Sosyoloji Tarihi

Post-modern Sosyoloji Tarihi Yirminci Yüzyıl Sonu

 

Post-modern sosyoloji: yirminci yüzyıl sonu ve yeni binyıl

Sosyolojinin modern çağı, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki ve daha ziyade sonraki evre zengin bir tartışma ve sosyolojinin gelişme dönemiydi, ancak o aynı ölçüde, kurucu babaların klâsik düşüncele­rinin çağdaş olaylarla büyük ölçüde sınandığı bir dönemdi. Özellikle yirminci yüzyılda çok güçlü ve hâkim konumda olan Kari Marx’ın düşünceleri Berlin Duvarının yıkılması ve Doğu Avrupa’da komüniz­min çökmesiyle bir kenara itildi. Kapitalizmin çökmesi beklenirken komünizm çöktü ve tamamen yeni bir dünyanın, kapitalizmin Birinci Dünya ülkelerinde olduğu gibi Üçüncü Dünya’da da tamamen güçlü ve yaygın olduğu post-modern bir dünyanın ortaya çıktığı görülmek­tedir. Bizim artık görünürde içinde yaşadığımız küresel ve post- modern toplumu açıklamak ve tartışmak için sahneye yeni sosyoloji­ler, post-modern sosyolojiler çıktı.

Post-modern sosyoloji alandaki yeni biri için yabancı bir terimdir. ‘Post’ öneki modernin ötesinde bir şeye işaret eder görünür: gelecek dışında günümüzün ötesine geçmek mümkün müdür? Bu, post- modern teriminin ardındaki düşüncenin bir parçasıdır. O, geleceğin toplumuyla, onun biçimi ve yapısı, birey açısından sonuçları ile ilgili­dir. Bununla beraber, terim gerçekte onu kullanan sosyologlara ifade ettiğinden daha fazlasına işaret eder. O günümüz toplumunun -ve gelecekteki toplumun- geçmiştekinden özellikle farklı olduğunu ifade etmek için bilinçli olarak kullanılan bir terimdir. Günümüzün toplumu, post-modern düşünürlere göre, doğası ve yapısı bakımın­dan daha önceki bütün toplumlardan belirgin bir farklılık sergiler. O sadece bir sonraki toplumsal, sınaî veya tarihsel gelişme evresini ifade etmez; o yeni bir toplum tipi, anlamak için tamamen yeni bir sosyolojik perspektifi veya paradigmayı gerektiren yeni bir toplumsal yapı biçimidir. Bu düşüncedeki sosyologlar arasında Fransız yazarlar Jean Baudrillard ve Jean François Lyotard ve post-yapısalcı düşünür Michel Foucault yer alır.

Elbette bütün sosyologlar bu tavrı onaylamaz ve çoğu ona te­melden karşıdır, post-modern terimini kullanmayı ve onun temel varsayımlarını reddeder. Aksine onlar toplumun hâlen gelişimini sürdürdüğünü, günümüzün ve geleceğin toplumunun büyük ölçüde geçmişin yansıması olduğunu ve hem modern hem de özellikle klâsik sosyolojik düşüncenin çağdaş sosyolojiye hâlen çok şey sun­duğunu öne sürerler. Sözgelimi, liberal bir perspektiften yazan Ant- hony Giddens ve Marksist bir çerçeve kullanan Jürgen Flabermas, düşünceleri ve teorilerini ondokuzuncu yüzyılın Aydınlanma çağına kadar götürülebilecek iyimserlikleri, akla ve rasyonaliteye inançları üzerine temellendirirler. Giddens günümüzün geçmişle sürekliliğini vurgulamak için post-modernite yerine geç modernite terimini kulla­nır. O sosyolojide temel bir kopuş olduğu düşüncesine karşı çıkarken, aynı zamanda artık yeni bir çağda, bir küresel çağda ve dünya top- lumunda yaşadığımızı kabul eder. Post-modernistler gelecek hakkın­da oldukça kötümser bir görüşe sahip olmalarına ve oldukça iç karar­tıcı bir yirmibirinci yüzyıl tasviri çizmelerine rağmen, Giddens ve Flabermas, günümüz hakkında kuşku ve kaygıları her ne olursa olsun, sağduyu ve aklın üstün geleceğine ve insanların yarattıkları dünyanın kontrolünü yeniden ele geçirebileceklerine inanır. Giddens’ın ben­zetmesiyle bu ‘cehennem kamyonu’ tamamen kontrolden çıkmıştır ve hepimize zarar vermektedir.

