Ana Sayfa Blog Sayfa 12522

Din Sosyolojisinde Dini Grup Tipolojileri

0

 

 Bu noktada Hıristiyanlığın dışındaki diğer dinler pek itibara alınmamıştır. Batılı din sosyologları genel olarak dini grupları; topluma verilmiş birer cevap, birer sosyal realite ve sosyalleşme çabaları olarak algılamaktadır. Bu durum Batı’da birçok dini grubun resmen tanınmasıyla yakından ilgilidir. Batı’da dini grup tipolojileri genellikle ´church-sect` dikotomisinden hareketle; ´ecclesia`, ´sect`, ´de- nomination` ve ´cult` kavramları etrafında oluşmuştur. Öte yandan B.R. Wilson gibi bazı sosyologlar, bu sınıflamayı teolojik bularak, kendilerine göre daha sosyolojik bir dini grup tipolojisi önermişlerdir.

Anahtar Kelimeler- Dini Grup, Dini Grup Tipolojisi, Ecclesia, Sect, Deno- mination, Cult.

 

 

 

Giriş

Dini grup tipolojileri din sosyolojisinin önemli başlıklarından birisidir. Bunun için iki ya da daha fazla ideal tipin aynı şemada sınıflanması gerek- mektedir. Batı dünyasında binlerce dini grup vardır. Batılı sosyolog ve din sosyologları bunları değişik tipolojiler altında sınıflandırmışladır. Fakat bu çalışmalar daha çok kendi coğrafya ve tarihsel tecrübeleriyle sınırlıdır. Bu tipolojileri birebir Türkiye ya da İslam dünyasındaki dini gruplara uy- gulamak mümkün değildir. Öte yandan, bu birikimi görmezden gelmek de doğru değildir. Çünkü Türkiye’deki dini grup tipolojisi çalışmaları oldukça sınırlıdır. Ülkemizde din sosyolojisi temeline oturan bir dini grup tipolojileri yapabilmek için, mutlaka Batı’lı tecrübelerden de istifade et- mek gerekir. Bu araştırmada daha çok Batı’daki dini grup tipolojilerinden hareketle, ülkemizde bu alanda yapılacak çalışmalara mütevazı bir katkı sağlanması hedeflenmektedir.

 

 

Dini Grup

Dini grup, sosyolojide sosyal grup kavramının bir alt başlığı olarak ele alınmaktadır. Buna göre grup; birçok kişinin ortak kimliğe sahip olması, en azından bazı duygulardaki birliktelik, bazı ortak hedefleri ve normları paylaşmasıdır. Bir grup daha çok, kendi aralarında doğrudan ya da do- laylı olarak haberleşme, birbirine bağlı roller sistemine dayanan standart davranış kalıpları ve üyeler arasında belli derecede bağlılık şeklinde ka- rakterize edilebilir. Buna göre grup, üyeleri arasında doğrudan ya da do- laylı etkileşime dayalı olarak farklı bir anlayışla daha çok ortaklık geliştir- mektir. Grup tipleri büyüklük ve samimiyet derecelerine göre, bir aileden bir topluma kadar sıralanır (A. Theodorson, G. Theodorson: 1979: 176).

Grup olarak adlandırılan sosyal birim, hem üyelerce hem de dışarıdaki gözlemcilerce tanımlanabilmelidir. Üyeler gruba yazılı ya da yazısız üye olabilirler. Grupların sosyal yapıları vardır ve her üye kendi sosyal rolü- nü oynar. Grupta davranış normları vardır ve bunların yazılı olması şart değildir. Grup üyeleri belirli ortak ilgi ve değerleri paylaşır. Grup eylemi- nin yöneldiği bazı sosyal hedefler bulunmalıdır. Hedef, grubun niçin veya hangi sebeplerle var olduğu sorusunun yanıtını oluşturur. Grupları yığın- lardan ayıran onların belli orandaki sürekliliğidir. Toplumdaki gruplar birbirlerinden merkezi işlevleriyle ayrılırlar (Fichter, 1994: 53,54). Bütün insanlar, çeşitli ihtiyaçlarını bu gruplar içinde karşılar. Her toplumda pek çok yetişkin ve çocuk birçok ihtiyaçlarını karşılamak için ailesinde, okulda, iş yerinde, spor kulübünde, camide, dernekte, partide çeşitli faaliyetlerde bulunmaktadır (Akyüz, 2007:16). Grup, kavramı sosyal psikolojisinin de önemli konularından birisidir. Sosyal psikologlar, grubu oluşturan deği- şik faktörler üzerinde durarak; grup içinde yaşamanın insan tabiatından kaynaklandığını ifade etmişlerdir (Hortaçsu, 1998: 82,83).

