Kimdir

Rasim Özdenören kimdir? Hayatı ve eserleri

Rasim Özdenören kimdir? Hayatı ve eserleri: Kahramanmaraş’ta doğan Rasim Özdenören ilkokulu, ortaokulu ve liseyi Ma­latya, Tunceli, K. Maraş gibi doğu ve güney şehirlerinde tamamladı. İ.Ü. İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nü (1964) ve İ. Ü. Hukuk Fakültesi’ni (1967) bitir­di. Avukatlık stajını Ankara Barosu’nda tamamladı. 1967 yılında Devlet Plânlama Teşkilâtı’na araştırmacı olarak girdi. Devlet Plânlama Teşkilatı’nda görevini sür­dürürken İktisadî konularda araştırmalar yapmak üzere Şubat 1970’de ABD’ye gönderildi. 1971 Eylül’ünde III. Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nın hazırlık çalışmala­rına katılmak amacıyla yurda döndü. Eylül 1972’de başladığı askerlik görevini Mart 1974’te Şırnak’ta tamamlayarak DPT’deki görevine yeniden başladı.

1978 Mayıs’ında kendi isteğiyle memuriyetten ayrılarak Yeni Devir gazetesinde kültür, eğitim, iletişim konularında günlük yazılar yazdı. Mayıs 1980’de DPT’deki uzmanlık görevine yeniden döndü. Eylül 1984’te Devlet Plânlama Teşkilâtı’nda Ge­nel Sekreter Yardımcılığına, Ocak 1988’de de Genel Sekreterliğe getirildi…

İlk hikâyesi Varlık dergisinde (Ocak 1957) çıkan Rasim Özdenören daha sonra hafta­lık Yeni İstiklâl gazetesi ile Soyut ve Diriliş dergilerinde yayınlanan hikâyelerini Hastalar ve Işıklar’da, (1967) topladı. 1969 Şubat’ında Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt ve Akif İnan’la birlikte (Ankara’da) Edebiyat dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 1976 Aralık’ında Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt, Ersin Gürdoğan ile birlikte Mavera dergisini kurdu.

Yayım sırasıyla hikâye kitapları: Hastalar ve Işıklar (1967), Çözülme (1973), Çok Sesli Bir Ölüm (1974), Çarpılmışlar (1977), Denize Açılan Kapı (1983), Kuyu (1999), Hışırtı (2000)), Ansızın Yola Çıkmak (2000))’tır. Yazarın, fikir ve dava ağır­lıklı, siyasî-tarihî bunalımları ortaya koyan romanı ise Gül Yetiştiren Adam (1978) adını taşıyor.

Rasim Özdenören ’in Hikâyeleri Üzerine

Kendine özgü hikâye anlayışının ürünleriyle dikkati çeken Rasim Özdenören, belli başlı edebiyat ansiklopedilerinde yer aldı. “Aile” adlı hikâyesi Sırpça’ya çev­rildi. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adı hikâyeleri TV’ye uygulandı.

Rasim Özdenören, edebiyat, kültür, iletişim ve tarih konularındaki denemelerini 10 ciltte topladı. Bunlardan Ruhun Malzemeleri (1986) edebiyat üzerine yazılandır.

Rasim Özdenören, hikâyelerinde toplumdaki değişme ve çözülmenin sebep ve sonuçlarını ortaya koyan olay ve durumları anlatmaya çalıştı. “Kültürel yabancılaşma”yı, aile çözülmelerini ve bunalımlarını hikâye etti. Denize Açılan Kapı ile tasavvufî bir duyarlık onun hikâyelerinde ön plâna çıkmaya başladı.

Rasim Özdenören ’in hikâyelerinde işlediği temalar “Müslüman-modem” çiz­gidedir. “Başkaldırı” temalarına onda da rastlanılmaktadır. Ancak, Sartre, Camus »vs. de görülen başkaldırıya benzemez bu. Çünkü Rasim Özdenören ’deki isyanlar zarurî olarak “îlahî adalet” düşüncesine ulaşır. Bazı hikâyeleri (Çözülme, Halil, Çatışma, Çarpılmışlar) genel olarak kişinin ve toplumun alın yazısında somutla­nan suç ve ceza “diyalektiği” üzerine kurulmuştur. Bu inançlı hikâyelerde suç (daha doğrusu günah) kendi sonucunu kefaret olarak doğuran, cezasını da yanın­da getiren bir olgudur.

Rasim Özdenören hikâyelerinin temel öğesi insan ve insan ruhudur. Bütün hi­kâyeleri değişik durum ve kişilikler içerisinde yakalanmış insanların dramlarını hikâye eder. Onun insanları genellikle kendi içinde ve dışında sürekli bir bunalı­mı, çözülme ve çatışmayı yaşayan hasta, yaralı tiplerdir. Kendileri ve çevreleriyle çatışma içerisindedirler. Bu insanlar genelde çözülmüş ve çökmüş bir toplumun kişileridir. Kültür ve inanç temelleri inkâr edilmiş, yıkılmış bir toplum düzenin­den artakalmış insanlardır. Bir düzen yıkılmıştır; farklı bir kültür birikimine sa­hip olan insanımız ise yeni bir kültür yoğurma davasındaki bu yeni düzene uyum sağlayamamaktadır. Bu insanların gerek çevreleriyle gerek ruhlarıyla çatışan du­rumlarını bu noktaya yerleştirebiliriz.

Yazarın Denize Açılan Kapı adıyla kitaplaşan hikâyelerinde ise mistik arayış­lar içerisindeki insanların yaşayışları konu edilmektedir.

Ruh sıkıntıları ve metafizik kuşkular içerisindeki bu insanlar, Anadolu’nun bir kasabasında veya büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayan, alelâde, ba­sit insanlardır. Rasim Özdenören ’in hikâyelerini Kentsoylu (küçük burjuva) aydının sı­kıntılarını ele alan Batı’cı bunalım yazarlarından ayıran önemli fark buradadır.

Rasim Özdenören ’i, konu ve kişilerine değişik yaklaşımları ile tanıyoruz. Olumsuz yanlan göze batan bunalımlı bir yaşama biçimi, onda konuların hareket noktası oluyor. Ancak bu tutum aynı zamanda iyinin, güzelin lehine geliştirilebilecek du­rumlar sağlıyor; iyiyle kötünün, güzelle çirkinin karşı karşıya getirilişi oluyor. Bu dokularıyla onun hikâyeleri insanın iç dünyasındaki çıkmazları, aydınlığa çıka­ran noktalarla yoğunlaşıyor. Böylece kişilerin bağlı olduğu toplum yaşayışından kesitler sunduğu kadar, insanlığın ortak yönlerini kucaklayan özellikleriyle de zengin bir yapı gösteriyor.

