33Sosyoloji Sözlüğü

RÖNESANS

 

RÖNESANS

 

Rönesans, kelime
olarak “yeniden do­ğuş” anlamına gelmekle birlikte, zamanla ve
günümüzde belli bir alanda değil birçok alanlarda gerçekleşen, yenilenerek
meyda­na gelen doğuşu veya oluşumu ifade etmek­tedir. Gerçekten Rönesans
kelimesi belli bir tarihte ve belli alanda farklı düşünme ve davranışı
anlatırken, XVIII ve XIX. yüzyıl­larda daha kapsamlı tanımlamalara konu
olacaktır. Yine Rönesans önceleri Ortaçağ Hıristiyan dünya görüşü ve özellikle
Sko­lastik düşüncenin muhteva, yöntem ve nite­liğine temelde karşıt bir
düşünce, sanat ve yöntem biçimini ifade ederken sonradan bu tutumun kabul
edilmeyerek yeniden (anım-lanması yapılacaktır.

Rönesans, ortaya çıkması
ve etki mey­dana getirmesi bakımından yaklaşık XIV. yüzyıldan başlayıp XVII.
yüzyılın başına kadar devam eden bir süreyi kapsamakta­dır. Önceleri sanat ve
edebiyat alanında başladığı kabul edilen Rönesans, bu alana ait yeni bir
hareket veya akım gibi değerlen-dirilmişse de, sonraki yüzyıllarda özellikle
uygarlık (civilisation) teriminin bilimsel ve disiplin kimliği kazanmasına eş
olarak bir düşünce, külLür ve uygarlık sistemi muhte­vası kazanacaktır. Bu
bağlamda Röne­sans’ın kaynaklan ve bunlara dayalı olarak oluşturulan uygarlık
sistemi, aynı zamanda dünya görüşü niteliğinde algılanacaktır.

Bunun içindir ki,
Rönesans’ın kaynaklan tarihi gelişimi ve geçirdiği değişmeler gü­nümüzde bile
önemini koruyarak yeni tar­tışmalara kaynaklık edebilmektedir. Mic-hlet gibi
tarihçilerin, Jacob Burckhardt gi­bi kültür ve sanat tarihi araştırmacılarının,
Rönesansın bir uygarlık sistemi, dolayısıy­la bir dünya görüşü çerçevesine
oturtulma-sındaki önemli kalkılan Özellikle belirtil­melidir.

Rönesansın oluşumunda
Hümaniz-ma’nm hazırlayıcı ve belirleyici etkisi ke­sindir. Bunun içindir ki
Hümanizma’nın XIV. yüzyılın sonunda kendini duyurmaya başlayan etkisiyle XV.
yüzyılda belirgin hale gelen muhtevası Rönesansın hazırlık dönemi olarak
nitelendirilmiştir. Gerçek Hümanizma’nın yöntemi, konulan, hedef­leri ve özü
Rönesansta da genişleyerek sür­müştür, denebilir. Hatta Hümanizma gide­rek
Rönesansın vazgeçilmez bir unsuru, te­mel bir niteliği şeklini de kazanacaktır.
Öy­le ki, Rönesans düşüncesi Avrupa’nın çeşit­li bölgelerinde farklılaşan
nitelikler kaza­nırken, Hümanizma tersine ortak bir bilince dönüşecektir ve XX.
yüzyılda bile Batı uy­garlığının, biçimsel de olsa devamlı savun­duğu bir ilke
boyutunda tanımlanacaktır.

Kısacası Hümanizma’nın
muhteva ve ni­teliği dikkate alınmadan, en azından belli bir döneme kadar
Rönesans’ın özü açıklıkla kavranamaz. Aynca Batı kültür tarihinde ikinci bir
Rönesans gerçekleştirilmemiş ol­masına rağmen, Hümanizma’nın kapsamı­nın
sınırları genişletilerek ve nitelikleri değişik alanlara uygulanarak yeni
hüma-nizmalar ortaya konulmaya çalışmıştır. Özetle Hümanizma, dolayısıyla
Rönesans kavramları üzerinde zaman zaman açılan tartışmalar, bu kavramların
özünün kesinlikle sınırlandırıcı tanımlamalara kavuştu­rulamadığını, tartışma
dönemlerine göre görece bir içerik taşıdığına işaret sayılmalı­dır. Böyleyken
Hümanizma ve Rönesans olgularının belirgin ve genel kabul görmüş niteliklerinin
bulunduğunu belirtmek ge­rekmektedir.

Rönesans terimi bu
bakımdan biri dar, Öteki geniş iki anlamda tanımlamayı zorun­lu kılmaktadır.
Dar anlamında Rönesans “Antik çağ üzerindeki incelemelerin yeni­lenmesi,
yeniden doğması” olarak tanım­lanmaktadır. Görüldüğü gibi bu tanım açık
olmadığı gibi, maksadı da tam olarak ortaya koymaktan uzaktır. Eğer bu tanımla
yetini-lecek olursa Orta Çağ Skolastik düşüncesi, hatta İlk çağın son dönem
düşünceleri, me­sela İskenderiye okulu düşüncesi de Röne-sansın kapsamı içinde
mütalaa edilmelidir. İslam düşüncesi de belli bir dönemde Antik Çağ üzerinde
durmuş ve önemli görüş ve anlayışların ortaya konulmasını gerçekleş­tirmiştir.
Dolayısıyla Rönesans ile ilişkilen-dirilmesi yoluna gidilmelidir. Oysa böyle
bir akıl yürütme doğru olmadığı gibi amaca da uygun düşmez. Gerçi İslam
düşüncesi, Rönesans’ın oluşmasında Önemli bir etkide bulunmuştur, ancak bu etki
bütünüyle farklı düzlemde incelemeye konu edilebilir ve mutlaka edilmelidir de.
Öte yandan, Batı Orta Çağ Skolastik düşüncesi hiçbir zaman Antik Çağ
felsefesinden uzak kalmamıştır. O halde Rönesans’ı dar anlamında tanımla­mak
yeterli olmamaktadır.