Aile, eğitim, ekonomi, siyaset ve boş zaman değerlendirme gruplarının yanında bir de dini gruplar vardır. Dini gruplar, Tanrı ve insan arası örün- tüleşmiş bir ilişkiyi paylaşan kişilerce oluşturulmuştur. Bireyin dua ve ibadetleri toplumdaki mevcut dinlerden birinin etkisindedir. Sosyal bi- limciler benzer dini değerleri paylaşan ve ortak dini davranış örüntülerini yerine getiren kişiler üzerinde odaklaşırlar. Dini grupların çoğu başka alt işlevlere de sahip olabilir; okullar, sosyal yardım kurumları, oyun alanları açmak gibi (Fichter, 1994: 58,59).

Din sosyologları, dini grupları en genel anlamda tabii dini gruplar ve has- saten (sırf) dini gruplar şeklinde iki ana kategoride toplamışlardır (Freyer, 1964: 39). Buna göre; üyeleri kandaşlık, komşuluk, arkadaşlık gibi tabii bağlarla birbirine bağlı olan, ama aynı zamanda dini bağları da olan aile, klan, köy ve kent gibi sosyal birimler tabii dini gruplar olarak isimlendiri- lir. Aralarındaki bağın sırf dine dayandığı gruplara da sırf dini grup den- mektedir. Bu tarz dini gruplara tarihin her döneminde rastlanmaktadır (Taplamacıoğlu, 1975:210,212). Modern Batı toplumunda da din, daima bir teşkilata sahip olmuştur. Modern toplumun teşkilatlarla parsellenme- sine din de karşı koymamıştır. Belki de dinin kendisi bu gelişmenin itici güçlerinden birisidir (Kehrer, 1992: 55).

 

 

KARL MARXIN YABANCILAŞMA TEORİSİ

0

 

 

 Karl Marx’ın yabancılaşma ile ilgili metinlerinden hazırlanan bu derleme, Marx’ın Yahudi Sorunu gibi gençlik dönemi ürünlerinden başlayarak Kapital gibi olgunluk dönemi yapıtlarına  kadar kronolojik olarak Marksist düşüncenin bu temel kavramına yer vermiştir.[1]

             İnsanın kayıtsız şartsız ve hatta düşman bir evrende kendi başına yalnız olduğu anlamında yabancılaşma, nerdeyse tüm insan ve toplum bilimlerinde, felsefede ve edebiyatta önemli bir tema olmakla birlikte yabancılaşma kavramını ilk kez felsefi bir kavram haline getiren Hegel’dir. Hegel’de bilişsel bir durum olarak analiz edilen yabancılaşma yabancı doğayı, kendi oluşunun bir uğrağı olarak koyan Mutlak Tin’in kendine özgü etkinliğidir. Aslında doğa, özne ve nesnenin özdeşliği olan tinin kendine dönüş aşamasından başka bir şey olmadığından, Hegel’de Yabancılaşma, kendi içinde kendi ortadan kaldırılışını ifade eder. Marx’ın 1844 Elyazmaları’ında hesaplaştığı Hegelci yabancılaşma  kavramı bu şekilde özetlenebilir. Marx’tan önce yabancılaşma kavramını felsefi olarak işlemiş öteki düşünür Feurbach’tır. Feurbach, Hegel’in doğanın mutlak tinin kendisine yabancılaşmış  biçimi olduğu görüşüne  karşı çıkarak insanın kendine yabancılaşmış  tanrı değil, tanrının kendine yabancılaşmış insan olduğu  ileri sürer. Feuerbach’ın dinsel yabancılaşma kuramına göre insan Tanrı’yı yaratarak kendi özünü nesnelleştirir, kendine yabancılaşır. İnsan, yaratıp yüce varlık haline getirdiği Tanrı imgesinin kölesi olur.[2]

            Hegel insanın kendi bilincine varmasındaki yabancılaşmadan; Feuerbach tarihi ve sınıfı olmayan, soyut insan yabancılaşmasından söz ederken Marx, işçinin yabancılaşmasından hareket eder. Marx’ın “yabancılaşma”ya bakış açısı, işçinin kapitalist için zorla çalışması, işçinin çalışmasının ürününü kapitalistin kendisine mal etmesi ve kapitalistin mülkiyetinde bulunduğu için işçinin karşısına yabancı, köleleştirici bir güç olarak çıkan üretim araçlarından işçinin ayrılması şeklinde belirginleştirilebileceğimiz bir teorik çerçeve üzerine oturur.

