Sosyoloji

Peter Kingsley – Batı Hikmetinin Bilinmeyen Tarihi

Bu kitap, unuttuğumuz bir şeyi uykusundan uyandırmayı amaçlamakta.
İnsanların bize unutturduğu bir şeyi uykusundan uyandırmak…

Hastalıklardan şifa bulmak istiyoruz. Oysa ki hastalıkların kendisi bizim kibrimizin şifası değiller midir? Onlar sayesinde olgunlaşırız. Kayıplarımızdan korkuyoruz. Oysa kaybettiklerimiz değil mi, bize kimsenin bizden alamayacağı bulduran? Üzüntü ve bunalımlardan kaçıyoruz. Oysa hakikaten üzüntümüzle yüzleşebilirsek, onun en derin hasretimizin diliyle konuştuğunu fark edeceğiz. Eğer bu yüzleşmeye bir nebze olsun dayanabilsek göreceğiz ki o, bize özlemini çektiğimiz şeye nasıl ulaşacağımızı haber veriyor.

Beş duyudan müteşekkil hayatın bizi tatmin etmesi mümkün değil.

Eğer büyümek, gerçekten adam olmak istiyorsak, ölmeden önce ölümle yüzleşmeliyiz. Sahnenin ardında kayıp yok olan şeyin ne olduğunu keşfetmek zorundayız.
Bu modern zamanlarda dahi, gönülsüzce mistik algı diye tanımlanan şey, hep bir kenara itiliyor. İnkar etmek mümkün olmadığında, ondan uzak duruluyor. Batı medeniyetinin köklerinde manevi geleneğin yattığı bize asla söylenmiyor. İşte gizlenen bu.
Bu gelenekle temasa geçmek için ödenmesi gereken bir de bedel var. Her zaman ödenmesi gereken bir bedel vardır ve zaten bu bedeli ödemeye yanaşmayan insanlar yüzünden bugün bu haldeyiz.

