ğinden de fazla romancılığının amacını anlatmaktadır.

Yukarıda özetlediği bu ilkeleri “Telli Kavak” kitabında “Halktan yanalık, ırgat­ların haklarını aramak” biçiminde uygulamıştır. “Onbinlerin Dönüşü”romanı ise ilerde yazacağı romanlarının ön tas ansı halindedir.

Birkaç hikâye ve romanının dışmda “Çok iyi tanıdığı için yazdığını” söylediği “Ege”yi, özellikle “Söke” çevresini, oradaki vak’alar ve kişileri, tarım ve işçileri­ni; toprak, deniz ve göl çalışanlarını konu edinmiştir. Kendi ifadesine göre ro­manlarında “Değişen insanın insanla, toplumla ve tabiatla ilişkilerini” ama da­ima “devrimci açıdan (!) ” kaleme almıştır.

Verdiği bir beyanatta; (Mustafa Baydar, “Sanatçılarımız Ne Diyorlar” (1960) “Beni ilkin tahrik eden sosyal endişedir. Yazmaya oturunca sanat endişesi yakama yapışır” diyen, fakat üslûp ve konularında “sanat” tasasını da pek fazla gözet­meyen Kocagöz, romanlarında “toplumun geçirdiği evreleri”, yansıtmaya önem vermiştir.

İstiklâl Harbi, Tek Partinin kapanışı, II. Dünya Harbi, DP’nin zaferiyle (1950) çok parti döneminin açılışı, traktörün ve tarım araçlarının köye girmesi ile büyük arazi sahiplerinin güçlenmesi, büyük kısım ortakçıların ırgat olması, köyden şeh­re hızlanan göç, yani tanm işçisinin sanayi işçisi haline dönmesi; dağ köylerin­den Söke’ye inen mevsimlik işçiler, pamuğun çok para etmesi ile güçlenen köy ağalan… 1960 darbesi, daha sonraki darbeler, “gerici – ilerici” güçlerin “Atatürk- * çülük, devrimcilik” adına çatışmaları… Dinî kıpırdanışların “Yobazlık’ diye yeril­mesi, zorba bir laiklik anlayışının yegâne dünya görüşü gibi sunulması vs. Koca- göz’ün romanlarım doldurmaktadır. Bu sosyal endişelerde yol göstericilik, re­formculuk ve öncülük yapmak peşinde olan Romancı, her ne kadar bazen “sanat endişesi”ne yakalanıyorsa da “Edebiyattan önce yapılacak çok işlerimiz var” (Ta­hir Alangu, Hikâye ve Roman, cilt 2, s. 333) diyerek, gerçek roman anlayış ve tu­tumunu daha açık anlatıyor.

Romanlarının konularına bir göz atılsa: Yılan Hikayesi’nde Söke ve çevresin­deki çatışmaları ve bunların 1929’lara inen köklerini… ele alıyor. Onbinlerin Dönüşü’nde, kendi öğrencilik yıllarını da anarak, İstanbul’da aydınlar ve öğrenciler arası, kökü ekonomiye dayalı farklılık ve çatışmaları anlatıyor.

Romanlarının önemlilerinden olan Kalpaklılar, “Kemalist” açıdan yani belge­lere değil de his ve heyecan telkinlerine dayanılarak millî mücadele safhalarını kaleme alıyor: Düzce isyanı, Batı Cephesi vs. Böylece Kqpagoz de, “Millî Mücade­le” yi sonradan yorumlayan Kemal Tahir, Tarık Buğra, İlhan Tarus, Attilâ İlhan, Sevinç Çokum gibi romancıların arasına giriyor. Kalpaklılar, üçlü bir dizi halin­de tasarlanmış, fakat ancak birinci kitap (o da ikiye bölünerek) yayımlanmıştır. Öteki yansı “Doludizgin” adıyla çıkmıştır.

“Çok Partili Dönem”i “Yılan Hikâyesi”nde, Demokrat Parti’nin Söke çevresin­deki görünüşlerini “Bir Çift Öküz”de.,.12 Mart olaylarını ‘Tartışma ve Eski Toprak’ta….12 Eylül 1980 dönemini ise “Mor Ötesi” inde romanlaştırmıştır.

Yazarın “sömürü, sömüren sömürülen” sınırları içindeki bu bakışı dine karşı korkusu ve haşin tepkileri, en son roman ve hikâyelerinde bile (Mor Ötesi, Eski Toprak, Baskın) asla değişmemiş, herhangi bir yeniliğe, olumlu değişik bir açıya, bir pişmanlık itirafına (Dünyada komünizmin, sosyalizmin iflasına rağmen) rast­lanmamıştır. Nitekim Mor Ötesi (1986) ile ilgili bir “söyleşi”de (Gösteri, sayı: 81) şunu söylemektedir

“Günümüz dünyasında kimi zaman toplumların kaderi, kaynaşması, içine düştüğü açmazlar, birbirine benziyor. Hele toplumları sömüren egemen güçler dünyayı yönetmeye kalkışınca, bu ezilen toplumların kurtuluş için çırpınması da birbirine benzer özellikler taşıyor. ”

Yine, son hikâye kitabı Baskın (1991)’m “Çık Allah Çık” hikâyesinde şu korku ve kuruntulara rastlanılmaktadır:

“Yürü hanım, biran önce evimize çıkalım; bizim binada bir şeyler oluyor… Or­talığı bir insan selidir aldı. Ama çok sessizdiler. Tek sıralar halinde, ellerinde mumlar inip çıkmaya başladılar… “Hu Allah Hu! Hu yediler kırklar Hu!” Bağrışanlar basbayağı yalın ayak, başı kabaktı… ’’Dinsizlere ölüm! Zındıklara ölüm! Hu!” diye bağrışmaya başladılar.”