Bu hikâyelerdeki çarpılmış, çöküntü içinde ve hafakanlarla kıvranan insanla­ra bakarak Rasim Özdenören ’in, çokluk “olumsuz insanı” anlattığı ileri sürülmüştür. Ancak bu hikâyelerin olumsuzluğu anlatmak amacını taşımadığını elbette belirt­mek gerekir. Olumsuzluk gibi görünen unsurları bir araç olarak kullanan yazar, insanımızı kendi durumunun bilincine ulaştırmaya çalışmaktadır.

Kaldı ki Rasim Özdenören ’in kendine özgü bir gerçekçi olduğu göz ardı edilmemeli­dir. Hikâyeler, yazarın kafasındaki bir ülküye göre değil, yaşanılan gerçeğe uy­gun bir biçimde kurulmuştur. Nitekim hikâyelerine konu olan gerçeklere müda­hale etmeyip, onları oldukları gibi yansıtmayı uygun buluyor.

Bu hikâyelerde yer yer olumsuz görüntü ve tiplerin ortaya çıkması, “idealize edilmiş tipler” çizerek gerçeği çarpıtmak istemediği içindir. Rasim Özdenören ’in hikâ­yeleri, toplumumuzun derinliğindeki tarihi-metafizik acıları yansıtmaktadır.

Rasim Özdenören, hikâyelerinin hemen hepsinde tasvire ayrı bir ağırlık vermek­tedir. Hikâyeleri yürütmekte olan bu tasvirler yazarın söz konusu edeceği şeyleri ön­ceden sezdirmeye yaramaktadır. Ağır ağır gelişen, ilerleyen bir “atmosfer”, tabiatın (yakın çevre) türlü görünüşleriyle insan arasında kurulan ilişki sayesinde sağlanır.

Konular: Bu yapı içinde gizlenmiş, geri plânda tutulmuştur. Klâsik hikâyecili­ğin “konu”yu ön plâna çıkararak âdeta bir amaç haline getiren anlayışından mo­dem hikâyenin konu anlayışına geçilmiştir; yani insanın ruh karmaşasını anlat­mak esas alınmıştır. Söz konusu edilen durumlar soyut bir görünüş içindedirler. Ancak, bu hâl, gerçekle bağının kopukluğundan değil, anlatış biçiminden doğ­maktadır. Olaylardan çok, insanların iç dünyasında bunların biçimlenişini anla­tan Rasim Özdenören, ayrıca bu amaca uygun bir anlatım ve üslûpla yazmaktadır. Kişi­lerin, olayların, durumların ayrıntılara kadar tanıtılmasında iç-monologlar ve duygulu anlatımlar öne çıkmaktadır.

Kendine özgü bir dil zevki ile yazan Rasim Özdenören şiirli bir üslûp sahibi­dir. Hikâye dilinin yaygın ve önemli bir özelliği de her an varlığını duyuran ale­gorik (timsali) anlatımıdır. Kullandığı çok renkli dil sayesinde Rasim Özdenören, konu ve kişilerini bütün halinde verme, geniş tablolar çizme, iç ile dış arasında bağlan­tılar kurma, görünüşten gizli mânâya geçme gibi imkânlara ulaşmıştır.

“Rasim Özdenören, hikâyeleriyle, «gerçekçi» olarak adlandırılan bol örnekli, röportaj benzeri bir öz taşıyan, sanat katma ulaşamamış hikâyecilik akımının ve neo-realist diyebileceğimiz İkinci Yeni hikâyeciliğinin; ayrıca yabancılıktan kur­tulamamış varoluşçu hikâyeciliğin tıkandığı bir dönemde, yeni bir çığırın açılma­sına öncülük yapmıştır.

Sanat Anlayışı

Kendisinden sanatı nasıl anladığını sorduğumuz Rasim Özdenören bize yazı­lı bir cevap gönderdi… Yazarın sanat bildirisi niteliğindeki bu metni aynen ya­yımlıyorum:

Rasim Özdenören ’e göre sanat bir telkin aracıdır: Bu yanıyla boyutları bili­min ve felsefeninkinden daha geniştir. Zira sanat, hayatı kucaklar, hayatı bütün boyutları ile vermeye çalışır, bu hayatta fizik vardır, fizik ötesi vardır. Kendi ba­şına bir canlı organizmadır sanat: Hayatın çelişkileri, açmazları, mutlulukları bütün diriliğiyle girer sanat eserine. Ölü bir kuram, ölü bir şema, ölü bir sistem içine hapsedilmiş değildir. Hayatın bütününü, bütün aşamalarında her çeşit ay­rıntısıyla sınamak, ortaya sermek olanağına sahiptir. Böyle olunca, sanat, gerçe­ği aramakta, herhangi bir araçtan çok daha üstün, çok daha özgür olanakları içe­riyor demektir.

Sanatın en uç amacı gerçeği araştırmaktır, en geniş anlamda evrenin sırları­nı sezdirmektir. Çerçeveyi biraz daha daraltırsak, sanatın görevi (ya da işlevi) in­sanın hakikatini araştırmaktır. Bu hakikatte, insan başarılarının içinde kutsana­cak bir “acz” vardır, insanın Tanrı karşısındaki aczi. Bütün büyük sanat eserle­rinin çözümlenmesinde, sanatçının amacı ne olursa olsun, bu kutsal söz ortaya konulmuştur.

İnsanı, estetik yoldan, mistik bir alana çeker sanat eseri. Akla aykırı olmayan ama akim sınırlarını aşan bir alandır bu. İnsanın bu alanda, artık, ilkel akıl yü­rütmelerle düşünmez, zihninin bütün verileriyle evreni bir bütün olarak kavrar. Evreni, kendini, kendi aczini kavrar, kendini kavrayınca teslim olması gerektiği­ni, kurtuluşun ve insan olmanın en yüksek onurunun bu teslim oluşta belirdiği­ni görür.

İnsandır sanatın kaynağı, insanın evrensel değerleridir, sanat bu değerlerle beslenir: Acı çekmek, ölüm, kader, feragat, fedakârlık, yiğitlik, aşk. Fizik dünya­mızla fizik ötesinde yer alan bütün bu olgulardır sanatın bize verdiği, en azından vermesi gereken. Ancak evrensel sırlara cevap aramak değildir sanatın görevi. Sırların mahiyetini açıklamaz, belki yalnızca var olduklarını gösterir veya sezdi­rir sanat.

