Kimdir

Sabahattin Ali kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Sabahattin Ali kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Gümilcine’nin İğdere köyünde doğdu (25 Şubat 1905). Babası Piyade Yüzbaşı Ali Selahattin’in görev yerlerinin sık değişmesi nedeniyle ilköğreni­mini İstanbul, Çanakkale, Edremit okullarında tamamladı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Çanakkale’de bulunması kişiliği üzerinde derin etkiler bı­rakmıştı. Edremit’e göçtükleri zaman bölge Yunan işgali altındaydı; emekli olan babası maaşını alamıyordu, ilkokulun son sınıflarındayken ayak satıcı­lığı yapmak zorunda kaldı. İlkokulu bitirince (1921) Balıkesir Öğretmen Okulu’na parasız yatılı olarak girdi. Beş yıl bu okulda okudu. İstanbul Öğ­retmen Okulu’nu bitirdi. Bir yıl kadar Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yap­tıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavları kazanarak Alman­ya’da iki yıl öğrenim gördü (1928-30). Dönüşünde Aydın, Konya ortaokul­larında Almanca öğretmenliği yaptı. Konya’dayken bir arkadaş toplantısın­da Mustafa Kemal Atatürk’ü yeren bir manzumesini okuduğu savıyla tutuk­landı (26 Aralık 1932); Konya, Sinop Cezaevlerinde yattı. 29 Ekim 1933’te af yasası ile serbest bırakıldı. Ankara’ya giderek yeniden göreve alınması için M.E. Bakanlığı’na başvurdu. Dönemin bakanı Hikmet Bayur ondan, “eski kanaatlerini değiştirdiğini isbat etmesini” istiyordu. Bu nedenle Varlık der­gisinde (15 Ocak 1934, sayı 13) “Benim Aşkım” adlı manzumeyi yayımla­yarak, Mustafa Kemal’e bağlılığını anlatmaya çalıştı. Aynı yıl Bakanlık “Neşriyat Müdürlüğü”ne alındı. Ankara II. Ortaokul’da öğretmenlik etti. Askerliğinden sonra Devlet Konservatuvarı’nda Almanca okuttu (1941-45).

Sabahattin Ali’nin konservatuvarda öğretmenlik yaptığı bu yıllarda ken­dilerini “Türkçü” olarak tanıtan kimi yazarlar Tasvir, Orhun, Tanrıdağ, Çınaraltı, Gökbörü gibi dergi ve gazetelerde Birinci Dünya Savaşı öncesin­deki ideologlar gibi ulusçuluk kavramını Turancılık, ırkçılık ülküleriyle öz­deşleştirmeye çalışıyorlardı. Gerçekte Türkiye’nin bu kez de Nazi Alman- yası saflarında savaşa katılması yolunda yoğun bir çalışma içindeydiler. CHP’nin “resmi” başyazarı Falih Rıtkı Atay, bu akım karşısında “Biz ide­olojimizden Turancılığı kaldırdık” diye yazarak iktidar partisinin bu konu­daki anlayışını şöyle tanımlıyordu:

Eski Islâm İttihatçılığına benzer bir Türk İttihatçılığı peşinde deği­liz. Fakat bu memlekette tam bir Türk Birliği tek amacımızdır. Ru­meli’nin neresinde Türk varsa, onu bu memleket içinde bizim bütün haklarımızla haklanmış, bütün imtiyazlarımızla imtiyazlanmış gör­mek isteriz. Fakat onlara ulaşmak için sınırlarımızdan bir adım öte­ye gitmek niyetinde değiliz.

(İstanbul dergisi, 1 Aralık 1943, sayı 1)

Irkçı ve Turancı akımın önde gelen kalemlerinden Nihal Atsız’ın “Or­hun” dergisinde yayımladığı bir yazının yarattığı olaylar sonucu, Milli Eği­tim Bakanlığı, Sabahattin Ali’nin görevine son verdi (1945).

Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki görevinden ayrıldıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Aziz Nesin ve Rıfat İlgaz’la birlikte Marko Paşa dergisi­ni yayınladı. Bu dergide imzasız başyazılar yazdı. Bir süre de nakliyecilikle yaşamım sürdürdü. 2 Nisan 1948’de Kırklareli’nin Bulgaristan sınırları dolaylarında öldürüldü.

Edebiyat Yaşamı

Sabahattin Ali’nin ilk şiir ve öykü denemeleri Çağlayan (Balıkesir, 1926), Irmak (Balıkesir, 1928), Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meş’ale (1926-28) dergilerinde yayımlandı. Şiirlerinde hece ölçüsünü kullanıyor, halk ozanlarını severek okuduğu sezilen dizelerinde ilkgençlik duyarlıkları­nı işliyordu. Bu evresinin öykülerinden çoğunu ilk kitabı Değirmen’e (1935) almadı. Nâzım Hikmet, Resimli Ay’da çıkan ilk öyküsünü (Bir Or­man Hikâyesi, Eylül 1930) şöyle sunmuştu:

Benim kanaatımca bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muaz­zam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanış­larını zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.

Tutuklanmadan önce öykülerini Meş’ale (1928), Atsız Mecmua (1931) gibi dergilerde yayımlayan Sabahattin Ali, cezaevinden çıktıktan sonra, özel­likle Varlık dergisinde yazdı. Kanal (sayı 25, 15 Temmuz 1934), Kırlangıç­lar (sayı 40, 1 Mart 1935), Arap Hayri (sayı 44, 1 Mayıs 1935), Pazarcı (sayı 48,1 Temmuz 1935), Kağnı (sayı 53,15 Eylül 1935) öykülerini yayım­ladığı bu dergide şiirleri, çeviri ve eleştirileri de çıktı. 1935-45 yılları arasın­da öykü yayımladığı dergiler arasında Resimli Her şey (Gramofon Avrat, sayı 2, 1935), Ayda Bir (1936), Ağaç (Kafa Kâğıdı, sayı 1, 14 Mart 1936), Yeni Edebiyat (1940), Yurt ve Dünya (1942), Adımlar (1944), Görüşler (Katil Osman, 1 Aralık 1945), Gün dergileri anılabilir. Yurt ve Dünya’da kitap eleştirileri, Aziz Nesin’le birlikte çıkardıkları Markopaşa (ilk sayısı 25 Kasım 1946) adlı gülmece dergisindeki yasal yergi yazıları yayımlamıştır.

Öyküleri

Sabahattin Ali’nin öykücü olarak kişiliğini aradığı 1928-35 yıllarında “Milli Edebiyat” akımına bağlı kalemlerden Yakup Kadri Yaban’da (1932) yaşadığı çevre koşulları içinde kırsal bölge insanım vermeye çalışmış, Reşat Nuri köyden çok değişik insan manzaraları çizmişti. Yer yer toplumcu ger­çekçi anlayışın örnekleri sayılabilecek ürünleriyle Sadri Ertem; Ayaşlı ve Ki­racıları (1934) romanıyla Memduh Şevket (Esendal) kasaba ve büyük kent insanını sınıfsal konumu içinde yakalayabilen Sait Faik, kendilerinden önce­ki girişimleri, yeni boyutlara ulaştıranların öncüleri arasında görünüyorlardı.

Sabahattin Ali, belirgin özelliklerini yansıttığımız bu ortamda 1930’dan sonra yaşamının ve bilgisinin kazandırdığı olanakları öyküye dönüştürmeye çalışmıştır. İlk ürünlerinde görünen “romantik hava”dan kolay sıyrılması, Konya ve Sinop cezaevlerinde karıştığı halktan kişileri iyi tanımasına bağla­nabilir. On altı öyküden oluşan Değirmen’de (1935) Kanal, Candarma Be­kir, Bir Firar, Bir Orman Hikâyesi’nde dikkati çeken kişileri toplumsal sorun­lar içinde yansıtırken, insana özgü durumları çarpıtmaması, gerçeğe uygun­lukla vermesidir. Kanal’da Orta Anadolu köylüsünün susuzluğu, “katı top­raktan bir lokma şey sökebilmek için, sessiz bir dövüş halinde” ilerleyen ya­şam koşullarının belirtilmesiyle tamamlanır. “Sulama idaresi, bu idarenin muhasebecileri, memurları” bu kavganın soyut öğeleridir. Bir gerçek vardır: Su. Suyun çekilmesiyle suya gereksinme duyanlar kendi başlarına kalacaklar, bireysel umar yolları arayacaklardır.