Geniş anlamda Rönesans
ilk çağ ile orta çağ kültürel birikiminin yeni bir biçimde oluşturulması ve
yeni bir insan anlayış ve yorumunun tarih alanına çıkmasıdır. Bu an­lamda
Rönesans, Orta Çağ ve yeni çağlar arasında gerçekleştirilen ilişki nedeniyle
bir geçiş dönemi olma özelliğini de dışa vurmaktadır. Gerçekten Rönesans dönemi
orta çağın belirli özelliklerine karşı oluşan tepkiyle birlikte yeni çağın
yönünü gösterir. Ancak orta çağdan bütünüyle de koptuğu söylenemez. Aynı
şekilde yeni çağın özel­liklerini, en azından Öz halinde barındır­makla
birlikte hazırlayıcı bir ortam olma ni­teliği taşır. Bu bakımdan Rönesans
dönemi kendine Özgü dünya görüşleri, değerler sis­temi, bunlara dayalı kurumlan
olan iki dün­yadan birinin sönmesini, çözülmesini, öte­kinin ise doğuşunu ve
kuruluşunu bir kesiş­me noktası gibi yansıtır. Nitekim Orta Ça­ğın düşüncenin
belli alanlarında etkisi sü­rerken, aynı zamanda Orta Çağa tepkilerin ve
oluştuğu ve açıkça ortaya çıktığı görülür. Ayrıca Rönesans bir geçiş dönemi
olmak bakımından canlı, coşkulu, insanın, eşyanın ve dünyanın yeniden
tanınması, bilinmesi ve keşfi hususunda alabildiğine bir merakı ve heyecanı
kapsar.

Rönesansın bir geçiş
dönemi olma özel­liği, onu mekan, ortam ve şartlar yönüyle Avrupa düşünce
tarihi içinde özel bir konu­ma yerleştirmeyi gerekli kılmaktadır. Rö­nesansın
mekan veya ortamı Latin-Cerman İnsan, toplum ve ülkelerin sınırlandır ve
gerçekleşmesi de bu ortamda oluşmuştur. Sözgelimi Doğu Roma, yani Bizans ve
onun kültürel mirasına sahip olma duru­munda bulunan Slav toplumları Rönesans
kültürünün oluşmasında etkili olmadıkları gibi, ancak çok sonraları bu kültürü
almaya çalışacaklardır.

Burada tarihçilerin
ısrarla naklettikleri bir olguya dikkat çekmek gerekmektedir. O da, Rönesans’ın
İtalya’da ortaya çıkmasında önemli bir nedenin, Türklerin 1453’te İstan­bul’u
fethetmeleriyle, Bizans devletinde yaşayan düşünür, bilim adamı ve sanatçıların
italya’ya göçetmeleridir. Bu göç nedeniyle Rönesans dönemi arasında sıkı bir
ilişkinin bulunduğu söylenmek istemektedir. Fakat burada, üzerinde
düşünüldüğünde temel çe­lişkiler hemen ortaya çıkmaktadır. Eğer Bi­zans
devleti, Türklerin 1453’te İstanbul’u fethetmelerinden önce, düşünce, bilim ve
sanat alanında güçlüyse, kültürel birikim canlı ve yetkin bir scviyedeyse,
bunun etki-sinin güçlü bir şekilde kendini duyurması gerekirdi. Oysa Bizans
Devleti, değil İstan­bul’un felhi sırasında, çok öncelerden beri kültürel
bakımdan belli bir özellikte gözük­memektedir. Yani yeni bir dönemi hazırla­yıcı,
başlatıcı bir kültürel birikimin varlı­ğından söz etmek zordur. Kaldı ki
Batıya, İlalya’ya göç eden Bizanslıların düşünür ve bilim adamı olmaktan çok
belli seviyede Hıristiyan teologu oldukları düşünülmeli­dir. Trabzonlu Basilius
Bessarion (1403-1472) ile hocası Gemistos Georgios Plet-hon Bizanslı teologlar
içinde Önde gelenler­dir. Temel çalışmaları Platon ve Yeni Pla-tonculuk ile
Aristotelesçiliğın Hristiyan inancıyla bağdaştırılmasıdır. Ayrıca Bessa-rion’un
İstanbul’un fethinden önce Roma’ya gittiği de bu arada belirtilmelidir. Fakat Bi­zanslı
teolog ve bilginlerin, İtalya’da uyan­maya başlayan Antik Çağ hayranlığının ih­tiyaç
duyduğu yunanca metinleri sağlama­ları ve yunancanın öğrenilmesinde önemli
katkılarının bulunmaları dikkate alınmalı­dır. Sadece bunların Rönesansı
hazırlamış olduğu şüphesiz söylenemez. Bessarion’un Floransa’da kurduğu Platon
Akademisi’nı de bu çerçevede görmek gerekir. Çünkü başta ttalya olmak üzere,
Avrupa’nın bazı ülkelerinde bilimi, sanatı ve düşünceyi des­tekleme ve koruma
merkezleri zaten oluşmaya başlamıştı. Demek ki, Türklerin is­tanbul’u
fethetmeleriylc göç eden Bizanslı düşünür ve bilginlerin Avrupa’da Rönesan­sı
hazırladıkları iddiası pek gerçekçi değil­dir. Üstelik Doğu Hıristiyanlığı, bu
arada Bessarion da Roma Katolik Hristiyanli-ğı’yla birleşmeyi hiçbir zaman
istememiş­lerdir. Bu İddia Türklerin ve Müslümanla­rın bilim ve düşüncenin
değerini takdir et­mekten uzak kaldıklarının dolaylı yoldan ifade edilmesi
maksadını taşır görünmekte­dir. Bu bakımdan da gerçekle ilintisinin bu­lunduğu
kabul edilemez.

