Kimdir

Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri

Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri: İstanbul’da doğdu (1899). İki yaşındayken babası şair İsmail Safa’nın ölümü üzerine annesi tarafından yetiştirildi. İlkokuldan sonra öğrenimini sürdürme olanağı bulamadı. Bir süre öğretmenlik (1914-1918) ve memur­luk yaptı. Yetiştiği yıllar kendi kendine Fransızca öğrenmiş, küçük yaşların­da Karanlıklar Kralı (1913) adlı tek öykülük bir kitapçık çıkarmıştı. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde ağabeyi ile birlikte kurduğu “Yirminci Asır” gazetesinde yayımladığı öykülerle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Ga­zetesini kapatmak zorunda kalınca Vakit’te çalışmaya başladı. Ölümüne değin Akşam, Cumhuriyet, Tan, Tasvir, Ulus, Milliyet, Tercüman, Son Ha­vadis gazetelerinde fıkra yazarlığı, başyazarlık yaptı. Kültür Haftası (1936, 21 sayı), Türk Düşüncesi, (1953-1960, 63 sayı) dergilerini çıkardı. Her Ay, Ayda Bir, Hafta, Yedigün, Çınaraltı dergilerinde yazdı. Nâzım Hikmet’le birlikte Resimli Ay dergisinin sürekli yazan kalemleri arasında sosyalizme yandaş olarak tanınmışken, İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizmin savu­nuculuğunu yapan başlıca yazarlardan biri kimliğinde göründü (Ölümü, 15 Haziran 1961).

Sanatı

40 yılı aşkın bir süre içinde fıkra, makale, araştırma, öykü ve roman tür­lerindeki verimli çalışmalarıyla, düşün ve sanat dünyamızın etkili kişilikle­rinden biri olarak görünen Peyami Safa -Server Bedii takma adını kullan­madığı- 11 roman, 7 öykü kitabı yayımlamıştır. Romanları arasında, Söz­de Kızlar, 9. Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye sosyalizme eğilim duyduğu yılların: Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noralya’nın Koltuğu, Yalnızız’ı idealist felsefeyi benimsediği yılların ürünleri arasında sayabiliriz. Ge­nellikle üzerinde durulan yapıtları da bunlardır.

Mütareke yılları İstanbul’unun işbirlikçi burjuva çevrelerinin kokuşmuş yaşamını yansıtan ilk romanı Sözde Kızlar’da yazarın kurgu, anlatım ve üs­lup yönlerinden belli bir başarı düzeyine ulaştığı görülür. Kimi bölümlerin­de “serüven romanı” özellikleri taşımasına karşın savaşın yarattığı toplum­sal bunalımların yansıtılması, kişilerin sergilenişi, yan olayların doğallığı, beceriyle kurulmuş dialoglarıyla bu dönemin başarılı yapıtlarından sayılır.

Fatih-Harbiye’de doğu-batı, alafrangalık özlemi, sınıf değiştirme sorun­ları işlenir. Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’un iki yakasının yaşama bi­çimindeki farklılığın yarattığı etkilere kapılan eski ailenin yeni bireylerinin serüvenlerini Neriman’ın yaşamında buluruz. Fatih-Harbiye üstyapı değiş­melerini devrim, batı kopyacılığını uygarlaşma olarak kabul etme yanılgı­sının romanıdır.

“Otobiyografik bir nitelik gösterdiği” kabul edilen Bir Tereddüdün Ro­manı, Peyami Safa ’nın idealist felsefeye eğilim duyduğu dönemin ilk yapı­tıdır. İstanbul’un sanat çevrelerinde yaşayan her türlü amaçtan ve inançtan koparak içkide, kumarda, kokainde çıkar yol arayan bunalım içindeki “bo­hem” ler sergilenir. Matmazel Noralya’nın Koltuğu ise yazarın idealizme aşırı bağlanması sonucu ispiritizmaya düştüğü yılların ürünüdür. Romanın kişilerinden Ferid’in felsefe öğrenimi yaparken kaldığı “pansiyon”da yalnız adam kimliği içindeki dengesizliğe varan ruhsal sarsıntıları ve bunun so­nuçları işlenir.