Sabahattin Ali’yi düşündüren toplumsal gerçekse, bir sanatçı olarak duy­gulandıran da gerçeğin omuzlarına bindiği bu umarsız insanlardır. Candar­ma Bekir’de daha etli canlı görürüz bu insanları. Öldüren (Çallı Halil Efe), Bekir’in kişiliğine sinen candarmalığın simgelerinden kurtulmak istemiştir. Yazar bu zorunluluğu, becerisiyle yansıtırken, öldürülenin “Bekir değil Can­darma Bekir” olduğunu unutturmaya çalışır. Bu nedenle öldürülen Çallı Ha­lil’in anısında “Bekirceğiz” olarak yaşar.

Sabahattin Ali’yi daha Değirmen evresinde Sadri Ertem öyküsünden ayı­ran, yakaladığı insana özgü durumları abartmadan, çarpıtmadan verebilme­sidir. Kendini aradığı yıllarda kazandığı bu yetkinlik, sonraki ürünlerinde sa­natının belirgin niteliği olarak görünür. Köy ve kasaba yaşamına bağlı konu­ların önde geldiği söylenebilecek olan öykülerinde özellikle üretim ilişkilerin­den soyutlanmayan “tek parti dönemi”nin insanlarıyla karşılaşırız. Toprak sorunu yüzünden öldürülme olayı içinde kurulu düzene bağlı çoğunluk ağa ve devlet kapısından duyulan korku (Kağnı), yol vergisi (Kafa Kağıdı), sınıf­lı toplumda kadının durumu (Gramofon Avrad), köylüyü baskı altında tut­ma yolunda insansal değerleri sıfıra inen, kendisini her şeye haklı gören candarma (Sıcak Su), çevre ile kişiler arasında diyalektik ilişki göz önünde tutu­larak verilmiştir. Bu tür öykülerde kişilerle çevrenin önde gelen nitelikleri vur­gulanmaktadır. Betimleme ustalığına karşın yazar öykünün dengesini boza­cak öteki öğeler gibi betimlemelerini de, bir ölçü içinde tutmasını bilir. Deni­lebilir ki Sabahattin Ali’nin köylüleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bek­ledikleri toplumsal kurtuluşu bulamayan insanlardır. Nedir ki durumlarını tartıştıkları görülmez onların. Doğa olayları gibi toplumsal olaylar tarafından kuşatılmışlardır. Dirençlerinde, karşı koymalarında bile bireysel olmak zo­rundadırlar. “Müstesna, benzerlerinden ayrı yaratılışta tipler değil, her gün rastladığımız, konuştuğumuz, görüştüğümüz varlıklar”[1] olarak görünürler. Yazar, onların durumlarıyla bizi toplumun yapısını düşünmeye, araştırmaya, sosyoekonomik ilişkiler üzerinde durmaya zorlar. Bu zorlama adına acındır­ma isteğine yenilmediği zaman, toplumu bulunduğu tarihsel an içinde yaka­lama becerisini göstermiştir.

Sabahattin Ali’nin öykülerinde okumuş orta tabaka insanlarıyla da sık karşılaşırız. Bunların çoğu devlet yönetiminde (henüz) ağırlığı olan bürokra­sinin aşağı kademede de görülen “devlet benim” düşüncesindeki bireyleridir. “Yalnız ekmek parası düşünen ve asıl vazifelerini, tefekkürü tamamiyle unu­tarak basit bir makina haline giren bu kafalar”a (Bir Skandal) dışardan öfkeyle bakar Sabahattin Ali. Onların günlük yaşamlarını anlatırken içine yuvarlan­dıkları boşluğu belirtmeye çalışır. Ya da toplumsal çürümüşlüğe karşı koyma bilincine sahip olanla olmayanı yan yana getirir (Düşman). Anılarda yaşayan dostluk duygularının, kişisel sevginin boşluğunu, yetersizliğini vurgular.

