Kimdir

René Descartes kimdir? Felsefesi hakkında detaylı bilgi

René Descartes kimdir? Felsefesi hakkında detaylı bilgi: Düşünce  tarihine  daha  genel  bir  perspektiften  bakıldığında,  Ortaçağ  felsefesi,  değer  temelli  ve teleolojik bir dünya görüşüne bağlanması, maddeyi ve dolayısıyla bilimi tümden unutup, tinsel olanı ve teolojiyi tahta çıkarması dolayısıyla bir uca yerleştirilebilir. Bu yapıldığında, Hobbes’u da değer yüklü bakış  açısını,  dünyanın  geleneksel  dini  veya  teleolojik  yorumunu  bilimsel  dünya  görüşü  veya  yeni mekanik felsefe lehine bütünüyle reddettiği için diğer uca yerleştirmek gerekir. İşte Hobbes’un çağdaşı olan René Descartes (1596-1650) bu  iki karşıt uç arasında bir orta yol bulma, bilimle dini bir şekilde uzlaştırma, modern dünyada bilim ile dini bir şekilde barıştırma çabası içine girmiştir. Bununla birlikte, onun  bu  çerçeve  içinde  bulduğu  çözüm  fazlasıyla  diplomatik  bir  çözüm  olmuştur. Çünkü Descartes gerçekliği  ikiye bölerken, bilim  ile  teoloji ya da dinden her  ikisini de bir şekilde korumuş, ama dinin yerini  oldukça  sallantılı  hale  getirirken,  aklı  ve  bilimi  her  şeyin  nihai  yargıcı  yapıp,  bütünüyle tartışılmaz  ve  sağlam  bir  zemine  oturtmuştur.  Buna  göre,  artık  Galileo  ve  diğer  modern bilimadamlarının fiziki dünyanın doğasıyla ilgili keşiflerinin ışığında görülmeye başlanan dünyada dine bir  yer bulmak  problemi  söz konusu  olduğunda,  onun  izlediği yolun  zemini  tamamen  istilacıya  terk etmek olduğu kabul edilir.

Aslında Descartes, sadece Bacon’dan değil, Hobbes’tan bile daha moderndi. Bacon ve Hobbes gibi, geleneği,  geleneksel  bilgeliği  reddetmekle  kalmadı;  dünyanın mekanizasyonu  düşüncesine  onlardan daha  fazla  katkı  yaptı.  Fazladan  dünyanın  matematizasyonuna  çok  daha  güçlü  bir  biçimde  vurgu yaparken,  felsefede özneden veya birinci şahsın bakış açısından yola çıkıp, modern dünyanın  inşasını özne  eliyle  gerçekleştirdi.  Gerçekten  de  Descartes  kurulu  düzenin  entelektüel  otoritelerinin, üniversitelerdeki uzmanların dünyayla ilgili olarak gerçek bir kavrayıştan yoksun oldukları, sadece hiç kimsenin  işine yaramayan, modası geçmiş düşünceleri aktardıkları veya yaydıkları konusunda, Bacon ve Hobbes’la  bir  ve  aynı  düşünüyordu. Yine,  onlarla  ve  hatta  günümüzün  insanıyla  hayata,  evrene, kısacası  her  şeye  ilişkin  sağlam  bir  bilgi  ve  kavrayışa  ancak  doğabilimi  yoluyla  ulaşılabileceği düşüncesini  paylaşıyordu. O,  işte  bu  çerçeve  içinde  çağında,  öncelikle  doğabilimi  diye  geçen Doğal Tarih  anlayışına,  bitkileri  gözlemleyip,  gözlemlenebilir  karakteristikleri,  davranışları  ve  kullanımları temeli  üzerinde  sınıflayan  Aristotelesçi  araştırma  tarzına  karşı  çıktı.  Bu  tür  bir  araştırma  tarzının değersiz olduğunu, dünyaya dair gerçek bir kavrayış vermediğini öne süren Descartes, bilgide  tam ve gerçek  bir  reformu  amaçladı;  geleneksel  bütün  kategorileri  reddederek,  onların  yerine  Kepler  ve Galileo  gibi  bilimadamlarının  tarafından  icra  edilen  bilimin  yeni  kategorilerini  geçirmenin mücadelesini verdi.

Nitekim  o,  bu  amacı  doğrultusunda,  gerek ontoloji ve gerekse epistemolojide, modern  felsefenin seyrini  baştan  sona  belirleyen  adımlar  atmıştır. Gerçekten  de Descartes ’a  göre,  doğal  dünya  tek  bir şeyden, mekânın her yerine yayılmış olan maddeden meydana gelir. Şeyler arasındaki farklılığın,  tek bir  nesnenin  veya  maddenin  farklı  düzenleniş  tarzları  veya  aynı  maddenin  farklı  zamanlarla  farklı yerlerdeki farklı eyleme biçimleriyle açıklanması gerektiğine inanan Descartes ’ın terminolojisiyle ifade edilecek olunursa, sadece tek bir maddi töz vardır ve farklı nesneler olarak gördüğümüz şeyler arasında gerçek ya da tözsel hiçbir farklılık yoktur. Demek ki Descartes, Ortaçağ’ın büyük ölçüde Aristoteles’e dayanan bireysel ve genel tözler sistemi olarak dünya görüşünü yıkıp, bunun yerine evrenin her tarafına yayılmış  maddi  bir  tözden  meydana  gelen  kendi  dünya  görüşünü  geçirirken,  modern  kültürün belirleyici fikirlerinden birini öne sürer. Bu dünyadaki herhangi bir şeyi anlamak için onu her ne ise o yapan  gizemli  öze,  bu  biricik  bireysel  varlığın  tikel  veya  kendine  özgü  karakteristiklerine  bakmak yerine,  genel  olarak maddenin  doğası  ve  davranışı  yoluyla  ortaya  konacak  evrensel  bir  açıklamanın peşine düşmemiz gerekir. Çünkü sıkı, determinist ve evrensel yasalara göre düzen kazanan maddenin eylem tarzı doğada olup biten her şeyi açıklar.

Descartes  için maddi  tözün  davranışını  ve  dolayısıyla  evrendeki  bütün  fiziki  süreçleri  açıklayan yasalar, elbette hareket yasalarıdır. Ona göre, evrenin her yerine yayılmış olan maddenin sahip olduğu yegâne  özellikler  basit  mekanik  özellikler  olup,  evrendeki  bütün  doğal  süreçler  üç  temel  ve  basit mekanik  yasasının  sonucu  olarak ortaya  çıkar. Bu  üç  yasa  da  sırasıyla  eylemsizlik,  düzgün doğrusal hareket  ve  hareketin  korunumu  yasalarıdır.  Buna  göre,  yeryüzünün  varlığa  gelişi  ve  yıldızların hareketinden,  ışığın  yayılımına  ve  kalp  atışına  kadar, maddi  dünyadaki  her  şey, maddi  tözün  farklı alanlarının aynı mekanik yasalara göre etkide veya eylemde bulunma tarzlarının kaçınılmaz bir sonucu olduğundan,  bütün  doğal  süreçler  maddenin  farklı  parçalarının  mekanik  özellikleri  yoluyla açıklanabilir.

Maddi dünyanın mekanizasyonunu bu şekilde, Hobbes’un düşüncesine benzer terimlerle ifade eden Descartes,  bundan  sonraki  noktada  söz  konusu mekanik  özelliklerin,  etkileşim  ve  süreçlerin  sadece matematiksel  bir  dille  ortaya  konabileceğini  öne  sürerken,  büyük  ölçüde  kendi  özgünlüğünü  ortaya koyacak  şekilde  maddi  doğanın  veya  dünyanın  matematizasyonunu  gerçekleştirir.  Maddenin  veya dünyadaki  bir  nesnenin,  bilimadamı  açısından  veya  dünyaya  ilişkin  sağlam  bir  kavrayış  için  önemli olan  yegâne  yön  ya  da  özellikleri,  Descartes ’a  göre,  büyüklük,  şekil  ve  harekettir. Dünyanın  nihai gerçekliğini, maddeyle  birlikte  ifade  eden  bu  özellikler,  ancak  duyumsal  olmayan, matematiksel  bir tasvir  yoluyla  ortaya  konabilir.  Bu,  pek  çoklarının  söylediği  üzere,  Descartes ’ı  modern  çağın  ilk filozofu yapan en önemli özellik ya da katkı olmak durumundadır. Aristoteles için matematik, özellikle doğal  dünyada  hiçbir  kullanımı  olmayan  bir  bilgi  türünü  temsil  etmekteydi. Zira Aristoteles’e  göre, fiziki dünya, form ve maddenin karışımından meydana geldiği  için matematizasyona elverişli değildi. Platon  açısından  ise, matematik gerçekliğe uygulanabilir bir  şey olmakla birlikte, gerçekliğin kendisi onun  için duyusal ya da fiziki dünyadan başka bir varlık alanında bulunuyordu. Doğanın akılsallığını matematiğe  indirgeyen  bu  yepyeni  ve  modern  bakış,  Kopernik  ve  Galileo  gibi  bazı bilimadamı-filozoflar  bir  tarafa  bırakılacak  olursa,  hemen  tümüyle  Descartes ’ın  eseridir.  Doğanın konuştuğu dil matematiksel bir dil olup; çember, üçgen ve doğru çizgi bu dilin heceleridir. Bu dil, ona göre,  sadece  gözlem  verilerini  kavramak  bakımından  yararlı  değildir;  söz  konusu matematiksel  dil, gerçekliği kavramanın yegâne anahtarı olmak durumundadır.

Söz konusu determinist ve matematiksel açıklama modeli, insan vücudu ve hayvanların hayatları da dahil olmak üzere, bütün doğal fenomenler için geçerli olmakla birlikte, bazı beşeri özellikler bu tür bir açıklamaya  uygun  düşmez.  Sözgelimi  Descartes  akılyürütme  ve  anlama  yeteneğinin,  maddenin parçacıklarının  mekanik  hareketi  ve  etkileşimi  yoluyla  açıklanamayacağını,  matematiksel  bilginin doğanın mekanik  yasaları  tarafından  hiçbir  şekilde  vücuda  getirilemeyeceğini  öne  sürer.  Salt  insana özgü bu karakteristiklerin, onların mekanik bir biçimde  işleyen bedenlerine  ek olarak,  farklı yasalara tabi olan başka bir şeye daha, yani bir rasyonel ruha sahip olmaları olgusuyla açıklanabileceğini söyler. Söz  konusu  rasyonel  ruh, maddi  olmayan  bir  gerçeklik  olması  dolayısıyla,  hiçbir mekanik  sistemin ortaya  çıkaramayacağı  birtakım  melekelere,  irade  etme  ve  anlama  yeteneklerine  sahip  olur.  Yine maddesiz olduğu  içindir ki parçalara ayrılıp  yok edilemez; bu yüzden, o, Tanrının  insan bedenindeki sureti olacak şekilde, ölümsüzdür.

Descartes meşhur uzlaşımını  işte  böyle gerçekleştirmiş; özellikle  de  ruhani otoritenin, yeni bilim telakkisiyle  büyük  ölçüde Kilisenin  kontrolü  altındaki mevcut  eğitim  düzenini  alt  üst  ettiği  ve dinin temellerini sarstığı iddiasına karşı kendisini ancak bu şekilde savunabilmişti. Buna göre, doğaya ilişkin gerçek  bilgi  ve  kavrayışın  duyumsal  olmayan,  matematiksel  bir  kavrayış  olduğunu  iddia  eden Descartes bir yandan da Aristotelesçilerin duyumsal bilgi anlayışından kaçıp mekanik dünyaya  ilişkin matematiksel  bir  kavrayış  ve  yoruma  geçerken  aslında  hayvani  doğamızdan  uzaklaşıp,  Tanrıya, Tanrının yarattığı varlıkla ilgili bilgisine kendi tarzımızda yaklaştığımızı söylüyordu.

(a) Amaç ve Program

Descartes,  bir  yanda  geçmişten  gelen bilgeliğin  veya  Skolastik  düşünüşün,  diğer  tarafta  ise  hem Francis Bacon gibi  filozofların, doğru yola girilmesi durumunda, bilime ve  teknolojiye  çok kısa süre içinde  ulaşılacağı  inancının  ve  hem  de  bütün  bilgi  iddialarını  kuşkuyla  karşılayan  yoğun  bir Septisizmin  hüküm  sürdüğü  bir  çağda,  işe  sıfırdan  başlayıp  bilgi  ağacını  yeni  baştan  dikmek  veya yaratmak  istemiştir.  Üstelik  bunu  dünyanın  çok  hızlı  değiştiği  ve  her  alanda  eski  inançların sorgulanarak,  yerlerine  yeni  inançların  öne  sürüldüğü  bir  çağda  yapmaya  kalkışmıştır.  Mezhep savaşlarının devam ettiği bu çağda, bilim alanında da eskiden kabul edilmiş teoriler reddedilerek, yeni teoriler öne sürülmüştü. Kısacası, eski inanç ve görüşlerle yenileri arasında her alanda hüküm süren bu kavgaya  Descartes ’ın  kendisi  de  esas  felsefe  ve  de  epistemoloji  alanında  katılmış  ve  felsefenin kendisinden sonraki seyrini büyük ölçüde değiştirmiştir. Bununla da kalmayıp, bütün bir bilgi ağacının üzerinde  yükseleceği  toprak  ya  da  zemini  de  yeni  baştan oluşturma  amacı  gütmüştür. Ve  o  nihayet, bütün bu amaçlarını gerçekleştireceği yeni bir yöntem, bir araştırma yöntemi arayışı içinde olmuştur.