            Marx’a göre, insan, makinenin bir parçası haline indirgenmiştir. Ve buradan hareketle, yabancılaşma da, insan emeği sonucunda yaratılan şeyin aynı insana, kendisini köleleştiren yabancı bir öz olarak geri dönme süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan etkinliğinin özünde yabancılaştırıcı bir etkinlik olmadığını belirten ve yabancılaşma kavramını toplumsal bir temele oturtan Marx, yabancılaşmanın her zaman her yerde sonsuz geçerli bir kavram olmadığını, tarihsel bir olgu olduğunu vurgular. Dolayısıyla, Marksizm, Hegelci bakış açısının aksine, yabancılaşmayı insanlığın kaçınılmaz ve şifasız bir felaketi olarak değil,  insanın bilinçsiz faaliyetinin ortaya çıkardığı ve yine insanın, bilinçli toplu eylemiyle değiştirilebilecek belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ele alır. 

             Marx, yabancılaşmayı özel mülkiyet, emek ve iş bölümü açısından da ele alır. Marx’a göre özel mülkiyet, yabancılaşmadan başka bir şey değildir. Özel mülkiyet, hem “yabancılaşmış emeğin” ürünü, yani zorunlu bir sonucu hem de emeğin kendine yabancılaşmasının nedeni ve kaynağıdır. Diğer yandan, işbölümün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan uzmanlaşma ve insanların iş bölümünü kendilerini köleleştiren ve kendisine boyun eğilmesi gereken bir güç olarak algılamaları da yabancılaşmaya neden olmaktadır.

            Marx’a göre, yabancılaşma, kapitalizme özgü bir olgu değildir fakat kapitalizm, insanın yabancılaşması olgusunu en üst düzeye çıkaran nesnel koşulları içeren bir sistemdir. Kapitalizm, bir yandan yeni gereksinmeler aracılığıyla yeni bağımlılıklar yaratırken, diğer yandan insanın kendi yabancılaşmasının farkına varmasını önleyecek ya da geciktirecek tuzakları da içermektedir.

             Marx’a göre, kapitalist toplumlarda emekçinin elde ettiği para, emekçiye sahte bir özgürlük verir ve aslında onun efendisi haline gelir. Para, insanlığın yabancılaşmış gücüdür Marx’a göre. Bireyler, insan olarak yapamadıklarını para aracılığıyla yapabilirler. Para, bütün insan niteliklerini tersine çeviren, onları kendi karşıtları durumuna sokan dışsal evrensel bir güçtür. Emeğin yabancılaşmasından söz eden Marx, emeğin, kendi yabancılaşmasını, kendi karşıtını ürettiğini ileri sürer. Emeği yaratma eylemi insanı özgürleştireceğine, her adımda ona hükmeden gücü daha da devleştirmeye yaramaktadır. Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.

             Marx’ta “yabancılaşmış emek” konusu önemlidir çünkü mesele, insan özünün ve doğasının yabancılaşmasından ayrı düşünülemez. Marx’a göre, insanın kendi emeğinin ürününe, hayat etkinliğine, türsel varlığına yabancılaşması, aynı zamanda dolaysız bir biçimde, insanın insana yabancılaşması sorununu doğurmaktadır. Marx, emek ve paranın yabancılaşmaya etkisinin yanı sıra bizzat “iş”in kendisini de yabancılaşma bakımından söz konusu eder. İş, işçinin kendisinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Çağdaş üretim sürecinde emeğin yabancılaşması, üretimin ağırlıkla elle gerçekleştirildiği geleneksel imalathanelere oranla çok daha yüksek bir düzeydedir. El emeğine dayanan zanaatlerde işçi bir aletten yararlanırken; fabrikada ise, makine işçiden yararlanmaktadır. Birincisinde iş aletleri kullanın işçi, ikincisinde makinelerin hareketini izlemek zorundadır. El  emeğine dayanan işlerde işçiler canlı bir düzeneğin parçalarıdırlar. Fabrikada ise, işçiden bağımsız, cansız bir düzenek vardır ve işçi yalnızca bu düzeneğin canlı bir eki, bir uzantısı durumundadır.[3]