Rasim Özdenören ’e göre edebiyatla uygarlık arasında çeşitli yönlerden, çeşit­li açılardan korelasyonlar vardır. Çünkü, edebiyat o uygarlığın eşyayı, olayları, in­sanı, kısacası tüm varlık âlemini, o uygarlığın değer yargılarıyla, o uygarlığı tüm duyarlıklarıyla “ifade” etme sanatıdır. Edebiyatın gücü, onun, gerçeği bedahet ha­line getirmesinden kaynaklanır.

Bir edebiyatı şu veya bu zihniyete ait kılan faktör eserde kullanılan otantik malzeme değil, eserin bütününe egemen olan bakış açısıdır. Dolayısıyla, Müslümanın, insanlara bakış açısı bütünüyle, İslâm uygarlığının kendine özgü değer yargılarıyla özdeşleşmiş olarak eserde yer alabilirse ve bu yer alış otantik girişim­ler olmaktan çok, doğal bir yaşama tarzı biçiminde verilebilirse, İslâmî bir edebi­yat gerçekleştirilmiş olacaktır. İslâmî kavramların, İslâmî motiflerin bir malzeme ve araç olarak kullanılmış olması eseri mutlaka İslâmî saymamızı gerektirmez. Aslolan sanatçının Müslümanca tavır alışıdır. Bununla beraber İslâm sanatı ve edebiyatı için “a priori” kurallar konulamaz. Kurallara belki eserlerden sonra ula­şılacaktır.

Rasim Özdenören Hikâyelerinden Bölümler

Rasim Özdenören’in, çıkış tarihi itibariyle üç hikâye kitabından üç kısa örnek sunacağız. Görüşlerimizi, bu hikâyelere bakarak anlatmaya çalışacağız.

Çözülme’den;

(…)

Bu kadar kısa, bu kadar karşı koymaksızın nasıl verdim kendimi ele? Beni gö­ren yoktu. Bizi kimse görmemişti. Ne bir şahit, ne kimse.

O bağrışlar sürüyordu kalamin içinde, yani bacımın ve anamın ve kimsenin ol­mayan bağrışlar, polise diyordum ki «babam öldü» ona bağırıyorlar ve susuyor­dum bir şey demeden ve çünkü çok birdenbire olmuştu, polis niye duymuyordu beni ve sormuyordu niye bu bağrışlar diye, niye sormuyordu, niye konuşmuyor­du, çok sıcak vardı, hükümet binası sevimsizdi güneşin ortasında tek başınalığıyla, sonra binanın loşluğunda anladım sırtımın terlediğini ve terin boynumdan aşağı omurga kemiklerimin oluğundan aşağılara kuyruk sokumuma doğru aktı­ğını, temmuz güneşi tam yukardan geliyor ve tepemi ısıtıyordu.

Şimdi tutukluyum.

Gün giyeceğim; bilmiyorum, kaç yıl bu Allah’ın belası yerde yatmak için gün verecekler.

Çok kötü bir gece geçirdim dün, hükümete gelirken başım ağrıyordu, uyku­suzluğum bastırıyordu ve güneş ağrıyı şiddetlendiriyordu, yanma çağırdıkları za­man savcıyı görmüyordum, yüzünü görmüyordum, bir şey sanki parlıyordu ve savcının yüzü hep karanlık kalıyordu ve bir yandan bacım ağlıyordu kelime söy­lemeden. Bir gün onu dövmüştüm ikimiz de çocukken. Kapımızın önünde oynuyormuş ve biri geçerken dönüp bakmış kendisine ve bacım da dönüp ona bakmış, «bacıma mukayyet ol» diye bir mahallelim haber verdi bunu ve ben bacımı döv­düm ogün iyice, ağlatıncaya kadar, bacım şahadet parmağını kaldırıp «tövbe» de­yinceye kadar dövdüm onu. Çünkü hep«tövbe mi?» diye vuruyordum her seferin­de. Bacım hastalandı o gün, sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu ve yattığı zaman sayıklıyordu. Mahallelime ve arkadaşlarıma gösteriş için yaptım bunu ve hiç bir za­man itiraf etmedim bunun için yaptığımı. Babam, bacımı dövdüm diye beni ahıra kilitledi «sana mı kaldı ulan onun terbiyesini vermek?» diyerek. Ahır karanlıktı, bir akrep ya çıyan çıkar diye korkuyordum bir yerden, çünkü evimizde akrep ya­kalamıştık bir gün. Ödüm patlıyor ve elimi bir yere dokundurmuyordum. Babam evden çıkınca anam gelip ahınn kilidini açtı. Akşam olmamıştı daha. Geceler bo­yu o ahırın karanlığını gördüm düşlerimde ve hep korktum. Gündüzleri bile ba­zen o kapının önünden geçerken korkuyordum ve babam hep «ahıra tıkarım ha!» diye tehdit ediyordu beni. Mapusana deyince hep o ahır canlandı gözümde yıllar­ca ve gene aynı.

Ve bugün hükümete gelirken bacımın duyduğum bağırtısı, onu dövdüğüm günkü bağırtısını hatırlatıyordu bana, sanki bunca yıl sesi hiç değişmemişcesine. Polis duymuyordu bunu, savcı duymuyordu ve bilmiyorlardı ve anlamayacaklar niçin bu kadar çabuk kendimi ele verdiğimi.

Anam çıldıracak.

İçinden ne zaptedilmez düşünceler geçtiğini ben biliyorum, oysa ne dayanıklı görünürdü, onu yıkan yoksulluk olmadı, ne olduğunu açıkça anlatamıyorum ama bir başka şey yıktı onu, kahır gibi bir şey ve katlandı ama artık katlanamayacak, çünkü bir insanın sinirleri bir noktaya kadar geriliyor ve ondan sonra zorladın mı dayanamıyor. Beni sevmemesi dıştandı, ben biliyordum bunun böyle olduğunu ve o anlıyordu benim bunu anladığımı ve bunun için üstüme geliyordu boyuna. Ben daha parmak kadar çocukken «bize sen bakacan büyüyünce» derdi, sonra nasıl değişti her şey kimse anlamadı. Savcı, kâğıtlarına «serseri» diye kayıt düştü be­nim için ve tutukladı. Diyorum ki babam iyi ki duymadı bu olayı ve duymadan öl­dü, yoksa bana katiyen inanmayacak ve katil sanacaktı ve her seferinde bunu ba­na hissettirecekti ve ben büsbütün rezil olacaktım kendime karşı ve rezalet nedir bilmeyen bütün insanlara karşı.