Çağdaş toplumların ve geleceğin toplumlarının -ister post- modern, ister geç modern- doğası üzerine bu tartışma sosyolojinin merkezini işgal eder ve günümüzün önde gelen düşünürleri ya geç­mişin büyük düşüncelerini güncelleştirmeye ve onu çağdaş sosyolo­jiye uyarlamaya ya da yeni bir post-modern/post-yapısalcı paradig­ma veya teorik çerçeve arayışı içinde, ondan tamamen kopmaya çalışırlar.

Bu kitabın post-modern kısmında ‘post’ teriminin -ister post- modern ister, post-yapısalcı, isterse post-endüstriyel veya post- yapısalcılık biçimindeki- kullanımı genişletilerek, söz konusu tartışma yansıtılmaya çalışılır. Her şeye rağmen, çağdaş tartışma konuları aynı kalmıştır:

  • toplumun yapısı ve doğası;
  • birey ve toplum arasındaki ilişkinin doğası;
  • modern devletin doğası ve yapısı ve bunların toplum ve bireyle ilişkisi.

Bu üç anahtar tema geçmişteki sosyolojiye olduğu kadar post- modern sosyolojiye de yansımıştır. Onlar klasik ve modern çağların düşünceleri kadar kitabın bu bölümünde yer alan düşünceler için de temel önemdedir. Onlar geçmişteki tartışmalar kadar, örneğin aşağı­daki post-modern tartışmaları da biçimlendirmektedir: [1]

ısınma gibi temel sorunlar çözümlenemediğinde kontrolden çı­kacak potansiyel bir ‘cehennem kamyonu’dur (Giddens). Ma- nuel Castells’in hatırlattığı gibi, teknolojiye sahibiz, peki gele­ceği kontrol altına alabilecek iradeye ve güce sahip miyiz?

  • Modem toplumda kültürün doğası ve birey üzerindeki etkisi. Med­yanın gücü, tüketimciliğin gelişimi ve boş zaman çağı dikkate alınırsa, kültür günümüz toplumunda çok daha güçlü bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Birmingham Üniversitesi’nde Stuart Hail ve arkadaşları 1970’lerde kültür araştırmalarını sa- vaş-sonrası sosyolojisinde bir güç ve başlı başına bağımsız bir disiplin, bir araştırma alanı haline getirdiler. Onların yazıları “toplumda bir güç olarak kültür” profilini ortaya çıkardı ve onla­rın gençlik ve sınıf kültürleri, azınlık yaşam biçimleri üzerine analizleri post-modern toplumda ortaya çıkan toplumsal deği­şimleri yansıtıyordu.