Foçalılar, Tüccar, kaşif ve korsandılar. Diğerlerinin hayal ettiğini onlar gerçekleştirirdi. İlk kez Cebelitarık boğazını geçip, düzenli şekilde Atlantik’e seyahat düzenleyenler onlardı.
Foça, “Fokların şehri” anlamına gelir.
Foça’nın biraz güneyinde, anakaranın hemen açıklarında Sisam (samos) adası vardır. Hem Foçalılar hem de Sisamlılar kurdukları ticaret bağlarıyla nam salmışlardı.
Sisam Pisagor’un memleketiydi. Anlatılanlara göre o, Mısır’a, Endülüs’e, Fenike’ye, Pers’e ve Hindistan’a gitmişti.
Pisagor’un babası mücevher oymacısıydı.
Pisagor da baba mesleğini öğrenecekti. O günlerin doğasına uygun olarak, babasının ticaretini sürdürmek üzere yetiştirildi. Fenike kaynaklı zanaatı öğrenmesi ve doğudan hammadde edinmesi lazımdı.
Çok sağlam kaynaklara dayanan bir söylence. O, pantolon giymekteydi. Bu çok garip bir durum. Yunanlılar pantolon giymezlerdi. Pantolonu sadece Persliler ve İranlılar giyinirlerdi.
İ.Ö. 540 civarında, Foça’da bir şey meydana geldi.
Bazı durumlar vardır, geldiğini görseniz bile, olmasının önüne geçmeniz mümkün olmaz. Buda onlardan biriydi. Bir anda her şey değişmişti. Dini, siyasi ve ekonomik sebeplerden dolayı (ama nihayetinde her şey gelip dine dayanmaktaydı), Persliler, imparatorluklarını dünyanın sonuna dek genişletmek istediler. Persliler hırs kesilmişlerdi. Artık Foça’yla iş yapmak istemiyorlardı; artık Foça’yı istiyorlardı.
Deniz ve sur arasına sıkışmış Foçalılar düşünmek için bir gece süre istediler. Neleri var neleri yoksa toplayıp; hepsini gemilere yüklediler: Ailelerini ve tüm taşınabilir eşyalarını…
Ağır bronz aletleri, oyma taşları ve resimleri ise arkalarında bıraktılar.
Yaşadıkları dünyayı geride bırakmak üzere denize açıldılar. İlk önce hepsi birden yemin ettiler. Denize bir parça demir attılar ve bu demir su üstünde yüzene dek Foça’ya dönmemeye ant içtiler.
Korsika’ya doğru yol almaktaydılar. Foçalıların yarıya yakını bu yolculuğa çıkamadılar. Evlerine duydukları özlem baskın çıktı. Geriye döndüler ve Perslilere boyun eğdiler. Ettikleri yeminin sızısını ciğerlerinde hissederek yaşadılar.
Geriye kalanlar yola devam ettiler. Korsika’ya vardıklarında orada yaşayan Foçalılar tarafından karşılandılar. Birkaç yıl boyunca hep beraber yaşadılar.
Güzel günler fazla uzun sürmedi. Beslenmesi gereken boğazlar çoğalmış, geçim kapılarının sayısı ise aynı kalmıştı. Sonunda en iyi bildikleri işe geri döndüler: Korsanlık.
Kısa sürede çok sayıda düşman edindiler. Canına tak eden düşmanları Foçalıları ortadan kaldırmak için ittifak edince bir kez daha evsiz kaldılar. Yeniden denize açılıp bu defa İtalya’nın güney ucunda bir kasabaya rast gelip durdular.
Orada herşeyi değiştiren biriyle karşılaştılar. Posidania adlı, İtalya’nın batı kıyılarındaki bir yerden gelmiş bu yabancı onların tüm şüphelerine son verecek olan kişiydi.