Şimdi hava kararıyor, duvarlar kararıyor ve ahırın kapısını açacak kimseyi bekleyemiyorum bile, çünkü artık yok böyle bir kimse ve hiç kimse.

(Çözülme, 1973, s. 106-108)

Çok Sesli Bir Ölüm’den

(…)

Derken, yüzüne küçük bir damla yağmur düştü. O sırada babasının öksürdü­ğünü, öksürür gibi hırıldadığını duydu. Hava birden karardı, yağmur atıştırmaya başlamıştı. Çevrede sığınacak herhangi bir yer yoktu. Uzaktan bir şimşek çaktı. Beygir, birdenbire huylanarak kişnemeye başladı. Başını geriye doğru itince, yu­lar, Kamber’in elinden boşandı birden. İkinci bir şimşek daha çaktı. Arkasından, gök çatırdadı. Kamber, elinden boşalan yuları yakalamak için geriye döndü. Bey­gir, huysuzlanarak toprağı dövdü, ön ayaklarını kaldırarak, arka ayaklan üstün­de hafif bir yaylandı. Kamber, yuları yakalamıştı. Hayvanı sürüklemeye çalıştı. Or­talık karardı. Yağmur, birdenbire sağanak halinde yağmaya başladı. Yoğun yağ­murun altında, çevresi görünmez olmuştu. Gözünü açamıyordu. Sular, boynun­dan, boğazından aşağılara doğru bol bol akıyordu. Ne yapacağını, nereye gidece­ğini şaşırmış, orada, olduğu yerde, dönenip duruyordu. Ayağının altından küçük selcikler akıyordu. Beygir, bir kez daha, kısa, kesik kişnedi. Kamber, beygiri zap­tedemez olmuştu nerdeyse. Hayvan, bilinmedik bir şeyden ürküyor, huylanıyor­du. Kamber’in, üstü başı sırılsıklam olmuştu. Çıkan rüzgâr, mintanının eteklerini uçuruyordu. Sağanak, birden, öyle şiddetlendi ki, ortalıkta göz gözü görmez oldu.

Küçük seller, ayağının altından taşlan sürüklemeye başladı. Kamber, elinde ol­madan «eyvah, eyvah ki eyvah!» diye söyleniyordu. Neredeyse ağlayacaktı. Baba- sim falan unutmuştu, ama, yulan avucunun içinde sımsıkı kavramış, bırakmıyor­du. Boşta olan kolunun yeniyle yüzünü kurulamak istedi. Yüzüne vuran sağanak­tan kurtulmak için geri döndü. Beygirle yüz yüze geldiler. Hayvan ağzını açmış, tu­haf, korkunç bir biçimde dişlerini göstererek sırıtıyordu sanki. O anda babasını gördü. Şehmuz’un boynu sarkıyordu. Elbiseleri, ıslaklıktan sırtına yapışmıştı. Üzengiye dolalı ayağı cansızca sallanıyordu. Kamber, şimdiye dek hiç bilmediği bir korkuya kapılarak «Baba!» diye seslendi. Uğultu, sesini uçurup götürmüştü sanki, babası duymadı. Kamber, birden kararını değiştirdi. Köye dönecekti. Baba­sının üstünü değiştirmesi gerekiyordu. Ama böyle bir şey olacağı kimsenin aklı­na gelmediğinden yanlarına yedek giysi almamışlardı. Kamber, hayvanın başını güçlükle öte yana döndürdü. Hayvan, bir türlü yürümek istemiyordu. Kamber, ne yaptığını bilmeden hayvanın kıçına bir tekme attı. Beygir, kişneyerek tepindi bir kez olduğu yerde. Sarsıntıdan, Şehmuz, iki büklüm, kamının üstüne eğildi. Başı, semerin ön tahtasına değiyordu. Hayvan, âdeta üstündeki yükü yere atmak, boşal­mak istiyordu. Beygirin sağrısını sıyırtıp öne geçmek isterken, Kamber, babasını bağladıkları ipin, yağlı bir kayış gibi adamın bacaklarını kertmekte olduğunu gör­dü. İpi biraz gevşetmek istedi ama elini ipin altından geçiremedi. Babasının üs­tünden sular sızıyordu. 0 anda birden, babasının semere değen yüzünü gördü. Adamın ağzı ayrılmıştı. 0 bulanık, bulantılı korkusuyla babasının böğrüne sürdü elini. «Baba!» diye seslendi usulca. Şehmuz, hiç bir tepki göstermedi. Kamber, bü­tün gücüyle yuları çekti. Bu kez, hayvan silkindi, yürümeye başladı.

Sağanak çok sürmedi. Şimdi, geldikleri yoldan geriye dönüyorlardı. Yerler çamurlanmıştı. Tepenin yarıklarından, ufak sel kalıntıları akıyordu. Kamber, ter­den, yağmurdan kemiklerine kadar ıslanmıştı. Az önce uğradığı kayaya kadar ar­kasına bakmadan yürüdü. Kayanın oraya gelince, hayvanı yaklaştırdı. Kayanın üstüne çıktı. Cebinden bıçağını çıkardı. Babasını bağlayan ipleri kesti. Hayvanın kolanını gevşetti, semeri eliyle tutarak, hayvanı kımıldatmamaya çalışarak bir sü­re öyle bekledi. Sonra, yeniden kolanı sıkıladı. Kayanın üstüne çıktı. Babasının, artık boşta olan sağ ayağını, semerin arkasından dolandırarak öbür ayağının ya­nma attı. Başını, kendinden yana çekti. Öyle ki, şimdi, adamın kamı semere da­yanmış, başı, ayaklan iki yandan sarkıyordu. Kestiği iple, bu kez, babasını sırtın­dan semere iyice bağladı. 0 anda, adamın ağzından bir kan boşandı. Boşanan kan, Kamber’in üstüne sıçradı. Kamber, herhangi bir şey düşünemeden yulara sarıldı. Hayvanı, geldikleri yoldan sürüklemeye çalıştı. Yüzü, kireçleşmişti sanki. Rüzgâr, kendilerini bilinmedik bir vadiye doğru döndüre döndüre savuruyor gi­biydi, etekleri uçuşuyordu. O anda, Kamberin yüzünü bir gören olsa, bu çocuk mutlaka çarpılmış, derdi. Öylesine çarpık bir yüzle asılıyordu yulara. Boşu boşu­na, hiçbir amaç gütmeden, hiç bir şey beklemeden.