Birinci döneminde insanı toplumsal koşullar içinde yansıtmaya çalıştığı, bunu yaparken kendi kişiliğinin zayıf yönlerine genellik ve insansallık ka­zandırmak istediği söylenebilir. Bir konuşmasında şöyle ifade eder bunu: “Romancı eserlerinde ne kadar objektif olursa olsun, bütün kahramanları gene kendisidir.”

1937’lerden sonraki romanlarında olağandışı bir dünyanın çeşitli “kompleks”ler içinde bocalayan hastalıklı kişilerin çokluğuna gerekçe ola­rak da aşağıdaki düşünceleri ileri sürer:

Romanın konusu insandır. Ben onun ruhunu olduğu kadar vücudu­nu da tanımak zorundayım. İnsan ruhu, buhran anlarında kendisini bize daha çok verdiği gibi insan vücudu da, hastalıklarında sırlarını bize sezdirir. Belki böyle düşündüğüm için romanlarımda ruh ve be­den hastalarına sık sık rastlanır.

Bir Tereddüdün Romanında Mualla kendisini tanıtırken, “Çocuklu­ğumdan beri her an bir felâkete uğrayacak gibi, sebepsiz korkarım, hattâ altı yaşlarımdayken yatakta uyanık olduğum halde yorganın içinde büyük bir kudurmuş köpek var sanırdım ve hırıltılarını duyarak, titremeler içinde anneme sarılırdım” biçiminde konuşur (1. bas. sf. 50). Kendisini “Bir Ada­mın Hayatı” muharriri olarak tanıtan romanın erkek kahramanı ise sağlık durumunu şöyle açıklar.

Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nun kişilerinden Fikret, iradesi hiçe inmiş, yalnız kaldığı zaman gözlerine hayaletler görünen bir hastadır. Bunlar genellikle amaçsız, inançsız, dengesiz kişiler olmalarına karşın, ru­hun “resmi ilim vetirelerini altüst eden hakikatler”le bezendiğine inana­cak kadar da iddialı görünürler.

Peyami Safa ’nın romanlarında doğa, kent, sokak gibi geniş çevre be­timlemeleri yok denecek kadar azdır. Kişileri genellikle yakın çevre sınır­ları içine kapandıklarından daha çok eşya ile ilgilenirler. Bu ilgi de öznel­dir. Yazar bunun nedenini idealizmin başlıca ilkelerinden olan kuşkucu­luk ve agnostisizme dayanarak tanımlamaya çalışır. Dış dünyanın kişile­re göre değiştiğini savunmaya kalkışır.

Yazarlığının ilk evrelerinde konuşma dilinden ayrı bir üslup kurma özentisi içinde görünen Peyami Safa ’nın değişik tümce yapıları kurmada­ki becerisi kabul edilmiştir. 9. Hariciye Koğuşu üzerine yazan Cahit Sıtkı bu özelliğini, “Bu kitap bugünkü Türkçenin sanatkâr elinde ne harikalar verebileceğini ispata kâfidir. Bir hastalığın destanı olan bu kitapta bir mısra kadar güzel cümleler var..” diye belirtir. Hüseyin Cahit Yalçın, “Üslûpta ufacık bir laubalilik ve iptidailik yok. Sade, fakat yüksek..” di­ye yazar. Nedir ki ilk başarı yıllarında bu düşünceleri doğrulayan bir üs­lup ustası olarak kabul edilen Peyami Safa ’nın -belki de her konuda ça­lışan bir yazı makinesi durumuna geldiği için- bu özelliğini de koruyama­dığını söyleyebiliriz.