“Her şeyi yanlış anlamışsınız” dedi yabancı. “Apollo’nun size Cyrnus’da bir yer inşa etmenizi öğütlediğini zannetmişsiniz. Oysa Onun size uzun yıllar önce söylediği şey, Cyrnus için bir yer inşa etmenizdi.”
Yabancının şehri Posidonia’nın yakınlarına kendi şehirlerini inşa ettiler. Yüzlerce yıl boyunca orada yaşadılar. Ve dünyayı değiştirdiler.
Bir kimse sadece doğruyu söylediği hususunda ne kadar ısrarcı olursa, diğerleri onun kendilerini aldattığı hususunda o kadar emin olur.
Eskiden herkes Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüne inanırdı. Şimdi ise herkes tam aksine inanıyor. Burada mesele şu ki; anlayışımızı geliştiren her büyük adım daima, eskiden sahip olduğumuz bilgiyi yıkıp, ters yüz ediyor. İlerde yaşayacak insanlar da bize, bizim geçmişe baktığımız gibi bakacaklar.
Böylesi davranışların hiç birinin bilgece olmadığı ortada. Yapılması gereken bunların hepsini birden kucaklamak; değişmeyen esasa konsantre olmaktır.
Birisinin, bir bilge adamın, hayatının amacı, bir kahramanın yolunu izlemekti (onun sınavından geçmek, onun çilesini çekmek, onun dönüşümünü yaşamak).
Foçalılar orada yerleşmişlerse bunun sebebi orası ile ilgili kehanetler ve orada yaşamış kahramanlardı Apollo ve Herakles’in oğlu, kahramanlar ve kehanetler… İşte Velia’nın kuruluşunun arkasındaki can alıcı faktörler bunlardı.
Felsefenin en temel anlamı hjikmet aşkıdır. Bu artık insanlara çok az şey ifade etmekte. Dünyamız bilgiyle, veriyle, malumatla, zevkle, eğlenceyle dolu; ama bir şeye hiç yer yok: Hikmet.
Platon ve Aristoteles’in okulları, Batı’nın entelektüel tarihine Atinalıların en dayanıklı katkısını yaptılar: Felsefe, hikmet aşkı yerine, hikmet aşkı üzerine konuşma ve tartışma hevesine dönüştü.
Batı dünyasını kimsenin etkilemediği tarzda etkileyen bir adam yaşadı.
Platon üstündeki etkisi engindir. Tüm Batı felsefesi tarihinin aslında Platon’a düşülmüş bir dizi dipnot olduğuna dair meşhur bir deyiş vardır. Aynı şekilde, Platon’un felsefesinin de, gelişmiş haliyle, bu adamın bir dizi dipnotundan ibaret olduğu söylenebilir.
Onun ismi Parmenides’tir, Velialı Parmenides…
Platon onun hakkında bir diyalog kaleme aldı: Parmenides, Orada onu, beyaz saçlı, Atinalı, çok yaşlı bir adam olarak resmetti.
Platon, Parmenides’in tam olarak kaç yaşında olduğunu bilerek gizlemekteydi.
Ama sorun şu ki; kitabın (Parmenides) tamamı hayal mahsulüdür. Platon’un bize anlattığı şey hiç vuku bulmamıştır.
Platon- Parmenides’in halefi Zenon’u da, küçümsemek ve ayağını kaydırmak için tartışmaya dahil eder.
Platon, Zenon’un ne kadar yakışıklı olduğunu söylemekle, onun Parmenides’in genç sevgilisi olduğu dedikodusuna atıf yapmayı ihmal etmez; ki itibarına iyice gölge düşsün.