Üslûp yönünden hikâye ve romanlarında fark olmadığı gibi, geçen 50 yıllık ya­zarlığında da gelişen bir üslûba rastlamıyoruz. Köylüleri o da konuşturur ama “ şive taklidi”ne çok az yer verir. Hele romanlarında, nazarî olduğu ve beylik şeyle­ri anlattığı yerlerde, ifadesinin heyecansız, dağınık ruhsuz olduğu görülür. Bazı hikâyelerinde, halk adamlarını, Çingeneleri, şoförleri, yörükleri konuştururken, kendisini bir güzelliğe kaptırmışçasına dili canlanır, cümleleri kısalır; anlamlar yoğunlaşır.

Uydurma sözlere yakın yıllara kadar pek az yer veren Samim Kocagöz, son eserlerinde, bunlan fazla kullanmaya başlamıştır. Son eserlerinde, “yalın anla- tun “yerine zaman zaman timsali (alegorik) ifadeler de görülmektedir. Türkçenin edebiyatını tanıyan, klâsiklerini ve büyük sanatkârlarını bilen bir yazar olması Samim Kocagöz’e ayrı bir üstünlük sağlamaktadır.

Tahir Alangu, Samim Kocagöz’ü, 1965’lerde, “iyi niyetli” ve “sosyal romanın taslağım” ortaya koyan bir “yol açıcı” olarak görmektedir. Yani bu yolda daha güçlü ustaların geleceğini ummaktadır. Oysa kalıp halindeki “köycü sosyalist ro­man”, yeni ustaları göremeden tükenmiş ve unutulmaya yüz tutmuştur.

Kocagöz’den Bir Hikâye

Kocagöz, bazı hikâyelerinde, romanlarından daha fazla “sanat ve edebiyat” kaygısı gütmüştür. Bunun sebebi, yine Marksist-devrimci ideolojiyi gözetmekle beraber, Sabahattin Ali’nin ilk hikâyelerindeki yan destanlı yan folklora dayalı havayı da benimsemesidir.

Aşağıya başlıca bölümlerini aldığımız “Ahmet’in Kuzulan” hikâyesinde, yine mecazi tarzda “Pars”ın “sömürücü, ezici, zalim” olarak timsali kişiliği üzerinde durulmuştur. Genç Yörük Ahmet, Pars’ı öldürmekle, aynı zamanda “ağalar, pat­ronlar” sınıfının çanına ot tıkamış gibi alınmaktadır. Öte yandan Koca Yörük Mehmed “Pars’ların” (ezici sınıfların) asla yenilemeyeceğine inandığı için genç oğlu Ahmet’i, sürekli olarak temkinli, mücadelesiz, hatta “pasif’ olmaya çağır­maktadır.

Bu ideolojik yanlan düşünmezsek, karşımıza gözlemlere dayalı güçlü folklor zenginliği olan bir konu çıkmaktadır. Sabahattin Ali’nin “Haşan Boğuldu” hikâ­yesi gibi. (Bz. Türk Edebiyatı C. 3)

Ahmet’in Kuzuları’ndan

Alacakaranlıktı. Sık çamların birbirine giren dallan, ortalığı büsbütün karar­tıyordu. Keçiyolunu örten kuru çam yapraklan ıslak, kaygandı. İnce, serin buğu­lu bir sis içinde yürüyorlardı. Ahmet, biraz arkasında kalan babasının kuru çam yapraklan üzerinde kayan çarıklarının çıkardığı sesi duydu. Döndü, baktı: Baba­sı, yerde emekledi, kalktı. Delikanlı, sert yüzünün çizgilerini yumuşatan bir sesle söylendi:

“Ben, sana arkama düşme dedim.” Baba oralı olmadı. Durakladı. Etrafına ku­lak verdi, bakındı:

“Bülbüllerin sesini duyuyor musun oğul ?” diye sordu.

“Duymuyorum.”

“Dinle bak!” İhtiyar başını çamların dallarına kaldırmış kuşlan gözleriyle arı­yordu. Ahmet, bir an, babasını taklit edecek oldu. Çabuk vazgeçti.