Not: Peyami Safa gibi, anayapıtlarını 1923’ten sonra veren romancıların da Çağdaş Edebiyat Ta­rihi Meşrutiyet Dönemi içinde yer almaları, edebiyata Birinci Dünya Savaşı yıllarında başla­malarından ötürüdür. Cevdet Kudret de Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (1859-1959) adlı yapıtında geçiş dönemi yazarlarını “Milli Edebiyat” “Hikâye ve Roman”cıları olarak ka­bul ederken şu gerçekleri ileri sürer: “Bunlar, kendi çağlarında edebiyatın eleştirme, fıkra, ma­kale, oyun, şiir vb. gibi başka dallarında yazı hayatına atılmış, hikâye ve roman türündeki eser­lerini Cumhuriyet devrinde vermişlerse de, üslup, dil ve sanat anlayışı bakımından, Cumhuri­yetten önceki devire hağlı kaldıklarından, o devrin sanat akımı içinde ele alınmışlardır. ”

Peyami Safa Yapıtları

Roman:

Öykü:

Peyami Safa ‘dan Örnekler

BÎR TEREDDÜDÜN ROMANI’ndan

“Yıkılıyor, her şey yıkılıyor…” cümle­si kafamda epey zamandır teşekkül et­meye başlayan bir fikir manzumesini hülâsa ettiği için doğruldum ve ona baktım. Ayakta, elinde kadeh, gözleri yanıp sönerek ve bütün vücudu, üstüne düşen yıldırımları hazmetmeye çalışır gibi ihtilaçlar içinde, boş kalan elinin yumruğu sıkılmış, devam ediyordu:

(Bir Tereddüdün Romanı, 1933)

 

DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU’ndan

ÜÇÜNCÜ HALET

Ümitten, aşktan ve tembellikten mürekkep bir hararet. içinde hafif bir kemik ağrısının duman gibi gezindiği yarım karanlık, yarım şu­urlu, birbirlerini gayet ehemmiyetsiz bir münasebetle takip eden, hepsi gerçek ve hepsi abes birtakım hayaller; uyku ile uyanıklık arasındaki ayırıcı perdeyi fa­sılasız dalgalandıran ve ruhun bir yarı­mını rüyada eriterek öteki yarımını ha­kikatle temas ettiren üçüncü bir halet.

Mehtaplı bir denize dalan adamın su­yun içinde göz kapaklarını yalayan ga­rip ışıklar, kulağını dolduran garip uğultular… Bunların arasında Nüzhet’in bin şekilde görünüşleri.

Bazı gayet açık hatırlanacak ve kâğıda yazılacak kadar berrak muntazam, fa­kat söyleyeni de, dinleyeni de meçhul cümleler, bazı da rüzgârda savruluyor- muş gibi bu kelimelerin birbirinin altın­dan, üstünden sıçrayarak, uçuşarak, boşlukta hızla dönmeleri.

Sonra Nüzhet’in vücudu meydanda ol­madığı halde, yalnız kokusunun ve sesi­nin beşeri bir şekil alması, meçhul un­surlarla mücadeleler, şekilsiz uçurumlar içinde yükselip düşüşler. Bazı bir isteğin gerçekleşmesi. Yapraklan servi kadar yüksek bir dağda, siyah-yeşil bir gölge­likte Nüzhet’le kucaklaşarak yerde uzanmak ve Nüzhet’in kulağının dışın­dan değil, içinden gelen sesi ve aydınlık bir konuşma:

Sonra bütün bir hayatın dağınık un­surları, birbiriyle alâkasız hastahane âletleri, sedyeler, bahçıvanın kazması, bir borazan, arkadaşımın hayretle açı­lan gözleri; ve bir gözünün büyüyerek bir bardak suya istihalesi… bir kemik üstünde testere, bir haykırış, cam sesle­ri, alelâde bir cümlenin bir tabur insan tarafından söylenişi gibi bir harıltı.

Ve bütün bunların arasında, bazı bir duman gibi hafif, bazı da yuvarlak bir cisim gibi sert, gezinen, arada bir şid­detlenen kemik ağrısı. Dudaklarımda Nüzhet’in dudaklarının tadı.