             Bu bakımdan,  Yabancılaşma teorisi ile Marx’ın insan doğası anlayışı arasında önemli bir ilişki vardır. Ona göre, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsur; yaratıcı üretim faaliyeti, içinde bulunduğu doğayı biçimlendirme ve değiştirme kapasidesidir. İnsan, emeği ile arzuladığı şeyi yaratmak ve gerçekleştirmek için düşünce geliştirebilecek kapasiteye sahiptir. Marx’a göre emek, ‘insanın kendi kendini gerçekleştiren özü’dür. İnsan kültürünün özünü emek oluşturmaktadır.

               Diğer bir deyişle kültür ancak emek aracılığıyla gerçekleşen insan faaliyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Marx’a göre tarihsel olarak insan , bir yandan doğa üzerinde artan bir şekilde denetim sağlarken diğer yandan da yabancılaşmaktadır. Yani ,insanlık tarihi insanın doğa üzerindeki denetimini sağlamasının ve yabancılaşmasının tarihidir. Yabancılaşma; insanın kendi yarattıkları güçlerin kendi karşılarına yabancı güçler olarak çıktığı, onların egemenlikleri altına girdikleri bir durum olarak tanımlanmaktadır.[4]

             Marx’ın yabancılaşma teorisi maddi ve ekonomik temellere dayanmaktadır. Kapitalist toplumda ekonomik anlamda yabancılaşma, sadece zihinsel değil, aynı zamanda insanların günlük yaşamlarında ve gerçekleştirdikleri etkinliklerinde bulunan bir durumdur. Yabancılaşma teorisinin dört ana özelliği şunlardır; insanın doğadan, kendisinden, türsel varlığından ve başkalarından yabancılaşması. İnsanın doğadan kopması anlamına gelen yabancılaşma, insanın doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda yeni bir dünya kurması anlamına gelir. İnsanlık toplumsal dünyayı yaratırken doğayı yabancı ve düşman olarak deneyimler, ve dünyaya yabancılaşır. İnsanın kendine, türsel varlığına ve başkalarına yabancılaşması ise kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı bir yabancılaşmadır.

            Kapitalist toplumda insanın kendisine, türsel varlığına ve başkalarına yabancılaşması şu anlama  gelmektedir; kapitalist toplumda çalışma işçinin yaşamını sürdürmesi için bir araca dönüşmüştür. Kapitalist üretim süreci, insana özgü olan çalışma veya insanın özünü oluşturan emeğin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmasını engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sahiptir. Kapitalist toplumda zorunlu bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini sınırlandırmakta, sefalet, tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının reddine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Üretim sürecinde makinanın bir parçası haline gelen emek, neyin ne kadar üretileceğinin bilgisinden yoksundur ve kendi yaratıcı potansiyelini gerçekleştiremez. Kişi sadece çalışma dışında boş zamanlarında ailesi ile birlikte iken kendini özgür hissetmektedir. Yabancılaşmış emek için, emeğin kendi ürünü kendi türünün yaratıcı bir faaliyeti olmaktan çıkmıştır. Başka bir deyişle, piyasada alınıp satılan metalar gibi işçinin emeği de alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür.[5]

           Genç Marx için emek; insanın ürettiği ve böylece kendisini nesneden ayırdığı en önemli bir beşeri süreçti. İnsan kendi ürettiği nesneleri tüketerek bu ayrımı reddediyor ve nesne ile özneyi tekrar birleştiriyordu. Özne ile nesne arasındaki Hegelci ayrılık ve bütünleşmeye yönelik çaba üretim ve tüketimin iktisadi çevrilmiş; üretilen her şeyi tüketerek hayatı yaratan ve onu destekleyen metabolizmanın fizyolojik süreci olarak anlaşılmıştır. Bu süreç, üretimin tüketim tarafından tamamıyla yok edilmediği zaman engellenir. Bu engellemeye sermaye ve ürünün bir bölümüne sermaye birikimi ve kendi zenginliği için el koyan kapitalist neden olur. Üretimin eşit olmayan bölüşümü, sömürmenin neden olduğu yoksunluk metabolik düzeni bozar. Ama özel mülkiyet ortada yokken, emeğin ürününün tüketim sayesinde kişisel olarak kullana bileceği, özgürlük dönemi vardı. Özel mülkiyetten önce birey ürününü serbestçe kullanabilirdi ve tüketebilirdi. Özel mülkiyet ve işbölümü bu özgürlüğü yok ederek yabancılaşmaya yol açtı. En sonunda sınıfsız bir toplumda üretim araçlarının kolektif mülkiyeti yabancılaşmayı ortadan kaldırır ve insan, emeğinin ürünleriyle yeniden özdeşleşir.[6]