“Vaktim yok bülbülleri dinleyecek…” Yürüdü. Tüfeğini bir elinden ötekine ak­tardı. Gözleri, çalıda çırpıda, ağaçların arasında; kulakları kirişte; parmağı tetik­teydi. Babası seslendi:

“Sen beni bilmezsin oğul, bana bu gidenlerde Koca Yürük Mehmet derler. Senin gibi dokuz delikanlıyı cebimden çıkarırım. Ayağım bir kaydıysa…” Hemen arkasına birkaç adım yaklaşan babasına Ahmet, dönüp bir göz attı. Koca Yürük Mehmet, kı­rarmış sakalı, yüzünün kırışıkları bir yana bırakılırsa, hâlâ dağ gibi bir adamdı. “Bilmez miyim… bilirim baba emme..” İhtiyar kızdı:

“Emmesi de neymiş bir öğrenelim. ”

“ İhtiyarladın gayrı. “ Koca Yürük, yumuşadı.

“Doğrusun,” diye mırıldandı, “Senin baban olduğuma göre, senden ihtiyarım. Al benden de bir emme; sen de benim kadar bu dağlan taşlan bilemezsin. Doğru muyum?…”

“Doğrusun baba. Bu yüzden mi arkama düştün?…”

“Bu yüzden. ”

“İnandım.”

“İstersen inan.”

Bir zaman sessizce yürüdüler. Ormanın hışırdayan, seslenen sessizliği onları takip ediyordu. Ahmet, tetikteydi. Etrafını dikkatle kolluyordu. Baba, oğlunun bu halinin farkındaydı:

“Hiç canını sıkma,” diye, söylendi, “Kendini göstermez. Belki etrafımızda do­laşıyor. Belki çekmiş yüksek dağlann başına gitmiştir. Belki, belki de hemence­cik şu çalının, ağacın ardından fırlayıp karşımıza dikilir…. Diyeceğim, iş olacağı­na varacak… Hem boşuna uğraşma; kuru çam yapraklan üstünde ayak izleri kal­maz. Ne biliyorsun belki de hiçbir vakit karşımıza çıkmıyacak. Kendisini bize göstermiyecek. Onu hiç bulamıyacağız.”

“Ben, onun yatağını öğrendim, biliyorum. Yıl, yıllar var, bu gidenlerde, ovada, yaylalarımızda bu kaplanın lâfı edilir. ”

Baba, düzeltti:

“Bizim Beşparmak dağlarında kaplan bulunmaz. Parstır o!”

“İster kaplan ister pars olsun. Bulup canına okuyacağım namussuzun. Yetti gayn. ” Koca Yürük Mehmet, oğlunun kalın ensesine doğru gülümsedi. Ortalık gittikçe aydınlanıyordu. Yükseldikçe çamlar seyrekleşiyor, dalların arasından ağaran Beşparmak dağının yalçın, granit esmer yüzü görünüyordu. Kucağında bir yığın beyaz pamuk bulut vardı. Bulutların bittiği yerden sert, dimdik başı, gök­lere uzanıyor, doğan güneşin pembeliği ile sert yüzü yumuşar gibi görünüyordu. Dağın yüzündeki bu yumuşak pembelik, ağır başlı bir öfkeyi de ortaya koyuyor gi­biydi.

Baba, oturduğu yerden başını oğluna çevirdi. Onu, çarıklarının ucundan, başı­nı örten poşusuna kadar dikkatle süzdü:

“Otur karşıma!.. ” emrini verdi.

“Sen, dinlen. Ben, varıp derenin kumluklarında parsın ayak Merine bakaca­ğım.”

“Çök karşıma.” Ahmet, söz dinledi. Koca Yörük, bir dağa taşa, bir de Ahmet’in elindeki tüfeğe baktı: “Otuz mu, kırk mı, bilmiyorum; bunca yıl önce, bir parsla karşılaştım. Şu bizim yaylaya açılan dar geçitte. Sivri kayanın üstünde oturuyor­du. Geçide girince, önümdeki odun yüklü eşek birden durakladı. Dürttüm eşeği. Zorla yürüdü. Bir de baktım pars, esneyerek kayıtsız bizi seyrediyor. Yüreğim ağ­zıma geleyazdı. Balta odun yükünün üstündeydi. Uzanıp almıya vakit yok. Pars dediğin, oturduğu yerden isterse on arşından fazla atlar. Geri dönsen, huylanır. Ben, ne yaptım biliyor musun; dostça, kardeşçe gözlerinin içine baktım. O da ba­na umursamadan baktı. Bir kere daha esnedi. Pençesiyle kulağının ardını kaşıdı. Bugün gibi gözümün önünde. Bu sıra geçidi koca eşekle geçmiştim. ”

“Seni adam yerine koymamış baba…

“Öyle oldu oğul. Zorbalar, çoğu zaman kendilerinden düşkünleri adam yerine koymazlar. Yeter ki, onlara düşmanlığını belli etme. Yediklerine içtiklerine karış­ma. İçinden gelmese bile kıllarına dokunmayacağını bilsinler. Deyeceğim, pars milletinin keyfine dokunmazsan, sana onlardan kötülük gelmez…”

Yörük oğlu, kucağındaki tüfeğini okşadı:

“Sen yenilmişsin baba!…” dedi.