(Çok Sesli Bir Ölüm, 1974, s. 31-33)

Denize Açılan Kapı’dan

(…)

// <![CDATA[ // ]]>

Yaz günleri damda yatarlardı. Kentin ışıklan aşağılardaydı artık. Motor gürül­tüleri uzaktan, belli belirsiz duyuluyordu. Gökyüzü milyarlarca yıldızla döşenmiş­ti. Anası yatağını dama çıkarmış ama açıp sermemişti. İçine börtü böcek, akrep falan girebilirdi. Bir gün akreplerden de korkmaz olacağını düşündü, ama şimdi korkuyordu. Örtüleri dikkatle silkeleyerek yatağını serdi. Sıcaktı hava. Gömleği ıslanmıştı. Yatsa mıydı? Fakat uyuyamayacağını düşündü. Az önce gelirken yol­da rastladığı adamı hatırladı. Alçak bir duvarın üstündeydi adam, bir bahçe duva­rı, ilkin fark etmemişti onu, ama tam yanından geçerken adam pat diye yere dü­şüvermişti, sarhoş diye geçirmişti içinden, bu yüzden yardım etmemişti ona, ama şimdi pişmanlık duyuyordu, belki de sarhoş değildi, sarhoşsa bile ne çıkardı? İş­te sınanması için önüne gelen bir fırsatı kaçırmıştı. Kendinden memnun değildi. “Efendim! Efendim!” diye çaresizlikle inledi. O sırada arkadaşı geldi aklına. Na­sıl oluyor da aynen bir canlının önündeymiş, karşısında bir padişah, bir hüküm­dar varmış gibi durabiliyordu mezarların önünde? Sonunda cebinden küçücük ta­neli teşbihini çıkardı, döşeğinin üstünde kıbleye dönerek diz çöktü, gözlerini yummadan önce başını kaldırıp baktı, bir yıldız kayıyordu, sonra gözlerini yum­du, kıpırdamadan, devinmeden öylece kaldı.

Neden sonra anasının ayak sesleri dam merdiveninin ayaklarını gıcırdattı. Anası merdiveni usul usul çıktı, dam, göğsünün hizasına gelince merdivenin iki direğinden tutunarak durdu, baktı, Cumali’yi yatağının üstünde kıpırdamadan diz çökmüş otururken gördü. Gözleri, oğlunun üstüne dikilmiş olarak kaldı ora­da, baktı, hiç kıpırdamıyordu. Endişeli, kuşkulu bir duygu geçti içinden, fakat soluk aldığını fark etmişti oğlunun. “Cumali” diye seslendi, sesinden endişelerin, kuşkuların bütün tonlarını vurgulayarak.

“Deli olacaksın oğlum.”

Cumali irkilerek açtı gözlerini, fakat hiç bir olumsuzluk yoktu irkilmesinde. Tersine, nerdeyse içine sevinçler dolduğunu şaşkınlıkla ayırt etti ama neye sevin­diğini anlayamadı. Güleç bir yüzle baktı anasına. Deli olacağını belki de ilk kez anasından işitmişti, belki bunun içindi, gerisini düşünmedi, düşünmek de iste­medi. Çekirgelerin ötüşlerini yeniden işitmeye başladı.

(Denize Açılan Kapı, 3. bs., 1997, s. 87-88)

Hikâyelerinde Özellikler

“İslâmî” denilen edebiyat akımından Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Mustafa Miyasoğlu, Ebubekir Eroğlu gibi şairleri (Türk Edebiyatı, Cilt IV, s. 668-753)’de görmüştük.

Bu akıma bağlı hikâye yazarlarının, (Sezai Karakoç’la beraber) öncü ve güçlü şahsiyet göstereni ise Rasim Özdenören’dir.

Yukarıda, türlü bakış sahibi tenkitçilerden de derleyerek, Rasim Özdenören’in hikâyelerinin genel niteliklerini anlatmıştım. Burada, örnek olarak seçtiğimiz, üç hikâye parçasında gördüğümüz özellikleri anlatmaya çalışacağım.

Her üç bölümde de açık bir “bildiri” (mesaj) yoktur. Rasim Özdenören bu noktada çok ısrar ediyor. Kendisiyle yapılan bir mülâkatta (Türkiye Kültür ve Sanat Yıllı­ğı, 1984) şunu söylüyor:

“Yalnızca günümüzde değil, öteden beri sanatı, bu arada hikâyeyi kendi iç bağ­lamı içinde değerlendirenlerle, onu bir başka şeyin ve meselâ birtakım toplumsal amaçların aracı olarak görüp değerlendirenler var. Bu iki temel yöneliş günümüz için de söz konusudur. Hikâyeyi, yavan bir bildiri aracı olarak düşünenler, bildiri­lerini iletmek için niçin daha uygun, daha doğrudan araçlara başvurmuyorlar?

Hikâye, öteki edebiyat türleri gibi, son çözümlemede bir «anlatma»sanatıdır. Bir dil başarısıdır. Hikâyenin kendi iç bağlamında bu başarı gerçekleştirilmedik­çe, onun sunmak istediği bildirinin kendi özgül değeri ne olursa olsun, o hikâyey­le birlikte bence heba edilmiş demektir…

Kendi payıma ben her şeyden önce elimdeki hikâyenin hikâye olmasını iste­rim. Hikâyenin bildirisine katılıp katılmadığım, benimseyip benimsemediğim so­rusu daha sonra gelir. Bildirisini benimsemediğim, fakat hikâye başarısını tasdik ettiğim örnekler olabileceği gibi, tersine bildirisini benimsediğim fakat hikâye olarak başarısını tasdik etmediğim örnekler de olabilir. Ben tercihimi, birinciler­den yana ortaya koyuyorum. «Altın dengeyi tutturabilmekse hep özlenmiştir.»

Aynı mülâkatta, İslâmî, asla bir bildiri aracı olarak kullanmadığını, bu akıma bağlı olanların da o yola sapmamaları gerektiğini özellikle belirtiyor:

«Bir yıl içinde, edebiyatın geleceğini belirleyen bir hamlenin ya da hamlelerin yapılmasını beklemek yanlış olur. Yani böyle bir hamle birdenbire ortaya çıkmaz. Alttan alta süren bir gelişim, bir oluşum var kuşkusuz. Özellikle Müslüman hika­yeciler umut verici bir potansiyel gösteriyor. Ancak hikâyenin, salt bir bildiri ara­cı olarak kullanılması tehlikesine karşı uyanık olunmalıdır. Hayata ve esere İs­lâm’ın bakış açısını geçirmekle İslâmî motifleri bir malzeme olarak kullanmanın farkı iyi kavranmalıdır.