             İlk dönem yapıtlarında yukarıda da gördüğümüz gibi Marx; yabancılaşmanın nedenini işbölümünde ve uzmanlaşmada görmüştür. Bunlar, insanın bütünlüğünü tehlikeye sokuyor ve onu tüm potansiyellerini gerçekleştirmekten  alıkoyuyordu. Marx’a göre ‘‘komünist toplumda kimse dar bir şekilde belirlenmiş etkinlikler içinde değildir. Herkes  kendini herhangi bir etkinlik içinde geliştirebilir. Yalnızca  toplum genel üretimi düzenler. Benim bir şeyi bugün, başka bir uğraşı yarın yapmamı olanaklı kılar; sabah avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır beslememi ve yemekten sonra da bir eleştirmen olmamı sağlar. Avcı, balıkçı, çoban veya eleştirmen olmadan şu anda yapmak istediklerimi gerçekleştirebilirim.’’ Bu alıntıda yabancılaşma konusu açıkça sezilebilir. İnsan hayatının ve varoluşunun hedefi bütün kişiliğin ve potansiyellerin gerçekleştirilmesidir. Bu sanayi toplumunda gerçekleşebilenden daha fazla potansiyele sahip bir kişiliğin olduğunu belirtiyor. Marx, Hegel gibi çok yönlü bir yaratıcılığı insanın kendini bütünüyle gerçekleştirebilmesinin en önemli bir aracı olarak görür bu çok yönlü Rönesans insanın sanayi toplumunda da var olmasını istemektir.[7]      

             Marx’ın daha sonraki yapıtlarında yabancılaşma iş bölümüne ve işçinin ürününden ayrılmasına bağlanırken daha sonra sömürülmeye dönüştü, işçi ürünün fiyatının ancak bir bölümünü alabiliyordu. Ama yabancılaşmanın ve bastırılmanın temel modelinin, gerek Hegelci çerçevede gerek klasik iktisatçıların dilinde ifade edilişi aynıydı; bütün onun parçalarından bir tanesine indirgenmişti, bunu izleyen yabancılaşma ve parçalanma benzer biçimde tanımlanmıştı.[8]

             Son olarak; Marx’a göre yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, kapitalizmin ve tüm sınıflı toplumların, özel mülkiyetin, işbölümünün ve dinin ortadan kaldırılması ve üretim biçiminin değişmesiyle mümkündür. Bu da ancak komünist toplum evresine ulaşmakla gerçekleşecektir. Komünist toplumun yaratılmasıyla yabancılaşma sona erecek ve insan kendi seçimleri doğrultusunda istediği üretken faaliyetleri ortaya koyabilecektir. Komünist toplumda herkes hoşuna giden faaliyet dalında kendisini geliştirme imkanına kavuşacaktır.[9]

 

Sümeyye Bozkurt

 

 

 



[1] Karl Marx, Yabancılaşma, çev. Barışta Erdost, sol yay, Ankara 2010, s.9.

[2] Age, s.10-11.

[3] Ömer  Osmanoğlu, “Yabancılaşma Üzerine ”, Sosyoloji Notları 3 Aylık Yaygın Sosyoloji Dergisi, İdeal Kopy, Ankara 2008, s.13-16.

[4] Klasik Sosyoloji  Tarihi, Anadolu Ünv. Yay, Eskişehir 2011, s.67-68.

[5] Age, s.68-69.

[6] Walter A.Weisskopt, Yabancılaşma ve İktisat, çev.Kenan Erçel(B), Anahtar Kitaplar Yay, İstanbul  1996, s.58-59.

[7] Age, s.57.

[8] Age, s.59.