Öle yandan Rönesans’ın
başlangıç tarihi de, tarihçilerin ileri sürdükleri gibi belli bir tarihi olaya
dayandırılamaz. Bu düşünce ta­rihinin, belli bir düşünce etkinliğinin ortaya
çıkışı ve bitişinin tarih biliminin öngördüğü kıstasla açıklamasının yanıltıcı
olmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan Rönesans İtalya’da belli bir mesafe
katcünişken, Kuzey ülkele­rinde, özelle Fransa’da, Almanya veya Hol­landa’da
henüz başlamıştır. Aynı şekilde Rönesans’ın çeşitli sanat, bilim, yaşayış
tarzları gibi alanlarda etkisini duyurması da değişik zamanlarda
gerçekleşmiştir. Söz­gelimi sanat ve bilim alanında ortaya çıkan gelişmeler
etkili olurken, ekonomik ve po­litik alanlarda henüz etkili olmaya başlaya­bilmiştir.

Bu açıklamalar
gözönüne alındığında Rönesans’ın hazırlayıcı nedenlerinin XIII-XIV. yüzyıllarda
oluştuğu söylenebilir. Bu noktada İslam düşünce ve biliminin etkisi sözkonusu
edilmelidir. Gerçekten Ortaçağ skolastik düşüncesinin mahiyet ve yönte­minden
farklı bir etkinin ancak Rönesansı hazırlayabileceği, bu etkinin de ancak İs­lam
düşünce birikiminden kaynaklanabile­ceği doğal olarak ileri sürülebilir. Bunu
biHm alanında gözlemleme* mümkün olduğu gibi, teorik düşünce ve felsefe
konularının kapsamının genişlemeye başlamasıyla be­lirtmek de mümkündür. Çünkü
İslam dü­şüncesi Skolastisizmi kendi içinde kapsam ve yöntemi açısından
sararken, Rönesans ile yeniden anlaşılmaya başlanacak Avrupa kültürünün asli
kaynağı olan Antik kültü­rün yeniden keşfini ve yorumunu da getire­bilecektir.
Skolastisizmin son dönemi, yani sönüş dönemi filozoflarında ve onların ko­nulan
ele alış tarzlarında bu durumu gör­mek mümkündür. Nitekim Rönesans düşü­nür ve
düşüncesinin çelişkili niteliği burada bir ipucu verebilir gözükmektedir.

Bundan önce
hazırlayıcı olarak Nomina­lizmi anmak yerinde olur. Nominalizmde tümellerin
(külli, universalia) değil de, tek tek şeylerin gerçek olduklarını, dolayısıyla
tek tek varlıkların bir gerçekliği söz konusu olduğundan, bilginin kaynağı da
deney ol­mak gerekir. Bilginin kaynağı deney kabul edildiğinde ise, ne Tanrı’yı,
ne ruhu, ne de evreni sadece akılla açıklamak mümkün olamaz. Aynı şekilde Tann,
ruhun varlığı, evrenin yedi günde yaratılmış olduğu gibi inanç esaslarını da
dinin, yani Hristiyanlı-ğın doğmalarına dayandırmak ve isbat edil­melerine
çalışmaksızın bir inanç olgusu olarak benimsemek gerekmektedir. Böyle­ce
Rönesans düşüncesinin doğuşuna doğru önemli bir adım Nominalizm tarafından
atılmış olmaktadır. (Bkz. Nominalizm).