Düşman öyküsünde “Çalıştım, faydalı oldum ve ilerledim” düşüncesinde­ki bürokratın, siyasal bir nedenle aranan okul arkadaşıyla tartışırken şöyle sorduğuna tanık oluruz:

“Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?”

Okumuş orta tabakanın bireyleri bencillikleri adına halktan uzaklaşmış kişilerdir. Sorgu yargıçları vardır, para yer (Kazlar). Doktorlar vardır, görev­lerinin doğal sorumluluğunu bile duymazlar.

Sabahattin Ali öyküsünde işçi sınıfının bireylerinin iş koşullarına, sorun­larına değin konular çok sınırlıdır. Bir Gemici Hikâyesi’nde ateşçiler, Mehtaplı Bir Gece’de fabrikada hastalanarak işsiz kalmış bir adamın açlığı işlenirken, yazarın somutlamadan kaçındığını söyleyebiliriz. Bu öykülerde kişilerin yaşarlığı da tartışmaya çok açıktır. Kekemeliğinden ötürü okuya­madığı için ateşçi olan; “celeplikten epeyce para kazanan” dayının ilgisiz kalışından ötürü güç duruma düşen insanların konumunda işçi sınıfının bi­reylerine özgü pek az özellik görünür. Bunun bir nedeni, Sabahattin Ali’nin öykülerini yazdığı, yayımladığı dönemde işçi sınıfının grev, sendika kurma, siyasal örgütlenme haklarının yasaklanması ise, bir nedeni de yazarın bu hakları kazanmak için savaşan işçilerin öncü kişiliklerini tanıma olanağı bulamamış olmasıdır.

Kuruluş Özellikleri

Sabahattin Ali öyküsüne geleneksel öykü anlayışının belirgin özellikleri egemendir. Bu anlamda Ömer Seyfettin kuşağının beğeni düzeyine koşut düzeyde görünür yapıtları, onun da -çağdaş öykümüzün öncüsü gibi- ko­nusuyla etkili olma amacına özen gösterdiğini sezeriz. Bu nedenle öyküyü yan olaylarla geliştirerek “çözüm” aşamasına ulaşıncaya dek, kişilerini top­lumsal çevre, doğa ilişkileri içine koyma zorunluğunu duyar. Bunlar, ço­ğun, toplumsal gerçeğin belirlemesine yarayan öğelerdir. Yer yer duygula­rını kişilerine yansıtmadan kendini alamaz Sabahattin Ali. Ama bu duru­mun kişilerinin zararına olduğu söylenemez. Başkalarından öğrenerek işle­diği konularda bile başarılı olması belki bu nedenledir.

Anlatımda soyut öğeler ve tamlamalara çok az rastlanır. Doğa betimle­melerinde, çok yerinde ve özgün benzetmeler kullanmayı sever.

İnce yapraklar güneşin altında, sıcaktan soluyan bir köpeğin dili gi­bi titreşiyorlardı.

(Kanal,Değirmen)

Kişilerin dış özelliklerini mutlaka en kesin çizgilerle belirtmeyi de sever. Ve sonra gözleri -Kırmızı çilli kapaklar arasında bir granit yosunu­na benzeyen soluk yeşil gözleri vardır.

(Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi, Değirmen)

Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli gözlük tak­mış, yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam…

(Kamyon, Ses)

Şairce abartmalardan kaçındığı için dili soyut sözcüklerden de arınmış­tır. Bu nedenle gerilimden çok, içten içe gelişen acılar, yalın anlatımıyla çelişmemiştir.