[9] Ömer  Osmanoğlu, “Yabancılaşma Üzerine ”, Sosyoloji Notları 3 Aylık Yaygın Sosyoloji Dergisi, İdeal Kopy, Ankara 2008, s.16

 

 

 

Prens Sebahattin Hayatı Eserleri ve Fikirleri

0

 

1877’de İstanbul’da doğdu. Babası Mahmut Celalettin Paşa’nın II. Abdülhamit’le ters düşmesi ve Fransa’ya kaçması ile Prens Sabahaddin için de Paris’te yetişmek mukadder oldu. 

Paris’te Jön Türk hareketinin öncülüğünü yaptı. Başlangıçta İttihat ve Terakki Fırkası ile aynı düşüncelere sahip olmasına karşılık, Science Sociale akımının düşüncelerini benimsemesi sonucunda İttihat ve Terakki’ye karşı Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurdu. 1952 Paris’te vefat etti. Eserleri:

Türkiye Nasıl Kurtulabilir? Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mesuniyet Hakkında Bir İzah, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i  Merkeziyet Hakkında İkinci Bir İzah, Mesleğimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah, İttihat ve Terakki Cemiyetine Açık Mektuplar.

 

Batı sosyolojisi Türkiye’ye iki koldan girer. Bunlardan biri Ziya Gö-kalp’in temsil ettiği Durkheim sosyolojisi idi. Diğeri ise, Le Play (1806-1882) ekolünün takipçisi olan Edmond Demolins’in (1852-1907) fikirleri çerçevesinde Osmanlı toplumunu açıklamak isteyen Prens Sabahaddin akımıdır. 

Prens Sabahaddin Gökalp’ten farklı olarak Batı’da yetişmiş; Batı kül-türünü benimsemiş bir Türk sosyoloğudur. Bu nedenle o, Osmanlı’nın çö-küşünü Gökalp’ten farklı olarak, Türk toplum yapısında bulur ve bu yapının değişmesini ister. 

Prens Sabahaddin’in kendine has bir sosyoloji kurup geliştirmesi söz konusu değildir. Onun yaptığı iş Le Play ve Demolins’in sosyolojilerini Türk toplumuna uyarlamaktan ibarettir. Demolins’-in A quoi tient la supériorité des Anglo-Saxons (Anglo-Saksonlar’ın Üstünlüğü Neden İleri Geliyor) adlı kitabı Prens Sabahaddin’in düşüncesinin temelini oluşturur. Demolins bu eserinde toplumları kamucu ve bireyci, (Prens Sabahaddin’in Türkçesi ile “tecemmuî” ve “infirâdî”) adını verdiği iki tipe ayırır. Birinci tip toplumlarda ferdin değil ancak aile, kabile, klan ya da devlet gibi zümrelerin üstün olduklarını söyler ve buna Doğu toplumlarını örnek olarak verir. İkinci tip toplumlarda ferdin önem kazandığını, toplumsal zümreleşmenin ferdin etrafında meydana geldiğini söyler ve bu tipe de Anglo-Sakson toplumlarını örnek gösterir. Prens Sabahaddin de Demolins’in bu görüşleri çerçevesinde, yazdığı kitaplarda Osmanlı toplum yapısını “tecemmuî toplum” olarak değerlendirir. Böylece o Osmanlı toplumunun maruz bulunduğu hastalığın ana kaynağını sahip olduğu bu kamucu yapısında bulur, kurtuluşun çaresini de kamuculuktan bireyciliğe geçişte görür. 

Prens Sabahaddin, sosyal yapı konusunda, yönetim kuvvetinin durumu üzerinde pek fazla durmaz. Ona göre yönetim şekli sosyal yapının sebebi değil sonucudur. “Bir toplumu ve yönetim kuvvetini düzeltebilmek için, önce o toplumun yapısını tanımalı ve diğer yapılarla arasındaki farklılıkları belirleyebilmeli” demektedir. 

Bilindiği gibi M. Kemal Atatürk, Gökalpin milli-merkezi yönetim gö-rüşünü benimsemiş ve Türk Devleti’nin inşası tercihini bu yönde kullanmıştır. Ancak günümüzde, küreselleşme olgusunun dayatmaları, Türkiye’de merkeziyetçi yapıdan adem-i merkeziyetçi (merkez dışı) yapıya geçmeyi zorlamaktadır. Daha açık bir ifade ile Atatürk’ün Türklük merkezli milli devlet ideali, küreselleşme olgusunun tehditi altındadır.