‘Yenildim Ahmet. Yenilmemiye kalkışsaydım, bugün sen, belki de dünya yü­züne gelemezdin. Çoktan toprağın altına girerdim. Dün gece dört beş kuzunu par­çaladı diye, dünyayı unutup parsın ardına düşmek niye?.. Ne kazanacaksın. Bula­mazsın. Tut ki, buldun parsı, sonu ne olacak belli değil.”

“Hiçbir döğüşün sonu önceden belli olmaz. Haydi senin hatırın için beş kuzu­mu gözden çıkarayım. Ama dadandı namussuz. Her gece bundan böyle beş kuzu­mu parçalar götürmeye kalkarsa ne olacak. Zaten kaç koyunumuz kuzumuz var?..”

“Her bahar koyunlar kuzular. ”

“Parslar için kuzulamazlar. ”

“Pars dediğin, Ahmet’in Mehmet’in kuzularını mı düşünür sanırsın. Onlar için ha dağlardaki başı boş tavşanlar, ha kuzular. Senin kuzuların keçilerin.”

“Kuzuların benim olduğunu bilmeli.” Ahmet, kalktı. Derenin içinden yürümiye başladı. Berrak su, çarıklarını örtüyor, keçi kılından yapılma poturunun paça­larına sarılıyordu. Baba, oturduğu yerden sordu :

“Gidiyor muyuz?”

“Sen, otur. Ben, izlere bakacağım. Bu dereden geçmiş, su içmiştir.”Koca Yö­rük Mehmet, doğrulmuşken etrafına bakınarak tekrar oturdu. Derenin iki yakası sık yeşillikti. Onun kaygısını oğlu anlamıştı:

‘Tasa etme çok uzaklaşacak değilim. Sen, benim ardıma düşmemeliydin,” di­ye seslendi.

Ahmet, döndüğü vakit, babasını bıraktığı yerde buldu. Yörük, gözlerini dere­nin sularına dikmiş, öylece oturuyordu.

“E… İz bulabildin mi?”

“Buldum ya. ” İhtiyar, iri gövdesini geriye doğru verdi. İnanmıym bir sesle,

“Senin kuzuların kemikleri de vardır ortalıkta.”

“Yok. Yaylada bıraktığımız parçalanmış kuzuların başka parçalan meydanda yok.”

“Bak sana bir pars olup-bittisi daha anlatayım. ”

“Bırak şimdi masalın sırası değil.”

“Masal mı?.. Buz gibi olmuş mesele. Ben, gençliğimde Ayıboğan Yusuf Em- mi’ye yetiştim. O zamanlar doksan yaşındaydı. Sonra öldü. O, öyle senin gibi inat bokuna pars ardına düşmemiş. Kendi ağzından dinledim. Sadece elinde seninki gibi dolma bir tüfekle keklik avına çıkmış. Tüfeğinde de kuş için saçma varmış. Pars, aniden bir kür ormanını yarıp karşısına dikilivermiş. Yusuf Emmi, kaldır­mış tüfeğini hayvanın gözlerine ateşlemiş. Pars da onun üstüne atılmış bulun­muş. Yusuf Emmi, bu kere bıçağını çekmiş, alt alta, üst üste… Bereket parsın göz­leri görmüyormuş. Böğründen bıçaklamış. Bıçaklamış ama, kendi de bitmiş. Be­lindeki kuşağı olmasaymış, onun da kamını çoktan pars deşecekmiş. Tam altı ay, çadırda yatmış. Oba onu, upuzun parsla ormanda yatar bulmuş. Önce Yusuf u da ölü sanmışlar”. Yörük Ahmet, eğildi, babasının yüzüne dikkatle baktı:

“Obada bu masalı hep söylerler. Bilirim. Neden bir kere daha anlatıyorsun?..” “Yusuf un rast gele önüne parsın çıktığını anlatmak istedim. Sen, kasten ardı­na düşüyorsun. Pars bu işe çok kızacak”

“Neden Yusuf Emmi’ye Ayıboğan demişler acaba?..’’

“ O zamanlar, doksan yaşındayken bile benim iki mislim, dağ gibi bir herifti. Belki de ayı boğmuşluğu da vardır.”