Ve en garibi, gözlerimi açıp uyandığı­ma emin olduğum halde, kendimi Eren- köyündeki odada yatıyorum zannet­mem. işte başımın ucunda dolap, şam­dan. işte oda kapısını görüyorum, gayet sarih.

Hattâ rüyada olup olmadığımdan şüp­he edecek kadar da zekâm var, hattâ bu şüphe ile beş hassamı tecrübe ediyo­rum: Gözlerimi açıp kapıyorum (hep aynı oda). Kulak veriyorum (Erenköy mırıldanıyor). Yorganımı tutuyorum, yutkunuyorum, kokluyorum.

Ancak bu türlü mantık oyunlarıyla te­selli bulmayacak kadar, hastalığın bana verdiği acı derslerle gözüm açılmıştı.

Günlerim endişe içinde geçiyordu ve ameliyata hazırlanmak için bünyemi kuvvetlendirmeye çalışıyordum.

FATİH-HARBÎYE’den

 

Karanlık bu mahallelere erken basar.

Neriman, akşamın bu saatlerinde, ev­de bulunmağa artık tahammül etmez olmuştu.

Evvelce dikkat bile etmediği küçük şeylere bugün ehemmiyet veriyordu.

Mindere uzandı. Odaya geceyi erken getiren bu kafeslerin deliklerinde, ka­ranlıkların gitgide lâpalaşmasına bakı­yordu: Dört köşe delikler çizgilerinin sertliklerini kaybettiler ve deyirmileştiler. Beyaz tül perdeler karardı.

Helvacıların geçtiği saat. Her şey su­sar ve yalnız onların sesleri duyulur. Sa­kız gibi incele incele uzanan ve ta uzak­lara, sokak diplerine bulaşan ezik, ya­pışkan sesler. Günün ışığıyle beraber çekilirler, giderler.

O vakit herşey kararır, söner, her can­lı şey siner.

Ellerinde çıkmtılarıyle, geç kalmış bir iki mahallelinin sıklaşan adımları. Biti­şik evin kapısı, geceyi bir felâket sanan­ların elleriyle hızlı hızlı vurulur, şiddetle açılıp kapanır. Mutfaklardan gelen ince bir dumanın bütün sokağa dağıttığı ha­fif bir marsık ve yağ kokusu. Fatih mi­narelerinde ezan.

Neriman gözlerini kapadı. Başım koy­duğu yastıkta hafif bir lâvanta çiçeği kokusu. Çocukken o bu kokuyu sever­di: Annesi bohçaları açtığı vakit, temiz çamaşırlardan yükselen bu kokuyu her yerde, entarisinde ve yastıklarda arardı, bulamadığı vakit rahatsız olurdu. Şimdi bundan da hoşlanmıyor.

Arka sokaklarda helvacıların sesleri hâlâ uzanıp gidiyordu, menhus, meş’um sesler. Hastalığa, ölüme ve bunlardan daha korkunç, yüzleri ka­ranlıkta kalan ve hüviyetleri meçhul birtakım felâketlere ait kokular uyandı­rıyorlardı. Neriman bu seslerde annesi­nin ölümünü, babasının ihtiyarlığını, muhitinin sefaletini hatırlatan, bütün hayatında gördüğü ve duyduğu matem­lerin hepsini, istikbalin sakladığı elem­lerin hepsini sezdiren derin, gayet derin ve ruhun en muhkem, en mücehhez ta­raflarına bile bir anda giren keskin, ba­yıltıcı bir keder duyuyordu ve bu sesler bitip tükenmiyordu, biri uzaklaşıp kay­boldukça, köşe başında yükselen bir ye­nisi, ötekini takip ediyordu ve ağır, ha­zin bir ses kervanı halinde, arkası kesil­meden, sıra sıra geçiyorlardı.

Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürü­düler. Neriman Beyoğlu’na çıktığı va­kit, halis Türk mahallelerinde oturanla­rın çoğu gibi, kendini büyük bir seyahat yapmış sanırdı. Gene Fatih uzakta, çok uzakta kaldı. Tramvayla bir saat bile sürmeyen bu mesafe, Neriman’a Efgan yolu kadar uzun görünürdü ve Kabil’le New York arasındaki farkların çoğuna İstanbul’un iki semti arasında kolayca tesadüf edilir.

Bir İstanbul kızı olduğu için Neri­man’ın bu farklar karşısındaki hayreti azalmıştı; fakat bir zamandan beri ken­disinde yeni bir hayatın iştiyakı ve yeni bir medeniyetin şuuru uyanmağa başla­dığı için bu farkların her birine ayrı ay­rı dikkat etmekten hoşlanıyordu.

Bir ıtriyat mağazasının camekânı önünde durdular. Burada herşey, tek başına konmuş zârif bir küçük şişenin tatlı mavisi, kırmızı ipek bir püskül, si­yah kadifelerin arasında gizlenmiş ve ampulün yumuşak ziyası, bir gümüşün parıltısı… gözleri ayrı ayrı çekiyor ve zaptediyordu; burada herşey, rahat ve mes’ut insanların kullanmayı âdet ettik­leri eşyaydı; burası, aynı zamanda, bir insanın ne kadar mes’ut olabileceğini hissettiren imkânlara doğru açılmış pen­cereydi. Neriman burada her duruşun­da, bu pencereden onların saadetini im­renerek seyrediyordu.

Bir gün Şinasi’yle bu ıtriyat mağazala­rından birinin camekânı önünde dur­muşlardı. Neriman’daki arzuları sezen Şinasi demişti ki:

Neriman buradan hemen her geçişin­de bu sözü hatırlıyor ve gülümsüyordu.

Çantasındaki esans şişesini doldur­mak vesilesiyle mağazaya girdiler. Bü­tün eşyanın iliklerine işlemiş hafif bir güzel koku. Neriman bu mağazaların sessizliğine de şaşıyordu. İçeride kala­balık olduğu halde müşteriler pek az konuşarak, âdeta bir dilsiz gibi işaretle meram anlatarak istediklerini alıyorlar­dı. Yalnız, cam tezgâhların üstüne ko­nup kaldırılan şişelerin ince çıtırtısı.

Satış memuru kız, esans şişesini dol­dururken Neriman bir şey hatırladı: Küçükken babası onu Ramazanda Be­yazıt sergisine götürürdü. Orada, çadır gibi bir şeyin altında, Arap kılıklı bir adam, irili ufaklı bir çok yağlı, kirli şi­şeler arasında, ayakta durur, kokular satardı. Bu çadıra uzaktan yaklaşırken bile sert bir nane, bahar, hacıyağı koku­su Neriman’ın midesini bulandıracak derecede burnuna dolardı ve oradan ça­buk geçmek isterdi…

Son günlerde sık sık yaptığı mukaye­seyi tekrarladı ve bu iki koku arasında­ki farkı düşündü.

Yolda yürürlerken, herkes, Fahriye’den ziyade Neriman’a dikkat ediyor­du, fakat bu, Neriman’ın herkese ayrı ayrı dikkatinin karşılığından başka bir şey değildi. Kıyafetlere, yürüyüşlere, yüzlerdeki manalara büyük bir teces­süsle bakan gözleri, herkesin alâkasını çelerek büyüyor, parlıyor ve daima can­lı bakıyordu.

Löbonun önünden geçtiler. Neriman içeriye doğru bir göz attı ve Macit’i gör­medi.

Fakat onun ikinci kat salonunda ol­ması ihtimali de vardı.

Yukarıya kadar beraber çıkmayı evve­lâ Fahriye’ye teklif edemedi. Müsait bir kıyafette olmadığım da düşünüyordu. Fakat Macit’i görmeden İstanbul’a dönmek o kadar güç geldi ki bir kaç adım sonra Fahriye’yi geri çevirdi, bera­ber pastacının yukarı kat salonuna çık­tılar.