Eğitimli  pek  çok  çağdaşı  gibi,  Descartes  da  Aristoteles  felsefesiyle  Hıristiyan  öğretinin  bir sentezinden oluşan Skolastik gelenek  içinde yetişmişti. Okuldan mezun olunca Aristotelesçi  felsefeyi reddeden Descartes, bu  felsefenin özellikle, cisimlerin hareketini onların  içsel eğilimleriyle açıklayan doğa  anlayışına karşı  çıktı. Aristotelesçi  doğa  felsefesinin  temelinde  bulunan ve  cisimlerin doğuştan getirdikleri davranış eğilimlerine göndermede bulunan anlayışa karşı çıkarken, cisimlerin hareketlerini ve özelliklerini onları meydana getiren küçük parçacıkların şekil, büyüklük ve hareketleriyle açıklayan mekanistik dünya görüşüne bağlandı. Düşüncesindeki  bu  büyük değişime,  Jesuit kolejinde  öğrendiği hemen her şeyi terk etmiş olmasına rağmen, bir şey ondan hiç ayrılmadı. Bu da bilginin sistematik bir tutarlılığa  sahip  olduğu  görüşü  ya  da  inancıydı. Nitekim, Descartes  her  şeyin  birbirine  karşılıklı  bir ilişki içinde sıkı sıkıya bağlı olduğunu, bu yüzden bir şeyi diğerlerinden yalıtlayarak ele almak yerine, her  şeyi  bir  arada  öğrenmenin  gerekli  olduğunu  sürdüğü  Felsefenin  İlkeleri  adlı  eserinde  bütün unsurlarıyla  tutarlı  bir  bütün  meydana  getiren  bilgi  idealini,  felsefeyi  kendisine  benzettiği  ağaç metaforuyla ortaya koydu:

Skolastik  geleneğin  bilgi  anlayışını  reddettikten  sonra, Descartes ’ın  temel  amacı  veya  en  büyük projesi, bütünüyle seküler bir araç olan akıl aracılığıyla, sağlam bir köke, apaçık ve tartışılmaz ilkelere dayanan  bir  doğru  önermeler  sistemi,  parçaları  arasında  organik  ilişkilerin  bulunduğu  yepyeni  bir sistem, bir bilgi ağacı meydana getirmek olmuştur. O, kendisini Skolastiğin bir  tarafıyla Aristotelesçi diğer taraftan Hıristiyan sentezini, temel kavramları madde-form olan bir doğa felsefesine değil de her şeyin  şekil,  büyüklük  ve  hareket  aracılığıyla  açıklanmak  durumunda  olduğu  mekanist  bir  cisim anlayışına  dayanan bir  yapı  olarak  yeniden  ancak  böylelikle  ortaya  koyan  biri  olarak  görme  imkânı bulabilmiştir. Descartes ’ın  söz  konusu  bilgi  ağacının  çok  önemli  bir  özelliği  de  onun  gündeme  getirdiği  bilgi türlerinin veya bilimler sınıflamasının hiyerarşik organizasyonudur. Birlikli bir bütün meydana getiren; ilişkisiz  ve  birbirlerinden  yalıtlanmış  doğrulardan  değil  de  birbirleriyle  karşılıklı  olarak  ilişkili  olan hakikatlerden oluşan bir bilgi sisteminden hayatı boyunca hiç bıkıp usanmadan söz eden Descartes, bu bilgi bütününü bir düzen içinde inşa etme mücadelesi vermiştir. Bilgi ağacı metaforunun da gösterdiği gibi, Descartes  açısından  bilgi, metafizikle, metafiziğin  kendisi  de  benlikle  başlar. Bu  düzen  içinde, benlikten  daha  sonra  Tanrıya,  Tanrıdan  da  cismin  bilgisine  ulaşılacağını  dile  getirir. Bu,  sözgelimi cismin  yer  kaplama  olarak  ifade  edilen  doğası  ve  doğa  yasaları  türünden  genel  hakikatleri,  fiziki dünyayla  ilgili  tikel  doğruları  temellendiren  fiziğin  sadece  ve  sadece  metafizik  tarafından temellendirilebileceği  anlamına  gelir.  Fiziğin  kendisi  ise,  insan  vücudunun  bilgisi  olarak  tıp, makinelerin  bilimi  olarak  mekanik  ve  cisimleşmiş  zihnin  bilimi  olarak  ahlak  türünden  uygulamalı bilimleri temellendirir.

Kartezyen  programın  önemli  bir  diğer  özelliği  de  onun  tek  bir  güç  veya  seküler  otoriteye dayanmasından oluşur. Ona göre, Aristoteles  felsefesiyle Hıristiyan öğretinin Skolastik  sentezi, başta duyuların  otoritesi,  antik metinlerin  veya Aristoteles’in  otoritesi  ve  hocaların  otoritesi  olmak  üzere, aynı anda birçok otoriteye dayanmaktaydı. Oysa Descartes, kendi bilgi sisteminde, bunun yerine tek bir otoriteye dayanmak, düşüncesini  sadece  kendisine  ve Tanrının ona  vermiş olduğu  akla  dayandırmak istedi. Onun noktainazarından sadece akıl gerçek kesinliği verdiği  için bu elbette doğru bilginin kesin olduğu anlamına gelmek durumundaydı.

Duyuların,  antik  metinlerin,  kadim  filozofların  ve  hocalarının  otoritesine  dönük  bu  reddiye, Descartes ’ın düşüncesini  ve  sistemini birkaç yönden  çok  temel  bir  biçimde  etkilemiştir. Bunların  en önemlisi  ise, Descartes ’ın sisteminin,  işte bundan dolayı, benliği bilginin başlangıç noktası olarak öne süren meşhur “Cogito argümanı”yla başlamasıdır. Bu her şeyden önce, en azından  iki eserinde birinci şahsın  ağzından  konuşan  Descartes ’ta,  felsefenin  benlikten  ya  da  modern  özneden  yola  çıktığı; epistemolojinin  ontoloji  karşısında  öncelik  kazandığı  anlamına  gelir. Onun  söz  konusu  tavrı  üç  ayrı radikal  tez  ya  da  öğeyi  içerir:  (1) Her  inancın,  doğru  olduğu  kanıtlanıncaya  kadar,  yanlış  sayılması gerektiği konusunda ve kuşku yöntemi üzerinde ısrar etme. (2) Aklı tümüyle ayrı bir alan olarak görme; bu  tavır, kendi kişisel deneyimimizin dışındaki, kendi zihin hallerimizden bağımsız bir dünyayı nasıl bilebildiğimizi  ve  bilebildiğimiz  zaman  da  dış  dünyayı  bildiğimizi  nasıl  bilebildiğimizi  açıklama problemine  yol  açacaktır.  (3)  Deneyim  ve  bilginin  nesnelliğini  sağlarken,  yine  birinci  şahsın  bakış açısında, birinci şahsın bakış açısından bilgi ve deneyim üzerinde ısrar etme.

(b) Yöntem

Bütün  modern  filozoflar  gibi,  gelenekle  olan  bağını  kopartan;  felsefeye  yeni  bir  doğa  ve  bilim anlayışı  temeli  üzerinde,  özneden  hareketle  yeni  bir  başlangıç  yapmaya  kalkışan  Descartes,  bilgi ağacının farklı unsur ya da dallarının bilgisine ulaşmak için önce yöntem konusunu ele alır. Burada da tümevarım  yöntemi  olarak  bildiğimiz  yeni  aracını  öne  süren  Bacon  ve  Galileo’dan  yola  çıkarak geometrik  yöntemi  öne  süren  Hobbes,  kısacası  bütün  modern  filozoflar  gibi,  Descartes  da  esas itibariyle  matematikten  yola  çıkarak  yeni  bir  yöntem  önerir.  Skolastik  felsefenin  bilginin  bilinen nesnenin  yapısına  göre  farklı  türlere  ayrıldığı  görüşünü  reddedip,  insanın  bilme  yetisinin,  kendisine neyi konu alırsa alsın, hep aynı kaldığı  için  temel bir yapısı olması gerektiğini ve dolayısıyla, bilgide esas  önemli  olanın  doğru  yöntem  olduğunu  öne  sürerken,  bilginin  yöntem  bakımından  birliğini savunur.

Yunanlılar,  özellikle  de Parmenides  ve  Pythagorasçılarla  başlayıp,  Sokrates  ve  Platon  üzerinden Aristoteles’e  kadar  uzanan  ana  gelenek  itibariyle,  insanın  doğuştan  getirdiği  bir  güç  ya  da meleke olarak  aklın  gerçekliği  kavramak  bakımından  uygun  ve  yeterli  bir  araç  olduğuna,  fakat  onun  bütün insanlarda eşit olmadığına inanmışlardı. Ortaçağ düşüncesi veya Hıristiyan ya da Müslümanlar ise, bu ikisinden  aklı  pek  dikkate  almazken,  esas  eşitliği  öne  çıkardılar;  bütün  insanların  Tanrı  tarafından yaratılmış varlıklar olmaları hasebiyle, O’nun karşısında değer bakımından ve ahlaken eşit olduklarına inandılar. Descartes doğru bilgiye ya da hakikate erişmeye uygun bir araç olarak aklı bütün insanlarda eşit  hale  getirirken,  bütünüyle  farklı  bu  iki  vukuftan  iyi  bir  sentez  çıkardı. O,  görüş  farklılıkları  ve yanlışların entelektüel güçlerimizi doğru ve yerinde kullanmamıza imkân verecek iyi bir yönteme sahip olmamamızın,  bu  güçleri  geliştirme  fırsatı  bulamamamızın  bir  sonucu  olduğu  kabulünde  bulundu.

Doğru yöntemin bu eksiği gidereceğini ve dolayısıyla eğitimin bütün insanları aydınlanmış ve sorumlu yurttaşlar haline getireceğini düşündü.

Aklın Güçleri

Descartes için yapılması gereken şey, şu halde çok açık olmak durumundadır: Bir, aklımızın temel yapısını,  sahip  olduğumuz  entelektüel  güçleri  ortaya  koymak;  iki,  bu  güçleri,  onlara  gereği  gibi  yol gösterecek kurallarla ya da yöntemle  teçhiz  etmek. Bir  17.  yüzyıl  rasyonalist  filozofu ve de  analitik geometrinin kurucusu olarak Descartes, her  ikisi  için de matematiğe başvurur. Çünkü o, matematiğin birtakım temel özelliklerinden çok etkilenmiştir. Bu çerçeve içinde, matematikte onu en fazla etkileyen şey  matematiğin  yöntemsel  ve  kavramsal  bakımdan  sergilediği  açıklık  ve  dakiklik,  matematiksel kanıtlamaların kesinliği ile matematikteki akılyürütmeden sağlamlığı ve pekinliği olmuştur. Buna göre, matematikte  kullanılan  tümdengelimsel  yöntem,  her  şeyden  önce  kendilerinden  hiçbir  şekilde  kuşku duyulamaz birkaç önermeyi, kanıtlama söz konusu olmadan, doğru kabul etmekten ve bu önermelerden yola  çıkarak  adım  adım  ilerlemekten,  yani  akıl  yürütmekten  oluşur;  bu  süreç  içinde  adımların kendilerinden  de  asla  kuşku  duyulmaz.  Descartes ’a  göre,  bu  yöntemi  kullanarak,  yalnızca  basit  ve apaçık olan kabullerde bulunmak, yine yalnızca, basit ve apaçık olan akılyürütmeleri gerçekleştirmek ve nihayet ne basit ne de apaçık olan sonuçlara ulaşmak mümkündür.

İkinci  olarak,  matematikte  çıkarımlar,  gözlem  yapmaya  ya  da  deneyler  gerçekleştirmeye  bağlı değildir.  Matematiğin  tümdengelimsel  yöntemine  göre  yapılan  çıkarımların  geçerli  ya  da  geçersiz oldukları yalnızca akıl yoluyla belirlenir; bu çıkarımların ampirik yöntemlerle test edilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Bu, matematiğin  temel doğruları  için de geçerlidir.  İkiyle  ikinin  toplamının dört yapıp  yapmadığı  gözlem  ve  deneyim  yoluyla  değil  de  yalnızca  akılyoluyla  bilinir.  Matematik  ve mantık, Descartes ’ın da savunduğu gibi, yalnızca insanın akıl yürütme yetilerine bağlıdır.