Rönesans düşüncesinin
oluşumunda Skolastik felsefeye karşı başlatılan tepkinin hedefi, bu felsefeyle
özdeş kabul edilen Aristoteles ve Aristotelisçilik olacaktır. Gerçi Skolastik
felsefenin oluşumunda Pla­ton ve yeni platonculuğun etkisi bulunmak­la
birlikte, skolastiğin yükselme ve sistemlere dönmesinde Aristotalcs klavuz rolü
oy­nayacaktır. Fakat bu dönem Aristotales fel­sefesi gerçek Aristoteles’in
düşüncelerine dayanmıyordu. Gerçek Aristoteles’in ve eserlerinin tanınması
ancak XII. ve XIII. yüzyılda Müslüman düşünürlerin, özetle Farabi, İbni Sina,
İbni Rüşd vb. lanıtma ve yorumlarıyla yeniden keşfedilmeye başla­nacaktır. Buna
rağmen Aristotales felsefesi adı altında Platon ve Yeni Platoncu unsurlar belli
oranda etkili olabileceklerdir ki, Röne­sans’ta bu etkiyi bir süre izlemek
mümkün­dür. Arİstolclesçi skolastiğin dogmatik an­layışına karşı Plalon’un adı
etrafında yeni bir akım belirmeye başladı. Cosimo Medi-ci’nin sarayına 1438’dc,
Platon’un coşku de­recesinde hayranı olan ve bütünüyle Doğu Hristiyanliğinin
zihniyetini taşıyan Geor-gios Gemistos Plethon (1355-1450) gelerek bir Plathon
Akademisi kurmaya Cosimo Mcdici’yi ikna eder. Cosimo’dan sonra Me-dici
ailesinin temsil eden Lorenzo Medici ve Juliano Medici dönemlerinde
Floran-sa’da sözkonusu Akademi etkinlik sağla­maya başlar. Platonculann bir
toplanma mekanı olan Akademi sadece İtalya’da de­ğil, bütün Avrupa’nın bilim
çevrelerine Pla­ton üzerine ortaya çıkan incelemeleri yay­gınlaştırmaya başlar.
Plclhon’un öğrencile­ri arasında, Özellikle Trabzonlu kordinol Basilius
Bessarion (1403-1472), Akademi­nin müdürü, Platon ve Plotinus’un eserleri­nin
laünceye çevrilmesinde başarılı olan Marsilius Ficinus vardır. Fakat bunlarda
Yeni Platonculuğa karşı aşın bir düşkünlük de sözkonusuydu. Bu tutum Picodella
Mi-randola (1463-1494)’da, Alman hümanisti Reuchlin (1544-1522) ve
Nctlesheim’li Ag-rippa’da daha yoğun görülmekle birlikte ay­nıca Yahudi
kabbalacilığından gelen unsurkırla da karıştırılmıştı.

Bunun yanında
İtalya’da Padua Üniver-sitcsi’ndeki Aristotclcsçilcr, bu platoncula-rın
etkilerinden kendilerini alıkoymuyor­lar. Öyle ki, Aristotelesçi skolastik
yorum­cuları küçümsüyorlar, eski Yunanlı yorum­cuları örnek almaya
çalışıyorlar.

Skolastiklerin aksine
Aristoteles’in Me­tafizik ve Fizik’i yerine bilgi teorisini ve Özellikle de
psikolojisini, ruh öğretisini tar­tışıyorlar. Hatta Aristotelesçiler başlıca
iki gruba ayrılıyorlar: İbni Rüşdçülcr ve Afro-disiash İskcndcrciler, İbni
Rüşdçüler, İbni Rüşd ile Aristoteles’in panteist yorumuna eğilim
gösterirlerken, İskenderciler daha çok natüralist yorumuna yöneliyorlar. Fa­kat
her iki grub ruhun ferdi ölümsüzlüğünü reddederken, İbni Rüşdçüler ruhun
akleden kısmının ölümden sonra küllü evren ruhuna döneceğini ve böylece ölümsüz
olduğunu savunuyorlar. İskendcrci yorumu, Engizis­yonun kararıyla yakılan
“Tractatus de im-mortalitate animae: Ruhun ölümsüzlüğü hakkında” ki
eseriyle en başarılı şekilde temsil eden Petrus Pomponatius (Pictro Pomponazzi,
1462-1524)’dur. O ferdi ru­hun ölümsüzlüğünün inkar edilmesinin hiç­bir zaman
ahlakî tehlikeye düşürmeyeceği­ni, tersine gelecektesi Ödül ve cezalandır­mayı
dikkate almadan iyiliğin iyilik olarak yapılmasını sağlayacağını ileri sürer.
Başka eserlerinde Pomponalius mucize anlayışını ve irade özgürlüğü sorununu
tartışır. Porta (Ölümü: 1555), Scaliger (1484-1558), Fer-rare ve Padua’da
profesörlük yapan Cre-monini (1552-1631), Padua’da profesör olan ZabareHa
(1533-1589), ruh konusunda olduğu gibi Pomponatius’un “liberal”
Aris-totelesçilİğini XVI. yüzyılı boyunca sürdü­receklerdir.

Öte yandan Napoli’de
Acadcmia Telesi-ana veya Coscnlina isimli okulun kurucusu Coscnza’h Bernardino
Tclesio (1508-1588) ve (dil ve edebiyat) hem Paracel-sus’un ve Cardanus’un
gizli bilimiyle yetiş­miş olanlar, kozmolojik görüşlerinde Ionia ekolünün doğa
felsefesine yaklaşırlar. Tc-lesio’nun etkisini Giordono Bruno ve Fran-çis Bacon
taşıyacaklardır.