 

 

Ziya Gökalp Sosyolojisi Hayatı ve Fikirleri

0

 

23 Mart 1876’da Diyarbakır’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Diyarbakır’da yaptı. 1896’da yüksek öğrenim yapmak amacıyla İstanbul’a gitti. Burada Baytar Mektebi’ne kaydoldu. Padişah Abdülhamit aleyhtarı çeşitli olaylara karıştı. Ayasofya camiinde bildiri dağıtırken yakalanıp gözaltına alındı. Bu nedenle okuldan atıldı.1900 yılında on ay hapiste kaldı. Hapisten çıktıktan sonra Diyarbakır’a sürüldü. Fakat orada da gözaltına alındı. 

1908’den sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişki kurdu ve Diyarbakır’da adı geçen cemiyetin şubesini kurdu. 31 Mart olaylarından sonra tekrar İstanbul’a geldi. Daha sonra “öğretim müfettişi” olarak Diyarbakır’a atanır. Bir müddet sonra Selanik’e geçer ve burada dergilerde yazılar yazar. Balkan Savaşı sırasında İstanbul’a gelir. İstanbul Dârü’l-Fununu’nun eğitim faaliyetlerine katılır. Dârü’l-Funun’da sosyoloji dersleri okutur ve dünyanın ikinci sosyoloji bölümünü kurar. 30 Ocak 1919 da İstanbul’un işgali sırasında Malta adasına sürülür. İki buçuk yıl sürgün hayatından sonra 1921 yılında vatana döner. Bir süre Ankara’da kalır. Sonra Diyarbakır’a gitmeye karar verir. 1923 yılı seçimlerinde Diyarbakır’dan milletvekili seçilir. Hastalığında İstanbul’a gelir ve Fransız hastahanesinde 25 Ekim 1924 de vefat eder.

 

Türk sosyolojisinde millici ve uyuşmacı modelin ilk temsilcisi Ziya Gökalp’tir. Gökalp aynı zamanda ilk Türk sosyoloğudur. Sosyoloji onun vasıtası ve gayretleri ile Türkiye’ye girmiştir. Başlangıçta sosyolojisini Emile Durkheim’dan ve psikolojisini de Gabriell Tarde’den almıştır. Bu özelliği ile o mukallitler arasında yer alır. Ancak Gökalp’in düşünce kaynakları arasında yalnız bu ikisi yoktur. Onun mücerret dini bilgisi yanında, Gazali, İbn Sina, Farabi, İbn Rüşt gibi büyük İslam filozofları, İbn Arabi, Celaleddin Rumi (Mevlana) gibi mutasavvıfların eserlerini okuduğunu, Aşık Garip, Şah İsmail, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa’nın, Tekin Alp, Yusuf Akçura gibi milli şair ve düşünürlerin etkisinde kaldığını biliyoruz.  Bütün bu üçlü kültür müktesebatı ile “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” sentezini oluşturduğu sonucuna varıyoruz. 

Gökalp’in bu üçlemesi aslında sosyoloji öncesi Türk düşünürlerinin Osmanlı devleti için öne sürdükleri ve ortaya çıkan düşünce akımlarının bir sentezi mahiyetindedir. Daha önce sunulan Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük reçeteleri imparotorluk bünyesi için tedavi metotlarını içermekteydi. Halbuki Türk Milli Mücadelesi ve onun sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti milli hudutlar içerisinde bir Türk devletiydi ve bu yeni devlet de milli bir toplumdan kaynaklanmalıydı. 

Gökalp’a göre içtimai tekâmülün son aşaması millettir. O, milleti “aynı dili konuşan, aynı terbiyeyi gören ve aynı dinî, ahlakî, bediî mefkûrelere bağlanan insanların meydana getirdiği cemiyet”  olarak tanımlar. Bu teşrîî milletten farklıdır. Teşrîî millet harsi millete geçiş aşamasıdır. Fakat henüz hiçbir toplum harsi millet aşamasına geçememiştir.  Gökalp harsi milleti yalnızca bir milli şuur olarak görmüyor. Ona göre bir milletin harsi millet olabilmesi için mutlaka din, ahlak, hukuk, güzel sanatlar, dil, iktisat, bilim ve fenden oluşmuş gelenekler ve bunların temsilcisi bir elit insanlar grubunun varlığı gereklidir.  O ırk, din ve çağdaşlık olgularına sosyolojik anlamlar yüklüyor. Gökalp’e göre, bir ırktan doğmak, bir dine mensup olmak, 20. yüzyılda yaşamak yeterli değildir. Ona göre harsi millet, mensubu bulunduğu ırkın, dinin ve çağın değerlerini benimseyen ve hayat uslubu haline getiren millettir.   Bu özelliği ile o, karşımıza bir kültür milliyetçisi olarak çıkmaktadır.