En başından en sonuna dek Parmenides, sadece bir amaçla kaleme alınmıştı: Sokrates ve Platon’un (Zenon veya bir başkasının değil, sadece bu ikisinin) Parmenides’in öğretisinin gerçek halefleri olduğunu göstermek.
Bunda şaşıracak bir taraf yok. Platon’un çevresinde bulunanların meşhur bir prensibiydi bu: Geçmişi, senin amaçlarına uygun şekilde yeniden inşa et; kendi fikirlerini geçmişin meşhur simalarının ağzından ver.
Platon, konuşmacılarını özenle seçmiştir. Yapmak istediği şey çok açıktır. Bir kez daha, öğretilerini, Velia’da başlayan felsefi geleneğin doğal mirasçısı olarak sunmak arzusundadır.
Ana konuşmacı şöyle der; “babamız Parmenides’e karşı şiddete başvurmak zorunda kalacağız. Onu öldürmemiz gerekecek.”
Söylediği şeyin bir şaka gibi algılanmasına gayret gösterir. Burada anlamamız gereken bir nokta var. Platon için şakalar çok nadiren sadece şakalardır. En ciddi şeyleri oyun gibi sunar ve bir şeyi esprili bir şekilde ele alıyorsa, ortada ciddi bir şeyler dönüyor demektir.
Başka bir şey daha var. Eski dünyada asla babanızı öldürmek hususunda şaka yapamazsınız.
Platon’un öldürdüğü neydi?… Eğer onu öldürmeseydi, Batı, bugün bizim bildiğimiz şekliyle asla varolamayacaktı.
Platon, babasını öldürdü; yani Parmenides’i yolunun üstünden kaldırdı.
Parmenides’in temsil ettiği şeyi yoldan kaldırmak mümkün değildir. O her zaman bir dönüş yolu bulacaktır. Onsuz bir süre idare edebiliriz; ama yalnızca bir süre…
Parmenides bir şiir yazdı…
Şiirini üç bölüm halinde yazdı. İlk bölüm, ismi olmayan bir tanrıçaya doğru çıktığı yolculuk üzerineydi. İkincisi, tanrıçanın ona hakikate dair öğrettikleri hakkındaydı. Üçüncü bölüm ise, tanrıçanın “şimdi seni aldatacağım” sözleriyle başlıyordu. Bundan sonra tanrıça, detaylı bir biçimde, içinde yaşadığımıza inandığımız dünyayı tarif ediyordu.
Parmenides’in şiir boyunca karşılaştığı tüm kişiler ya kız ya da kadındı. Karşılaştığı hayvanlar bile dişiydi; ve ona bir tnrıça ders vermekteydi. Tarif ettiği kainat dişildi.
Bu mitsel bir yolculuktu, ilahi olanın yardımıyla, ilahi olana doğru bir yolculuk.
Eski zamanlarda, kehanet yorumcuları; yorumlamanın en önemli kısmının, hiç duruma müdahil olmadan izlemek, dinlemek ve şeylerin kendi manalarını açmalarına izin vermek olduğunu bilirlerdi.
Parmenides, yolculuğunda kendisine rehberlik edecek kızların kim olduğunu hemen söylemiyor. Sonunda onların kim olduğunu söyleyecekti; ama başında değil.
Kızlar onunla buluşmak için aydınlığa çıkıyorlar; sonra da onu başka bir yere götürüyorlar. Gecenin Konaklarından çıkmaktalar.
Gecenin Konakları, nerede? Tanrıların bile gitmekten korktukları Tartarus’talar.
Böylece Parmenides’in yolculuğunun yeraltına doğru olduğunun anlamış bulunuyoruz. O, normalde kimsenin geri dönmediği bir yere, Hades’in ve Tartarus’un bölgesine sehayat etmekteydi.
Parmenides kendi ölümüne doğru hareket etmekteydi; hem de bilerek ve isteyerek.