Böylece İtalya’da
Antik kültüre karşı uyanan ilgi ve araştırıcı zihniyet yeniden Aristoteles’i,
Plotonu, Parmcnidcs ve Em-pedoklcisi güncelleştirirken, Kuzey ülkele­rinde,
özellikle Fransa ve Almanya’da, Michcl de Monlaignc (1533-1592), Picrrc Charron
(1541-1603), François Sanchcz (Ölümü: 1632), Lamothe-Levager (1586-1672),
Pyrrhonizmi, Kuşkuculuğu, Justus Lipius (1547-1606) ve Kaspar Schoppc
(1576-1649), Ciccro ve Seneka aracılığıyla Stao felsefesini, Pierre Gassendi
(1592-1655) atomculuğu yenilemeye girişecek­lerdir. Özellikle Lorenzo VaJIa
(1408-1457)’nin önderliğinde Skolastiğin biçim ve anlatım tarzına karşı ciddi
ve küçümse­yici bir akım oluştu. Bu akım işlenmiş bir-dil, kavramcılık yerine
objenin, gelerek ye­rine de bağımsız eleştirinin konulmasına çaba
gösterecektir. Nitekim Valla’mn İncil çeviri ve araştırması Yeni Çağ reformunun
önemli unsurlarından biri olacaktır.

Bütün bu gelişmeler
Antik kültürün ye­niden keşfiyle birlikte yeni bir insan, anla­yışında
odaklaşacak oradan tabiatın yeni bir bakış açısı ve yöntemle incelenmesine
yönelecek, bilimlerin yöntem açısından ve araştırma bakımından kurulmasını
sağla­yacak, toplum, siyaset ve devlet olgularının tartışılmasında yeni
görüşlerin oluşmasını hazırlayacaktır. Keza din ve ahlak alanındada yoğun tartışmalar
bütün bu gelişmelerle bağlantılı olarak gündeme gelecektir. Bu arada açık
denizlere yönelmek başta olmak üzere dünyanın dön bir yanma yelken açan gemiler
yeni keşiflere neden olurken, eko­nomik alanda da Avrupa’nın hızlı bir geliş­me
döneminin kapısını aralıyacakUr.

Antik kültürün yeniden
özümlcnmesiy-1c Rönesansta ortaya çıkan ilk sorun “insan sorunu”
olmuştur ki, bunu Hümanizm ola­rak tanımlıyoruz. HaVla Rönesans dönemin­de
oluşmaya başlayan dünya görüşünün ilk ve birinci derecede önemle dayandığı temel
Hümanizma’dir. Skolastiğin bütünüyle karşıtı bir şekilde Hümanizma kilise dışın­da
bulunan kültür adamlarınca oluşturuldu. Yunan-Roma düşünür, bilgin, edebiyat ve
sanatçılarından ilham alarak yeni bir insan prototipini tanımlamaya çalışanlar,
Özetle Danle, Pctrarca, Boccaccio’nun önderliğin­de Gianozza Monetti, Leonardo
Bruni, Marcilius, Ficinus, Picodella Mirandola, Lorenzo Valla, Coluccio
Salutati’de temsil­cilerini buldu. Erasmus, Montaigne, Tho-mas Moree, François
Rabelais, Miguel de Cervantes, Christopher Marlovve vb. Hu-manizma’yı çeşitli
alanlarda yaygınlaştırıp tartıştılar. Orta çağ Skolastiğinin fert olarak insanı
tanımayan anlayışına karşılık Röne­sans ferdi temel olarak insan anlayışını bu
doğrultuda konumlandırmak istiyordu. Fert olarak insan, skolastikte olduğu
gibi, ilk günahın kefaretini ödemek, pahasına eş­yadan, dünyadan, evrenden ve
hatta kendi kendisinden soğutlanmıyor, tersine bunlar ile kurulması gerekli
ilişkiyi yüceltiyordu. Dolayısıyla eşyayla, dünyayla ve insanın kendi kendisiyle
kurduğu bu yüce ilişki ay­nı zamanda onu da yüceltecekti. Çünkü in­san tek
yanlı algılanmış bir arınmayla ruhsal ve ahlakî yücelmesini gerçekleştirmez.
Onun için beden ile ruh ilişkisinde sağlana­cak denge her ikisinin de değerli
oldukları­nın bilincine varmayı şart koşmaktadır. Gerçeklen Rönesans sanatında
olsun, ede­biyatta olsun, bilim ve felsefede olsun insan bedenini mükemmel
ölçüler, görkemli tas­virler doğal ve tutkunlu duyguların aydın­lattığı ve
yücelttiği bir varlık şeklinde orta­ya konur. İnsanın istekleri, tutkuları, sko­lastiğin
aksine, baskı altına alınıp engellen­me yoluna gidilmeyerek doğal ve özgür bir
biçimde dışa yansıtılmaya ve etkinliği vur­gulanmaya çalışır. Böylece yeni bir
insan, yeni bir değerler sistemi, farklı bir ahlâk ve evren anlayışı
Hümanizmanın oluşumunu tamamlar. Bu insan, ferdiyetçi olduğu gibi, akılcı ve
yaşama sevinciyle doludur. (Bk. Hümanizma)

Rönesans Hümanizmasımn
getirdiği anlayış, insanın doğayı ve evreni yeni bir gözle görmesine yol açar.
Gerçekten Hü­manist yazarların ortak Özelliği, amaçladık­ları bu yeni insanın
doğaya karşı tutuklu yö­nelmesinde kendini gösterir. Bu da doğa felsefesi ve
doğa bilimlerinin gelişmesinde temel oluşturur.