Matematiğin  ve matematiksel  akılyürütmenin  söz  konusu  iki  özelliğinden  yola  çıkan Descartes, insan zihninin matematikte nasıl işlediğine bakmıştır. Bu incelemesi, ona insan zihninin iki temel gücü bulunduğunu gösterir. Bunlardan birincisi,  insan zihnine apaçık doğruları,  tartışılmaz  ilkeleri, açık ve seçik düşünceleri, hiçbir kuşkuya yer bırakmadan ve dolayımsız olarak bilme imkânı veren entelektüel sezgidir. Bir kavrayış  faaliyeti olarak sezgi özel bir duygu olup, ayrıca akılyürütmelerimizde bize yol gösterir,  yanıldığımızı  ya  da  doğru  bir  sonuca  ulaştığımızı  bildirir. Aklın  ikinci  gücü,  sezgi  yoluyla bilinen apaçık doğrulardan yeni ve başka doğrular  çıkarma ve böylelikle de bilgimizi  artırma  imkânı veren dedüksiyon ya da  tümdengelimdir. Matematik Descartes ’a göstermiştir  ki  insan zihni  birtakım doğruları açık ve seçik olarak kavrayabilmektedir (sezgi). Ve yine, insan zihni bildiği bazı doğrulardan hareket  edip  düzenli  bir  şekilde  ilerleyerek,  bu  doğrulardan  henüz  bilmediği  başka  doğruları türetebilmektedir (tümdengelim). Buna göre, biz sezgiyle bazı doğruları açık seçik olarak ve doğrudan kavrarız. Tümdengelimde  ise bu doğrulardan  kalkarak başka doğrulara bir  süreçle, zihnin  sürekli ve kesintiye uğramayan bir hareketiyle ulaşırız.

Yöntem Kuralları

Hal böyle olduğuna göre, yapılması gereken şey, ikinci olarak bu iki güce, onların kesin bilgiye ve sağlam  sonuçlara  ulaşmalarını  sağlayacak  bir  yöntem  temin  etmek,  uyacakları  kuralları  formüle etmektir. Dört  kuraldan  oluşan  yeni  yöntemi, Descartes  önce  kabaca Aklın  İdaresi  için Kurallar’da, biraz  daha  gelişmiş  ve  ayrıntılı  olarak  da  Metot  Üzerine  Konuşma’da  ortaya  koyar.  Kurallardan birincisi,  “doğru  olduğu  açık  ve  seçik  bir  biçimde  bilinmeyen  hiçbir  şeyi  doğru  kabul  etmemek gerektiğini”  bildiren  ünlü  “Apaçıklık Kuralı”dır.  İkincisi  “düşünceleri mümkün  olduğu  ve  gerektiği kadar  bölümlere  ayırmak  gerektiğini”  öne  süren  “Analiz Kuralı”dır. Üçüncü  kural,  “bileşik  şeylerin bilgisine  en  basit  ve  anlaşılması  en  kolay  şeylerden  başlayarak  yükselmenin  önemine  işaret  eden” “Sentez Kuralı”dır. Sonuncu kural ise “bütün bu işlemler sırasında hiçbir şeyin unutulmadığından emin olmak için eksiksiz sayımlar yapmak gerektiğini” bildiren “Sayma kuralı”dır.

Descartes ’ın  sonradan  belli  bir  temelcilik  ile  metodolojik  kuşkuya  indirgeyeceği  söz  konusu yöntemin  gerisinde  hiç  kuşku  yok  ki  birtakım  kabuller  bulunur.  Bir  kere,  her  şeyden  önce  bilginin Descartes  tarafından  ortaya  konan  hiyerarşik  yapısıyla,  yani  bilginin  en  nihayetinde  doğruluğundan kuşku duyulamaz bir sezgiyle sonuçlanacak metafiziksel bakımdan temel birtakım hakikatlere dayanan hiyerarşik bir yapı sergilediği anlayışıyla söz konusu yöntem arasında yakın bir ilişki vardır. Yöntemin gerisinde ikinci olarak belirli hakikatlerin sezgi yoluyla bilinmesi imkânına beslenen sarsılmaz güven, birtakım  düşüncelerin  doğruluklarının,  gözlem  veya  mantıksal  çıkarıma  dayandırılmak  yerine, dolayımsız olarak bilindiği  inancı bulunur. Yöntemin keşfedileceği bu türden bir doğrunun ilk örneği, Descartes ’ın kendi varoluşuyla ilgili hakikat olacaktır. Yöntemin gerisinde, üçüncü ve en önemli husus olarak, aklın doğal ışığına beslenen inanç bulunur.

Temelcilik

Epistemolojiye  ve  felsefeye  Descartes ’la  giren  bu  yeni  yöntem  ve  bilgi  anlayışına  göre,  bilgi sisteminin,  temelleri  sağlam  bir  binaya  benzer  şekilde  sağlam  temellere  dayanması  gerekir.  Daha doğrusu,  temelcilik bir yapının sağlamlığını ve yıkılmazlığını iki şeye bağlar: Sağlam bir  temel ve bu temele  güçlü  sütunlarla dayanan bir üstyapı ya  da  kesin,  tartışılmaz,  doğruluğu  apaçık  ilk  ilkelerden oluşan  bir  temel  ve  bu  temele mutlak geçerli  çıkarımlarla bağlanmış doğrulardan oluşan  bir üstyapı. Temelcilik  anlayışına  göre,  temel  bir kez  sağlam  atıldıktan  sonra; geri kalan  kısım,  yani  üstyapı, bu sağlam temelden birtakım mantıksal çıkarımlar yapılmak suretiyle elde edilir. Temeli sağlam olmayan bina nasıl her an çökmeye eğilimli  ise, aynen bunun gibi çürük (yanlış) temeller üzerine bina edilmiş bir epistemik inanç sistemi de çökmeye mahkûmdur. Descartes ’a göre, bilgimizin temelini sağlam kılan şey, sarsılmaz bir kesinlikle inandığımız ilk ilkelerdir.

Başka  bir  deyişle,  Descartes ’ın  temelci  yöntemi  bütün  bilgi  ve  inançları,  “temel  bilgi  ya  da inançlar” ile “temel olmayan bilgi ya da inançlar” diye ikiye ayırırken, bilginin yapısını aynı zamanda bir piramite benzetir. Piramitin en altında temel ilke ya da bilgiler bulunur; fakat üste doğru çıkıldıkça birbirini  destekleyen  –ve  bazen  “basit  olmayan  inançlar”  veya  “kompleks  bilgiler”  olarak  da adlandırılan?  “temel  olmayan  bilgi  ya  da  inançlar”  bulunur.  Descartes,  bilgi  yapısı  ya  da  ağacının temelinde  bulunan  düşünce,  bilgi  ya  da  ilkelerin  epistemik  olarak  gerekçelendirilmeleri  veya  bilgi statüsü  elde  edebilmeleri  için  başka  bilgi  ya  da  inançların  desteğine  ihtiyaçları  olmadığını  söyler. İmtiyazlı  bir  epistemik  statüye  sahip  olan  bu  bilgi  ya  da  inançlar,  kendi  kendilerini  temellendiren, kendiliğinden  gerekçelendirilmiş  inançlardır.  Öznenin  sadece  bu  ilke  ya  da  temel  bilgilere  sahip olması;  onlara  gerekçeli  olarak  inanması  ya  da  onları  bilmesi  için  yeterlidir. Diğer  bütün  inançların epistemik gerekçesi ve destekleyicisi de işte bu doğruluğu apaçık, tartışılmaz ve kuşku götürmez olan, yani çıkarımsal olmayan bu temel, altyapı ilke, bilgi ya da inançlarıdır. Onun temelci yöntemine göre, temel  ilke  ve  inançlar  arasında,  öznenin  kendi  varoluşuyla  ilgili  bilgi,  kendi  duyusal  ve  zihinsel durumları, dolayımsız olarak sahip olduğu duyusal deneyimleri ve bazı a priori önermeler bulunur.

Klasik  diyebileceğimiz  bir  temelciliğin  savunucusu  olan  Descartes,  bazı  bilgilerimizin,  genel yöntem  telakkisinin  ilk  kuralında  da  ifade  ettiği  üzere,  “apaçık”  veya  “açık”  ve  “seçik”  olduğunu savunur.  Ona  göre,  bu  tür  bilgi  ya  da  inançlar  kuşku  duyulamaz  oldukları  ve  yanılmazlık  özelliği sergiledikleri  içindir  ki  güvenli  ve  emin  bir  statüye  sahiptirler.  Söz  konusu  temel  ilke  ya  da  bilgi inançların güvenli veya kesin olmalarının ve onlardan kuşkulanmamamızın en önemli nedeni, bu bilgi ya  da  inançların  içeriğini  oluşturan  durumları,  zihin  hallerini  “dolayımsız  olarak  kavradığımız” düşüncesidir.  Temel  olmayan  bilgi  veya  inançlar  ise,  ne  kendi  kendilerini  temellendiren  veya gerekçelendiren  ne  de  epistemik  olarak  kendilerine  katiyetle  katıldığımız  bilgilerdir.  Üstyapıyı oluşturan bu bilgi ya da inançların epistemik olarak gerekçelendirilmesi ve bu işlemin sonucunda bilgi statüsü  elde  edebilmeleri  için  onların  temel  ilke  ya  da  inançlar  tarafından  çıkarımsal  olarak desteklenmesi gerekir. Bir rasyonalist olarak Descartes, bu konuda kendisine örnek olarak büyük bir hayranlık beslediği Euklides  geometrisini  almıştır. Gerçekten  de  Euklides  geometrisi,  en  temelde  ya  da  başta  yer  alan birkaç  ilke ve kavram  ile bu  ilke ve kavramlardan  türetilen  ispatlardan oluşur. İlk ilke ve kavramların doğruluğu, temelci anlayışa uygun olarak, onların bizatihi kendilerine dayanırken; ispatların doğruluğu, bu  ilk  ilkelerde  temellenir.  İnsan bilgisinin de yukarıda belirttiğimiz üzere,  tıpkı Euklides geometrisi gibi birbirine bağlı olduğunu düşünen Descartes, bilgiyi bu şekilde,  temelci bir anlayış doğrultusunda inşa etmeye koyulmuştur.

En  önemli  özelliği  bilginin  birtakım  ilk  ilke  ya  da  başlangıçlardan  hareketle  sınırsızca genişletilmesi  olan  bu  temelci  yöntemin  başarıya  ulaşabilmesi  için  önyargı  ve  hatalı  inançların temelleri  teşhis  ve  tespit  etmeye  engel  olmamaları  gerekir.  Buna  göre,  temelci  anlayışın  başarıya ulaşması  için  başka  bir  yöntemle,  meşhur  kuşku  yöntemiyle  tamamlanması  vazgeçilmez  bir zorunluluktur. Başka bir deyişle,  tıpkı bir binanın  temeli atılmadan önce,  temelin atılacağı zemindeki gevşek  toprağın  temizlenmesi gerekmesi gibi, sağlam bir bilgi sisteminin oluşturulması  için de yanlış inançların ayıklanması gerekir.  İşte bundan dolayıdır ki Descartes sahip olduğu  tüm  inançların elden geçirilmesi  ve  kendileriyle  ilgili  olarak  en  küçük  bir  kuşku  bulunan  tüm  inançların  ayıklanması gerektiğini  öne  sürmüştür.  Demek  ki  bilgiye  sağlam  bir  zemin  oluşturmak  amacıyla  benimsediği temelci yöntemi ile önyargı ve yanlışları ayıklamaya yarayacak kuşku yöntemi arasında yakın bir ilişki bulunan Descartes hakikate, paradoksal bir görünüm arz edecek şekilde, bir kuşku yöntemi  izleyerek varmaya çalışmıştır.

(c) Yöntemsel Kuşku

Demek ki Descartes, kuşku yöntemini aynı anda birkaç amacı gerçekleştirmek için benimsemiştir. Kuşku  yöntemini,  o  bir  kere  her  şeyden  önce,  ana  yöntemi  olan  temelciliği  başarıyla  hayata geçirebilmek  için yani bilgi ağacının ya da bütün bilgilerin  temelini veya  ilk  ilkelerini bulup çıkarma özel amacı ya da projesinin bir parçası olarak uygulamıştır. Yöntemsel kuşkudan temelciliğini layıkıyla gerçekleştirebilmek veya desteklemek; yeni bir yapı veya bilgi ağacını sağlam bir zemin üzerine  inşa etmek,  çağının  bilgilerini  organik  bir  sistem  içinde  yeni  baştan  organize  etmek  için  faydalanan Descartes,  yöntemsel  kuşkuyu  ikinci  olarak  çağının  radikal  kuşkuculuğuyla  baş  etmek  için benimsemiştir. Gerçekten  de  kuşku  yöntemi,  doğru  olduğu  bilinmeyen,  bilinmediği  için  de  hakikate zarar  veren  bütün  inançları  ayıklamanın  yöntemidir; Descartes,  bunu  kendilerinden  kuşku  duymanın mümkün olduğu bütün inançları ayıklayarak, yanlış olmaları mümkün olan bütün inançları reddederek yapar. Descartes’ın bu yöntemi kendisine, kendi şahsında 17. yüzyıla uygulamasının nedeni budur. Gerçekten  de  çağında  şimdiye  kadar  bilgi  diye  geçmiş  olan  her  şeyi  silmeye  ve  böylelikle  de üzerine  bütün  bir  bilgi  sisteminin  bina  edileceği  temel,  tartışılmaz  doğruyu  veya Arşimed  noktasını keşfetmeye  karar  veren  Descartes,  genel  yönteminin  en  temel  birinci  kuralını  kendi  zihnine uyguladığında ortaya  “yöntemsel” veya  “hiperbolik  kuşku”  çıkar. Ona göre, mutlak olarak doğru ve kesin olup, yanlış olma olasılığı hiçbir şekilde söz konusu olmayan bir başlangıç noktasına ulaşmanın, bilgi  ve  felsefede  yeni bir  döneme  başlamanın  yegâne  yolu,  insanın  sahip  olduğu  tüm  inançları,  bir çağda bilgi diye geçen her şeyi bu şekilde sıkı bir biçimde elekten geçirmektir.