Birey, onun kimliği ve modern toplumun kültürü çağdaş sosyo­lojide ve özellikle post-modern yazılarda anahtar bir tema hali­ne geldi. Biz daha bireyselci bir toplumda, sınıfın ve bir toplulu­ğa ait olma duygusunun artık daha açık bir biçimde gözlenme­diği, tüketimcilik, maddiyatçılık ve sürdürülen hayat tarzının temel faktörler olarak göründüğü bir toplumda yaşamaktayız. Jean Baudrillard ve Jean François Lyotard post-modern sosyo­logların “günümüz toplumu artık ‘gerçek’ bir toplum değildir” düşüncesinin temellerini attılar. O insana maddî bir ütopya su­nan sanal bir gerçeklik, ancak gerçek bir içerik veya yaratıcı kül­türden, bir ruh veya ruhsal duygudan yoksun bir dünyadır. Bi­rey yardımsız, baştan çıkartılmış ve güdülen, bağımsız eylem gücünden yoksun bir kültürel zombi olarak tasvir edilir. Bu tür yazarlar çok kasvetli ve soğuk bir gelecek resmi çizerler ve bun­lardan birisi, Michel Foucault’nun fikirleri ve onun post-yapısalcı her yerde hazır ve tamamen güçlü ‘Büyük Birader’ tasviridir. Ak­sine, Anthony Giddens’ın yapılaşma kavramı biraz daha iç açı­cıdır ve onun bireylerin ‘eylemler’i ve toplumsal yapı arasındaki ilişkiyi gösterme girişimi duyarsızlık, yabancılaşma ve soyut- lanmışlığın hüküm sürer göründüğü bir çağda özgürleştirici ve yeni bir soluk yaratıcıdır.

  • Gücün doğası ve modern devletin rolü sosyolojik analizde hâlâ aynı ölçüde önemli temalardır ve burada Marx ve VVeber’in et­kisi sosyolojik tartışmayı biçimlendirmeyi ve beslemeyi sür­dürmektedir. Jurgen Habermas’ın meşruiyet araştırması onun modern toplumu kapsamlı olarak analiz etme projesinin unsur-

 

lanndan biridir. O, ayrıca, modern yönetimlerin modern kapita­lizmin yarattığı kaçınılmaz krizler ortasında nasıl kendi iktidarla­rını sürdürmeye ve meşrulaştırmaya çalıştıkları konusunda önemli bilgiler sunmaktadır. Giddens aksine, daha liberal ve VVeberci bir konumdan hareketle, Britanya’da Yeni işçi Partisi hükümetine bir ‘Üçüncü Dünya’ alternatifi sunmaya, kapitalist bir dünyada sosyalist ve demokratik idealleri bir araya getirecek bir ara zemin sağlamaya çalışır. Nicos Poulantzas’ın göreli özerklik kavramı ve özellikle Althusser’in görüşleri, kapitalist toplumlarda devleti analiz ederek modern Marksizm’i canlan­dırma ve gençleştirme, Sovyet sosyalizminin acımasız uygula­malarından sonra ahlâken çökmüş ve siyasal açıdan kabul edi­lemez görünen Marksizm’i teorik ve siyasal bir güç olarak yeni­den kurma girişimleriydi.

Nitekim bu üç ana tema geçmişte olduğu gibi günümüzde de sosyolojinin merkezî konulardır, fakat kurucu babaların düşünceleri artık o kadar etkili olmasa bile, disiplin, günümüzde toplumun deği­şen doğasına ve dünya kapitalizminin ve onun temel ahlâkının birey­cilik, tüketimcilik ve oldukça farklı yaşam biçimlerini etkileme ve ilerletme biçimlerine açıklama getirmeye çalışmaktadır. Sınıf ve top- luluk/cemaat artık günümüzün temel karakteristikleri olarak görün­memektedir. Onların yerini insan hakları ve fırsat eşitliği almış gö­rünmektedir ve bu tür ideolojik güçler gelecekte güç dengesinin devletten bireye doğru kaymasına yol açabilir. Feminist hareket sa­dece azınlık haklarının savunuculuğunu yapmamış, aksine büyük ölçüde kadınların hayatları, tutkuları ve yaşam tarzlarına odaklanmış­tır. Bununla beraber, toplumsal cinsiyet savaşının kazanıldığına ina­nanlar, yakınlarda Whole Women’ın yayına başlamasıyla, feminist hareketin kurucu kız kardeşlerinden biri olan Alman Yeşil hareketi tarafından acımasızca suçlanmışlardır.