Rönesansta doğa
felsefesi ve bilimleri, doğanın, nesnelerin, evrenin ve bunlarla ilişkili
olayların anlaşılmasında ve yorum­lanmasında bütünüyle karşıt bir dünya gö­rüşünü
ileri sürme imkanı verecektir. Orta çağ skolastiğinde doğa, kutsal olmayan, de­ğer
bakımından aşağı olan bir alandır. Onun için insanın doğal yapısı ve özellikleri
or­tadan kaldırılmak istendiği gibi, genel ola­rak da doğa aşağı ve hor
görülen, insanlık dramının geçtiği bir sahne olarak algılan­mıştır. Bu
anlayışın temelinde Aristoteles fiziği ve Ptolcmaios kosmolojisiyle Kutsal

Kitabın öngördüğü bazı
doğmalar ve Gale-nos’un tıb bilgisi vardı. Aristotelesin fizik veya doğa
görüşünde gökyüzü cisimleriyle yeryüzü cisimlerinin Öz bakımdan ayrılığı
sözkonusudur. Gökyüzü sonsuz yeryüzü sonlu bir dünyadır; birincisinde hareket
de sonsuz ve daire şeklinde, ikincisinde hare­ket sonlu ve doğru çizgi
şeklindedir. Aristo­teles’in fiziğini kozmolojisine temel alan Ptolemaios’a
göre dünya hareketsiz olup güneş, ay vb. gibi gök cisimleri dünyanın etrafında
dönerler. Ayrıca her gök cisminin hareketi kendine göredir, dolayısıyla evren­de
sayısız dünyalar vardır. Orta çağ skolas­tiği Aristoteles-Ptolemaios görüşüne
dinsel bir kimlik kazandırarak Kutsal Kitab’a uy­gun yorumlarla desteklemiştir.
Hatta top­lumsal yapının, yani Feodalitenin varlığını da bu anlayışa dayanarak
değişmez ve kut­sal ilan edecektir.

Rönesans doğayı,
sırlarla dolu ve araştı­rılarak bu sırlarının keşfedilmesi gereken bir dünya
kabul eder. Doğanın bilgisini elde edilmesi, sırların keşfedilmesi insanı güçlü
kılacağı gibi, aynı zamanda bilgelik derece­sine de yükselecektir. Aynca, doğa,
tek bir esas gücün oluşturduğu canlı, dinamik bir birliğin ifadesidir ve
sonsuzdur. Sonsuz olan doğa, sonsuz olan Tanrıyla Özdeş hal­de kavranılmaya
çalışılacaktır. Ficino ve Mirandola, insandaki sonsuzluk duygusu­nu, insan
ruhunun ölümsüzlüğüne delil gös­terirken bu görüşten hareket ediyorlardı.
Doğanın ve evnenin sonsuzluğu ve birliğini Giordano Bruno, Kopernikus değişik
yönlerden ifade etmeye çalışırlar. Fakat on­dan önce doğayı, skolastikten
farklı bir şe­kilde yorumlayan Alman filozofu Nicolaus Cusanus başlayacaktır.
Bir geçiş dönemi düşünürü olan Cusanus skolastik mistisizmiyle Rönesansın yeni
doğa bilgisi ve matematiğin ilk başlangıçlarını birleştirir. Ona göre Tanrı ile
doğa aynı şey değildir, çünkü Tanrı’da karşıtlar birleşmişken, do­ğada zaman ve
mekan içinde ayrılmışlardır. Doğa, Tann’da tam bir birlik halinde birleş­miş
olanın bir evrimidir. Böylece Cusanus doğa konusunda “evrenin ilerleyen
bir ev­rim süreci olduğu” düşüncesiyle hareket kavramını ortaya atar.
Sonsuzluk kavramı da sonsuz değişmeler ile algılanacaktır ki, bu bilginin
göreceli olduğu sonucuna ula­şır, Ayrıca Cusanus gök ve yer arasındaki yapı
ayrılığının ortadan kaldırılmakta, bun­lar için aynı kanunların ve şartların
hüküm sürdüğünü ve doğanın dinamik bir birlik ol­duğunu ileri sürecek, en
azından Rönesan­sın bu konuda ortak bir ilkesine işaret ede­cektir. Doğanın
dinamik birliğinin araştırıl­ması, ana-kuvvetlcrinin bulunmasına, bu da doğaya
hakim olunmasını gerektirecek­tir. Fakat doğaya hakim olma, ilk zaman­larda
sihir yoluyla elde edilmeye çalışacak­tır. Büyük evren (makrokosmos)’in araştı­rılması
ve bilgisinin elde edilmesi, küçük evren (mikrokosmos) yani insanın da araş­tırılması
ve tanınması demektir.

Bu anlayışı, özel adı
Thcophrastus Bom-bastus von Hohenheim (1493-1541) olan Paracelsus’da görmek
olasıdır. Ona göre doğa biliminin temeli tiptir. Çünkü insan bedenindeki doğa
güçlerini öğrenen hekim, aynısını “Büyük doğa”da bulur. Felsefe de
doğa bilgisinden başka bir şey değildir, an­cak bu doğa kitaplardan değil,
bizzat canlı doğadaki varlıkların, yani doğanın incelen­mesiyle gerçekleşir. En
yüksek bilim olarak tıb, felsefe, astronomi ve teoloji gibi üç te­mel üzerinde
kurulur. Her varlıkta içkin olarak bulunan “Archeus” özel ruh ya da

hayat ilkesinin
desteklenmesi ve kötü ruh­lardan korunması gerekir. Ayrıca Tanrısal ruh
(Vulcanus) olarak nitelenen bir kuvve­tin bütün olarak evrene yayıldığını
Parace-lius ileri sürer. İşte önemli olan her şeyin Archeus’unu bilmektir ki,
bunu da en iyi he­kim olan kimse yapabilir. Paraceisus’un gö­rüşlerini
Hollandalı Johnn Baptist von Hel-mont geliştirecektir. Nettesheimli Agrip-pa’yı
da bu arada zikretmek gerekir.