Kuşku Konusu olan İnanç ya da Bilgilerin Kategorizasyonu

Descartes’ın bu iş için önerdiği ölçüt, bir inancın, bir görüşün onu kuşkulu hale getirecek bir neden ya da gerekçenin gösterilmesi  durumunda  reddedilmesi  gerektiğidir. Bu  ölçüte  göre, bir  inanç ya da görüşün kendisinden fiilen kuşku duyulan bir  inanç olması gerekmez. Buna karşın, bir  inancın yanlış olma  ya  da  kuşkulu hale  gelme  olasılığı  var  ise,  ki  bu  olasılık küçük veya büyük, yakın  ya da  uzak olabilir,  söz  konusu  inanç  reddedilecektir.  Tüm  inanç  ya  da  bilgileri  bu  şekilde  tek  tek  ele  alıp sorgulamak hiçbir zaman  tamamlanamayacak, hiç sonu gelmeyecek bir  iş olduğu  için Descartes sahip olduğu  tüm  inanç  ve  bilgileri  üç  başlık  altında,  genel  inanç  türleri  olarak  toplar. Buna  göre,  birinci sırada duyulara veya duyu-deneyine dayanan inançlar, ikinci sırada gerçek “basit doğalara” ilişkin bilgi ve üçüncü  sırada da  akıl  yürütmeye dayanan  inançlar veya matematiksel doğrular bulunur. Kuşkusu birinci  sıradaki  inançlardan  üçüncü  kategoride  yer  alan  matematiksel  doğrulara  doğru  ilerledikçe radikalleşen  Descartes’ın  burada  benimsemiş  olduğu  stratejiye  göre,  bu  üç  kategoriden  sözgelimi duyu-deneyine dayanan  inançlar, önermeler genel olarak kuşkulu bulunup  reddedildiği  takdirde, aynı kategoriye giren tüm diğer inançlar da atılacaktır.

Şu  halde,  Descartes’ın  kuşku  yöntemine  ilk  olarak  duyulara  dayanan  inançlar  konu  olur,  zira bilgilerimizin  en  önemli  kaynaklarından  birisi  duyulardır.  O  burada,  duyular  yoluyla  öğrenilen  her şeyin doğru ve  inanılmaya değer olduğu naif  inancına karşı çıkarken, öncelikle bizim görme,  işitme, koklama,  tat  alma  ya  da  dokunma  yoluyla  kazandığımız  bilgilerin  bir  şekilde  yanlış  olabilmelerinin mümkün  olup  olmadıklarını  sorar  ve  hemen  ardından  duyularımızın  bizi  zaman  zaman yanıltabildiklerini  belirtir.  Duyularımız  bizi  zaman  zaman  yanıltıyorlarsa  eğer,  onların  bizi  sürekli olarak  yanıltma  olasılıkları  her  zaman  vardır.  Duyular  aracılığıyla  kazanılmış  bilginin  bir  bölümü yanlış ve güvenilmez bir bilgi  ise, hepsinin birden yanlış olmadığı konusunda bir garantimiz olabilir mi?

Descartes’ın  duyu  yanılsamaları  bağlamında  verdiği  örnekler  belirli  özel  koşullar  altında  ortaya çıkan durumları  ifade  eder. Bu gibi özel durumların dışında,  insanlar geri kalan zamanlarda duyuları aracılığıyla  kazandıkları  bilgiden  hiçbir  şekilde  kuşku  duymazlar.  Örneğin,  tüm  insanlar  elleri  ve ayakları  olduğunu  düşünürler. Bakmakta  oldukları  kâğıdın  beyaz  olduğunu  bilirler  ve  bildiklerinden emindirler. Bu gibi konularda, insanlar o kadar büyük bir kesinlik içindedirler ki yanlışa düşebilmeleri hiçbir zaman mümkün görünmez. Bununla birlikte, Descartes burada da insanların, ne kadar büyük bir kesinlik  duygusu  içinde olurlarsa  olsunlar,  pekâlâ  yanılmakta  olabileceklerine  işaret  eder. Ona  göre, hepimiz  bir  çeşit  delilik  hali  içinde  olan,  birtakım  kuruntular  duyan  insanlarla  karşılaşmış,  böyle insanlarla  ilgili haberler okumuşuzdur. Kral olduğuna  inanan, dünyaya bütün kötülüklerin üstesinden gelmek için Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu savunan ve hissettikleri şeylerden emin olan insanlar  vardır. Bu  tip  insanların  varlığı,  onların  yanılmakta  oldukları  halde  kendilerinden  ve  başka şeylerden  emin  olduklarını  gösteriyorsa  eğer,  niçin  duyuları  aracılığıyla  bildiklerinden  yana  tam  bir kesinlik duygusu içinde olan başka insanlar da aynı durumda olmasınlar? Böyle bir olasılık her zaman vardır.

Rüya Argümanı

Descartes delililik ihtimalini bertaraf etse bile, normal deneyimlerimizden, kendilerinden yana emin olduğumuz  duyusal  bilgilerimizden  de  kuşku  duyma  olasılığı  bulunduğunu  öne  sürer.  O,  tüm duyu-deneylerinin  gerçekte  hayali  olabileceklerini  söylemektedir.  Duyu-deneyi  yoluyla  tecrübe ettiğimiz  her  şey,  uyurken  bir  düşte  sahip  olduğumuz  deneyimlere  her  bakımdan  benzer.  Uyurken gördüğümüz düşlerde,  tıpkı uyanıkken olduğu gibi, belli şeyleri görür, bazı yiyeceklerin  tadına bakar, birtakım sesleri  işitir ve yaşadığımız bu deneyimlerden kesinlikle emin oluruz. Gerçekten de uyurken gördüğümüz düşler, uyanık durumdayken sahip olduğumuz deneyimlerden  fenomenal veya niteliksel olarak  hiçbir  farklılık  göstermeyebilir.  Uyanıklığı  uyku  halinden  ayıracak  bir  ölçüt  bulunmadığına göre,  uyanıkken  sahip  olduğumuz  deneyimlerin  gerçekte  uyku  halinde  yaşadıklarımızın  bir  parçası olmadığından nasıl emin olabiliriz? Bütün bir yaşantımız niçin sürekli bir düş olmasın?

Söz konusu “Rüya argümanı”,  insanlara gerçekten varolan şeyleri gösteren ya da  temsil eden güç ya da yetiler olarak  duyulara beslenen  naif  inanç ya da güveni  tamamen ortadan kaldırır. Descartes, aradığı  Arşimet  (Arkhimedes)  noktasını  bulabilmek  için  bundan  daha  sonra  bir  adım  daha  atarak bilimsel  hakikatlere  ve  matematiğin  doğrularına  geçer.  Buna  göre,  duyular  aracılığıyla  kazanılan bilginin  büyük  bir  bölümünün  kuşkuya  açık  olduğu  kabul  edilmelidir. Yine  de  duyular  aracılığıyla kazandığımız bilginin, kendilerinden tam olarak emin olduğumuz belirli değişmez ve güvenilir yönleri vardır. Duyularımız aracılığıyla sahip olduğumuz deneyimlerin, yalnızca bir düşün bir parçası olmayıp, gerçekten  var  olan  bir  dünyayla  ilgili  deneyimler  olduklarından  emin  olamasak  bile,  deneyimimizin içeriğini meydana getiren çeşitli olgularla ilgili olarak bir kesinlik duygusu içinde olamaz mıyız? İster uyanık  isterse uyku halinde olalım, karın beyaz, çimenin her zaman yeşil, kargaların siyah olduğunu, cisimlerin  hep  aşağıya  doğru  düştüklerini  kesin  olarak  bildiğimizi  düşünürüz.  Ve  aynı  anda, doğabilimlerinin  işte  duyu-deneyinin  sağladığı  bu malzemeyle  ilgili  olduğunu  ve  bu  bilimlerin  bize farklı  nesnelerin  nasıl  davrandıkları  konusunda  yasalar  sağladıklarını  görürüz.  Bu  durum  dikkate alındığında,  duyu-deneyine  dayanan  bilimsel  bilginin  bir  şey  hakkında  olduğundan,  bilimlerin  bize içinde yaşadığımız dünyanın sabit ve değişmez yönlerini gösterdiğinden de emin olamaz mıyız?

Kötü Cin Hipotezi

Gerçekten de bir şeyle  ilgili bir düş gördüğümüz zaman, Descartes’a göre bu şeyin yer kaplama, şekil, sayı, süre ve hareket gibi en basit ve en evrensel kategorilere uyması gerekir. Düşte gördüğümüz şey  böyle  rüyada  gördüğümüz  şekliyle  varolmasa  bile,  basit  ve  evrensel  doğaların,  yer  kaplayan nesnelerin  varolması mümkündür. Belli  bir  şekli  olan  bir  nesne,  onu  düşte  gördüğümüz  için  gerçek olmayabilir,  ama bu, şekli olan hiçbir nesnenin olmadığını kanıtlamak anlamına gelmez. Özgül  şekli olan  cisimler,  dört  ayaklı  atlar  varolmayabilir,  bununla  birlikte  yer  kaplayan  cisimlerden  oluşan  bir dünyanın  varolabilmesi  kesinlikle  mümkündür.  Dahası,  aritmetikle  geometrinin  çok  daha  büyük kesinliği, bu bilimlerin sayı ve şekil benzeri basit doğalarla ve söz konusu doğalar arasındaki, onların varolmalarına bağlı olmayan, zorunlu ilişkileri konu almalarından kaynaklanmaktadır. Bir düş sırasında hayata  geçirilen  geometrik  kanıtlar,  onların  geçerliliklerini  konu  aldıkları  geometrik  nesnelerin varoluşuna bağlı olmadığı için geçerli olmaya devam eder.

Demek  ki  kuşkunun  kendisi  olabildiğince  ileriye  götürülmeye  elverişli  bir  yapıda  olsa  da  öyle sanılır  ki  geriye  her  şeye  karşın  kesin  olarak  bilebileceğimiz  bir  şey  kalmaktadır. Yaşamın  kendisi yalnızca bir düş olsa dahi, olayların sergilediği bir düzen, olaylar arasında sabit ve değişmez birtakım ilişkiler vardır. Buna göre, deneyimlediğimiz bir şeyin gerçek dünyanın mı yoksa imgelemimizin ya da gördüğümüz düşün bir parçası mı olduğunu kesin olarak bilemesek bile, düşünebileceğimiz her karenin dört  kenarı  vardır,  ikiyle  üçün  toplamı  her  zaman  beş  yapar.  İçinde  yaşadığımızı  sandığımız  dünya gerçekten de hayali olabilir, bununla birlikte, bu dünyada saptadığımız geometrik ve aritmetik ilişkiler sabit,  değişmez  ilişkiler  olup,  her  tür  kuşkudan  uzak  olan  mutlak  doğrularla  ifade  edilir  gibi görünmektedirler.

Bununla  birlikte, Descartes’a  göre, matematiksel  doğrulardan  da  kuşku  duymak  için  geçerli  bir nedenimiz var gibi görünmektedir. Burada onun ünlü “Kötü Cin Hipotezi” gündeme gelir. Söz konusu varsayıma  göre,  insanları  aldatan  bir Tanrı  ya  da  şeytani  bir  varlık,  kötü  bir  cin  var  olabilir. Bizim kendisinin  ve  bizim  üzerimizdeki  olumsuz  etkisinin  hiçbir  şekilde  farkına  varmadığımız  bu  varlığın insanları baştan çıkarmak ve her konuda yanıltmak için yeterli gücü olabilir. Descartes’a göre, böyle bir güç var  ise eğer, o bizi sürekli ve sistematik olarak yanıltabilir ve dolayısıyla, bizim hakikate ulaşma yönündeki tüm çabalarımız boşa çıkar. Gerçekten de ikiyle üçün toplamı yirmi üç etmekle birlikte, bu şeytani varlık bizi  ikiyle üçün  toplamının beş ettiğini düşünmeye  zorluyorsa, biz bu konuda doğruya ulaşabilir miyiz? Bizim  ikiyle  üçün  toplamının beş  ettiğinden,  karenin  dört  kenarı  olduğundan  emin olmamız, başka hiçbir şeyi değil de yalnız ve yalnızca bu şeytani varlığın bizi yanıltmakta çok başarılı olduğunu kanıtlar.  İki  ile üçün  toplamının beş ettiğini gösteren  toplamamızı yeni baştan çok dikkatle yapalım, başkalarından da yardım alarak bulduğumuz  sonucun sağlamasını yapalım, hiçbir şey yarar sağlamayacak  ve  kuşkuyu  ortadan  kaldırmaya  kesinlikle  yetmeyecektir.  Çünkü  kötü  cinin  olumsuz eylemi  yaptığımız  sağlama,  uyguladığımız  testler  için  de  söz  konusu  olacaktır.  Bu  durumda, Descartes’a göre, her şey insanları doğrudan daha da uzaklaştırarak, yanlışı sürekli hale getirir.