Bu yüzden günümüz sosyolojisi çoğu kişi için bir yol ayrımındadır. Bazıları kurucu babaların gündemini ve geliştirdikleri çerçeveleri tamamen reddeder. Başkaları bu tür temel fikirleri kullanmayı sürdü­rürken, karşımızdaki dünyayı yorumlamanın yeni yollarını bulmuşlar veya düzeltmeler yapma yoluna gitmişlerdir. Kurucu babalar artık sosyolojik düşünceye egemen değildir. Çoğu kişi için, Marksizm ve yapısal-işlevselciliğin ömrü tükenmiştir ve bir gelecekleri yoktur. Başkaları için, karşımızdaki toplum, içinde yerleştiğimiz ve yaşadığı­mız dünya geçmiştekinden o kadar farklıdır ki, geçmişte üretilen düşünceler herhangi bir öneme veya uygulanma şansına sahip de­ğildir. Thomas Kuhn’un (1962) deyimini kullanırsak, günümüz sosyo­lojisinde hiçbir egemen paradigma yoktur. 0 sadece bir revizyon ve devrim halindedir.

Yine de, yirmibirinci yüzyıla, yeni binyıla girerken, sosyoloji şimdi­ye kadar olduğundan çok daha zengin ve çeşitlidir. Onun temel ka­rakteristikleri çeşitliliğini sürdürmekte ve yüzeyin ardında bir ayrışma devam etmektedir. Bu ayrışma yakında geçmişin sosyolojik gelenek­leri ve metodolojilerini sürdürmeye ve onları yeni sanayi-ötesi çağa uygulamaya çalışan modernistler ile dünya görüşleriyle sadece yeni bir sosyoloji yapmaktan ötesine geçmeyi hedefleyen post- modernistler arasında bir savaş olarak ortaya çıkacaktır. Bütün bunlar arasında, bazıları kendilerini çok-kültürlü bir sosyoloji içinde bütün toplumsal deneyim biçimlerini yansıtmak ve sunmak zorunda hisse­der ve bu zenginliği överken, bazıları da sürekli bir fikri bütünlük ve süreklilik sağlama konusunda umutsuzluk içindedir. Sonuç ne olursa olsun, bu kitabın da umutla yansıttığı gibi, sosyoloji yüz yüze oldu­ğumuz -geçmiş ve gelecek- riskler ve belirsizlikler hakkında düşün­meye teşvik etmeyi ve bu düşünceleri sorgulamayı, onlara canlılık ve dinamizm kazandırmayı sürdürecektir. Kurucu babaların yirminci yüzyıla ilişkin anlayışımızı aydınlatmaları gibi, sosyolojinin de yirmibi­rinci yüzyılı aydınlatıp aydınlatamayacağı ilerde görülecektir. Günü­müzde bu entellektüel devleri izlemek zordur ve Internet, biyo- teknoloji ve genetik mühendisliği çağında önümüzdeki riskler ve belirsizlikler yeni bir yol gösterici ışığa, sadece sanayi-ötesi toplumun güçlerini anlamakla kalmayıp onun ilerlemesi ve ayakta kalabilmesini desteklemek için gerekli yeni bir ahlâkî düzeni ortaya koyabilecek yeni bir Kutsal Üçlüye umutsuzca ihtiyaç duymaktadır. Alternatif, -üç kurucu babanın da yirminci yüzyıl başında korktuğu gibi- kaos ve anarşi, bölünme ve çatışma, ahlâkî bir boşluk içinde anomi ve yaban­cılaşma, insanların maddî ihtiyaçları -ve istekleri- sürekli karşılanır­ken ruhsal ve ahlâkî ihtiyaçlarının doyurulmadığı bir sanal gerçeklik dünyasıdır. Biz mükemmel, ancak yeterince maddî bir hayata sahip olabilir miyiz? Birey Tanrı olabilir, fakat bireycilik ve özel hayat, ayrıca hemen hepsi çöken veya artık toplumsal işlevlerini yerine getireme­me ve toplumu bir arada tutamama tehdidi altında olan aile, kilise, eğitim sistemi, yönetim toplumun otorite karşısındaki körlüklerinin kurbanlarıdır. Sadece medya üstün konumunu sürdürür görünmek­tedir, ancak hangi bedel karşılığında? Kurucu babalar ahlâkî değerleri analizlerinin merkezine oturttular. Fakat bugün ‘kalpsiz’, bizleri yön­lendirecek, biçimlendirecek ve ilham verecek ortak değerlerden ve insanlıktan yoksun bir toplum muyuz?