Doğanın tanınması
alanında, özellikle deneyci yöntemi de geliştiren Bernardino Telesio’nun
Rönesans bilimi ve yönteminin gelişmesinde ayrıca önemi vardır. Doğa an­cak
özgür bir şekilde ve sırf deneye dayana­rak araştırılırsa anlaşılabilir.
Milanolu Car-dano ve Francesko Patrizzi de Telesio’nun görüşlerini paylaşırlar.

Bu temeller üzerinde
yükselen Rönesan-sın doğa felsefe ve bilim anlayışı Kaperni-laus’ta
güneş-merkezli monist evren görü­şünde tam ifadesini bulurken, Tycho Brahe,
Kepler, Newton gibi doğa bilimcileri ve astronomlarda sistem haline dönüştürüle­rek
yeni çağa getirilir. Doğa bilimleri ala­nında yöntem konusunda da Ceonordo
da-Vinci, Galilei Galileo ve Francis Bacon da bütünlüğünü sağlar.

Rönesans’ın devlet,
siyaset ve hukuk alanında yeni görüşlerin oluşmasını başta Niccolo Macchiavelli
olmak üzere Fransız Jean Bodin, Hollandalı Hugo Grotius (Hu-go de Groot), Alman
Johannes Althusius, tngiliz Thomas More, italyan Tommaso Campanella
hazırlayacaklardır.

// Principe (Hükümdar)
adlı ünlü eserin­de Macchiavelli “kuvvet”e dayanan ulusal devlet
düşüncesini tartışır. Devlet bir ulusa dayanmıyorsa, yeter gücü de elde etmiş,
do­layısıyla kiliseye (Katolik Kilise’sine) bağlı

olması gerekmez. Keza
hukuku da kilisenin otoritesinden anndırmalıdır. Devletin ba­şında bulunan
kimsenin biricik amacı dev­leti yaşatması ve gücünü arttırması olmalı­dır. Bu
amacı gerçekleştirmede, hertürlü araç meşrudur ve din, ahlâk ve hukuk da
devlete bağlı olmalıdır, gerektiğinde bunlar da bir alet olarak
kullanılabilmelidir. Dev­letler hukuku, uluslararası hukuk kuralları­nın
bağlayıcı özelliği Macchiavelli’nin

 anlaşyışında yer bulamazlar.

Six Livres de la
republique (Devletin Al­tı Kitabı) yazarı Jean Bodin hükümdarlık (Monarchie)
üzerinde durur ve aristokra­siyle demokrasinin iyi yönlerinin karışı­mıyla
ortaya çıkacak olan mutlak monarşi­nin en ideal devlet biçimi olduğunu ileri sü­rer.
Bu devlet biçiminde vicdan özgürlüğü Önemli bir yer tutar. Toplumun huzurunu
amaç bilen bu devlette gücü sınırsız olan hükümdar, ahlâk ve doğal hukuk
kuralla­rıyla sınırlıdır ve ancak Tann’ya karşı so­rumludur. Devletin
belirleyici özelliği ise hakimiyet (sourerainete)’dir; bölünmez, başkasına
devredilemez ve sınırlandırıla­maz.

Grotius De iure belli
et pacis (Savaş ve Banş Hukuku Üzerine) adlı eserinde, Stoa felsefesinden gelen
pozitif hukuk (ius çivi­le) iîe doğal hukuk (ius naturale) arasında ayrım
yaparak, doğal hukuklar devletin te­meli kabul eder. Doğal hukukun kaynağı
insan aklıdır ve pozitif hukukun üstünde, onun ideali olmak bakımından
bağlayıcı mahiyettedir. Grotius’un bu anlayışı son­raki yüzyıllarda ve Fransız
Devrimi dönemi yasalarında etkili olacaktır.

Halkın yüceliği
görüşünü ileri süren Jo­hannes Althusius “halk egemenliği düşün­cesini
demokratik devlet anlayışının temeli olacak şekilde hazırlar.

îdeal devlet görüşünü
Utopia adlı ese­rinde roman tarzıyla anlatan Thomas More ise, bir anlamda
sosyalist devlet anlayışının temelini atar. Ancak, bu ideal devlet Pla-ton’un
“Devlet” adlı diyalogunun etkisini taşır ve ahlakilik ilkesine
dayanır. Campa-nella’nın Civitas Solis (Güneş Devleti) de aynı bağlamda değerlendirilir.Francis
Ba-con’ın Nova Atlantis (Yeni Atlantis)i ütopik bir eser olmakla birlikte,
devleti bilimsel verilere göre tanımlamayı amaçlar. Bu ve benzer görüşler,
Rönesans’ın yeni devlet ta­nımını temellcndirmek isterlerken, toplum­daki üstün
otoritesinin tek bir kişinin uhde­sini, monarkın hakimiyetini, kralın veya
prensin konumunu ve yetkilerini tartışmaya başlamışlardır. Onun için bu
düşünürler Monarchomach’lar, karşıtlarına da anti-monarchomachlar olarak
nitelendirilirler.