Cogito

Descartes bu son noktayla birlikte, daha önceden bildiğini sandığı her şeyin kuşkuya açık olduğunu görerek,  tüm  inançlarını,  tüm  bilgilerini  bir  kıyıya  atar.  (i)  Duyu  yanılsamaları  olasılığı,  (ii)  “rüya argümanı”nın ifade ettiği üzere, tüm deneyimlerin gerçekte gördüğümüz düşün bir parçası olabilmeleri olasılığı ve nihayet (iii) “kötü cin hipotezi”nin gündeme getirdiği üzere, insanların sürekli ve sistematik olarak  yanıltılmakta  olabilmeleri  olasılığı,  onun  bildiğini  sandığı  her  şeyin  bilgi  olabilmesiyle  ilgili olarak  çok  ciddî  kuşkular  doğurur.  Fakat  bu  kuşku  süreci,  ona  bir  yandan  daha  önceden  kazanmış olduğu  tüm  bilgilerini  atma,  bir  yandan  da  sisteminin,  üzerinde  insan  bilgisinin  yeni  baştan  inşa edileceği, kesin ve mutlak başlangıç noktasını verir. Buna göre, her şeyden kuşku duyulabilir, fakat bir şeyden  kuşku  duyulamaz. Gerçekten  de Descartes  kuşkularını  en  son  sınıra  taşıdığı  zaman,  her  şey kuşkulu olsa bile, bir şeyin doğru olması gerektiğini anlar. Buna göre, maddi dünya gerçekte varolmasa da Descartes  gerçekte  sürekli  olarak  düş  görüyor  olsa bile,  her  zaman birileri  tarafından yanıltılıyor olsa da o en azından varolması gerektiği sonucuna varır. Neden, nasıl ya da niçin kuşku duyuyor olursa olsun, onun kuşku duyabilmesi için öncelikle varolması gerekir.

Gerçekten  de  kuşku  duyabilmesi  için  var  olması  gerektiği  sonucu,  son  çözümlemede  kuşkuları dağıtan  ve  ona  sisteminin  başlangıç  doğrusunu  veren  çok  önemli  bir  sonuçtur. O,  kuşku  yöntemini uygulamaya devam ettiğimiz, Kötü Cin Varsayımı’nı kabul ettiğimiz zaman bile, geçerli olan ve hiçbir kuşkunun yanlışlayamayacağı bir  sonuçtur. Zira gerçekten de çok güçlü bir cinin varolduğunu ve bu cinin Descartes’ı  sürekli olarak yanıltmakta olup, onun gerçekte yanlış olan şeylerin doğru olduğuna inanmasını  sağladığını  düşünsek  bile,  bu  cin  Descartes’ı  kendisinin  gerçekte  varolmadığı  zaman, varolduğuna  inandırabilir mi? Descartes’ın  cin  tarafından  aldatılabilmesi  için  onun  her  şeyden  önce varolması gerekir.

Öyleyse, her şeyden kuşku duyma Descartes’ı kuşku duyabilmesi için öncelikle varolması gerektiği sonucuna  götürür. Çünkü  kuşku  duyma  bir  tür  düşünmedir. Başka  bir  deyişle,  istisnasız  her  şeyden kuşku duyan bir insan, kuşku duymakta olduğundan kuşku duyamaz, zira kuşku duyarken, kuşku diye bir  şeyin  varolduğunu,  dolayısıyla  kuşku  duyan  “ben”inin  varolduğunu  açık  ve  seçik  olarak  bilir. Kuşku duyma ise bir tür düşünmedir, bir düşünce ya da zihin halidir ve bu halin her tür düşünme için geçerliliği vardır. Nitekim o, böylelikle “Düşünüyorum, o halde varım” sonucuna varır ve dolayısıyla düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtlar.

Bu  ben, Descartes’ın,  bir  beden  ve  zihinden  oluşan  bütünsel  varlığı  değil,  fakat  sadece  zihnidir. Onun  felsefesinin Arşimet  noktası  olan  zihin,  kendi  içeriklerinin  dolayımsız  olarak  bilincinde  olup, bütün arızi özelliklerinin  kendisinden çıktığı özü, özsel  özelliği  düşünme olan  zihindir. Descartes bu sonuca her nasıl  varmış olursa olsun, onun  “düşünüyorum, o halde varım”  diyerek  kendisinin ya da zihninin  varoluşunu  kanıtlaması,  her  şeyden  önce  onu,  mekanizmleri  ve  bilimcilikleri  itibariyle Descartes’ın  kendisinden  bile  daha  modern  olan  Francis  Bacon  ve  Thomas  Hobbes  kadar,  hatta onlardan  daha  fazla  modern  felsefenin  kurucusu  yapar.  Başka  bir  deyişle,  Descartes’ın  cogitosu, modern felsefeye zihin-beden düalizmi bağlamında musallat olacak bir temsil problemine işaret etmek benzeri başkaca birçok  şey  yanında,  felsefede yeni bir  yaklaşımın  ifadesi  veya  somut örneği olduğu için büyük bir önem taşır.

Onun cogito’yla öncülüğünü yaptığı, bilgi  teorisini  temele alan özne çıkışlı bu yaklaşım,  içeriden dışarıya  doğru  bir  yaklaşım  diye  tanımlanabilir.  Bu,  esas  itibariyle  Descartes’ın  bütün  bir  dünyayı cogito’dan veya düşünen benlikten hareketle kurma veya inşa etme projesine karşılık gelir. Temel olan zihindir,  hatta  zihinden  ziyade,  birinci  şahsın  zihnidir.  Bilginin  ve  felsefenin  hareket  noktasının Descartes’ta bu şekilde değişmesi, Kartezyen felsefede çok merkezi bir rol oynayan bir husus olarak, otoritenin  reddedilmesiyle  yakından  ilişkilidir.  Zira  Descartes’ın  benlikten,  düşünen  benden  hareket etmesi,  tarihten  ve  gelenekten  koparılmış  bir  felsefe  oluşturulmasını  ifade  eder.  Descartes dolayımsızlığın  ve  kesinliğin  ancak  kendisinde  olduğu  bir  temel,  bütün  felsefesini  üzerine  inşa edebileceği Arşimet  noktası  olarak,  tarihten  ve  gelenekten  kopuk  bir  zihne  ulaşır. Bununla  birlikte, onun burada kalabilmesi mümkün değildir; çünkü burada kaldığı takdirde, özneden hareketle dünyayı ve bütün bir bilgi ağacını inşa etmeyi amaçlayan Descartes, zihnin dışına çıkamayan bir solipsist olur.

Bu  yüzden, Descartes  önce  “düşünüyorum,  o  halde  varım”  önermesini  farklılaştıran  özelliği  arayıp, buna bağlı olarak kendi doğruluk ölçütünü ortaya koyar. Zihin içeriklerini inceleyip, önce ide türlerini ve sonra da bu idelerin kaynaklarını belirler, yani bilgi teorisi yapar. En nihayetinde, bu teoriye uygun bir  varlık  görüşüne  ulaşabilmek  için  dış  dünyaya  geçer.  Fakat  bu  sonuncu  adımı  atabilmek  için kendisini solipsizmden kurtaracak bir Tanrıya, bir nevi atlama tahtasına ihtiyaç duyar.   (d) Tanrı Descartes’ın  bütün  bir  bilgi  ağacını  baştan  sona  yaratabilmesi,  bilginin  inşası  projesini  hayata geçirebilmesi Tanrının varolduğunu ve O’nun aldatan bir varlık olmadığını kanıtlamasındaki başarısına bağlıdır. O, bu amaca uygun olarak üç ayrı Tanrı argümanı ortaya koyar.

İlk Argüman

Bunlardan birincisi nedensel bir argüman olup, önce bir şeylerin ideleri ile şeylere ilişkin yargılar, sonra da  idelerin  formel gerçeklikleriyle nesnel gerçeklikleri  arasında  yapılan bir  ayrımla  başlar.  İlk ayrım  söz konusu olduğunda, denilebilir ki kişi zihninde  sözgelimi bir “şimer”, yani “yarı  aslan yarı keçi vücutlu ve ejderha kuyruklu bir mitolojik yaratığın”, onun varlığını ya da yokluğunu hiç hesaba katmadan,  idesine  sahip  olabilir.  İde  bağlamında  doğruluk  ve  yanlışlıktan  söz  edilemeyeceğini  öne süren Descartes, hata ve yanılma ihtimalinin kişi idesine sahip olduğu şeyin varoluşuyla, varolan başka şeylerle  olan  ilişkileriyle  ilgili  yargılar  ortaya  koyduğu  zaman  söz  konusu  olduğunu  söyler. Descartes’ın  kendisi  zihninde  bulunan  idelere  örnek  olarak,  söz  konusu  şimer  veya  “yarısı  at  yarısı keçisi mitolojik varlık” idesi dışında, insan, gökyüzü, melek ve Tanrı idelerini verir. Bu idelerin hepsi mantıksal ve epistemolojik olarak birbirleriyle aynı düzeyde midir? Descartes bu noktada,  bazı  idelerin  diğerlerinden  daha  fazla  nesnel  gerçekliğe  sahip  olduğunu  öne  sürerken, doğallıkla  nesnel  gerçekliğin  formel  gerçeklikten  ayrıldığını  ve  dolayısıyla,  hepsinin  aynı  düzeyde olmadığını  ifade  eder. Gerçekten  de  formel  gerçeklik  gerçek  varoluşa  işaret  eden  bir  gerçeklik  türü olup, bir şeyin formel gerçekliğe sahip olduğunu söylemek onun gerçekten de veya fiilen varolduğuna hükmetmektir. Oysa nesnel gerçeklik doğrudan doğruya fiili varoluşla  ilgili değildir; elbette, var olan her şeyin şu ya da bu derecede bir nesnel gerçekliği olmakla birlikte, nesnel gerçeklikten söz edildiği zaman, anlatılmak  istenen esas  itibariyle  içeriktir ya da yetkinliktir. Sözgelimi bir melek  idesiyle bir şimer  idesini kıyaslayalım. Açıktır ki dini ya da mitolojik anlamları bir  tarafa, bu  iki  idenin ayrı ayrı gösterdiği şeyler, gerçekten veya olgusal olarak varolmazlar; yani, onların formel gerçeklikleri yoktur. Bununla  birlikte,  her  iki  idenin  de  nesnel  bir  gerçekliği  vardır;  fakat melek  idesi  bir  şimer  idesiyle kıyaslandığında, ondan daha yetkin bir varlığın idesi olduğu için şimer idesinden daha büyük bir nesnel gerçekliğe sahiptir.

Descartes  nesnel  gerçeklik  konusunu  ele  alırken,  esas  olarak  tasvir,  resim  ya  da  genel  olarak temsillerin içeriklerini gündeme getirir; bir idenin nesnel gerçekliğinden söz ederken, doğallıkla onun sahip olduğu yetkinlik derecesine gönderme yapar. O, işte bu bağlamda, bir şeyin bağımsız bir varoluşa sahip olma kapasitesiyle ilintili olarak üç ayrı ya da temel yetkinlik derecesini veya nesnel gerçekliğin üç ayrı düzeyini birbirinden ayırır. Buna göre nesnel gerçekliğin en yüksek düzeyinde, hiçbir şeye bağlı olmayan sonsuz bir tözün yetkinliği bulunur. İkinci olarak varoluşu açısından sadece Tanrıya bağımlı olan zihin ya da beden gibi sonlu bir  tözün; üçüncü olarak da varoluşu  için bir  töze bağlı bulunan bir özelliğin yetkinliği ya da nesnel gerçekliğinden söz edilebilir.

Tanrı  idesinin yetkin bir varlığın  idesi olmak dolayısıyla başka herhangi bir şeyin  idesinden daha büyük  bir nesnel  gerçekliğe  sahip olduğunu dile  getiren Descartes, bundan  sonra birbiri ardından üç kabulde bulunur: (i) “Sahip olduğum  idelerin nedenlerinin, onları doğuran sebeplerin olması gerekir.” (ii)  Bir  idenin  nihai  nedeninin  formel  gerçekliğe  sahip  olan,  yani  fiilen  var  olan  bir  şey  olması zorunluluğu vardır. (iii) “Fail nedende en az sonuçta olduğu kadar gerçeklik, sadece nesnel değil fakat aynı zamanda  formel bir gerçeklik olması gerekir.” Bu üç kabul, Descartes’ın noktainazarından, onu zihinde sahip olduğu bir idenin nedeninin son çözümlemede, söz konusu idenin yetkinliğine en azından eşit, fiilen varolan bir şey olması gerektiği sonucuna götürür.

Bu  sonucun  bununla  birlikte,  o,  esas  yeter  neden  ilkesinden;  yani  bir  sonucu  yaratan  bir  neden olması  gerektiği  veya  bir  sonucun  nedeninden  daha  fazla  bir  şey  içeremeyeceği  ilkesinden  çıktığını ifade  eder. Buna  göre, Descartes’ın  kendisinde  bir Tanrı  idesi  vardır  ve bu  idenin  nesnel  gerçekliği veya  yetkinliği,  onun  kendisiyle  ilgili  idesinin  gerçekliğinden  çok  daha  fazladır.  Bu  yüzden, Descartes’ın  kendisine  ek  olarak,  zihnindeki  Tanrı  idesinin  ihtiva  ettiği  yetkinliklere  sahip  olan  bir şeyin daha var olması gerekir. Zihindeki Tanrı idesiyle birleşen bu yetkinliklerin  tümüne birden sahip olan varlık da açıktır ki Tanrının kendisidir.