Buraya koyduğu “bildiri” reddini ve İslâm’ı “malzeme” veya telkin aracı gibi kullanmamak sözünü bütün hikâyelerinde ve romanında uygulamış olan Rasim Özdenören, hikâyedeki amacını ise şu bir cümlede izah ediyor:

“Kendimizi kendi perspektifimiz ve kendi yaşama biçimimiz içinde yeniden inşa etmek.” Çünkü Rasim Özdenören ’e göre, hikâye türü, zaten Batı’dan ithal edilmiş ve beraberinde kendi programını da getirmiştir. Ona göre, bizim eskilerde, hikâ­yenin yerini “kıssa” doldurmakta idi. (Oysa halk hikâyeleri ve mesneviler, kıssa­dan ayn olduktan başka roman ve hikâyeye daha yakın türlerdir.)

Şimdi, hikâye türünü Batı’dan aldığımıza göre, onun özünü millî bakış ve kül­türle yeniden doldurmaJıyız. Nitekim ona göre, “Her sanat türü kendi açısından «içinde bulunduğu kültürün bir yansıtıcısıdır.» Hikâye de aynı işlevi yapmalıdır. ”

Şimdi yukarıdaki üç hikâyeye yazarın bu “perspektifinden bakmaya çalışalım: Her üç hikâye, bir Anadolu köyü veya kasabasında geçmektedir. Her üçünde, köy ve kasabalarımızı çevreleri, dilleri ve ruhlarıyla iyi tanıyan, kuvvetli gözlem ve tasvir sahibi, dış plânda “gerçekçi” (hatta naturalist denilebilecek kadar ger­çekçi) bir yazarın tarzı ve havası görülüyor. Her üç hikâyede bu havayı hazırlayan “tasvirler ön safa çıkıyor:

Çözülme’de bir Anadolu gencinin, devlet, hükümet, adliye kavramları karşı­sında çözülen dizbağı ve titreyişleri, vaktiyle kapatıldığı ahır ile hapishanenin karşılaştırılması…

Çok Sesli Bir Ölüm, hemen bütünüyle tasvirdir. Sağnaktan beygirden, yollar­dan, yalnızlıktan ve babasının, neden sonra keşfettiği ölüsünden korkan çocu­ğun, ruh hali ustalıkla verilirken, dağlar, kayalar, yağmur, beygirin çocuğa inat ve isyan gibi görünen tavır ve bakışları inanılmaz bir gerçekçilikle anlatılmıştır: “Kestiği iple, bu kez, babasını, sırtından semere iyice bağladı. O anda adamın ağzından bir kan boşandı. Boşanan kan Kamber’in üstüne sıçradı. Kamber, her­hangi bir şey düşünmeden yulara sarıldı. Hayvanı geldikleri yoldan sürüklemeye çalıştı. Yüzü kireçleşmişti sanki. Rüzgâr kendilerim bilinmedik bir vadiye doğru döndüre döndüre savuruyor gibiydi, etekleri uçuşuyordu. O anda Kamberin yü­zünü bir gören olsa, bu çocuk mutlaka çarpılmış, derdi.’’

Her üç hikâyede saf ve mazlum insanlar kahramandır. Çözülme’de, “hükü­met” ve kanunun kahrı altında ezilmiş, teslim olmuş bir insan. Onun haline ağla­yan bir bacı ve ana, ölüsünden bile utanılan bir baba… Yüzüne bakılmaktan kor­kulan “savcı” Çok Sesli Bir Ölüm’de, hasta babasını, belki de tedavi için bir bey­gire yüklemiş, dar ve tenha yollardan, sağnak altında götüren, Kamber adlı biça­re bir çocuk… Denize Açılan Kapı’da,, doğu illerimizin çoğunda olduğu gibi dam­da yatan, niceliğini bilmediği ruhî çırpınmalar geçiren, kurtuluşu, kendine göre bir şeyhe bağlılıkta (efendiye teslim olmakta) bulan genç Cumali…

Rasim Özdenören ’in hemen bütün kişileri, köylü kasabalı, her zaman rastlanılan, içinde bulundukları azabın, hafakanın farkında bile olmayan orta halli kişiler­dir. “Modem bunalım” romanı yazan, Oğuz Aral, Erhan Bener, Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu ve başka romancılar şehirli, aydın (kentsoylu, küçük burjuva), zengin ve “seçkin ” takımının buhran, sıkıntı ve düşüncelerini yazmışlardır. Öz­denören ise şuur halinde değil de, kültür yıkılışlarının mirası olarak köylümü­zün içine sinen, alt şuurumuzu dolduran sıkıntı ve buhranları ele almaktadır. Ki­şilerinin pek çoğu ana babayı, insanları kırmaktan, ecdada bilir bilmez saygısız­lıktan, dinin ve ahlâkın içimize doldurduğu “günah” ve “ayıp” korkusundan ötü­rü, hastalanmış ruhlardır.

Rasim Özdenören ’in her hikâyesinde bir gerçek görünüş, bir de “arka plân ” bulundu­ğu söylenmişti. Alınan her üç hikâyede dahi o iki kademeyi bulabiliriz.

Çözülme’de: Bir işe yaramayan, bu yüzden, ölmüş babasından utanan özellikle de kız kardeşini, vaktiyle “gösteriş için” dövmüş olan, “künyesi serseriye” çık­mış kişinin vicdan azapları ve şefkat arayışları anlatılıyor. Kendisini sevmez gibi görünen anası, acaba seviyor mu? Tıpkı, o dövdüğü günkü gibi, kendisine ağla­yan kız kardeşi, acaba kendisini bağışladı mı? “Serseri” olduğunu duysaydı, baba­sı nasıl üzülürdü…

“Ferdî plânda” gösterilen bu ıstırap, pekâlâ, ecdadına lâyık olmayan küçük iş­lere töresizliğe ve başıboşluğa düşmüş bir milletin (Türk toplumunun) ıstırapları diye de düşünülebilir.

Buna benzer acılan, “Çok Sesli Bir Ölüm ”de çekmekte olan Kamber çocuk, ba­basının ölümü ile duyduğu suçluluk ve korku yüzünden “çarpılmış” gibidir. Çar­pılmanın, İslâmî inanca dayalı bir anlamı olduğu unutulmamalıdır.