Gökalp hemen hemen bütün sistemini milli şuurun yaratılmasına adamış, bunun için de “mefkûre” (ideal-ülkü) dediği kavramı geliştirmiştir. Ona göre mefkûre fertleri toplum şuuru etrafında birleştiren güçtür. Onun ifadeleriyle “mefkûre hissi kesafet kazanan ma’şeri fikirlerdir. Fert yoğun bir içtimai şuur içinde yaşayarak beşer seviyesinden insan seviyesine yükselir. Ferdin beşer yapısı, insanın karışık maddi yapısından, yani hayvani ve şehevi varlığından ibarettir. Fert bu maddi amiller zincirinden koparak, kucağında yaşadığı cemiyetin üyeleriyle mefkûrelere uygun düşünmeyi ve hareket etmeyi öğrenince şahsiyet olur. “Bu nedenle Gökalp terminolojisinde “şahsiyet, cemiyetin şuurunda mevcut ve ferdin şuuruna akseden düşünce ve hislerin, kısaca ülkülerin bütünüdür.” Eğitimin amacı da ülkücü nesiller yetiştirmektir. 

Gökalp terminolojisinde birbiriyle ilişkili iki önemli unsur “İslamlaşmak” ve “Muasırlaşmak” kavramları ile ifade edilmektedir. Bu iki kavram da “hars” ve “medeniyet” olguları ile yakından ilişkilidir. Ona göre “Bir medeniyet müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet mutlaka beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekiller vardır ki, bunlara “hars”  adı verilir.”  Maddeler halinde sıralarsak:

 

 Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars geçe-mez.

 Bir millet medeniyetini değiştirebilir, fakat harsini değiştiremez.

 Medeniyet usul ve akıl vasıtasıyla yapılır.

 Hars ilham ve sezgi vasıtlarıyla yapılır.

 Medeniyet iktisadi, dini, hukuki, ahlakı daha birçok fikirlerin mec-muu (toplamı)dur.

 Hars dini, ahlaki, bedii duyguların mecmuu (toplamı)dur.

 

Dikkat edilecek olursa Gökalp medeniyetin temelinde akıl ve ilmin, harsın temelinde ise duyguların olduğunu kabul etmektedir. Bu durumda din bir yandan medeniyet dâhilinde, diğer yandan ise hars içerisinde yer almaktadır. Ona göre bir millet din değiştirmeden medeniyet dairesini de-ğiştirebilir. Mesela “Türk kavmi iki kere medeniyet dairesini değiştirdi: İslamiyet’i kabulden önce “Aksa-yı Şark medeniyeti” (Uzak Doğu medeni-yeti) dairesine mensuptu. İslam olduktan sonra,”Şark medeniyeti” dairesine girdi. Geçen asırdan beri de üçüncü bir daireye “Garb medeniyeti”ne gir-meye çalışıyoruz.” 

Gökalp’a göre “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” arasında bir çelişki yoktur.” Türkleşmek, İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir taarruz olmadığı gibi, bunlarla muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir taarruz mevcut değildir.” O halde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha doğrusu bunların bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak “muasır bir İslam Türklüğü” ibda etmeliyiz.” 

Model Türk toplumu olunca Gökalp bunların bileşimine Türkleşmek adını veriyor. Gökalp’ın bu teorisi harsi millet meydana getirmek isteyen bütün toplumlar için geçerlidir. Zira ona göre İslam ümmeti İslam milletlerinin ayrı ayrı hükmi şahsiyetler olarak bir bütünüdür.

Gökalp’in Mustafa Kemal Atatürk’e fikirleri ile etki ettiğini biliyo-ruz.  Bu yalnızca bir etkileşmeden ibarettir ve Atatürk’ün Gökalp’in siste-mini aynen benimsediği ve uyguladığı anlamına gelmez. Zira Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurum ve yapıları Ziya Gökalp’in 24 Kasım l924’te vefatından sonra oluşmuştur.