Sabahattin Ali’nin 60’ı aşkın öyküsünde köylü kentli kadınlar, mahpus­lar, çocuklar, bürokratlar kendi niteliklerinin yanı sıra, sınıflı toplumun insa­nı olmaktan gelen nitelikleri birlikte yaşarlar. Issız, kendi durumuna bırakıl­mış Anadolu’nun yalnız insanları, idare lambalarının soluk ışıkları altında hüzünlü bakışlarıyla insanlığımızı arar gibidir. Sorma aşamasına bile geleme­miş olan bu insanları (birkaç öykü dışında) gerçeği zorlamadan verir Saba­hattin Ali. Kadınlar vardır onların arasında. Acılarıyla içimize otururlar. Ağa kurşunuyla öldürülen Sarı Mehmet’in anasının (Kağnı) ağır aksak dönen kağnı tekeriyle bitip tükenmez kasaba yollarındaki umarsızlığı, devletle halk arasındaki kopuşmuşluğun simgesi olarak yaşar durur, iki candarmanın sıra­sıyla ırzına geçtikleri Emine Kadının sesi kulaklarımızdadır. Fukara, gezici ti­yatroların Hanende Melek’i oturak âlemlerinin kendilerine bile yabancı ka­lan kadınları, öykümüzün yeniçağ kişileri olarak yerlerini almışlardır.

Sabahattin Ali’nin kişileri belli durumları yaşamak zorunda kaldıkları için, çoğu eylemleri önceden belirlenmiş insanlar olarak görünmezler, peşin amaçlarla yükümlendirilmemişlerdir. Davranışları, durum süreci içinde ol­gunlaşır, doğal çizginin dışına çıkmaz.

Romanları

Sabahattin Ali’den, biri uzun öykü olarak sunulan üç roman kaldı. Ku- yucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna… ilki, Cumhu­riyet öncesinde, özellikle Edremit’te geçer. Kasaba romanıdır, içimizdeki Şeytan, ikinci Dünya Savaşı öncesinde ırkçı-Turancı ideolojiye bağlı oku­muşlarla onlara karşı olan aydınları konu alır. Kürk Mantolu Madonna ise, temelde iki kişinin birbirleriyle ilişkileri, ruhsal durumları işlenen uzun bir öykü niteliğindedir.

KUYUCAKLI YUSUF: Kuyucak’ta babasıyla annesi öldürülen küçük Yusuf, Kaymakam (Selâhattin Bey) tarafından eve alınır. Selâhattin Beyin yeni görev yeri olan Edremit’te okula başlar, bitirmeden ayrılır. Bü­yüdükçe çevresiyle bağdaşamadığı görülür. Özellikle kasabanın ekonomik yaşamına egemen olan ailelerin çocuklarından uzak durur. Kaymakamın kızını (Muazzez) bu şımarık ve her istediğini elde etmeye alışık kişilerin (Fabrikatör Hilmi Beyin oğlu Şakir) sataşmalarından korumaya çalışır.

Karısının (Şahende) yarattığı sıkıntıların etkisiyle kendisini içkiye, ku­mara veren Kaymakam, Şakir’in babasına borçlanmıştır. Şakir’le babası, Muazzez’i elde etmek için alacaklı durumlarından yararlanmak istemekte­dirler. Şahende de kızının Şakir’le evlenmesine can atmaktadır. Nedir ki Yusuf, arkadaşlarından birinin (Ali) babasından Kaymakamın borcunu karşılayacak parayı temin ederek Şakir’in girişimlerini önler. Bu olay dola­yısıyla Muazzez’in kendisini sevdiğini anlamıştır, ama arkadaşı Ali’nin kı­za ilgi duyması nedeniyle duygularını belli etmez.

Bir düğün gecesi Şakir’in tabancasından çıkan kurşunla Ali ölmüş, kasa­banın egemen kişileri katilin cezalanmasını önlemişlerdir. Bu evrede de Yu­suf un Muazzez’den uzak durması, genç kızın, annesinin etkisine kapılarak Şakir’le buluşmaya karar vermesine yol açmıştır. Durumu öğrenen Yusuf buluşma yerine gider, Muazzez’i kaçırır. Evlendirilirler. Selâhattin Bey, Yusufa kaymakamlıkta iş verir. Bir süre sonra da ölür. Yeni gelen Kaymakam, kasabanın egemenleriyle iyi geçinip gününü gün etmeye bakan çıkarcının bi­ridir. Şakir’in babasının isteğine uyarak Yusufu gezici köy tahsildarı yapar.