V… ve parsın sonu

Parsla oyun, köşe kapmaca, güneş batana dek sürdü: Yörük Mehmet’in adım atacak, kolunu kıpırdatacak takati kalmamıştı. Oğlu, Ahmet, tazı gibi düz ovada koşarmışçasına doruğa tırmanıyordu. Dağın doruğu hâlâ çok uzaktı, hâlâ onlara uzaktan bakıyordu. Bu döğüşü sakin sakin seyrediyordu. Koca Yörük, biran dur­du. Oğlunu kaybetmişti. İki yakasına bakındı. Gözleri korkuyla büyüdü. Koca uçurumun ağzına gelmişti. Uçurum, Beşparmak’ları ortadan bölermişçesine yolu­nu kesmişti. Tâ aşağıya, ovaya doğru uzayıp gidiyordu. Baktıkça başı dönüyordu adamın. Yukarıya doğru hemen uçurumun kenarından dar bir geçit yol veriyor­du. Geçidin bir yanı uçurum, bir yarn duvar gibi yükselen kayalarla çevrilmişti. Yörüğün bir anda aklından, Allah, şeytan, melekler, peygamberler, ne geçmesi ge­rekirse her şey, hepsi geçti. Sonra kendisini kaybedercesine başı döndü. Toparla­nıp geçide doğru koştu. Uçurumdan sakınarak yavaşladı. Oğlunu birdenbire gö­rüverdi. Geçidin tam öte başına varmıştı. Oradan öteye yol genişliyor, ferahlıyor­du. Ahmet, tüfeğini ileri doğru uzatmış, dipçiği sağ kolunun altında, dikkatle yü­rüyordu. Birdenbire durakladı. Yüksekçe bir taşın üzerinde adım atar vaziyette kalakaldı. Arkası koca uçurum, önü on metre kadar uzakta yüksek, üstü yassı bir kayaydı. Kayanın üst ortalık yerinde de pars, ileri doğru kendisini vermiş, ön iki ayağını germiş, kıpkırmızı birer koru andıran gözlerle Ahmet’e bakıyordu. Gözle­rinin ateşi, Koca Yörük Mehmet’in yüreğini yaktı. Dizlerinin bağı çözülüverdi. Ye­re çöktü. “Tamam gayrı” diye dudakları kıpırdadı. Beyni duruvermişti. Sadece bir kayanın üstünde dikilmiş, parsa meydan okuyan oğluna bakıyordu. Saniyelik bir zaman içinde oğlu, ağır ağır, telâşsız dolma tüfeğini parsa yöneltti. Baş parmağı ile horozu çekti. Kapsülün “çuuuffff…” eden sesini duydu ihtiyar. Bu sesle birlik pars, kayanın üstünden sıçradı, Yörük Ahmet’in üstüne doğru uçtu. Kapsülün se­sini hemen kurşunun sesi kovalamıştı. Pars yerinden sıçradığı sırada kurşunun, tüfeğin sesi dağları taşlan inletti. Patlayan dolma tüfeğin sesine Beşparmaklar, saniyelerce ses verdiler. Üstüne atlayan parsla beraber Ahmet, uçuruma yuvar­landı.

Baba, birkaç saniye gözlerini yumdu. “Olan oldu…” geçti aklından. Sonra koştu. Düştükleri yere geldi. Yere uzandı. Başını uçuruma doğru uzattı. Aşağıda ku­ru, kırk arşından derin derenin dibine baktı. Gözleri buğuluydu. İyice göremiyor- du. Kulağının dibindeymiş gibi oğlunun sesini duydu:

“Ne bakmıyorsun baba… Uzat şu kuşağını salla. Parmaklarımda derman kal­madı..” Ahmet, dört beş arşın aşağıda bir granit siyah kaya çıkıntısının ucuna, parmaklarının ucu ile asılmış, bir boşlukta sallanıyordu. Sesi sakin, tok, fakat bü­yük bir güçlük içinde olduğunu belli ediyordu. Koca Yörük Mehmet, deli gibi fır­ladı. Belindeki uzun yün beyaz kuşağını çözdü. Çözdükçe, bezdirmeleri yere dö­külüyordu. Kuşağın bir ucunu Ahmet’in parsla karşılaştığı sırada üstünde durdu­ğu taşa sardı tuttu. Öteki ucunu oğluna sarkıttı. Ahmet, kuşağın ucunu dişleriyle ısırdı. Sonra bir hamlede sağ eliyle kuşağın üst tarafından yakaladı. Kendisini asılı kaldığı çıkık dar kayanın üstüne çekti. Ondan sonrası kolaydı. Yardımla yukarıya vardı. Babasının karşısına dikildiği vakit, siyah kaytan bıyıklarının altın­dan bembeyaz dişleri görünüyordu:

“Gördün mü?..” dedi. İhtiyarın şaşkınlığı hâlâ geçmemişti.

“ Ne olacakmış, gördüm!… ” karşılığım verdi.

“Seninki boylu boyunca aşağıda.yatıyor.’’

“Ko yatsın. Sol koluna ne oldu?.. ”

“Omuz başımdan çıktı gibi.” Yörük Ahmet’in, iki omuzundan aşağı kan sızı­yordu. Parsın pençeleri yırtmış yarmıştı. Sol kolu düşerken çıkmıştı. “ Tüfek ne­relere yuvarlandı gitti göremedim..” Baba tersledi:

“ S… et şimdi tüfeği… Otur şuraya bakayım. ” Dikkatle kolu muayene etti. Kolu upuzun uzattı. Yere diz çöktü:

“Sık dişini… “ emrini verdi.

“Sen, işine bak,” On beş dakika sonra Mehmet, oğlunun kolunu böğrüne ya­pıştırmış, kuşağı ile sarıyordu. “Olmazsa obada bir çaresine bakarlar…” diye, ken­di kendisine mırıldandı. Ahmet, “Yerine girdi gibi, ” dedi.