Denize Açılan Kapı’da,, arkadaşının bir mezar karşısındaki saygısını örnek ala­rak “efendi”sini bulmaya çalışan Cumali, yine, hepimiz adına kaybedilen huzur ve inançlarımızı aramaktadır. Her üç hikâyede gizli veya açık suç-vicdan-ceza kar­şılaştırılması yapılmaktadır.

Yoldan çıkmış, aile geleneğini bozmuş genç erkeklere karşılık yaşlılar, sabır­lı analar, babalar, dedeler, bu hikâyelerde zor hayatlarını imanla sürdürürler. Rasim Özdenören ’in kişileri de, açlık, işsizlik, ekmek sıkıntısı çekerler, fakat onları asıl öl­düren metafizik denilebilecek “kahır’lardır.

Başka birçok “köy romanlarındaki” kişilerin zıttına, Rasim Özdenören ’in köylüleri, muhtarla, ağa ile, imamla, öğretmenle didişmezler. Bir hizip yapıp diğerine sal­dırmazlar. Şu veya bu ideolojinin kurtancıhğı uğruna başkaldırmaz, ayaklanmaz­lar. Bütün dertleri, çileleri kendi içlerindedir. Gerçek Anadolu köylüsü olarak bunlar çok konuşmaz, yakınmaz, sıkıntıyı içerden çeker. Konuştukları zaman da hallerini arz ederler.

Rasim Özdenören ’de kısa cümlelerle rahat ve güzel bir üslûp dikkati çekiyor. Köy­de, şehirde konuşulan, kestirme ifadeli dili bulmuştur. Dil ile eşyanın ilişkileri­ni iyi bilen yazarda, köyü, kın, bahçeyi hayvanı vs. anlatalı “sözlük” zengin ve sağlamdır.

Aşağıdaki deyim ve ünlemleri, ancak doğu köylüklerinde doğup büyümüş bir yazar kaleme alabilir;

Çözülme’de (sonradan “serseri” olan) genç, kız kardeşini “Tövbe mi?” diye döv­mektedir… Babası, onu “Ahıra tıkarım ha” diye korkutmuştur. Anası onu yücelt­mek için “Bize sen bakacaksın büyüyünce…” demiştir. Çok Sesli Bir Ölüm’de “Beygir huysuzlanarak toprağı döver”… “yular Kamber’in elinden boşanır”… “Hayvanın kolanını gevşetir” “sonra yeniden kolanı sıkar.”

Rasim Özdenören, kahramanlarına şive taklidi yaptırmak gibi “kolay realizme” de yer vermez. Onların ruh dilini bulmuştur. “İroni, alay, hiciv” şehirliyi anlatan “bu­nalım”, romanlarında modadır. Özdenören’de ise her şey alabildiğine soluk, gam­lı, dertli ve karadır. Hikâyelerinde, insanımızın imânı ve töresi üzerine titreyen bir bakış sezilirse de toplumun ve ferdin iyileşme, düzelme çareleri, manevî, mis­tik, metafizik plânlara aktarılmıştır. Şahısların gündelik buhranlarından ziyade ma’nen yıkıldığı farzedilen bir toplumun ıstırapları dile gelmektedir.

Yazarın açık söylemektense “alegorilere (timsal, sembol) yer verdiğini, bunu “Denize Açılan Kapı ”da olduğu şekilde, meselâ bir “Efendim!” hitabıyla yaptığını görüyoruz. Özellikle bu son kitapta topladığı hikâyelerinde, “Efendi”ye yönelen, olgunluğa, “insanı kâmil”e bağlanmayı arayan kişiler ve kendini aşma eğilimleri dikkati çekiyor.

Gül Yetiştiren Adam’dan

Rasim Özdenören ’in “roman” dediği, fakat kendisinin de “roman mı hikâye mi oldu­ğu” üzerinde kesin karar veremediği, Gül Yetiştiren Adam, yepyeni (orijinal) ya­pıda bir eserdir.

İki hikâye üzerine kurulan Gül Yetiştiren Adam birbirine zıt, fakat ikisi de biz­den olan, iki hayatı canlandırıyor. Bunlardan birincisi (Gül Yetiştiren Adam) Cumhuriyet’ten beri Türkiye’de yapılan Batı’lı devrimlere, (kültür ihtilâlinin de içinde bulunduğu) değişmelere aşın tepki gösteren bir kişiyi canlandırıyor. Öbü­rü ise, (kısaca “Sitare’nin öyküsü” denilebilecek biçimde) bu devrimlere uyum sağlamış uyumdan da öteye: Amerikalıları bile şaşırtacak ölçüde benliğinden çık­mış bir kadın ve çevresinin maceralarını ele alıyor. Fakat, bu iki bölümde (diye­lim) ortak bir yan var: Kendi kaplumbağa kabuğunun içine çekilen “Gül Yetişti­ren Adam” gibi “alafranga, hatta alameriken Sitare”de hallerinden hoşnutsuz ve bunalım içindedirler. Tabir caizse birisi, “köküne kapanıp kalmış” (kendi kökün­den gelişme imkânı bulamamış) öteki ise “kökünden kopup yabanlara fırlatıl­mış” ruh hallerindedirler.

Eserin bu iki “hikâyesi” arasında ilişki kurmanın oldukça zor olduğu söylen­miştir. Yazar, bu yakınlığı her iki olayın “aynı çağda” ve (yer ABD bile olsa) tek bir dünya üzerinde oluşmalarına bağlıyor. Biz buna ek olarak, iki bölümün, bütü­nüyle “tezat” (çelişki) durumunda oluşlarını da bir bağlanma sebebi sayabiliriz. Ancak, pekâlâ, birbirine zıt dünyaları anlatan iki ayrı hikâye de olabilirdi. (Zaten Rasim Özdenören, üzerine fikir ve gönül dikkatiyle eğildiği, her birine yeni bir müşahe­de ile yeni açıdan baktığı hikâyelerin ustasıdır.

“Gül Yetiştiren Adam” her ne kadar klâsik bir hikâye değilse de, şöyle özetle­nebilir:

Gül Yetiştiren Adam, yurdunun düşmanlarca işgali üzerine, arkadaşları ile birlikte inanç, namus ve hürriyetleri için savaşmış, Fransızlar’ı kovmuşlar, yurdu kurtardıklarını sanmışlar… Fakat “ne uğrunda savaşmışlarsa, sanki onu ortadan kaldırmak istemişler gibi” acı sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Savaştıkları değerlerin tam aksine şeylere mecbur edilmişler, buna karşı çı­kan arkadaşları asılmıştır. Kendisi ise cesaretle direnmemiştir. Sırf kaplumbağa kompleksiyle 50 yıl evine kapanmış, dışarı çıkmamış ve “sünnettir, sevaptır” di­ye kendisini avutup gül yetiştirmiştir.