Seni bu yoldan, insanların çiğneediği yolların çok uzağından, geçmenin nedeni, ecelinin gelmesi değil.
Sadece Doğruluk ve Adalet.

Bir şeyi köklerinden koparırsanın elbette yaşaması mümkün olmaz.
Bu insanlar için tüm olan biten, ölmeden önce hazırlanmakla; bu dünya ile ötekisi arasında bağlantı kurmakla alakalıydı. Yoksa öldüğünde artık çok geç olmuş olacaktı.

Hikmet için saklanacak ne harika bir yerdir ölüm. Herkes ölümden kaçıyor, öyleyse herkes hikmetten de kaçmakta. Bunun istisnası, bedeli ödemeye razı olup, akıntının tersine yüzebilenlerdir.
Ölmeden önce ölmek; artık zahirde yaşamamak… İşte Parmenides’in bize işaret ettiği nokta bu.
Özlemlerimiz nadiren bir anlam ifade ederler. Bir arzudan diğerine koşmamıza olanak sağlarlar, hepsi bu.
Fakat asla bizi tatmin edemezler. Biz hiçbir zaman tatmin olmayız. Özlemimiz öylesine derin, öylesine büyüktür ki; bu görüntüler dünyasında onun içine sığabileceği hiçbir şey yoktur.
Özlemimizi başımızdan savmaya yarayacak binlerce sebep bulmak üzere yetiştirildik.
Parmenides’e yolculuğunda eşlik eden kızlar, Güneş’in kızlarıydı.
Sanki bir paradoksmuş gibi…
Bize göre güneş, tepemizde ışıklar içindir; onun karanlıkla veya ölümle alakası ne olabilir?
Yeraltı sadece karanlığın ve ölümün olduğu bir yer değildir. Gerçekte orası, tüm zıtların bir araya geldiği bir paradokslar cennetidir.
Hem Batı, hem de Doğu mitolojisinde güneş, yeraltından çıkar ve gece de tekrar yeraltına iner. O, yeraltına aittir. Işığın kaynağının evi karanlıklar içindedir.
O insanlar aşağıya inmeden yukarı çıkılamayacağını biliyorlardı. Cennetin yolu cehennemden geçiyordu.
Aydınlık, zifiri akaranlıkla yüzleşmek anlamına geliyordu.
İlk söylenen şey şuydu: “Hoşgeldin genç adam, ölümsüz araba sürücülerinin kendine eş olduğu”…
Yunanlılar için, şifaya yatmak ile ölüm haline yaklaşmak arasındaki ilişki gayet açıktı. Sanki ölüymüş gibi hareketsiz kalınmasından veya şifaya yatma merkezlerinin yeraltının girişi kabul edilmesinden bunu anlamak mümkün.
Ouliades,
Bu uyanıkken rüya görmek gibi birşeydir.
Onlar için bu deneyim, farklı bir dünyaya, bir gizeme atılan ilk adımdı. İsterseniz biz buna cezbe, kendinden geçme, trans, katalepsi hali veya canlılığın askıya alınması diyelim..
Iatromantis,
işte bu çeşit uyanıklık halinin üstadıdır. Uyanıklık bilinçliliğin bir şeklidir, rüya ise başka bir şekli.
Yunanlılar için bu, “başka bir bilinç” halinin tanrısı Apollo idi….
Yüzyıllar boyunca insanlar, Prmenides’ten endişe duydular, çünkü o bir şiir yazmıştı.
Uzun zaman önce Aristo, işlerin nasıl yürümesi gerektiğini gayet açık izah etmişti: Bir filozofun vazifesi, edebiyat yapmadan mümkün olduğunca açım konuşmaktı. Ona göre felsefe ve şiir birbiriyle karıştırılamazdı. Bir filozofun yazdığı şiir, baştan mahkum edilmeliydi.
Bugün hala, Parmenides’in söylemek istediğini ne kadar kötü dile getirdiğinden yakınan insanlara rastlayabiliriz. Onlara göre Parmenides’in felsefe yapma aracı olarak şiiri seçmesini “bağışlamak son derece güçtür”.
Felsefe ve şifa vermek arasındaki bu ilişkinin anlaşılamamasının delil eksikliğiyle alakası yoktur. Deliller ortada duruyor, tek sorun, onların üzerine sessizliğin örtüsünü sermiş olmamız. Tam da bu nedenle ilk filozofları anlamakta ve onların sözlerine mana vermekte bu denli zorlanıyoruz. Oysa ki onlar kaynaklarını, düşünmekten veya akıl yürütmekten almıyorlar…
Onların geldiği yer, bir başka bilinç hali…
Onlara göre beş duyu dünyasının ötesinin ötesinde ne olduğunu keşfetmeden, gerçek manada şifa bulmamıza imkan yoktur.
Parmenides için doğum, yaşlanma ve ölüm sadece bir aldatmacadır; ama bu Parmenides’in onları ciddiye almadığı anlamına gelmez. Çünkü ne zaman ki ilüzyonları ciddiye almamaya başlarız, o zaman onlara gerçeğe dönüşür.

Pisagorcu olmak, bir şeyler öğrenip yoluna devam etmek değildi. Bu süreç, insanoğluyla, sıradan deneyimlerin çok ötesinde temasa geçerdi; bu yüzden de ancak soyut ifadelerle tarif edilebilirdi. Gene de sürecin kendisi hiç de soyut değildi.

Tüm hayatınız, tepetaklak olurdu. Bu süreç boyunca en esaslı şey, hoca ve talebesi arasındaki bağ idi. Bu yüzden bu, baba ile evlat edindiği oğlu arasındaki bir ilişki olarak görülürdü.
Pisagorcu olmak, evlat edinilmek, büyük bir aileye takdim edilmek manasındaydı.
Evlat edinmek, sadece gizemin bir parçası değildir. Onun kendisi de bir gizemdir. Alışageldiğimiz her şeyden daha başka bir seviyede var olan bir aileye üye kabul edilmek anlamındadır.
Zahiren, geçmişle alakalı tüm bağlar hala mevcuttur. Oysa batınen, başka bir yere ait olduğumuzun farkına
varmışsınızdır. Bu aidiyet hissi, buradaki herhangi bir yere karşı duyulması mümkün olandan daha güçlüdür. Ayrıca, orada sizinle, bir insanın sizinle ilgilenebileceğinden çok daha candan ilgilenilmektedir.

İlgili Makaleler