“Girmiştir” cevabını verdi ihtiyar. Oğlunun abımdaki terleri elinin tersiyle sil­di. “Haydi gidip şu şeytan nasıl yatıyor bir görelim… Bu çıkık kolla nasıl taşa tu­tundun be?..”

“Bilmem,” diye, mırıldandı Yörük, “Ben de anlayamadım. Tutunmuş bulun­dum işte. Ama sağ kolum tutuyordu…”

(Ahmet’in Kuzuları, 1958)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

Samim Kocagöz kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Söke’de doğdu (1916). Ortöğrenimini İzmir Erkek Lisesi’nde (1937), yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı (1942). Üç yıl kadar İsviçre’de Lozan Üniversitesi’nde sanat tarihi kurslarını izledi. Dönüşünde askerlik görevini yaptı; bir süre Söke’de pamuk üretimiyle uğraştı. Özellikle 1950’den sonra edebiyatı birinci meslek haline getirdi. (Ölümü: 5 Eylül 1993).

Kocagöz, gençlik deneyi sayılan İkinci Dünya (1938) adlı romanından sonra, sanatçı kişiliğinin ilk atılımlarını bir bölüğü Ses (1939-41), Yürüyüş (1942-43) gibi toplumcu sanat dergilerinde çıkan öykülerinde ortaya koydu. Bu evrenin ürünlerinde kırsal bölgelerde yaşayan insanların aykırı doğa ve toplum güçleri karşısındaki sorunları işleniyor, köy-kasaba yaşamının özel­likleriyle donanmış olarak öyküye yansıtılıyordu. Genel görünüşleriyle Sadri Ertem-Sabahattin Ali anlayışı doğrultusunda öykülerdi bunlar. Alışılmış yapı özellikleri içinde görünüyorlardı, ama getirdikleri sorunlarla yeniydiler. Yazarın başarısı, aralarında yaşadığı Ege Bölgesinin kırsal kesim insanları­nı, bulunduğu tarihsel konum ve yerel olayların özelliği içinde verebilmesiydi. ilk kitapları Telli Kavak, Sığmak, tarımda henüz, kapitalist ilişkilerin ya­pıyı değiştirecek boyutlara ulaşmadığı dönemin son yıllarına ilişkin gözlem­lere dayanıyordu. Doğanın yol açtığı olağanüstü olaylara bağlı sorunlarla (Yarıntı, Telli Kavak), geleneksel toprak sahibi, dayıbaşı, tarım işçisi ilişki­lerinin sergilendiği (Kesik, Sığınak) bu dönem öykülerinde, “memleket hikâ­yeciliği” anlayışının perspektifini genişletme çabası görünür.

Sam Amcamı oluşturan öykülerdeyse, değişen üretim araçlarının değiş­tirdiği yeni koşullarla bağımlı olan insanlar ortaya çıkmıştır. “On çift ökü­zün on günde yapamayacağı işi bir günde yapan John Deere’ler, Massey Harris’ler, Oliver’ler, International’ler toprağa egemen olmakta, bir bölük insanın ekmeğini elinden almaktadır.” (Sam Amca, sf. 6). Yeni üretim araç­larına sahip olanlar, mevsimlik işçileri birbirine kırdırma olanağı bulmuş­lardır (Başakçı, Sam Amca). Küçük köylülük darboğazlara itilmiştir. Kim­ler tarafından sömürüldüğünün bilincinde olmayan küçük üreticiler “işçileşme” sürecine girdiklerini algılayınca, farklılaşmaya başkaldırmak ister­ler. “Ben çiftçiyim, amele değil…” (Sam Amca, sf. 11)

Daha sonra, İlhan Berk “Massey Harris” (Türkiye Şarkısı, 1953) şiirinde bu havada dağılan bireysel başkaldırıların yarattığı acıyı şöyle anlatmıştır: Massey Harrisler topraklara ve insanlara baktılar sevindiler.

Yüzleri gülecek diye düşündüler Toprağa ve insanlara doğru yürüdüler.

İnsanlar bakakaldılar

Bir acayip kuştu Massey Harrisler

Memleketimin göğsünde

Yolda, evde, çarşıda ısınılacak gibi şeyler değildi Halbuki her toprakta ekmek, aydınlık, aşktı Burda İnsanların karısını, kızını, öküzünü alan şeydi Daha çok oydu.

Samim Kocagöz, dışa bağımlı endüstrileşmenin ilk aşamasındaki çözül­meyi içeriğinden soyutlamadan verdiği öyküleriyle sonraki -doğup büyüme yaşlarını köyde geçiren- yazar kuşağının başat sorunlara yönelmesinde et­kili olmuştur.