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı , Meşrutiyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri: Son devir, meşhur Türk yazar ve romancısı. Psikolojik roman tarzının Türk edebiyatındaki güçlü ustalarındandır. Peyami Safa, 1899 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Servet-i Fünun şâirlerinden İsmail Safa’dır. İki yaşında babasını kaybetmesi yüzünden düzenli bir eğitim görmedi. 13 yaşında ilk yazı denemelerine başladı. 15-19 yaşları arasında öğretmenlik yaparken Fransızca da öğrendi. Edebiyat, felsefe, târih, psikoloji sahalarında o yaş içinde fevkalâde sayılacak bilgiler
elde etti. 19 yaşında başladığı gazeteciliğe ölümüne kadar devam etti. Belli başlı bütün gazetelerde fıkra ve makaleler, tefrika romanlar yazdı. Kalemiyle geçindi. 15 Haziran 1961’de beyin kanaması sonunda öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.

Peyami Safa, kendi kendini yetiştirmiş, kültürlü, çok yönlü bir yazardır. Estetik ve sosyal bilimlerin hemen her kolunda (resim, mûsikî, edebiyat, psikoloji, sosyoloji, târih, hukuk, felsefe, tıp gibi) bilgi ve görüş sâhibidir. Siyâsî, iktisâdî, edebî, felsefî, hemen her sahada, ortalama 20 bin makale ve fıkrası ile 150’ye yakın basılı eseri vardır.

Peyami Safa, yetiştiği çevrenin tesiriyle küçük yaşta edebiyata yöneldi. Geçinmek için yazdığı, edebî kıymeti olmayan ve kendince değersiz bulduğu hikâye ve romanlarında Server Bediî takma adını kullandı. Yazar asıl ismini taşıyan romanlarında çok yönlü bir sanatçı olduğunu ortaya koymuştur. Geniş kültürü ve kuvvetli sezgi kâbiliyetiyle düşünce ve duygu alanlarında araştırmaya girişir. Olaya değil, tahlile önem verir.

İlk romanı Sözde Kızlar da bir toplum yarasına neşter vurmuş; Mahşer de Birinci Dünyâ Savaşının ahlâkî sahada meydana getirdiği çöküntüleri incelemiş; Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu isimli eserinde hasta genç psikolojisini, kendi hayatının otobiyografik romanı olarak ortaya koymuş; Fâtih-Harbiye isimli romanında Doğu ve Batı arasındaki bocalamaları ele alarak Batı taklitçiliğinin ülkemizde meydana getirdiği çöküntüyü işlemiş; Bir Tereddüdün Romanı’nda İnkılâp sonrası ahlâk zayıflığını, bezginlik ve rûhî bunalımları sebep ve sonuçlara bağlamış; Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda kâinat ve varlık muammalarını çözmeye çalışmış; Yalnızız’da günümüz insanının hayâl kırıklıklarını ele almıştır.

Hemen her romanında, devirler, anlayış ve gelenekler arasında psiko-sosyolojik karşılaştırmalar yaptığı; toplumdaki değişmelerin meydana getirdiği buhranları, ahlâk çöküntülerini ve bu değişme sebebiyle meydana gelen çatışmaları, konu olarak seçtiği görülür. Son romanlarında ise felsefî arayışlar içine girerek karamsar bir anlayışla kahramanlarının iç dünyâsını tahlile çalışır. Eserlerinde kendi rûhî durumunu da tahlil etmiştir.

Böyle romanlarındaki ağır ve meseleler karşısındaki çözümsüz melankolik hava, bilhassa gençlerin rûh ve karakterleri üzerinde karamsar izler bırakabilmektedir.