İkinci Argüman

Descartes’ın  ikinci  argümanı  da  nedenselliğe  dayalı  kozmolojik  bir  argüman  olup  o,  bu  kez zihindeki  Tanrı  idesinden  değil,  fakat  benliğin  ya  da  zihnin  varoluşundan  yola  çıkar.  Kanıtlanan varoluşunu apaçık bir veri ya da sonuç olarak değerlendiren Descartes, bu kanıtta düşünen bir töz ya da zihin  olarak  varoluşunu  kime  ya  da  neye  borçlu  olduğunu  sorar.  Sırasıyla  kendisi,  anne-babası  ve “Tanrıdan daha az yetkin başka bir kaynak” olmak üzere, üç alternatifi gündeme getiren Descartes, bir tür  eleme  yöntemiyle,  bunlardan  hiçbirinin  kendi  varoluşunun  nedeni  olamayacağını  gösterdikten sonra, varlık sebebinin Tanrı olması gerektiği sonucuna varır.

Üçüncü Argüman

Onun  üçüncü  Tanrı  delili,  özellikle  rasyonalistlerin  çok  sevdiği  bir  argüman  olarak  Ontolojik Argüman’dır.  Descartes,  Aziz  Anselmus  tarafından  geliştirilen  bu  argümanın  felsefe  tarihindeki  en ünlü versiyonlarından birini oluşturan bu argümanınında sadece akıl yürüterek, varolmayan bir yetkin varlık  idesinin çelişikliğinden Tanrının varolması gerektiği sonucunu çıkartır.

Argümanın adımları şu şekilde sıralanabilir:

(1) Bende bir Tanrı, yani en yüksek derecede yetkin olan Varlık idesi var.

(2) Bir yetkinlikten veya yetkinlik özelliğinden yoksun olan bir varlık, en yüksek derecede yetkin bir varlık olamaz.

(3)  Dolayısıyla,  Tanrıyı  hem  en  yüksek  derecede  yetkin  bir  varlık  hem  de  bir  yetkinlik özelliğinden yoksun bir varlık olarak düşünmek bir çelişki olur.

(4) Varoluş bir yetkinlik özelliğidir.

(5) Varoluştan yoksun olmak bir yetkinlik özelliğinden  yoksun bulunmaktır.

(6) Tanrıyı hem  en yüksek derecede yetkin bir varlık hem de varolmayan bir varlık olarak düşünmek bir çelişkidir.

(7) Öyleyse, Tanrı sadece düşüncede değil, fakat gerçekten varolur:

(e) Aklın Açık Seçik İdelerle Teçhiz Edilmesi

Descartes, ontolojik argümanda Tanrının mutlak yetkinliğini gözler önüne sererken, bir yandan da O’nun yanlışın, insanın düştüğü hataların sorumlusu olamayacağını kanıtlamış olur. Başka bir deyişle, Tanrının  aldatan bir  varlık  olmadığını  kanıtlarken,  zihinden  çıkıp  bütün  bir  dünyayı ve bilgi  ağacını inşa etme yolundaki engellerden sadece birisini ortadan kaldıran Descartes, akla bundan sonra hataya düşmemesini garanti edecek şekilde yol göstermek durumunda kalır. O, bu çerçeve içinde önce yanlışın ne olduğunu açıklar ve bu bağlamda yanlışın,  insanın kendisinden, özgür iradenin hatalı edimlerinden kaynaklandığını gösterir. Ona göre, yargılar zihnin  iki yeti ya da melekesine, yani bilgi fakültesi veya anlama  yetisiyle  seçim  fakültesi  veya  irade  özgürlüğüne  bağlıdır.  İnsan  anlama  yetisiyle  şeyleri kavrama,  idrak  etme  çabası  içinde  olur.  Oysa  iradeyle,  şeylerin  varolduklarını  ya  da  kendilerinde bulunduğu düşünülen niteliklere sahip olduklarını tasdik ya da inkâr eder. Descartes’a göre, söz konusu her  iki  yetiyi  de  insana Tanrı  vermiştir. Bununla  birlikte,  bu  yetilerden  anlama  yetisi, mümkün  her şeyin idesine sahip olmamak anlamında sonlu ve sınırlı iken, irade hiçbir şekilde sınırlanmamıştır. İnsanın Tanrıya en çok benzeyen yönünün özgür  irade olduğunu dile getiren Descartes, zihindeki parlak  ve  kudretli  bir  ışığı  iradede  güçlü bir eğilimin  takip etmesinin  ikisi  arasındaki  doğru  ve  ideal ilişkiyi  oluşturduğunu  öne  sürer.  Ona  göre,  zihin  iradeyi  işte  bu  şekilde  belirler;  zihnin  iradeyi belirlediği  ve  tasdik  etmeye  zorladığı  bu  gibi  durumlarda,  “zihindeki  parlak  ve  kudretli  ışık” ifadesinden de belli olduğu üzere, açık ve seçik bir kavrayış, hakikatin apaçık algısı söz konusu olur. İnsan kendi zihinsel yetilerini, rasyonel güçlerini incelediği zaman, yalnızca açık ve seçik olan şeyleri tasdik etmek ya da onaylamak zorunda olduğunu kolaylıkla anlar. İnsan açık ve seçik bir düşünceyle karşı karşıya olduğu zaman, onu  tasdik etmek, yani doğru olduğu açık ve  seçik bir biçimde anlaşılan her şeyi kabul etmek zorunda kalır. Her şeye gücü yeten yetkin bir varlık olarak Tanrı insanları açık ve seçik olan düşünceleri  tasdik etmeye zorladığı ve O,  insanları aldatan bir varlık olmadığı için  insanlar açık  ve  seçik  olan  düşüncelere  inandıkları,  açık  ve  seçik  fikirleri  doğru  diye  tasdik  ettikleri  zaman yanılmadıklarından  emin  olabilirler.  Yine  aynı  şekilde,  insan  açık  ve  seçik  olmayan  bir  düşünceyi tasdik etmek zorunda olmadığını, bu gibi durumlarda yargıyı askıya alabileceğini bilir. Şu halde, açık ve  seçik  olmayan  konularda,  insan  bir  karara  vardığı  zaman,  onun  burada  yanlışa  düşmesi  çok muhtemeldir ve bu yanlışın sorumluluğu, Descartes’a göre, Tanrıda değil, fakat insandadır. İnsan açık ve  seçik  düşüncelerin  yer  aldığı  sınırlar  içinde  yanlışa düşemez,  fakat  açık  ve  seçik olmayanı doğru kabul etmeye kalkıştığı zaman, risk alır ve yanlışa düşebilir.

Descartes,  söz  konusu yanlış  analizinin  sonucunda, meşhur açık  seçik  algı  ilkesini çok  temel  bir epistemolojik  bir  ilke,  “açık  seçikliği”  de  bir  doğruluk  ölçütü  olarak  öne  sürer;  dolayısıyla,  açık  ve seçik olarak idrak edilen veya algılanan bir şeyin yanlış olabilmesinin imkânsız olduğu sonucuna varır. Bunlardan açıklık zihne dolayımsız olarak sunulmuş olup, zihin tarafından kolaylıkla bilincine varılan bir  şeyin  özelliğidir. Buna  göre,  algılayan  zihnin  görme  alanı  içinde  olup,  göze  yeterince  güçlü  bir biçimde etki eden şeyler, Descartes’a göre açıktır. Onun açıklıkla  ilgili olarak verdiği örnekler ya diş ağrısı  örneğinde  olduğu  gibi  canlı  duyu-deneylerinden  ya  da  arzu  etme  veya  düşünme  örneklerinde olduğu  gibi,  zihinsel  edim  veya  faaliyetlerden, matematiksel  kavram  ya  da  düşüncelerden meydana gelir.  İnsan bütün bu örneklerde,  ister duyu-deneylerinde ya da  ister  zihninde olsun, bir  şeyin ortaya çıktığını, orada olduğunu fark eder, daha doğrusu fark etmeden yapamaz.

Seçiklik  ise Descartes’ta  tam ve dakik olup, başka her  şeyden  farklı olan ve kendisinde yalnızca açık olanı  içeren bir şeyin özelliğidir. Ona göre, bir düşünce seçik olmaksızın açık olabilir, fakat aynı zamanda açık olmaksızın seçik olamaz. Şu halde, açıklık ve seçiklik iki ayrı özelliktir. Buna göre, bir duyu-deneyi ya da düşüncesi, onun tam anlamıyla bilincinde olduğumuz, fakat gerçek ya da kendisine özgü doğasından  emin olamadığımız zaman, açıktır,  fakat  seçik değildir. Descartes’ın burada verdiği örnek  diş  ağrısıdır. Dişi  ağrıyan  bir  insan  dişinin  ağrıdığını  bilir,  onun  dişinin  ağrıdığının  farkında olamaması  söz  konusu  değildir. Dolayısıyla,  onun  dişinin  ağrısıyla  ilgili  deneyimi  açıktır.  Fakat  bu deney seçik değildir, çünkü  insan dişi  ağrıdığı  zaman, ağrıyan yerini  tam olarak gösteremez, ağrının zihinde mi yoksa dişte mi yoksa her  ikisinde birden mi olduğunu kesin olarak bilemez. Öyleyse, diş ağrısı örneğinde olduğu gibi, bir  şey  çok canlı ve güçlü bir biçimde hissedildiği  zaman açıktır,  fakat başka  her  şeyden  ayrılacak  şekilde  tanımlanamadığı,  onun  yeri  gösterilemediği  ve  başka  bir  şeyle karıştırılabilmesi  söz  konusu  olduğu  zaman,  seçik  değildir.  Bir  şeyi  başka  herhangi  bir  şeyle karıştırılamayacak şekilde tanımladığımız ya da belirlediğimiz zaman, o açık olduktan başka seçik hale gelir.  Bir  düşünceyi,  onu  seçik  hale  getirecek  şekilde,  yeterince  tam,  dakik  ve  kesin  bir  biçimde tanımladığımız zaman, o aynı zamanda açık olacaktır, zira onu tanımlarken dile getirdiğimiz ayrımları, bu  ayrımlar  yeterince  güçlü  bir  biçimde  algılanmasaydılar  eğer,  ortaya  koyamayacaktık.  Bundan dolayı, seçiklik açıklığı içerir. Örneğin, bir daire düşüncesi seçiktir çünkü daireyi tüm diğer şekillerden ayıracak  şekilde  tanımlayabiliriz.  Öte  yandan,  daireyi  ona  ilişkin  olarak açık  bir  düşünceye  sahip olduğumuz için tanımlayabiliyoruz.

(f) Dış Dünya

Varılan bu son nokta  itibariyle, Descartes’ın düşünen bir şey ve bedenden  tamamen bağımsız bir töz olarak kendisinin varolduğunu; ezeli-ebedi, mutlak bir, her şeyi bilen, kadir-i mutlak ve mutlak iyi bir yaratıcı Tanrının varolduğunu  tam bir kesinlikle ve  açık seçik olarak bildiği ortaya çıkar. Üstelik sağlam bir stratejiye, hakikate erişmek için iyi bir kurala sahiptir.

Descartes  zihninde,  açık  seçik Tanrı  idesine  ek olarak,  açık  seçik  idelerden oluşan matematiksel doğruların  da  bulunduğunu  söyler.  Ve  bundan  sonra  kendisine,  açık  ve  seçik  idelerden  oluşan matematiksel  doğruların  bilgisine  sahip  olan  insanın  bu  sınırların  ötesine  geçerek,  dış  dünyadaki şeylerle  ilgili  bilgilere  de  sahip  olup  olamayacağını  sorar.  Örneğin,  insan  matematiğin  bir  şeye uygulanıp  uygulanmadığını  söyleyebilir  mi?  Kendisinin  dışında  bir  dünyanın  varolduğunu  iddia edebilir mi? O, açık seçik  ideler arasında, dış dünyadaki  fiziki varlıklar bağlamında, yalnızca onların matematiksel  özellikleriyle  ilgili  olan  düşünceler  vardır.  Bir  cismi  düşündüğümüz  zaman,  onun hakkında açık ve seçik  bir düşünceye sahip olabilirsek eğer, açık ve  seçik düşünce  yalnızca o cismi belli bir şekli, belli konumu ve belli bir hacmi olan bir şey olarak düşünmenin sonucu olan bir düşünce olabilir.  Açık  seçik  ve  kesin  olarak  bilebildiğimiz  her  şey  matematiksel  ilişkiler  olduğu  için  dış dünyayla  ilgili  olarak  yalnızca  nesnelerin  matematiksel  özelliklerini  bilebiliriz.  Yani,  dış  dünyada bulunan nesneler söz konusu olduğu sürece, bu dünyayla  ilgili olarak sahip olabileceğimiz açık seçik düşünceler, bu cisimlerin matematiksel özellikleriyle ilgili olan düşüncelerdir. Fakat bu düşünceler bize onların “varolduklarını” söyleme şansı vermez.