Monarchomach’ların savundukları
gö­rüşler, Machiavell’nin devleti hükümdar ile özdeşleştiren anlayışını aşar
niteliktedir. Gerçekten bunlar monarkın sınırsız yetki­lerle donatılmış bir
“efendi” olmadığını, bir görevli olduğunu, hakimiyete sahip olan ise
halk olduğunu; monarkın belli yetkilerle devleti yönetmek üzere halk tarafından
gö­revlendirildiğini, yetkinin kaynak ve sınırı­nı da halkın iradesinden
doğduğunu ileri sü­rerler. Yetkinin kötüye kullanılması, sınırın aşılması
durumunda, halkın “ayaklanma­sı”, yani isyan hakkı doğar. Özellikle
İngi­liz aydınlanmasının önderi durumunda olan Locke’da temellendirilen
“Direnme Hak­kının kaynağı Monarchomach’ta kadar git­mektedir.
Althusius’un önemi burada orta­ya çıkmaktadı. Fransız filozofu Jean-Jacqu-es
Rousseau’nun devlet, insan hak ve özgür­lüğü “Genel irade”, en iyi
yönetim biçimi

konularında ileri
süreceği görüşlerini Alt­husius’un görüşleriyle bağlantısı bu bakım­dan
önemlidir. Doğal olarak Bodin ile Alt-husuis’un hakimiyet kavramına ve fonksi­yonlarına
verdikleri anlam da karşıt tezler olmaktadır.

Rönesans’ın din ve
ahlâk konusundaki anlayışı da skolastikten farklı olduğu gibi, bizzat
Hristiyanlığın yorumlanmasında, Hristiyan Etik’inin yeniden açıklanmasında
farklılık gösterecektir. Din, kilisenin otori­tesi gözönüne alınarak kavranan
ve yaşanan bir olgu olmaktan çıkartılacak, bizzat fert­lerin kutsal metinleri
anlamaları ve yorum­lamaları gerçek dini yaşantı bakımından tercih edilecektir.
Aynca kilise ve ruhbanın dinin esaslarını Tann’yla kui arasında akta­ran bir
görev üstlenip üstlenmiyeceği soru­nu yoğun bir şekilde tatışılacaktır. Reform
hareketi bu bakımdan Rönesans’ın din ala­nına yansıması şeklinde görülebilir.
(Bk. Reform) Rönesans’ın dini kavrayışı da akıl ilkesine bağlıdır. Tann’yı,
vahyi, peygam­berliği, semavi belli bir dinin anlayışına gö­re değil, insanın
doğasına yani aklına göre tanımlanmaya çalışılır. Bu din anlayışının temeli
stoa felsefesine kadar gider ve “do­ğal din” ya da “akıl
dinî” şeklinde nitelendi­rilir. Bu din “akim ışiğı”yla kavranan,
“ak­lın ışığı”yla ulaşılandır. Bu konuda Jean Bodin ile İngiliz
Hcrbert of Cherbury (1581-1648)’nin belirleyici yerleri vardır. Bodin Coüogium
Heptapl omares (Yedile­rin Konuşması) adlı eserinde, farklı din­lerden olan
yedi kişinin tartışması sonucun­da her bir dinin ancak bir göreve doğru ol­duğunu,
kurtuluş ve mutluluğun ancak akıl ve doğa yasası aracılığıyla gerçekleştiğini
ileri sürer. Dolayısıyla pagan dinlerin de, vahiy kaynaklı dinlerin de
dogmalarına gerek yoktur, insanda doğal olarak bulunan “tek din” buna
yeterlidir. Çünkü bütün in­sanlarda bir Tanrı’ya, ahlaki bilince, Özgür­lüğe,
Ölümsüzlüğe ve öte dünyada hesaba çekilmeye inanç vardır. Cherbury ise de
Veritate (Hakikat Üzerine) adlı eserinde “doğal din” anlayışını
temellendirmek ve açıklamak ister. Akıl din alanında yetkili ve bağımsız
olduğuna göre vahiy de aklın öl­çüsüne uymalıdır. Her dinin temelinde beş doğru
bulunur: En yüce bir varlık, bir Tann vardır; bu varlığa tapmalıdır; bu
tapmanın ezası, erdemi gerçekleştiren bir dindarlık­tır, günah ve suçun cezası
pişmanlıkla Ödenmelidir, öte dünyada bir ödül ve ceza­nın olacağı
beklenmelidir. Bunlara aykırı emirler ve yasaklar hurafe sayılmalıdır.
Cherbury’e göre tarihi dinler insandaki bu doğal dini zedelemiş, asliyeüni
ahrif et­mişlerdir.

RÖnesansın resim, heykel
ve mimarlık, hatta şehircüik alanlarında getirdiği ruh, us-lüb ve anlayış da
dayanılan yeni insan anla­yışının bu alanlarda bir yansımasıdır.

Ahlâk bakımından
Rönesans, akılcı, in­sanın bedensel istek ve tutkularını yargıla­mayan, hemen
her ferdin ahlaki bilincini te­mel alan bir Etik’in oluşturulmasına çalışır.
Rönesans döneminde tek bir ahlâk felsefe­sinden değil, birçok ahlak
öğretilerine açık ahlâk felsefelerinden söz etmek yerinde olur.

İsmail KILLIOĞLU