Peyami Safa, üstün romancılığının yanında, dile hâkimiyetiyle de tanınmaktadır. Dili kullanış kolaylığı ve kelime hazinesinin zenginliğiyle dikkati çeker. Yazdığı makale ve fıkralarla dilde uydurmacalığa karşı çıkmıştır. Yazarın, Nazım Hikmet ile giriştiği Sosyalizm ve Komünizm konusundaki kalem tartışmaları, daha doğrusu kavgaları da meşhurdur.

Peyami Safa; bol kelimeli, yeni bileşimlerle dolu incelikleri, ayrı ayrı ve bol sıfatlarla, zarflarla, dile getiren canlı, bol imajlı, teşbihli, istiareli bir üslûbun sâhibidir. Felsefeye, psikoloji ve sosyal konulara düşkünlüğü dolayısıyla tıbbî ve mücerret kavramları, yabancı terimlerle, frenkçe kelimeleri çok kullanmıştır.

Peyami Safa eserleri:

Tanınmış romanları:

İnceleme-deneme-makâle:

Peyami Safa ’nın makale ve fıkralarından derlenmiş bir kısım seçme yazıları şu isimler altında yayınlanmıştır:

Kaynak: Rehber Ansiklopedisi, 16. cilt

Peyami Safa kimdir? Hayatı ve eserleri: Daha önce romanlarını incelediğimiz Peyami Safa (1899), Cumhuriye­tin ilk yıllarından itibaren düşün yaşamının hareketli kalemlerinden biri olarak göründü. Resimli Ay’da yazdığı yıllar, Nâzım Hikmet’le birlikte eski edebiyat kuşağını “tasfiye” hareketini benimsemiş, sonra tarihsel maddeci görüşlerden uzaklaşmıştı. 1936’da çıkardığı Kültür Haftası dergisinde, edebiyat yazılarının yanı sıra doğu-batı sorunlarını konu alarak değişik öğretilerin ulus, kültür, uy­garlık tartışmalarındaki tezleriyle kendi görüşlerini ortaya koyan incelemeler yayımladı. Bunlardan “Şark-Garp Münakaşasına Bir Bakış” (3-5 ve 7. sayılar) başlıklı dizi yazısında Fransız şairi Paul Valery’nin tanımını benimseyerek, ba­tının, “tüketimin, çalışmanın, sermayenin, tutkunun, gücün azamisine sahip ol­masına” karşın, doğuda endüstriyle birlikte bilim ve eleştiri yeteneğinin de bu­lunmadığını belirtiyor, çağdaş siyasal öğretilerden hiçbirinin hele siyasal özgür­lük ve demokrasinin hiç anlaşılmadığını vurguluyordu (sayı 4).

Peyami Safa ’nın aynı yıllar yayımladığı Türk İnkılabına Bakışlar (1938) adlı yapıtında “Kemalist Türkiye”yi doğu dünyasından ayıran özellikleri incelemeye çalıştığı görülür. Cumhuriyetten önceki düşün akımlarından Türkçü, batıcı, İslamcı ideolojilerin de tartışıldığı bu kitapta Kemalizmin gelenek düşmanı olmadığım belirterek “Türk înkılabı”nın İslam Birliği ve Turancılık vehimlerini silkip attığını vurgular Peyami Safa (sf. 107, 109).

Ona göre “Türk inkılabının bir kitabı varsa, canlı tarihtir ve hayatın ken­disidir.” Çünkü ulusal savaş ve “Türk toprağını ve kafasını betonla inşa” zorunluğundan doğmuştur (sf. 199). Bu nedenle “dogmatik” tanımların dı­şındadır. Asıl ayırt edici özelliği “milliyetçilik anlayışıdır.” “Osmanlı milli­yetçiliği, Türk Ocağı ile Türk Yurdu arasında bir kürsü ve yazı coşkunlu­ğundan ibaret” kalmışken “Kemalist Türk milliyetçiliği” bir gerçekleşme­nin ifadesidir. “Büyük Harp zilletinden nasyonal-sosyalizmin büyük mu­vaffakiyeti ve Hitler’in zaferinin doğması, 1919-1921 yıllarında anarşiyi besleyen kaynaklara karşı İtalyan faşizminin fışkırışı da” benzer zorunlukların sonucudur (sf. 204-205).