Erkeksiz kalan Şahende’yse evini kasaba egemenlerinin içkili çalgılı eğ­lencelerine açmış, Muazzez de bu gecelere katılmakta sakınca görmemiştir. Böyle gecelerden birinde Yusuf eve döner; durumu görünce ortalığı birbiri­ne katar, Kaymakamı kırbaçlar, Şakir’i öldürür, olayda yaralanan karısını alır dağ yollarına vurur. Nedir ki Muazzez yaranın ağırlığına dayanamayıp ölmüştür. Yusuf da “içindeki yıkıntılara karşın” yeni bir hayata tutunma­ya çalışmaktadır.

“Neden kumar oynuyor / Bireysel namusun ne denli anlamı var? / Kızı­na olan sevgisi ayakta durma gücünü kazandıramaz mı? / Meşrutiyet döne­minde kimi aydınların yarattıkları savaşım ortamından az da olsa neden et­kilenmiyor?”

Sabahattin Ali’nin ustalığı, olayların akışı içinde bu tür soruların yanıt­larını gerçekliğin dışına çıkmadan vermesi, Selahattin Bey’i yargılayarak ki­şileşmesinin önünü kesmemesidir.

Romanın ilk sayfalarında ana babasının ölüm koşulları içinde karşımı­za çıkan Yusuf ise istem gücünü, gerçeğin gerçek olduğunu bilmesinden alı­yor gibidir. Ölüleri göstererek “Korkmuyor musun?” diye soran Kaymaka­mı, “Anamla babam, nesinden korkayım..” diye yanıtlamasıyla (sf. 10) hem o ânı somutlamış, hem gelecekteki kişiliği üzerinde imgeler yaratmış­tır. Edremit yaşamında kasaba egemenlerinin şımarık çocuklarıyla bağdaşamayan bu kişiliktir. Zeytin işçilerinin “dilini herkesten iyi anlayarak” (sf. 32), onlara “köpek muamelesi” yapılmasına içerleyen de bu kişiliktir. Bu soy insancıl duygular, giderek insanca değerlere götürür onu. Egemen güç­lerin bu değerlere ters düştüklerini gördükçe isyancı, dövüşken, kural tanı­maz olur. Çünkü kurallar, fabrikatör Hilmi Bey ve oğullarının gönüllerinin belirlediği gizli yasalara göre düzenlenmiştir. Bu nedenle gerçeği ortaya ko­yarken kurulu düzenin yüzeysel “terbiye” anlayışının dışına çıkarak, “Anan olacak karı seni ne diye ikide bir Hilmi Beylere götürür ki. Çocuk değil misin, helbet evin şatafatı gözünü alacak.” (sf. 71) diye konuşurken, parasal gücün omurgalaştığı dar bir dünyaya küfür eder gibidir. Bu dar dünyanın sınırlarında “iyiliğini sevip aczine kızdığı, Kaymakamın temsil et­tiği yasaların geçersizliği karşısında yalnız kalmışlık duygularına kapılır Yusuf. Gerçekte halkın yalnız bırakıldığının bilincine vardığı aşamadaki öf­kesine benzer bir dalgalanmadır bu. Kaymakamın kimliğine yön veren or­ta tabaka insanının ahlakına özgü ne varsa onları toptan reddetmesine yol açan da bu öfkedir.

Sabahattin Ali, Yusuf’un Muazzez’e tutkunluğuna bağlı olayları sergi­lerken kasabanın öteki insanları çıkar ortaya. Şahende’nin kişiliğinde, var­sıllara öykünerek, ahlaksal değerleri hiçe sayarak, her koşulu (kızım satma­yı bile) göze alarak sınıf değiştirmek isteyen kadını; Şakir’in kişiliğinde, 1923’lerden sonra kentte kasabada benzerleri daha büyük sayılara ulaşan yeni sınıfın bilincindeki çıkarcı öğelere özgü edim ve ahlakı görürüz.