İlk öykülerinde, tümcenin, sadece yükümlendiği görevi yerine getiren düz bir araç niteliğinde göründüğünü söyleyebiliriz. Kusursuzdur ama değişikliği, zenginliği, çağrışımlara açıklığı dolayısıyla olağanüstü etkisi söz konusu de­ğildir. Bu nedenle öyküler yalın bir düzeyde gelişir. Doğa betimlemelerinde bile değişmez bu durum. Yazar genellikle kendi anlatışı ile kurduğu öyküler­de sık sık kişilerin adlarını anarak durum belirtmeyi sever. “Ali Mehmet ada­mın makinist olduğunu duyunca hemen arkasını dönüp oturdu” (Sam Am­ca, 2. bas., sf. 12) “Ali Mehmet döndü; ne demek istiyorsun der gibi maki­nistin yüzüne baktı.” (a.y., sf. 12) “Ali Mehmet homurdandı.” (a.y., sf. 12)

Küçük yan olayların sergilenişinde iki, üç, yer yer daha fazla kişinin gelip geçmesiyle, okurun hep “öykü okuduğu” izlenimi içinde kalmasına yol açar.

1954’ten sonraki öykülerdeyse tümce evrim geçirmiştir. Yer yer anla­tımdaki doğallığa aykırı düşmeyen benzeti ve tamlamalarla yazar kendini yenilemeye çalışmakta, kişilerin gözlerinin içine bakarak onları içten ve dış­tan bütünleştirici durumlarıyla yansıtmayı amaçlamaktadır. Tahir Alangu’nun da, “eski yapılı teori ve kitap kokan gerçekçi anlayışı yerine sanata daha yatkın bir yola girdiğini” (Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt 2, sf. 336) söylediği bu evre ürünlerinde kişi adları ve birbirlerinin içi­ne giren yan olaylar azalmıştır. Cihan Şoförü, Ahmet’in Kuzulan, Yağmur­daki Kız kitaplarım oluşturan öykülerde olayla birlikte yaşayan kişilere çokça rastlanması bu arınmaya bağlanabilir.

Romanları

Kocagöz, ilk gençlik deneyinden uzun süre sonra yazdığı Bir Şehrin İki Kapısı’nda (1948) kasaba eşrafı ile okumuş gençler arasındaki çelişkileri iş­lemekte, eskinin çıkar dolaplarını işletmedeki becerisiyle, yeninin halktan kopuk eylem çabalarını sergilemektedir. Yılan Hikâyesi (1954), Söke yöre­sindeki Balat Gölünde dalyan kurma tekeline sahip olan ağalarla topraksız köylülerin gizli-açık mücadelelerinin öyküsüdür. Çok partili düzene geçiş yıllarında köylünün yaşamını değiştirecek seçenekler araması, ekonomik koşulların yarattığı sorunlar karşısındaki yalnızlığı, tutarlı, yan olaylar ara­cılığı ile sunulur. Onbinlerin Dönüşü (1957), büyük kentte ayrı dünya gö­rüşlerine bağlı üniversiteli gençlerin II. Dünya Savaşı yıllarındaki çatışma­ları çerçevesinde gelişmektedir. Romanda, Nazizmin çığırtkanlığını yapan ırkçı ve Turancılarla, antifaşist güçleri temsil eden kişiler, kendi özellikleri içinde verilirken “uzlaşımcı”, “dönek” tipler de sergilenir.

Kalpaklılar-Doludizgin, Kurtuluş Savaşı’nın romanıdır. Yazar, belgele­re ve yaşamış kişilere dayanarak kurduğu, büyük boyutlu yapıtın birinci cildinde (Kalpaklılar) savaşın örgütlenme evresini işler. Reddi ilhak Cemi- yeti’nin İzmir Yahudi Mezarlığı’nda düzenlediği toplantı ve İzmir’in işga­linde gazeteci Haşan Tahsin Recep’in direnişiyle başlayan roman, padişah- cı güçlerin başkaldırmaları, bastırılan iç isyanlar, ordunun örgütlenmesi, mütarekede İstanbul’daki yurtseverlerin gizli eylemleriyle gelişir. Doludiz­gin’’ deyse İnönü, Sakarya Başkomutanlık savaşları verilmiştir. 15 Mayıs 1919’la İzmir’in geri alındığı 9 Eylül 1922’ye kadar süren dönem; köyü, kasabası, başkenti, asker hastaneleri, savaş alanlarıyla yansıtılırken değişik kişilerle karşılaşırız. Yazar bir birleriyle ilgili olan ikincil olaylar içinde bu kişileri başarı ile kullanır. Yusuf, Talip, Salih Efe, Müjgân gibi romanın başkişileri, zincirleme boyunca iyi verilmiş, savaş içindeki insan yer yer iç yapısıyla da yansıtılmıştır.