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Tasvir ve Çınaraltı’da yazan Peyami Sa­fa, “ilim Karşısında Milliyetçilik” genel başlıklı dizi yazılarında (Çınaraltı, 23 Mayıs-27 Haziran 1942) milliyetçilik ile sosyoloji, ekonomi, tarih, bi­yoloji, psikoloji ve felsefe ilişkilerine ilişkin görüşlerini ortaya koyarken, Ziya Gökalp sosyolojisini eleştirmesine karşın, öğretilerin tanımında Durkheim’ci görüşten uzaklaşmadı. Şöyle yazıyordu Peyami Safa:

Demokrasi birkaç büyük sanayi memleketinin geri kalan bütün dünya memleketlerini sömürmesinden başka bir şey olmayan sanayi kapitalizminin hukuki bir ifadesidir, istismarcı milletleri dünya tari­hinde eşi görülmedik bir tarzda zengin etmiştir. Hakikatte, zengin olan bu milletler değil, o milletler içinde beynelmilel sermayenin or­tağı ve ajanı olan fertlerin teşkil ettiği bir tek sınıftır. O memleketler­de bu tek sınıfın kazanç şebekesi dışında kalan ekseriyet, yine dünya tarihinde eşi görülmedik bir sefalete düşmüşlerdir.

Peyami Safa ’ya göre sınıf mücadelesi ve ona dayanan Marksizm ile sınıf mücadelesini reddeden milli ekonomi, demokrasi nizamından doğmuştur. Milli ekonominin amacı, egemenliği bir sınıftan alıp ötekine vermek değil, sınıflar arasındaki eşitsizliği, “milli menfaat lehine” ortadan kaldırmaktır. Milli ekonomi, “sınıf yok millet var”, “ferdi menfaat yok, milli menfaat var”, “hak yok vazife var” ilkelerine dayandığı için işçi ve işveren sendika­larını “devletin murakabesi altında korporatif bir nizamın içine alır.” “Biyoloji ve Milliyetçilik” yazısındaysa faşist Fransız biyolojisti Felix’le Dantec’nin “ebedi sulhun ve insaniyetçiliğin biyoloji kanunlarına aykırı bir ham hayalden başka bir şey” olmadığı yolundaki görüşlerini paylaşan Pe­yami Safa, “sathî görüşle yıkıcı bir felâket sayılan” savaşın biyolojinin gö­rüşü ile, bütün canlı varlıkların hayatını idame ettiren yapıcı ve yaşatıcı bir zorunluk olduğunu yazmıştır.

ikinci Dünya Savaşı üzerindeki görüşleriniyse “Felsefe ve Milliyetçilik” yazısında açıklamaktadır:

… Liberalizmin mekanik görüşü yıkılıyor. Cemiyetin makine gibi parçalardan kurulan ve insan iradesiyle vücut bulan sun’i varlıklar değil, uzviyet gibi bütünü ve parçaları aynı zamanda teşekkül eden parçalan bütünün emrinde ve istikametinde gelişen tâbi varlıklar ol­duğu anlaşıldığı için, geçen cihan harbinden beri yapılan inkılapların hepsi tek şefli, tek partili ve totaliter bir cemiyet bünyesi doğurdular.

Bu harb içinde liberal demokrasilerin de resmen bu bünyeye doğru is­tihale ettiklerini, harbden sonra daha temelli bir inkılap geçirmek yo­luna, girdiklerini görüyoruz.

Peyami Safa nazi ve faşist ideolojilerin yıkılışından sonra, Hilmi Ziya Ülken’in de belirttiği gibi, “dinciliğe ve mistisizme” bağlanmıştır. Görüşle­rini yansıttığı kitaplar arasında Felsefi Buhran (1939), Sosyalizm (1961), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961) adlı yapıtları anılabilir.

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

İlgili Makaleler