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN: ilkin Ulus gazetesinde (1939) yayımla­nan bu romanında Sabahattin Ali, 1930’lardan sonra “kapitalist ülkelerde­ki faşistleşmenin hızlanması”na koşut olarak Türkiye’de etkileri artan ırk­çı ve Turancı ideolojiye yandaş grupları, düşün ve eylem adamlarım sergi­lemeyi amaçlar. Roman; Ömer, Macide, Bedri, Nihal gibi genç kişilerin ya­şamlarının bir kesitine dayanarak kurulmuştur. Postanede memurluk yapa­rak yüksekokulda okuyan Ömer başkişi olarak sayılabilir. Ömer, kapitalist toplumda orta tabaka insanının ortak özelliği olarak düşünebileceğimiz ra­hatsızlıklarla benmerkezli bir dünyaya sürüklenmiştir. Nefret ettiğinden kopamayan, değer yargılarına inanmak gerektiği aşamada yersiz kuşkulara kapılan, karar alma zorunda kaldığı yerde doğrulara yan çizen, istem gü­cünü kullanamayan Ömer; ırkçı ve Turancı okumuşların hem düşünsel dü­zeydeki yetersizlikleri, hem ahlaksal nitelikleri karşısında kesin seçimini ya­pan Macide; sosyalist öğretiye bağlılığı edimlerinde de görülen Bedri, İçi­mizdeki Şeytan’ın yükünü paylaşıyor gibidirler.

Romancı, günlük yaşama bağlı ikincil sorunlar karşısındaki tavırları, tepkileriyle tipleştirmeye çalışır onları. Bu nedenle sık sık “sürpriz”ler, yer yer de gerçekliği zedeleyen rastlantılara başvurmak zorunda kalır. Ömer’in ilişkilerine, bu ilişkilerden kaynaklanan olaylara dayanarak dünya görüşü­ne koşut olanaklar arar. 1930’lardan sonra yazar, öğretim üyesi olarak ta­nınan kimi faşizm yanlısı kişilerin adlarını değiştirerek, bireysel zayıflıkla­rını ortaya koyar. Bu ilişkiler, sorunlar, değişen durumlar, bir yandan Ömer’in kişi olarak belirginlik kazanmasına yol açmış, öte yandan İkinci Dünya Savaşı öncesinde okumuş çevrelerden sergilemeler getirmiştir.

KÜRK MANTOLU MADONNA: Kendisinin de “uzun hikâ­ye” olarak nitelediği bu yapıtında Sabahattin Ali, romantik yanı ağır basan bir aşk serüvenini işlemiştir. Yapıtın toplumsal bir bildirisi olduğu söylene­mez. Öykünün başkişisi Raif Efendi’nin yaşamı verilirken “küçük memur”un dönem içindeki özelliğinin yansıtılması dışında bir özgünlüğü yok­tur. Almanya yaşamını anlatan bölümlerdeki ruhsal çözümlemeler bir ölçü­de Raif Efendi’nin somutlanmasına yardımcı olmasına karşın, serüvenin omurgasına egemen olan “romantik” özü değiştirmeye yetmemiştir.

YAPITLARI

KAYNAKLAR: Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt 1, 2. bas. (1968); Vedat Günyol, Dile Gelseler (1966); Sami N. Özerdim, Son Hikâyeler-Esirler (1966), kitabının sonunda Sabahattin Ali bibliyograf­yası; Demir Özlü, Yeni Dergi (Ocak-Şubat 1966); Kemal Sülker, Sabahattin Ali Dosyası (1968); Fethi Naci, On Türk Romanı (1971), Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme (1981); Kemal Bayram Çukurkavakh, Sabahattin Ali Olayı (1978); Asım Bezirci, Sabahattin Ali (1979); Asım Bezirci-Refika Ta­ner, Seçme Romanlar, 5. bas. (1997), Seçme Hikâyeler 4. bas. (1997); Filiz Ali, Filiz Hiç Üzülmesin (1989).

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

İlgili Makaleler