Descartes’a  göre,  cisimlerin  var  olup  olmadıklarını,  doğrudan  doğruya  sahip  olduğumuz düşüncelerden  nesnelerin  kendine  giderek  kanıtlayamıyorsak,  onların  varoluşunu  dolaylı  bir  yoldan kanıtlayabiliriz. Çünkü  insanda hem dış  dünyadaki  cisimlerle  ilgili  ide ya da  düşünceler  bulunmakta olup  hem  de  fiziki  bir  dünyanın  var  olduğuna,  duyu-deneyinin  böyle  bir  dünyayla  ilgili  olan düşüncelerden oluştuğuna  inanma  yönünde  doğal  bir  eğilim  vardır. Söz  konusu  düşüncelerin  nedeni sırasıyla  insanın kendisi, Tanrı ve dış dünyadaki cisimlerin bizzat kendileri olabilir. Birinci alternatife göre,  fiziki  dünyadaki  cisimlerle  ilgili  ideleri  insanın  bizzat  kendisi  yaratmış  olabilir;  bu  durumda, idelere  karşılık  gelen  cisimler  gerçekte  var  değildirler.  Descartes  birinci  alternatifi,  insanda  kendi deneyimini  istediği gibi oluşturabilme gücü bulunmadığını söyleyerek eler.  İkinci  ihtimal, dış dünya, bu dünyanın  içindeki cisimler var olmadığı halde,  insandaki cisimlerle  ilgili  ideleri Tanrının yaratmış olabilmesi ihtimalidir. Tanrının insani deneyimi, buna karşılık gelen bir dış dünya var olmadığı zaman bile,  istediği  gibi  oluşturabilme  gücü  olsa  da Descartes  daha  önce  Tanrının  insanları  aldatmadığını göstermiş  olduğu  için  bu  ihtimali  de  bertaraf  eder.  Şu  halde,  geriye  tek  bir  ihtimal  kalır:  İnsan zihnindeki,  dış  dünyayla  ve  cisimlerle  ilgili  idelerin  nedeni,  bizzat  dünyanın  kendisi,  bu  dünyadaki cisimlerdir.

Birincil-İkincil Nitelikler Ayrımı

Maddi  nesnelerin  veya  fiziki  cisimlerin  varoluşunu  böylelikle  dolaylı  bir  şekilde  kanıtlayan Descartes,  sıra onların doğaları ya da nitelikleriyle  ilgili olarak neyi bilebileceğimiz  sorusuna geldiği zaman, maddi nesnelerin birincil nitelikleriyle  ikincil nitelikleri arasında bir ayrım  yapar. Buna göre, Descartes  öncelikle  bizim  normalde  nesnelerin  kendilerinde  bulunduğunu  düşündüğümüz  birtakım niteliklerin,  gerçekte  nesnelerde  var  olmadığını  öne  sürer.  Tat,  ses,  koku,  renk  gibi  bu  niteliklere Descartes  ikincil  nitelikler  adını  verir.  Söz  konusu  ikincil  nitelikler  sadece  ve  sadece  zihindeki duyumlar olup, onların şeylerin kendilerinin nitelikleri olduğunu söylemek mümkün değildir; çünkü bu niteliklerle  ilgili algılarımızın duyularımız  tarafından koşullandığı ve duyu organlarımızın durumuyla birlikte değiştiği kolaylıkla gösterilebilir. Bunlar şöyle ya da böyle öznel niteliklerdir; kendileriyle ilgili olarak açık ve seçik bir bilgiye erişmemizin mümkün olmadığı bu duyusal niteliklerin bilime, bilimsel araştırmaya konu olabilmeleri, elbette mümkün değildir.

Fakat Descartes, bu noktada kalmayıp, söz konusu ikincil, duyusal ve öznel niteliklerden maddenin birincil  ve  nesnel  niteliklerine  gider.  İkincil  nitelikler  duyularımız  tarafından  koşullanmak  ve  duyu organlarımızın  durumuna  bağlı  olarak  değişmek  anlamında  koşullu  ve  öznel  niteliklerdir.  Birincil nitelikler  ise  ses,  renk,  koku,  tat,  sıcaklık  benzeri  ikincil  nitelikler  gibi,  duyularımız  tarafından koşullanmayan  niteliklerdir.  Bir  nesnenin  şeklini  tespit  ettiğimiz  veya  belirlediğimiz  zaman,  onun gerçek veya  fiili bir niteliğini keşfetmekte olduğumuzu öne süren Descartes,  ikincil niteliklerde özne tarafından  algılanan  değişiklikleri  de  bir  nesne  ya  da  şeyin  birincil  niteliklerindeki  çok  küçük değişiklikler yoluyla açıklar. Buna göre, birincil nitelikler maddi nesnelerden veya  fiziki  cisimlerden ayrılmaz olan, onların ayrılmaz bir parçasını oluşturan nitelikler  iken,  ikincil nitelikler maddi şeylerin bizde  yarattıkları  duyumlardan  başka  hiçbir  şey  değildir.  Maddi  nesneler  veya  fiziki  cisimler zihnimizdeki bu duyumları, birincil nitelikleriyle duyu organlarımız arasındaki etkileşim veya temasın bir sonucu olarak yaratırlar.

Descartes’ın söz konusu birincil nitelikleri, maddi nesnelerin maddi olabilmeleri için sahip olmaları gereken  nitelikler  olup,  aynen Galileo’da  olduğu  gibi  fizik  için  gerek  ve  yeter olan özellikleri  ifade ederler. Bu, elbette Descartes’ın maddi dünyanın kendisine yer kaplama özelliği  verildiği veya uzam yüklendiği zaman, onun yeterince  iyi bir biçimde karakterize edilmiş olacağını dile getiren görüşüyle tamamen  uyumludur.  Çünkü  duyumlardan  başka  hiçbir  şey  olmayan,  kendilerine  benzer  dışsal karşılıklar bulunmayan renk, ses, koku  tat benzeri  ikincil nitelikler yer kaplamanın  farklı biçim ya da tarzları arasında yer almaz.

Demek ki  fiziki dünya ve bu dünyadaki maddi nesne ya da  cisimlerle  ilgili olarak,  insan bir kez daha  yalnızca  açık  ve  seçik  olanı  bilebilir.  Buna  göre,  bizim  için  cisimlerin  yalnızca matematiksel özelliklerini  ya  da  şekil,  hareket  ve  sayı  gibi  birincil  niteliklerini  bilebilmek  söz  konusudur.  Buna karşın,  cisimlerin  renkleri,  kokuları  ya  da  tatları  yani  birtakım  ikincil  nitelikleri  olup  olmadığından emin  olamayız,  çünkü  bu niteliklerle  ilgili  olarak  açık  seçik  düşüncelere  sahip değilizdir. Demek  ki ister  canlı  ya  da  ister  cansız  olsun,  dış  dünyaya  ilişkin  bilimsel  bilgimiz,  bu  dünyayı  yalnızca  yer kaplama ve hareket bakımından ele alan matematiksel fizikle sınırlanmıştır.

(g) Kartezyen Düalizm ve Uzlaşım

Descartes sırasıyla düşünen şey olarak zihnin veya benliğin, Tanrının ve nihayet fiziki dünya ya da maddenin varoluşunu kanıtladıktan  sonra, onun her yönüyle modern olan dünyasının ontolojik yapısı da açık hale gelir. Bir kere, Descartes ’ın doğruluğunu kabul ettiği temel ontolojik ilkeye göre, varolan her  şey ya bir  töz ya da bir  tözün bir özelliği veya sıfatı olduğundan ve zihin, Tanrı ve madde birer özellik  ya  da  sıfat  olmadığı  için  onlardan  tek  tek  her  birinin  bir  töz  olması  gerekir.  Bu  ise,  eski zamanların en üstte  tözler  tözü olarak Tanrı bulunacak şekilde bir  tözler çokluğundan oluştuğu varlık görüşünün;  kendisini  meydana  getiren  öğeler  arasındaki  niteliksel  farklılıklara  karşın,  içindeki  her şeyin  belli  bir  yerinin  ve  işlevinin  bulunduğu  tek  bir  canlı  organizma  şeklinde  tasarlanan  evren anlayışının yerini düalist bir ontolojinin, kapalı bir yapı  içinde her yerde,  tıpkı  saat gibi mekanik bir düzen sergileyen bir evren telakkisinin aldığı anlamına gelir.

Tanrı-Doğa Düalizmi

Descartes ’ın  sisteminde  aslında  üç  töz  vardır.  Bununla  birlikte,  bu  üç  tözden  biri  olan  Tanrı, yaratılmamış bir töz olarak, esasen sistemin dışındadır. Yani onun Tanrısı, Ortaçağ’ın bir ucu kendisine uzanan hiyerarşik varlık anlayışında evrene müdahale edebilen, onu himayesi altında bulunduran teistik Tanrısından ziyade, Yeniçağ’ın, Descartes ’ın ortaya çıkışında çok etkili olduğu, dünyayı ve yasalarını yarattıktan, hareket için gerekli enerjiyi aktardıktan sonra kıyıya çekilen, dolayısıyla dünyaya müdahale etmeyen,  mucize  yaratmayan,  evrenin  muhafazası  ve  himayesi  fonksiyondan  yoksun  deistik  Tanrı anlayışıdır.  Yaratılmamış,  ezeli-ebedi  ve  yetkin  varlık  olarak  Tanrının  karşısında  ise  Descartes ’ın mekanizminde,  canlılıktan,  akıldan  yoksun  kaba  bir maddi  varlık  olarak  doğa  bulunur. Onda  doğa, gerçekten  de  yaratan  yerine  yaratılan,  yani  Tanrının  mutlak  boyunduruğu  altında  hiçbir  özerkliği kalmamış edilgen bir alan olarak ortaya çıkar. Bu, Kartezyen düalizmin, Tanrıyla doğa, etkin varlıkla edilgin  varlık  karşıtlığından  meydana  gelen  ilk  uğrağı  olup,  ondaki  bu  düalist  yapının  söz  konusu unsurları arasında artık hiçbir ilişki kalmamış gibidir.

Zihin-Beden Düalizmi

Kartezyen  düalizmin  en  az  birincisi  kadar  belirgin  ve  önemli  olan  ikinci  uğrağı,  zihin-beden düalizmi  olarak ortaya  çıkar. Aslında birincisi  gibi,  ikinci  tavır  veya duruşu  da Descartes  icat  etmiş değildir; başta Platon ve Aristoteles olmak üzere, onu daha önce benimsemiş pek çok filozof olmuştur. Hatta Descartes’ın bağını  tamamen koparmaya  çalıştığı Skolastik gelenek  içinde dahi, hemen hemen bütün  filozoflar,  insan  varlığından  ruh  adı  verilen  bir  parçanın,  beden  öldükten  sonra  da  varolmaya devam  ettiğini  öne  sürmüşlerdi.  Hal  böyle  olmakla  birlikte,  Descartes ’ın  zihinle  beden  arasındaki ayrımı ortaya koyma ve düalizmi  ifade etme  tarzı, gelenekten ciddi bir kopuşu gündeme getirecek ve modern düşüncenin bundan sonraki seyrini önemli ölçüde değiştirecek kadar farklılık gösterir. Ayrım  birkaç  yerde  açıklıkla  ifade  edildiği  üzere,  cogito  argümanının  bir  sonucu  olarak  ortaya konur. Gerçekten de Descartes ’ın bu argümanında en azından zımnen belli bir töz anlayışı bulunur; bu, “varolmak için”, hiç kuşku yok ki Tanrı dışında, “kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan şey” olarak  tanımladığı  töz görüşüdür. Bu  töz anlayışına göre, zihin, bedenden bağımsız olarak varolduğu sürece,  tanım  gereği  bir  töz  olarak  ortaya  çıkar.  Descartes ’ın  yine  aynı  anlayışına  göre,  her  tözün doğasını karakterize eden bir özü, bütün diğer özelliklerinin kendisinden çıktığı  temel bir niteliği, bir ana niteliği vardır. İnsanı meydana getiren iki tözden biri olan zihnin özü düşünme; oysa diğer töz olan beden ya da daha genel olarak maddenin özü yer kaplamadır. Her tözün, özüne ek olarak kipleri, varlık tarzları,  özlerini  örnekleme  biçimleri  vardır.  Buna  göre,  tikel  ide  ya  da  düşünceler,  belirli  birtakım istemeler  ve  münferit  ihtiraslar  zihnin;  tikel  şekiller,  belirli  büyüklükler  ve  münferit  hareketler  de maddenin kipleri, tezahür veya varlık tarzlarıdır.

Descartes ’ın işte bu düalist ontolojisi veya zihin-beden anlayışı, Skolastik anlayıştan bu kez tam bir kopuşu  ifade  eder. Çünkü  Aristoteles’e  veya  Aristotelesçi  gelenek  içinde  çalışan  veya  akıl  yürüten Skolastik  filozof  veya  teologlara göre,  her nesne ya  da  özel  olarak beden  bir madde ve bir  formdan meydana  gelir. Bunlardan madde,  değişme  boyunca  aynı  kalan;  form  ise  bedenlere  ya  da  nesnelere sahip oldukları karakteristik özellikleri kazandıran şeydir. Oysa Descartes için madde, bu ister masanın kendisinden yapılmış olduğu  ağaç,  ister  insan vücudu olsun, hep aynı  türdendir; o, sadece geometrik özellikler sergileyen, geometrinin nesnelerinin somutlaştırdığı özelliklere sahip olan bir tözdür. İşte bu yüzdendir  ki maddenin  tikel  formlarının,  cismin  farklı  görünümlerinin  karakteristik  özellikleri  onun duyusal olmayan parçalarının şekil, büyüklük ve hareketiyle açıklanır.