Sosyolojinin günümüzdeki meydan okuyuşu, yirminci yüzyılın ku­rucu babalarınınki kadar olmasa da, büyüktür. Kim bizi yirmibirinci yüzyıla taşıyacaktır, acaba sosyoloji de yolunu şaşırıp bu konuda çok az şey söyleyebilecek bir duruma mı düşmüştür? Büyük boy teoriye dönüşün işaretleri vardır, fakat o yeterince büyük boy bir teori olabi­lecek mi, ya da bir Marx, Weber veya Durkheim’ın gücü ve hayal gücüne ulaşabilecek midir? Yirmibirinci yüzyılın temel fikirleri neler olacaktır? Bu kitabrn sonraki baskısının yıldızı kim olacaktır?

Elinizdeki kitap sosyolojideki temel fikirlere, özellikle burada ele alınanlara özet bir bakıştır. O eksik ve kabataslak bir çalışmadır, ancak aşağıda belirtilen kaynakları okuyanlar bu teorik düşüncelerin değeri ve heyecanını ciddi olarak takdir edebileceklerdir. Bununla beraber, sosyal teori kesinlikle kolay değildir ve çoğu kez kullanılan soyut dil nedeniyle onu anlamak daha da zorlaşır. Onu anlamak gerçek bir çabayı, hayal gücünü ve dikkatli düşünmeyi gerektirir. Olabildiğince daha fazla okumalar sonucunda bunun ödülünü fazlasıyla alırsınız. O genelde sosyolojiyi anlamaya, daha önemlisi, içinde yaşadığınız top­lumu kavramaya yardımcı olur. Bu temel fikirler sadece bir başlangıç­tır. Bu büyüleyici kavrayışlar ve fikirler alanında daha fazla okumayı umabilirsiniz. Belki de onlar düşünme biçiminizi değiştirecektir. Muh­temelen hayatınız değişecektir.

[1] Sanayi-ötesi toplumun doğası ve günümüzde sınaî hayatın temel karakteristikleri. Bu tartışmanın kaynağı 1960’lar ve 70’lerde Da- niel Bell’in sanayi toplumunun geleceği konusundaki fikirleridir ve modern sınaî organizasyonların doğası üzerine post-Fordist tartışmanın da anahtar bir teması olmuştur.

  • Düftya ekonomisinin ve dünya toplumunun doğası. Burada Ant- hony Giddens’ın küreselleşme, Manuel Castells’in bilgi/ bilişim toplumu ve Ulrich Beck’in risk toplumu üzerine düşünceleri kü­resel kapitalizm ve küreselleşmiş bir dünyanın doğası ve içerim- lerini, gelişen bir dünya ekonomisi ve İnternetin yol açtığı ileti­şim devrimini anlama ve analiz etme girişimlerine yol açmıştır. Biz yurttaşlar, tüketiciler ve bireyler olarak bir dünya toplumuna doğru, daha mükemmel ve daha barışçı bir küresel toplum ya­ratma potansiyeline sahip büyük bir fırsatlar dünyasına doğru ilerlemekteyiz; bu küresel toplum aynı ölçüde bir yoğun risk dünyası (Beck), dünya terörizmi, küresel yoksulluk ve küresel