Bir Karış Toprak, geleneklerinin dışına çıkarak, Söke dolaylarında Su­başı köyünde yerleşip çiftçilik yapmayı kabul eden yörüklerin aykırı doğa güçleri karşısında -Menderes’in taşması- umarsız mücadelelerini sergile­mektedir. Yılan Hikâyesi’ni kaldığı yerden sürdürdüğünü söyleyebileceği­miz Bir Çift Öküz’de bu kez DP yönetiminin köydeki etkileri işlenmiş, top­rak düzenine bir şey getirmeyen biçimsel demokrasinin köyde soyut bir kavram olarak kalışı gösterilmiştir. İzmir’in İçinde (1973) ise, 27 Mayıs 1960 hareketinden önceki yıl İzmir’de bir ithalat ve ihracat firmasında ça­lışan yüksekokul çıkışlı ünlü bir tenisçinin (Emre) anlatışına dayanarak ku­rulur. Okumuş burjuva (Hidayet Bey), Kurtuluş Savaşçısı (Albay Nazif Tınaztepe), Kol Kollektif Şirketi’nin yönetmeni (Hasip Demiroğlu), Sosyalist

Mühendis (Cahit), Emre ve nişanlısının (Gülseren) başlıca kişiler olarak gö­ründüğü romanda, yazar, olayları yasadışına çıkan iktidarın düşürülmesi doğrultusunda geliştirirken, şematizme düşmekten korunmuştur.

Genel Özellikleri

Samim Kocagöz’ün romanlarında köy, kasaba, büyük kent insanlarıyla karşılaşırız. Yazar, konusunu işlerken zaman ve çevre betimlerine özen gös­terdiğinden kişiler dönem ve çevre özelliklerinden soyutlanmazlar, (Kalpaklı­lar’ da Yusuf, Salih Efe, Talip; İzmir’in İçinde’de Hidayet Bey, Albay Tınaz- tepe) kişi olma aşamasına ulaşmışlardır. Özellikle okumuş ve açıkgöz burju­va kimliği, ister istemez içinde yuvarlandığı boşluktaki yalnızlığı ile Hidayet Bey; yakın tarihimizde kışla, savaş ve yurt yönetimi arasındaki zorunlu ilişki­leri kişiliğinde simgeleyen Albay Tınaztepe romanımızın yeni insanları olarak görünürler. Kalpaklılar’daki Salih Efe ise, savaşı yorumlayışından, karşılaştı­ğı güçlükler karşısındaki tavrına kadar her şeyiyle Anadolu insanıdır. Yusuf’a karşı yakınlığı, babacan sevgiyle birlikte halk-okumuş gönüldeşliğinin simge­si halinde belirir yer yer. En ayrıntıda gibi görünen hareketlerinde bile “halk filozofu” kimliği, savaşçılığı, insancıl yapısıyla yaşarlık kazanır.

Çok geniş bir kesitte çalışan yazarın, ikincil olaylara düşkün olması ne­deniyle kullandığı ikinci derecede kişiler de göz önüne alınırsa, toprak ağa­larından ırgatlara, olayların içinde büyük ölçüde yeri olan kadınlardan de­ğişik mesleklerden insanlara kadar toplumun bütün sınıf ve tabakalarından gelen tipleri yaşatmaya çalıştığı görülür. Ne ki, ikincil olaylarda kullandığı kişilerin, genellikle kişilik aşamasına ulaştıklarını söyleyemeyiz. Belki kur­gudaki işlevleri ölçüsünde değerlendirildiklerinden, bu kişiler çoğun görev­lerini yapmak için sahneye çıkmış gibidirler. Yazarın bunları en belirgin özellikleriyle kısaca anlatmakla yetinmesinden ötürü romanımızın yeni in­sanları olma niteliklerine sahip oldukları halde bu düzeye ulaşamamışlar­dır. Olay-durum-davranış süreci içindeki inandırıcılıklarına, doğallıklarına karşın, iç dünyalarının çok az yansıtılmalarından ötürü bu kişileri ruhsal yapılarıyla tanıma olanağı bulamayız.

Kocagöz’ün romanlarında da anlatım yalın ve akıcıdır. Küçük ayrıntıla­rı bile zincirleme olarak geliştirmenin ustasıdır Kocagöz. Belli olayların açıklanmasında genellikle kişileri konuşturarak denge sağlamada yetkinleş­miştir. Onu toplumcu gerçekçi öykü ve romanımızın kişiliklerinden biri du­rumuna getiren de bu becerileridir.

YAPITLARI:

ÖYKÜ KİTAPLARI

ROMANLARI:

KAYNAKLAR: Şahap Sıtkı, Seçilmiş Hikâyeler dergisi (VI/2, 1951); Mustafa Baydar, Ufuklar (4 Mayıs 1952); Muzaffer Uyguner, Yenilik (2 Şu­bat 1955); Reşat Nuri Darago, Yeditepe (1 Eylül 1955); Halide Edib Adıvar, Yeditepe (1 Şubat 1958); Hikmet Dizdaroğlu, Varlık (Ekim 1958); Konur Er- top, Dost, (Aralık 1963); Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Ro­man, 2. cilt (1965); Refika Taner-Asım Bezirci, Seçme Romanlar (1972); Fet­hi Naci, Yeni Dergi (Eylül 1973); Şükran Kurdakul, Yazko-Edebiyat (Aralık 1982); Hikmet Çetinkaya, Yılların Tanığı Üç Yazar (1986), Beşparmak Der­gisi, özel sayı (Mayıs-Haziran 1998).

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

İlgili Makaleler