Zihin  de  Aristotelesçiler  ve  Skolastikler  tarafından  hayatın  açıklanması  amacıyla  kullanılmıştı. Çünkü Aristoteles’te canlı bedenin formu olarak değerlendirilen ruh, canlı bir vücudu cansız bir şeyden ayırandır. Zihin, bu anlayışta ruhun, insanları karakterize eden akli parçasıdır; fakat o birçok durumda Tanrının da  inayetiyle, bedenin ölümünden sonra varlığını sürdürebilmekle birlikte, gerçek anlamında bir  töz  olarak  görülmez.  Oysa  Descartes ’ta,  zihin  bütünüyle  gerçek,  ayrı  ve  müstakil  bir  tözdür; bedenin ölümünden sonra, Tanrının yardımı olmadan ve doğal olarak varlığını devam ettirir. Bununla birlikte,  Descartes ’ta,  insandaki  hayati  fonksiyonların  neredeyse  tamamı  organik  maddenin  veya bedenin fiziki organizasyonu yoluyla açıklanır. Ona göre,  insan bedeninde ve diğer rasyonel olmayan tüm hayvanlarda meydana  gelen bütün hareket ve  davranışlar, mekanik mikro  olaylara başvurularak açıklanabilir.

Başka bir deyişle, Descartes ’ın mekanik doğa anlayışı sadece madde alanında, cansız doğada durup kalmaz fakat canlı doğayı da kapsar. Doğa içerisinde bulunan canlı ve cansız tüm varlıklar aynı yapıya sahip  oldukları  için  aynı  yasalara  göre  işleyerek  faaliyetlerini  sürdürürler.  Sadece  “Tanrının  kendi elleriyle  yapılmış mükemmel bir makineden  ibaret”  olan  canlı varlık,  cansız  varlığa göre biraz  daha karmaşık  bir  yapı  sergiler.  Bu  yüzden,  canlı  bir  cisimde  veya  vücutta  meydana  gelen  solunum, beslenme,  kan  dolaşımı,  üreme  gibi  tüm  hayat  olaylarının,  cansız  doğadaki  diğer  olaylar  gibi,  aynı nedenlerle açıklanması gerekir.

İnsan  ve  hayvan  bedenini  bir  makine  veya  bir  otomat  olarak  tanımlayan  Descartes ’a  göre,  söz konusu otomatın  işleyişine ve davranışsal tepkilerine herhangi bir “fail ruh”, gizli içsel bir güç olarak hiçbir şekilde karışmaz. Bu otomatın işleyişi ve davranışsal tepkilerinin, onu oluşturan içsel parçaların yapısal organizasyonuna  ek olarak,  aynı  zamanda  uygun  dışsal  uyarımlar  yardımıyla  da  açıklanması gerekir.  “Bir  otomatın  işleyiş  ve  davranışlarının  açıklanmasında  bu  iki  temel  faktörün  göz  önünde bulundurulması” gerekir diyen Descartes, bedenle ilgili tüm insan faaliyetlerini kendinden hareketli bir makinenin  işleyişine benzeterek  açıklamaya  çalışır. Saat  veya  değirmen  gibi  kendinden hareketli  bir makine,  o makineyi  oluşturan  ilgili  organların  eğilimlerine  ya  da  yaradılışlarına  bağlı  olarak  sadece kendi  içsel  ilkelerine  göre  hareket  edebilme  güç  ve  yeteneğine  sahiptir. Otomat,  dışsal  herhangi  bir hareket ettiriciye bağımlı olmadan, kendisini oluşturan parçaların yapısal organizasyonu doğrultusunda, kendi  kendine mekanik  olarak  hareket  eder. Cansız  doğayla  ilgili mekanik  anlayışı  canlı  doğayı  da tamamen içine alan Descartes’ta, bundan dolayıdır ki zihin, yaşam ilkesi değil de düşünce ilkesi olarak ortaya çıkar. Kartezyen zihin, tıpkı Aristotelesçilerin rasyonel ruhu gibi, aklı içerir, ama akla ek olarak düşünmenin, Aristotelesçilerin irrasyonel ruha yerleştirdikleri başka tarzları da ihtiva eder.

Descartes ’ta zihin  ve  beden,  sonuç  olarak aralarında ortak  hiçbir  nokta  olmadığı  için birbirinden tamamen  bağımsızdır. Onlar  bütünüyle  farklı  türden  şeyler  veya  tamamen  ayrı  tözler olduklarından, zihin ve bedenden her biriyle  ilgili  temel hakikatler o  tözün kendi ayrı doğasından çıkar; bu yüzden, zihinlerin  bilimiyle  cisimlerin  biliminin  çatışması,  onların  birbirlerinin  alanlarına  müdahale edebilmeleri  imkânsızdır.  Onun  bu  anlayışından  çıkan  en  önemli  sonuç,  ilahiyatçıların bilimadamlarının ya da fizikçilere, bırakınız  işkence etmeyi, müdahale etmelerinin, yeni matematiksel fiziğe karşı çıkmalarının gerekmemesi, böyle bir şeyin hiç söz konusu dahi olmamasıdır. Aynı şekilde, bilimadamları  veya  fizikçilerin  de  manevi  hakikatlerle  ilgili  olarak  hüküm  vermeleri,  fikir  beyan etmeleri,  uzmanlık  taslamaları  doğru  değildir.  Dahası,  insanların  irade  özgürlüğünün,  ahlaki sorumluluğun ve Tanrının varoluşunun bütünüyle maddi bir evrendeki öznel yanılsamalar olmalarından korkmaları  da  hiç  gerekmez.  Bilim  ve  dinden  her  biri  kendi  alanında  mutlak  yargıç  ve  egemen olduğuna göre, ikisi arasında asla bir çatışma olamaz. Zihin veya ruhlarla ilgili hakikatler, tıpkı madde veya cisimlerle ilgili doğruların salt madde için geçerli olan hakikatler olmaları gibi, sadece zihinlerle ilgili hakikatler olarak kalırlar.

Bu, 17. yüzyılda modern bilimin doğuşuyla birlikte zuhur eden ve her geçen gün yoğunluk ya da ivme  kazanan  bilim-din  çatışmasına  Descartes ’ın  getirdiği,  Kartezyen  uzlaşım  olarak  bilinen  ünlü çözümdür. Oldukça nazik bir dengeye dayanan bu çözüm,  iki  töz arasında özü düşünme olan  zihnin özü,  yer  kaplama  olan  bedeni  harekete  geçirmesi  veya  etkilemesi,  olguda  veya  fiilen  değilse  bile, düşüncede  ihtimal  dışı  olduğu  için  mantıksal  bakımdan  imkânsız  olan  etkileşimin  gerçekten  de olmamasına  bağlıdır.  Çünkü  iki  töz  arasında  bir  etkileşim  olursa,  sözgelimi  maddi  olmayan, kendiliğinden  bir  neden  olarak  zihin  ya  da  ruh  kendi  bedenini  harekete  geçirir  ve  böylelikle  de evrendeki  diğer  nesneler  üzerinde  eylemde  bulunursa,  maddi  evrendeki  cisimlerin  davranışı  yeni bilimin istediği şekilde tamamen kendilerinden önceki maddi nedenler tarafından belirlenmiş olmaz ve bundan fizik zarar görür. Etkileşim tersi yönde olduğunda, yani maddi evrenin yeni bilimin talep ettiği şekilde  bütünüyle  deterministik  bir  sistem meydana  getirmesi  durumunda,  bu  kez  insan, Hobbes’un söylediği  şekilde  hareket  halindeki  maddeden  daha  fazla  hiçbir  şey  olmazsa,  o  zaman  da  irade özgürlüğü  bir  yanılsamadan  ibaret olur. Descartes  insanın  irade  özgürlüğüne  sahip  olduğunu  söyler, ama biraz da  söz konusu nazik dengenin, önerdiği diplomatik  çözümün bir gereği olarak, bilimin ve araçsal rasyonalizmin egemen hale gelmesi ihtimaline karşı kapıyı sonsuzca açar.

Etkileşimcilik

Bu sonucun da ima ettiği üzere, şimdiye kadar zihin ve bedenin ayrı ayrı olarak varolabildikleri için birbirlerinden ayrı ve bağımsız tözler olduklarını öne süren Descartes, yine de onların bu dünyada ayrı olmadıklarını söyler. O,  iki  tözün bu dünyadaki birliği sonucuna, zihnin özü olan “düşünme”yle  ilgili çözümlemesinden  yola  çıkarak  varır.  Buna  göre,  kendisinin  düşünen  bir  şey  olduğunu  kanıtlayan Descartes, “düşünen tözün ne olduğu” sorusuna “kuşku duyan, anlayan, kavrayan, inkâr eden, isteyen, istemeyen, tahayyül de eden ve duyan bir şey” yanıtını verir. Düşünmenin etkin tarzları ya da kipleriyle (irade)  edilgin  tarzları  (anlama, kavrama) arasında bir ayrım  yapan Descartes, düşüncenin  listede yer verilen son iki tarzına, hayal gücü ve duyumlamaya özel bir önem verir. Çünkü insanın hayal gücü ve duyumsal deneyimlerinin doğası, onu iki bağdaşmaz unsurun, bir yandan mekanik yapılı bedensel  töz ile diğer yandan cisimsel olmayan zihnin birleşmesinden oluşan bir karışım olmaktan  çıkarıp  insanın “zihin-beden tözsel birliğinden” oluşan organik bir bütün olduğuna tanıklık eder. Gerçekten de düşünen bir töz bir bedenle birleştiği zaman, insan oldukça farklı bir duyusal deneyime sahip olur. Söz konusu özel deneyim, ne yalnızca zihne ne de yalnızca bedene izafe edilebilir; o, Descartes ’ın gözünde sadece “ruh-beden tözsel birliğinden” meydana gelmiş melez bir varlık olan insana ait olabilir.

Descartes kendisinden sonra zihin felsefesinde önemli bir problem haline gelecek “zihin ile beden arasındaki  tözsel  ilişki” problemini, “etkileşimcilik” adı verilen bir yaklaşımla,  iki ayrı  töz arasındaki bir çalışma birliği olarak  tasarlayıp değerlendirir. Buna göre, zihin, bedende meydana gelen birtakım uyarımları dolayımsız olarak almak suretiyle, onlara birtakım duyumlarla tepki verir; beden ise ruhun birtakım  eğilim ve  isteklerini bazı hareketler olarak gerçekleştirir. Descartes zihinle beden arasındaki bu karşılıklı etki bağı ve etkileşimin, beynin  iç kısmında bir yerde, “kozalaksı bez”de gerçekleştiğini öne sürer ve söz konusu kozalaksı bezin, “zihinde bir faks makinesi” gibi işlev gördüğünü söyler.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

Fransız matematikçisi ve filozof. 1596’da La Haye’de doğup, 1650’de Stockholm’de öldü. İlk önce Cizvit Kolejini bitirdi, daha sonra Poitiers Üniversitesinde tahsil gördü. Senelerce Almanya, İtalya, Hollanda ve Polonya’da kalarak ilmî çalışmalar yaptı. Metod Üzerine Nutuk isimli eserinin 1637’de yayınlanmasından sonra bütün dikkatleri üzerine topladı. Bu eserindeki fikirlerini daha sonra şu üç denemeyle pekiştirdi:

1. Dioptri: Burada, fizikte ortamların kendilerinden geçen ışık üzerine olan tesirlerini tetkik etmiştir. Ayrıca gözlük camlarının îmâli konusunda bâzı çalışmaları olmuştur.

2. Meteorlar: Burada, atmosferde meydana gelen olaylar tetkik edilmiştir.

3. Geometri: Bu kısımda da geometri konusu ele alınmıştır. Diğer eserleri şunlardır: Metafizik Felsefe Üzerine Düşünceler, Felsefe Prensipleri, Rûhun İhtirasları.

Ölümünden sonra, İnsan Üzerine, Dünyâ ve Işık Üzerine ve Mektuplar adlı eserleri arkadaşları tarafından yayınlanmıştır.

Descartes, cebir ve geometri teorilerine getirdiği görüşler sebebiyle büyük matematikçilerden sayılır. Adı felsefe târihinde önemli bir yer tutar. Descartes, skolastik sistemi reddetmiş ve meşhur, “Düşünüyorum, öyleyse varım!” aksiyomundan hareket ederek teorilerini “salt akıl” temeli üstüne kurmuştur. Hiçbir şeyi ispatsız kabul etmek istemez. Bu bakımdan, kendi varlığı dâhil her şeyden şüphe ederek yola çıkmıştır. Metafizik konularda idealist olan Descartes, tanrının varlığını da, kusursuz varlığın tanımlanması yoluyla kendine göre îzâh ve ispat eder. Sonra tanrı insanları aldatmak istemeyeceği için, dış âlemin varlığını ve kendi cisminin varlığını kabul eder. Böylece Descartes geçici idealizmden sonra realizme varır. Bu realizm, düalisttir, yâni mahlûkun iki özden (ruh ve beden) meydana gelmiş sayar.

Descartes felsefesinin, bu iki yüzü sebebiyle, materyalist ve idealist olmak üzere birbirine taban tabana zıt iki çeşit tâkipçisi yetişmiştir. Descartes’in sistemi günümüze göre eski bir târihte ortaya atıldığı için ölümünden 100 sene sonra tabiat ilimlerinin bir hayli gelişmesi netîcesinde ehemmiyetini yitirmiştir.

KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 5. CİLT

İlgili Makaleler