Nihayet, bunun mücadele ve direniş değil “korkaklık” olduğunu anlayıp vic­dan azaplarına düşer. “Eve kapanıp kalmakla, dünyanın değiştirilemeyeceğine” karar verir. Bu yüzden fikrini değiştirir. Torunuyla birlikte, sabah namazına çı­kar. Şehirde gördüğü değişiklikler zihnini ziyana uğratır:

Vaktiyle “Menfûr ve gâvur” diyerek savaştığı her şey, camiye bile doluşmuş- tur. “Frenk kılığıyla” namaz kılan cemaate hayret eder. İmamı da sarıksız ve sa­kalsız görünce büsbütün şaşırır: “Ey cemaat siz Nasranî mi mecûsi mi nesiniz?” diye samimiyetle sorar. Bunun üzerine “halkı ayaklanmaya teşvik” ettiği için ya­kalanan bu ihtiyarın “aklî dengesinin yerinde olmadığına” karar verilir.

Gül Yetiştiren Adam’dan – Rasim Özdenören

Eski yangın yerlerini hatırlıyor adam. Gerçi evden dışarı çıkmıyor, ama evinin çardağından kentin aşağı kesimlerinde koca koca binaların yükseldiğini görüyor. Bir zamanlar-yani savaş sırasında (yani kendisinin daha delikanlılığının ilk yılla­rında) ve ne korkunç yıllardı onlar, arpa ekmeği yerlerdi ve uzak köylerden yiye­cekleri gelirdi ve kıtlık, açlık, savaş bir aradaydı ve dövüşmüşlerdi Kur’an için, Halife için ve Fransız’ı kenti terketmek zorunda bıraktıkları zaman kurtuldukla­rım sanmışlardı, oysa sonradan olanlar bambaşkaydı, uğrunda savaşmadıkları ve savaşmayı akıllarına getirmedikleri şeyler olmuştu, ne uğruna savaşmışlarsa san­ki savaşla onu ortadan kaldırmak istemişler gibi bir sonu olmuştu, kimsenin bek­lemediği bir şeydi bu ama gene de çok kimse farkında değilmiş gibiydi bunun ya da sanki herkes kâfir olmaya teşneymiş gibi, bir kendisi farketmişti gerçeği, bir de asılan birkaç arkadaşı, şimdi biliyor ki asılan arkadaşlarının uğrunda asıldık­ları şeyler de bu günkü insanların anlayabileceği şeyler değildir ve anlamazlar ve belki kendileri de bir kez daha asmaya kalkışırlar ama onlar yani asılanlar yani savaş verenler kendilerini asan insanlar kurtulsunlar diye savaşmışlardı ve asıl­dıkları şeyler için savaşmışlardı. Bunu kim anlayabilir, kim? Kim?)- Bu binaların yükseldiği yerler hep yanmıştı. Bir çok evleri de kendileri yakmıştı. Savaştan beş on yıl sonra şehrin ortasından geçen derenin kapatıldığını, oranın belli başlı cad­delerden biri haline getirildiğini işitmişti. Şimdiyse şehir dört bir yana dal budak salıyordu. Şehir genişleyip büyüdükçe herkes bir şeylerin iyiye doğru gittiği veh­mini taşıyordu. Oysa bunlar için savaşılmamıştı. Bunlar için savaşmayı kimse dü­şünmemişti, düşünülmezdi de. Ama savaşarak neyi ortadan kaldırmak istemişler­se, savaştan sonra o gelmişti. Tuhaf bir kader. Acaba gerçekten müstahak mıydı­lar? Acaba kendisi bir korkak mıydı? Kimi aldatıyordu? Ona göre, arkadaşları kelle verirken, kendisinin bir yerlerde gizlenmiş olması korkaklıktı, kaçaklıktı. Bunu biliyordu. Anlıyordu. Çok iyi duruyordu. Fakat durup dururken, kelleyi ipe uzatmak da akıl kârı değildi. Hayır, öbür arkadaşlarını kınamıyordu. Kınamak ne? Gıpta ediyordu. Kendisi onların yaptığım yapamamıştı. Şimdi ne söylese bir bahaneden başka bir şey olmazdı. Evet, kabul etsin artık, düpedüz korkaktı. Yü­reğinin, vicdanının en derinlerinden yükselen bu isyan dolu sese verecek bir ce­vabı yoktu. Herkes kendisini övebilir, saygıda kusur etmeyebilir ama ne çıkar bundan? Git gide kendisine olan saygısını yitiriyordu o. Başlangıçta protesto san­dığı direncinin, şimdi gülünç bir korkaklık olduğunu kabul ediyor. Doksan yaşın­da cihada çıkan sahabiyi düşünüyor. Emirle ve teklifle yüz yüze gelen o insanla­rın yaptıklarını düşünüyor. Hayır, onların yaptıkları gibi yapamaz bu insanlar. Onların yükseldikleri ruh yüceliği şimdi çok yabancı. Çok uzak. Onların yaptıkla­rı çılgınlık olabilir, fakat denenmeye değer bir çılgınlıktır ve bu çılgınlığı dene­meye girişmedikçe hiçbir şey olmayacaktır. Ya kendisi? Ya kendisini hoş görme­ye kalkışan birtakım insanlar? Onlar tevillerin arkasına sığınmışlardır. Oysa sü­nepeliktir bu, ödlekliktir, kaçaklıktır. Hayır, bağışlayamaz kendisini. Herkes bağışlasa bile, herkes onun bir amaç için evine kapanık kaldığını bilse ve bu diren­ce saygı duysa bile. Ne yapıyor? Çiçek yetiştiriyor. Kendisininkinden daha iri, da­ha kırmızı, daha beyaz ve daha kokulu güller yetiştiren kimse yoktur. Güzel ko­kuyu sevmenin sünnet olduğunu bildiği için, güzel kokuyu sevebilmek adına kor­kunç güzel kokuları olan iri güller yetiştiriyor, Yemen’den gül tohumlan sipariş ediyor. Hepsi bu. Ama bununla nereye kadar gidebilir? Bir yere gidebilir mi? Ha­yır, düpedüz kendisini aldatıyor.

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler