Sosyoloji

P. Minas Bijişkyan – Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası 1817-1819

P.
Minas Bijişkyan – Karadeniz Kıyıları Tarih ve
Coğrafyası 1817-1819
– Özet

Önsöz

Venedik Mekhitarist manastırında yetişen âlim
rahiplerden Per Minas Bıjışkyan’ın çeşitli eserleri içinde, Türkiye tarihi ile
ilgili Pontos Tarihi adlı kitabını Türk tarih ve coğrafya sahasına aid
incelemeler için önemli bir kaynak mahiyetini haiz olduğu kanaati ile
araştırıcılara sunmayı faideli gördüm.

1777 senesinde Trabzon’da doğmuş olan
müellif, 1804’de rahip olarak Mekhitarist Kongregasionu’na katılmış, ömrünü
ilmi çalışmalara hasretmiş ve ölüm tarihi olan 1851’e kadar devamlı çalışmaları
ve tetkik seyahatleri ile öğretim, dil, tarih ve coğrafya sahalarına ait
çeşitli eserler meydana getirmiştir.

Müellif, 1817 yılında, esasen yerlisi olduğu
Karadeniz mıntıkasında vikerlik vazifesi münasebetiyle, Karadeniz’in
güney ve kuzey sahillerini adım adım dolaşarak her yerin kendi zamanındaki
vaziyetini anlattıktan başka, en eski devirlerden yakın zamanlara kadar geçmiş
tarihi olay ve değişiklikleri de âlimane bir tarzda eserine kaydetmekten geri
kalmamıştır.

Müellif, eski yazarların eserlerinden de
faydalanarak, Karadeniz hakkında kendi zamanına kadar tespit edilmiş bilgilere
dair umumî bir malumat verdikten sonra, Boğaziçi’nin Anadolu kıyısından
başlayarak iki sene içinde (1817-1819), Rumeli Feneri’ne gelinceye kadar bütün
sahilleri dolaşır ve şehir, kasaba, köy, burun ve koyları ayrı ayrı belirterek
her birinin tarihteki yerini gösterdikten başka, coğrafî ve topografik
hususiyetlerini de keydeder.

Böylelikle eser, coğrafya, tarih, etnografya
ve topografya bakımından zengin malzeme ihtiva eden bir kaynak olarak ehemmiyet
kazanmıştır.

Hrand D. Andreasgan

Karadeniz

Eski çağda Grekler Karadeniz’e «deniz»
manasında olan Pontos adını vermişlerdir- Bu ad, denizin güney sahillerine de
şamil olarak bu topraklar dahi aynı adı taşımış ve sakinlerine Pontoslu
denmişti. An’aneye nazaran, Pontos’un ilk sâkinleri, Nuh’un oğullarından
Yafet’in ırkına mensub idiler. Seyyah Şarden (Chardin)’e göre, Karadeniz’e önce
Yafet’in torununa izafeten Askanaz (Aşkenaz) denirdi; fakat bilâhere Elenler,
«misafirperver» mânasında olan Öksinos adını vermişlerdir. Bu ad, denizin daima
dalgalı olup hiç de sakinleşmediğini gören Argonotlar tarafından istihza makamında
verilmiş olsa gerek. Başka bir faraziyeye göre, sâkinleri şaki insanlar
olduğundan, Karadeniz’e önce, yabancılara düşman mânasında olan Aksinos denmiş,
fakat Grekler oraya yerleştikten sonra bu ad Öksinos’a çevrilmiştir.

Bütün dillerde bu denize «kara» sıfatı
verilmesine bazı kıyılarının siyah kumlu olduğundan başka, şiddetli fırtınaları
ve korkunç dalgaları sebep olmuştur.

Arrianos, büyük nehirlerin oraya dökülüşünden
dolayı Pontos suyunun Akdeniz’den tatlı ve hayvanlar için yararlı olduğunu,
nitekim Farş (Fasis, Poti) taraflarında ineklerin denizden su içtiklerini
gördüğünü söyler. (s. 2)

Karadeniz aynı şekilde kalmamış ve zamanla değişmiştir.
Canik dağlarının vaktiyle su altında bulunmuş olması bunu ispat eder. (s. 3)

Karadeniz’de liman denilen birçok yer varsa
da, kışlaklar pek azdır, çünkü

Fener’den Ereğli’ye kadar iyi bir liman
yoktur.

En büyük ve en iyi liman Sinop limanıdır ki
burada Romalılardan kalmış bir tersane de vardır. (s. 7)

Karadeniz’de hüküm süren doğu ve batı rüzgârlardır.
Doğu rüzgârı o kadar zararlı değilse de, batı rüzgârı çok tehlikeli olup büyük
fırtınalar çıkarır. Kuzey rüzgârı da, kuzeybatıdan estiği vakit (karayel)
fırtına koparır. Güney rüzgârı da, bilhassa kışa yakın zamanlarda, uzun
sürmemekle beraber, denizi birdenbire altüst eder. Kışın, daha ziyade batı ve
kuzey rüzgârları estiği için seyir imkânsız bir hale gelir. (s. 7)

Her sene, muayyen zamanlarda fırtına koparan
rüzgârlar

1) Hüsün fırtınası, 25 şubatta (Kocakarı
soğuğu); 2) Mart dokuzu (Bahara giriş); 3) Çayır fırtınası, 15 nisanda; 4) Hıdrellez,
23 nisanda; 5) Çark dönümü, 9 haziranda; 6) Kestane karası, 10 eylülde; 7)
Bağbozumu, 25 eylülde; 8) Kuş geçimi, eylül sonunda; 9) Balık fırtınası, 2
ekimde; 10) Koç katımı, 18 ekimde; 11) Kasım, 26 ekimde; 12) Ülkel tulumu
(Ülker tutumu olabilir mi), bir çok burçların görüldüğü 18 kasımda; 13) Yaprak
dökümü, koyunların içeri alındığı 23 kasımda; 14) Gündönümü, 9 aralıkta
(karakış.) (s. 8)

PONTOS
DEVLETLERİ

Bu ülkede ilk defa hükümran olan kavme, «ilk
baş» manasında olan Arkenaktit denirdi. Bunlar, Diodoros’a nazaran M.Ö. 2355’de
Karadeniz ağzında hüküm sürüyorlardı.

Mihridates 12 yaşında kıral olmuştu, yirmiiki
lisan bilirdi ve daima muzaffer olup Pontos devletinin sınırlarını İstanbul
boğazına kadar genişletmişti. (s. 9)

Başlangıç

Mitolojik efsânelere nazaran, Adamandes’in
karısı Tepe kraliçesi, üvey evlatlarını kıskanarak onları Pontos’da, Abaza veya
Mingrel memleketinin bulunduğu ve Aedas’ın krallık ettiği Kolhis’e hacca
gitmeğe zorladı, aksi takdirde toprağın kuruyacağına dair ilâhî bir ferman
(mesaj) çıkarttı. 3055 yıl evvel Mısır’dan hareket eden iki kardeş (Friksos ve
kızkardeşi Helles) Marmara denizine varınca Helles, Gelibolu önünde denize
düşerek boğulmuş ve deniz bundan dolayı Hellespondos (Helles denizi) olarak
adlandırılmıştır. Yoluna devam eden Friksos, İstanbul boğazına gelerek Yoroz
kalesinin için de on iki puta ait bir mâbed inşa ettikten sonra, Fener’den
hareket etmiş ve sağ salim Kolhis’e ulaşmıştır. Friksos orada Hermes mabedinde
bir koçu kurban etmiş ve altınla kapladığı postunu duvara asmıştır. Buna Altın
yapağı denildi.

Onbir sene sonra, elen kıralı Pelias’ın
yeğeni kahraman Yason, Pelias’ın tavsiyesi üzerine gidip altın yapağıyı almak
için Argon adlı mimara görülmemiş büyüklükte bir gemi inşa ettirmiştir.
Seyahata iştirak etmek üzere, başlarında kahraman Herakles olduğu halde,
muhtelif yerlerden gelen elli dört kahraman, Argon gemisi ile yola çıkarak
Kolhis’e varmışlardır.

Biz de aynı yönden ilerleyerek, (…) Karadeniz
kıyılarını tarif etmeğe başlıyoruz.

KARADENİZ’İN
BİRİNCİ BÖLÜMÜ

Karadeniz’in birinci bölümü, Anadolu tarafından,
Anadolu Fenerinden başlar. Burada vaktiyle büyük kavak ağaçları bulunduğu için
mevki’e aynı ad verilmiştir.

Tepede, eski adı Yoros olan ve putperestlik
devrinden kalmış olup rüzgârlar ilâhı Orion’un mabedini ihtiva eden Yorus veya
Yoroz (yani mukaddes) denilen eski kale vardır.

Bu tepenin yakınında, bir Türk ziyaretgâhı
olan, bir devin mezarının bulunduğu Uşadağı (Yuşadağı) denilen yer vardır. (s.
18)

Şile
(grekçesi, «dudak» mânasında olan Khili), Fener’den otuzaltı mil uzakta Türk ve
ramlarla meskûn bir kasabadır.

Kerpe
(grekçesi, filiz mânasında Karfi), Şile’nin altmış mil uzağındadır.

Kefken (grekçesi, «taşlık» mânasmda Kafganos), Fener’den yüz mil
uzaktadır.

Sakarya veya Zalari (grekçesi «saldırıcı» mânasmda Zakharikhon) (…) Denizköy’ün
yakınında denize dökülür. (s. 19)

Karadeniz kıyısında meşhur bir liman şehri
olan Ereğli’nin eski adı Pontos Heraklea’sı olup
rumlar zamanında da aynı adın bozuk bir şekil olan Panderaki idi.

Bartın veya Bartenos şehri (…) Türk ve ramlarla meskûndur.

Amasra: Eski adı Amastris

Amasra’ya, İskender’den sonra Mihridates
hâkim olmuş, Cenovalılardan sonra da Fâtih Sultan Mehmed fethederek halkın
büyük bir-kısmını İstanbul’a naklettirmiştir. Hayırhâh, tatlıdilli insanlar
olan Amasralıların çoğu çıkrıkçıdır. (s. 23)

İnebolu veya Neopoli (yeni şehir),

İkinci
Bölüm

Sinop
(…) eski devirde Pamfilagonya denilen eyâletin meşhur başşehri olan Sinop veya
Sinap’ın doğu koyunda mükemmel bir limanı vardır.

Bâzı eski tarihçilere nazaran, burasım,
Asobos’un «Peri» lâkabı verilen Sinopi adlı kızı yaptırmıştır.

Mihridates’ın zamanında payitaht şehri olan
Sinop, sonra Romalıların eline geçmiştir.

Sinop’tan birçok meşhur adam çıkmıştır.
Bunlardan filozof Diogenes M.Ö. 340’da burada doğmuştur. Sinik (Cynique) felsefî
mezhebine ait olup sefil bir hayat süren ve bir fıçının içinde oturan mezkûr
filozofun mermerden mamul mezar taşı bulundu. Taşın üst tarafında bir köpek
resmi, altında da sual-cevap şeklinde şu yazı vardır:

«S — Söyle, ey köpek, bu kadar dikkatle kimin
mezarını bekliyorsun?

C — Köpeğin.

S — Köpek dediğin o adam kimdir?

C — Diogenes.

S — Bu adam nereli idi?

C — Sinopludur. O bir zaman fıçı içinde yaşardı,
fakat şimdi meskeni yıldızlar olmuştur.»

Gerze
(Arrianos’da Karuza), Sinop’un onsekiz mil uzağında eski bir şehirdir. (s. 31)

Kızılırmak (Halys), tarihçe meşhur bir nehir olup (…) kırmızımtırak
renkte ve akışı hızlıdır.

Mihridates bu nehrin civarında Romalılara
karşı savaşmış ve zafer kazandıktan sonra debdebeli bir törenle ilâhlara
kurbanlar adamıştır.

Kızılırmağın yakınında, eski bir şehir
harabesi üzerinde kurulmuş Amisos kasabası
gösterilir. Atinalıların kolonisi burada bulunuyordu. Bu nehirden Samsun’a
kadar olan sahaya Amisos denilmiş olması muhtemeldir.

Kızdırmağın ötesinde İncirburun vardır. Çaltı
denilen uzun orman buradan başlar. Buradan Çarşambaburnu’na kadar Samsun
koyudur. Ünye’ye kadar olan kısma da Linopontos denir.

Samsun (eski adı Amison),

Samsun meşhur bir ticaret merkezi olduğundan,
burada, ermeniler de dahil, her milletten büyük bir nüfusu vardır. (s. 32)

Mihridates’ın cesedi burada Pompeus’un yanma
getirildiği vakit o, tahkir edilmemesi için görmek istememiş ve büyük bir
törenle defnedilmek üzere Sinop’a göndermiştir.

Mihridates, «Dünyanın sınırı» adını verdiği Amasya’yı geniş bir surla çevirmiş, Ris nehrinin
(Yeşilırmak) doğu tarafında büyük binalar, sarayını da kuzey tarafında
yaptırmıştı. Dağın üzerinde eski bir kale, yer yer de kayaların içinde oyulmuş
mağaralar vardır. Vaktiyle kâhinlerin ikamet yeri olan bu mağaralarda şimdi
dervişler oturuyor. (s. 33)

Kurşunlu kasabası Çarşamba’ya yakındır. Buranın sâkinleri Hamşen
(Hemşin)den gelmiş ermenilerdir. (s. 34)

(Terme) …vaktiyle
Amazon kadınlarından dolayı çok meşhur bir yer olmuştur. Bunların başşehirleri
o zaman Termodon denilen çayın kenarında olup Temiskor adını taşırdı. Çay,
Amason adı ile de zikr edilmiştir.

Amazonlar cesur muharib kadınlardı ve eski tarihçilerin dediklerine
göre, Terme yakınında bağımsız bir devlet kurarak Farş’a kadar Karadeniz
sahiline hâkim olmuşlardır. Bunlar İskit menşe’li olup, Terme’ye sürülen İğin
ve Skolopit adlı iki kıralzâdeden ileri gelmiş ve zamanla çoğalmışlardır. Fakat
sakin adamlar olmadıkları için komşu milletler büyük bir savaşın sonunda
birçoklarını esir etmişlerdir. Kalan erkekler ise, devleti kadınlara tevdi’
ederek kendileri düşmanlara karşı savaşa gitmişlerdir. Kadınlar bu vaziyet
içinde o kadar çok gurura kapılıp erkekleri tahkir etmeğe başlamış ve git-gide
azıtmışlardır. Bunların, biri orduyu, diğeri de hükümeti idare eden iki kıraliçeleri
vardı. Son kıraliçeleri Antiop ve Oridiye olmuşlardır.

Hepsi de asker olan Amazonların kocaları
yoktu. İstedikleri vakit komşu milletlerden yabancı bir koca alır ve
doğurdukları çocuk erkek olunca öldürürler veya harb edemesin diye sakat
ederlerdi. Doğan kız çocuğun ise, iyi yay kullanabilmesi için sağ memesini
keser veya yakarlardı. Bundan dolayıdır ki bu kadınlara Amazon yâni tekmemeli
denilmiştir. Bunların elbisesi, sol kol ve göğüsleri açık olmak üzere dize
kadardı. Kızlar at sütü ve kudret helvası ile beslenip çok kuvvetli olurlardı.
Hipokrat, bunların kanunlarına göre, kızlarının, üç düşmanı öldürmeden
evlenemediklerini söyler. Troya harbi esnasında, Amazonların bir kısmı kıral
Priamos’un yardımına gitmiş ve, Eusebios’a nazaran, 2750 senesinde intikam
almak için Atina’yı yağma etmişler ve kıraliçe Talesdris başlarında olmak
üzere, Anadolu’ya geçerek meşhur bir tapınağı tahrib etmişlerdir. Efesos şehri
ve Artemis tapınağını bunlar yapmış ve putu, adak olarak kestikleri memelerle
süsletmiş oldukları rivâyet edilir. Herodotos’un anlattığına göre, Grekler,
cesaret ve azgınlıklarına hayran oldukları Amazonları yenerek esir etmiş ve
götürmek üzere gemilerine doldurmuşlar, fakat rüzgâr gemileri Abaza tarafına
sürüklemiştir. Greklerin telâşından istifade eden kadınlar onların hepsini de
öldürmüş ve karaya çıkınca buldukları atlara binerek yerlilerle savaşmağa
başlamışlardır. Onlar da çaresizliklerinden, amazonlara bir toprak parçasını
vererek sulh olmuşlardır. Bundan sonra, Amazonlar erkeklerle beraber yaşamağa
başlayıp aile hayatının iyi bir şey olduğunu anlamışlardır.

Amazonlara ait hikâyeleri yalan telâkki
edenler varsa da, bâzıları doğruluğuna inanırlar. Nitekim biz de bu taraflarda
cesur kadınlara rastladık.

Ünye
(Grekçe İneo), Terme’ye onsekiz mil mesafede bir şehirdir. (s. 35)

Yason
(eski adı Yoson) burnu, Fatsaya onsekiz mil mesafededir. Bu ad, Argonotlarla
beraber burada duraklayan Yason’dan kalmıştır.

Ordu
(…) Burası meskûn değildi ve ancak bizim zamanımızda Trabzonlu Hacı Avedik adlı
bir çorbacının himmetiyle her millette ait evler yapıldı.

Giresun şehri (eski adı Kerasus, yâni kiraz), Ordu’ya kırkaltı mil
mesafededir. Arrianos’a nazaran, bu şehri önce Sinoplular yapmış ve halktan
vergi alırlarmış. Kale, bilâhire, denize yakın bir tepenin üzerinde iki kayanın
arasına Mihridates’ın oğlu Farnas tarafından inşâ veya tamir edilmiş olup kendi
adı ile Farnakias olarak adlandırılmıştır. (s. 37)

Türk, ermeni ve rumlarla meskûn olan şehirde (Giresun)
pek çok dükkân ve bin kadar ev vardır. Kırk evden ibaret olan ermeni halkının
eski kalenin bulunduğu kayanın içinde oyulmuş bir kiliseleri vardır.

Tripoli (Tirebolu, eski adı İskopoli), Halk türk, ermeni ve ramlardan
ibarettir.

«Üç şehir» demek olan Tripoli, eskiden kalmış
birer kale ile üç kısma ayrılmıştır. (s. 38)

Geleneksel bir rivayete göre bura halkı (Görele) Çepni denilen «Çıra söndürenlerden terekkub
eder. Putperestlikten kalma âdetleri olan bu halk, senede bir defa, kadın erkek
beraberce şenlik toplantısı yapar ve geceleyin bütün ışıkları söndürerek,
putperestler gibi akraba ve kardeşi ayırtmadan birbirine karışır ve iğrenç
hareketlerde bulunurlardı. Bu âdet şimdi kalkmışsa da çoğu namaz kılmaz ve
sarhoşluğa itibar ederek çok içerler. Kâtib Çelebi, bunlar için «Türkler lazlar
ile karışmış bir haldedir, dilleri türkçe ve farsça karışık bir şey, mezhepleri
de iranî’dir» der. Biz de buradaki halkın âdetlerinin acayip, dillerinin de
bambaşka bir şey olduğunu gördük. Bu insanların umumiyetle bacakları ince,
sakalları da kösedir. (s. 39)

Akça Kale

Doğu rüzgârına karşı emniyetli bir limanı ve
eski bir kalesi vardır. Kalenin üzerinde kan lekeleri görüldüğü için, yerliler,
bunun, kalenin zaptı esnasında ölen pek çok insanın kanı olduğunu söylerler.
Denize yakın bir tepenin üzerinde bulunan kaleye, uzaktan beyaz görüldüğü için
Akçe kale adı verilmiştir. Rivayete göre, Trabzon’un fethinden sonra bu kale
halkı Osmanlılara karşı yedi sene savaştıktan sonra kaleyi teslim etmiştir.
Kalenin yanında, toprak altından çıkarılmış eski küplerden, burasının vaktiyle
meskûn bir yer olduğu ve bağlarla örtülü olduğu anlaşılır. Şimdi ise her taraf
tarla halindedir ve iyi cins tütün yetiştirilir.

Platana, altı mil uzakta Yoros koyunun içinde bir kasabadır. Platana
çınar ağacı demektir, çünkü eskiden bura halkı aynı ağaca tapardı. Bununla
beraber, bâzıları bu adı Polathane yani «demir fabrikası» olarak zikr ederler.

Geniş ve emniyetli limanı sayesinde, Platana
eski devirlerden beri ticaret merkezi olmuştur. Mevkiin güzelliğinden başka,
toprağı da verimli olan bu yerde pek çok zeytin ağacı bulunur ve nefis
zeytinyağı çıkarılır. Nüfusu türk, ermeni ve rumlardan mürekkeb dörtyüz ev
kadardır.

Bu taraflarda pek çok tütün tarlaları gördük-
Yetiştirilen iyi cins tütün İstanbul’a ve Rusya’ya sevk edilir.

Maçka
Burada dağınık halde birçok şapel vardır; müslümanlar da rumca konuşurlar.
Rumlar bakırcılıkla meşgul olurlar. Buradan nefis yağ ve peynir, keten vs.
çıkar. (s. 40)

Üçüncü
Bölüm

Trabzon

Trabzon, Anadolu’da Kapadokya’nın eski meşhur
bir başşehridir.

Diyodosios ve diğer müelliflere nazaran, bu
şehir, 2536 sene evvel, kıral Ezekya zamanında, önce Sinop’tan gelen bir koloni
tarafından kurulmuştur.

Trabzon kalesi, kıyıdan başlayarak kuzeyden
güneye doğru Boztepe dağına kadar uzanır. Eski kale, masa şeklinde olduğundan Trapeza
veya Trapezon olarak adlandırılmıştır. Şehre Ozinis dahi denirdi. (s. 43)

Trabzon, Mihridates’ın eline geçtikten sonra
çok mamur bir şehir olmuş, bilâhre de Romalıların eline geçmiştir. İmparator
Severius, İranlıları yendikten sonra Trabzon’u da zapt etmiştir. Zosimos’un
anlattığına göre, İmparator Valerianus zamanında, 255 senesinde, Tatarlar
Trabzon’u kuşatmışlar…

Valentianos zamanında, Trabzon prensleri
İranlılara tâbi olup birçokları iranlı oldular. İustinianos I. zamanında,
Trabzon beyi Bzadios, İstanbul’a giderek hıristiyan oldu, patriğin torunu ile
evlendi ve Lazistan kıralı unvanını aldı.

Aleksios Komnenos, 1204 senesinde Trabzon
imparatoru oldu. Aleksios, rivâyete göre, bir ejderi öldürmüş olduğundan,
bakırdan bir ejder heykeli yaptırmış ve Ortahisar’daki çeşmenin üzerine
koymuştur. Halen mevcut olan bu heykeli gördük. İmparator Mihail Paleolog
1260’da Latinlerle birleştiği zaman, İoannes Komnenos kendisini bağımsız
Trabzon imparatoru olarak ilân etti. (s. 44)

Trabzon kalesinin umumî şekli bir tavuskuşuna
benzer. En genişi olan Aşağıhisar, kuşun açılmış kuyruğu gibi Ortahisar’a kadar
yayılmıştır. Batı tarafta, bir az içeriye çekilmiş olan Ortahisar, kuşun
gövdesini; İç-kale» boynunu, eğri vaziyette son kısmı olan kule de, başını
teşkil eder. Trapezon kelimesinin manâsını bilmeyen türkler, grek askerlerinin
bozguna uğramasını imâen, bu adı Tabur bozan şekline koymuşlardır. (s. 49)

Eski devirde, Trabzon’un ileri gelenleri
yılın her günü için birer kilise yaptırmış olup, yalnız Trabzon şehrinde 365
kilise bulunmuştur. Şimdi rumların elinde, yalnız yedisi mühim olmak Üzere
ancak yirmidört kilise kalmıştır. Bunlardan başka bâzı manastır, misafirhane ve
yıkık mescitler de mevcuttur. Ayrıca birçok evlerde de hususî şapeller vardır.
Söylendiğine göre, rum ileri gelenleri birbiriyle dargın olduklarından,
kiliseye gitmemek için evlerinde şapeller yaparlardı. (s. 52)

Asduadzadzin kilisesinin beş mihrabı,
çankulesi ve kalın bir duvarla çevrili avlusu vardır.

Kilisenin etrafı geniş bir mezarlıktır, fakat
batı tarafında büyük bir kısmı alınmış ve evler yapılmıştır. Kilisenin büyük
kuyusu bundan dolayı bir evin içinde kalmış bulunuyor. O zamanın âdetine göre,
bir kilise yapıldığı zaman önce bir kuyu açıldığı için bütün kiliselerin de
birer kuyusu vardır. Mezarlığın içinde, batı tarafta bulunan bir şapelde
ermenice yazılar varsa da bozulmuş olduğundan okunamıyor. Kiliseye yakın bir
evde, içi kömürle dolu bir taş mezar bulundu ki bunun putperestlik devrinden
kalmış, kömürün de yakılmış bir insan cesedine âid olduğu zannedilir. (s. 54)

Çömlekçi mahallesi şehrin doğu ucunda olup
rum çömlekçilerle meskûndur. Eskiden burada ermeniler de otururdu. (s. 56)

Değirmenderesi (grekçesi Piksidis, yani şimşir), Gümüşhane’nin yakınından
gelen orta büyüklükte bir çaydır. Vaktiyle burada çok şimşir varmış. (s. 57)

Trabzon’un şimdiki büyük limanı Çömlekçi’dir.
Kanida, Tuzluçeşme, Taş- direk, Kemerkaya, Mumhaneönü ve kalenin önünde Moloz
da küçük limanlardır. Limanlar her türlü ihracat ve idhalat ile çok faal bir
vaziyettedir. Kara yolu ile en çok yapılan ihracat, Halep, Şam, Bağdad ve
Hindistan’a kadar sevk edilen kenevir üzerinde olur. İstanbul’a ve Rusya’ya da
şarab, tütün ve fındık sevk edilir. (s. 58)

Gümüşhane

Bu dağlık yerde çok maden bulunduğu için ona
bu ad verilmiştir. Filvaki, şehrin yakınında muazzam maden çukurları vardır.
Çayın yanında zengin bir maden bulundu ise de, çayın suları içine akmış
olduğundan işletilemedi. Dağın eteğinde kurulmuş olan şehrin nüfusu 1600 evden
ibarettir. Ermeniler 200 evden fazla olup Surp Asduadzadzin adlı bir kiliseye
ve murahhasları (ruhanî reisleri) orada oturur. Rumlar, en çok, sayısı altmışa
kadar yükselen köylerde oturur (9). Rumların içinde Gromtsi denilen bir Zümre
vardır ki bunlar yarı hıristiyan yarı müslüman olup kalben tam bir hırıstiyan
gibi ibâdet ederler, zahiren de bir müslüman gibi hareket eder ve icabında
namaz kılarlar. Nesilden nesle hiç değişmeyen bu adamların imamları da
kendileri gibidir. (s. 59)

Gümüşhane ırmağı (…) Irmaktan «sari» denilen
balık çıkar. Burada yetişen çeşitli armutların başlıcası hacı hamza aramdu’dur.
Gümüşhane elması da nefistir, uzak yerlere kadar sevk edilir ve büyük ticaret
yapılır.

Kovata, Çömlekçi’nin altı mil uzağında yazlık bir limandır. Burada
köyler, bir çay ve muhtelif yerlerde eski kiliseler vardır. Trabzon gemileri
yazın bu limana yanaşır ve buranın meşhur fındığı ile yüklenir (Feruhan Bey,
Yomura dahi denilen Kovata ve köylerinin çoğu türk, kalanın da rum ve ermeni
olmak üzere 6000 hanelik bir nüfusa mâlik olduğunu; ermenilerin 310 hanelik
2340 kişiden ibaret olduğunu ve ençok Stefanos, Şana, Samaruksa, Kalafka ve Uz
adlı köylerde oturduklarını söyler).

Sürmene, Kovata’nın onsekiz mil uzağında çok iyi bir liman olup kışın
birçok gemi buraya sığınır.

Hepsi de rum ve ermeni muhtedisi olan Sürmeneliler
haydut insanlardır. Ermeniler Hamşin’den gelmiş olup, bugüne kadar ermenice
konuşurlar, ermeni lakaplarını da muhafaza etmişlerdir. İçlerinde hrıstiyan
ibadetlerini bilen, haça hürmet eden ve kiliselere gizlice iane veren
ihtiyarlar mevcuttur.

Sürmene’den çıkan yağ meşhur olup hediye
olarak İstanbul’a gönderilir. Sürmene’den pamuk ipliği, kenevir ve yunusbalığı
yağı çıkar. Lazistan’a kadar olan yerlerde kandilyağı olarak kullanılan bu yağ,
Sürmene’nin bir ticaret kaynağı olmuştur. (s. 60)

Of
(Arrianos’a nazaran Ofis yâni, dolambaçlı yollarından dolayı yılan),

Burası, Bayburt’a kadar Çengelistan denilen
sarp dağlık bir yerdir.

Bunlar, hıristiyanlıktan dönme kurnaz adamlar
olup ekseriya rumca konuşurlar. Türklerin içinde zeki ve okumuş insanlar vardır.
Oflular, sahte para basacak kadar mâhir insanlardır. Türk fütûhatından sonra,
halk, müslümanlığı gönül rızası ile kabul etmiş olduğu için imdad-ı hezariye
namı ile az bir vergi öder. Oflularda kan dâvası o kadar yayılmış bir âdettir
ki erkekler dışarıda görülmekten sakınır ve ihtiyarlığa kadar evden dışarı
çıkmayanlar bile vardır. Bundan dolayı yalnız kadınlar işe gidip çalışırlar. Bu
vaziyete rağmen, birbirine karşı kin besleyen bu adamlar, dış düşmana karşı
kardeş gibi birleşerek savaşırlar, sonra da tekrar birbirinden sakınarak
evlerine kapanırlar.

Rize
(eski adı Rizos), Of’un yirmiiki mil uzağında ufak bir şehirdir.

Vaktiyle Rize’nin Roşi mahallesinde oturan
iranlı ermenilerin muhteşem bir kiliseleri vardı ki burada yazılan bir âyin
kitabında Rize için başkent denilmiştir.

Arrianos’un Rizeırmağı’nı İrizios adı ile
zikr edişi, eskiden burada pirinç yetiştirildiğinden ileri gelmiş olsa gerek.
Namlı bir ırmak olup küçük gemilerin girdiği Askaros, üç mil ötededir. Irmağı
Apsaros adı ile zikr eden eski müellifler, burada Azipa adlı bir şehir
gösterirler.

Rize’de güzel limon ve portakal bahçeleri
vardır. Burada yetişen ince ve çok iyi cins kenevir de her yerde tanınmıştır.
(s. 61)

Yerliler batıl itikadlara o derece tâbi
insanlardır ki dev ve peri korkusundan akşam olunca evlerine çekilir ve
geceleyin asla dışarı çıkmazlar. Rize’de Tuzcuoğlu’nun muazzam bir sarayı
vardı. Bir kıral gibi kuvvetli ve nüfuz sahibi bir vali olan Tuzcuoğlu, bizim
zamanımızda idam edildi.

Rize’ye iki saatlik mesafede, yukarıda Adaköy
dağı üzerinde delikli taşlar vardır. Yerliler, eskiden gemilerin onlara
bağlandığını söylediler. Yukarı kısımda, eski bir kiliseden çevrilmiş bir câmi
vardır.

(Lazistan) Kâtip
Çelebi’ye nazaran, bu mıntaka halkı, umumiyetle Laz denilen Lezgilerdir ki eski
Kolhislilerden inmiş olduklarından bütün memleket Kholhis, eyalet de Kaldi adını
taşırdı, fakat asıl Lezgiler Kafkas dağlarında, lazlar da kıyılarda yaşarlar.
Bundan başka, onların lisan ve adetleri birbirinden çok farklıdır.

Trabzon’dan Gürcistan’a kadar uzanan ve
yüksek dağlık bir yer olan Lazistan’dan iplik, balmumu, bal, tereyağ, peynir,
limon, portakal ve balıkyağı çıkar. Bu taraflarda deli bal denilen bir nevi bal
vardır ki yiyenler sarhoş olur ve çıldırırlar.

Soğuksu (grekçe, aynı manada Fsikhros), Rize’nin otuz mil uzağında,
bir çayı ve kalesi bulunan iyi bir limandır. (s. 62)

Atina

Argonotlar buraya geldikleri vakit, kasabaya
Atina şehrinin adını vermek istememiş ve Atuna veya Adienos olarak
adlandırmışlardır. Buradaki halk, mahir satıcılar olup esir ticareti ile meşgul
lazlardır.

Eski Trabzon, Atina’ya yakın masa şeklinde taşlık bir düzlük olup uzaktan
yuvarlak bir kaleye benzer.
Müslümanlar arasında
mevcut bir efsâneye göre, ustalar burada çalışırken kendilerini birden
Trabzon’da bulmuşlar ve şehrin temellerini orada atmışlardır.

Hamşen veya Hamamaşen, (Hemşin) Barkal dağı’nın yanında muhtelif köylerden
ibarettir. Burada mevcud eski bir manastırın içinde hârikulâde büyük bir kazan
ve dağın içinde oyulmuş olup Fırtına dere-sine ulaşan garip bir yol bulunur.

…halk padişaha senede ikibin okka balmumu
verir.

Bu dağa o kadar çok kar yağar ki yollarını
devam edemeyen yolcular bazan kendilerini karın içine gömer ve günlerce bu
halde kaldıktan sonra sağ sâlim dışarı çıkarlar.

(Haçikar Manastırı) orada, ziyaretgâh olarak
çok rağbet edilen bir ayı mezarı vardır. Mezarın üzerinde, ayının manastıra
oniki sene sâdıkane hizmet etmiş olduğu yazılıdır ve câhil ermeni ve müslüman
halk, hayvanın ölüm yıldönümü gününde gidip dua eder.

Hamşenlilerden müslüman olanlar hıristiyanlık
âdetlerini muhafaza etmiş olup, bilhassa Vartavar yortusu günü hepsi de
kiliseye gider, mum yakarlar ve cedlerinin ruhu için kurban keserler. Halk
cümleten ermenice konuşur. (s. 63)

Laroz
veya Aput, Atina’nın altı mil uzağında olup ufak bir limanı ve burnu vardır.
İçinden bir çay akar.

Arkava (Arkavi),
buradaki halk kâmilen Lazlardan ibarettir, gürcü tacirler de vardır. Kâtip
Çelebi’nin anlattığına göre, buradaki halk vaktiyle muhtelif mezheplere
ayrılmıştı, fakat şimdi hepsi de sabit müslümandırlar. Yaşlı adamların
dediklerine göre, eskiden, halkın içinde ruh ölmezliğini inkâr eden ve «insan
ot gibi biter, ot gibi yiter» diyen ve dua etmeyen dinsizler varmış. (s. 64)

Gönye,
İyi vaziyette bir kalesi bulunup (…) çoğu hıristiyanlıktan dönme lazlardan
ibarettir. Sultan Ahmed para sıkıntısı içine düştüğü vakit, askerlere tevzi
edilmek üzere burada deriden para bastırmış olduğundan kaleye Gönye adı
verilmiştir.

Arrianos’un anlattığına göre, bu taraflardaki
halk kavgacı insanlar olduklarından Pontoslularla çarpışırlardı ve hatta
Ksenofon ile de savaşmışlardır.

Coroh (Çoruh)
veya Fasis meşhur nehri (eski adı Fison), …ağzı kumla dolmuş sığ bir yerdir.
Kumların içinde rastlanan altın parlaklığı, suların dağlardan altın kırıntıları
getirdiği zannını verir, fakat bunu tahkik edemedik. Tevrat’da bu nehirden
bahsedilirken orada altın bulunduğu ve aynı memleketin altınının saf olduğu
söylenir. Fil vâki, bu taraftaki dağlarda Gümüşhane’ye kadar ve hususiyetle
nehrin dibinde çok maden vardır. (s. 65)

Batum,
Gönye’nin dokuz mil uzağında büyük ve güzel bir liman şehridir. Limanda, suyun
içinde türeyen iğne gibi ince kurtlar gemileri deler ve tahrib ederler.
Arrianos, burada, Batis (yani derin) adlı bir nehir zikrettiği için Batum adı
onun bozuk bir şekli olsa gerek.

Batum’dan mum, zerdeva ve büyük miktarda
mısırbuğdayı çıkar. Geniş ormanlarda muhtelif cins hayvan vardır ve bunların
derileri ile ticaret yapılır.

Çaku, dokuz mil ötede lazlarla meskûn bir
yerdir.

Çumksu’da dükkânlar, Acuga adlı çay, yukarıda
da gürcülerin Sameba, yani Ekanim-i Selâse dedikleri eski bir kilise vardır.

Kolhis

Pontos ülkelerinde en büyüğü olan Kolhis,
Coroh’dan Kafkas’a, kara kısmı da İran’a kadar yayılmıştır. Eski tarihçiler,
Asyalıların Avrupa’ya geçişi devrinde burada halk bulunduğunu söylerler. (s.
66)

Kolhis’in şimdiki başlıca sâkinleri Gürcüler
ve Mingrellerdir. Bunların ikisi de aynı millete mensup olup dil, din ve
adetleri aynı ise de, gürcülere Açıkbaş, Coroh’tan Farş’a güneyde de İran’a
kadar yayılmış memleketlerine Guriyel denir. Başlıca şehirleri Tiflis ve
katolikosluk makamlarının bulunduğu Mtzkheta idi. Mingrellerin ülkesi Farş’tan
Kafkasa kadar yayılmış olan İmeret’dir.

Geniş ormanlarından dolayı çok yağışlı ve
rutubetli olan bu memleketin sıhata muzir ve hattâ öldürücü dedikleri bir
havası vardır. Nitekim son veba salgını Çerkes bölgesinden başlamıştı. Toprağı,
pirinç gibi ekilen ve gom denilen çok besleyici beyaz ekmek yapılan bir nevi
buğday yetiştirir. (s. 67)

Kolhisliler kuvvetli, endamlı ve muharib olmakla
beraber, aynı zamanda gaddar, hilekâr ve şaki insanlar olup şekaveti kahramanlık
sayar ve çok defa kafilelerle Lezgi ve Laz bölgelerine baskınlar yaparak
insanları yakalar ve esir olarak satarlar. Bunlar o kadar merhametsiz
insanlardır ki baba oğlunu esir olarak satar ve ağır hastalan öldürmeyi hayırlı
bir iş telâkki ederler.

Mingreller, Bunların avcılığa düşkün¬lükleri,
«saadet, iyi at; köpek ve atmacası olmakla elde edilir» atalar sözü ile
belirtilir. Ayyaşlığı ve şehveti umumiyetle tabiî bir hâl sayan bu adamlar
ziyafet esnasında toplu halde eğlenir ve bir sığırı kızartıp olduğu gibi
yerler.

Kırk gün süren matemleri korkunç bir şeydir.
Bu esnada elbiselerim parçalarlar, saçlarını yolarlar ve dehşetli bağırışlarla
göğüslerini döverler. Son kıralları Solomon’un öldüğü gün bunu bizzat müşâhade
ettim. Kıral ölünce piskoposları mes âyini icrâ
eder, ölüyü tabut içinde şehrin sokaklarında dolaştırırlar, sonra da bayraklar
açarak her birinin altına ölünün köpeklerini, atı ve kılıcını koyarlar. Sonra
prenslerden en kıdemlisi dâvet edilip yalın ayak ve beline kadar çıplak olduğu
halde her bir bayrağın önünde diz çökerek ölünün rûhu için duâ eder, sonra da
kendisine iltifatlar yapılır. Paskalya yortusunun ikinci günü herkes ölülerinin
rûhu için kiliseye yemek getirir, çiçek ve yanan mumlarla mezarları ziyâret
ettikten sonra da kilisenin önünde ağaçların altında oturarak yemek yerler.
Bazı yerlerde, akrabalarının rûhu için mezarları üzerinde hayvan ve kuşlar
kurban keserler, şarab ve yağ dökerler.

Türlü batıl itikadları vardır ve büyüye çok
rağbet ederler, papazları da bundan istifade ederek halkı aldatırlar. Bazıları
aydan korkarak pazartesi günleri et yemez, cumayı da kudsî bir gün sayarlar.
(s. 68)

…gürcüler ile mingreller, ayrı ırktan
oldukları halde hıristiyan ve aynı millete mensupturlar. Bununla beraber,
gürcüler daha teşkilâtlı olup içlerinden münevver ve nazik insanlar çıkar. Mingreller
ise, vahşi tabiatlı ve bedenen daha kuvvetli adamlardır. (s. 69)

İlave

Trabzon

…Doktor Perunak Feruhan Bey’in Seyahatnamesinin
Trabzon’la ilgili bölümleri… (1847 senesinde bölgeyi ziyaret etmiş)

Hisar’ın doğu ve batı taraflarında bulunan
varoşlardan büyük çarşı, han ve en iyi binaların bulunduğu doğu varoş, şehrin
en mûteber semtidir. Hıristiyanlarla avrupalı tâcirler ve konsoloslar burada
ikamet ederler.

…sâhil mahallelerinde umumiyetle rumlar; düz
vaziyetteki Orta veya Gâvur meydanı mahallelerinde ermeniler; kezâ düz
vaziyette olan yukarı veya Tekke ve Boztepe denilen güney taraftaki
mahallelerde de türkler ikamet eder.

Şehirde ev sayısı, 3000’i türklere, 1000’i
rumlara, 588’i ermenilere, 140’ı katolik ve 9’u Protestan ermenilere, bir kısmı
da yabancılara âid olmak üzere 5000 kadardır. Yabancılar umumiyetle avrupalı ve
iranlı tâcirlerdir. (s. 72)

Ayasofya’nın yakınında bulunan Kabak meydanı,
Gâvur meydanının altı misli büyüklüktedir. Bayram günlerinde, bu meydanlar
eğlenen halkla dolar. (s. 75)


Dördüncü
Bölüm

Farş (eski adı Fasis ve Poti), Batum’un elli
mil mesafesinde, sultan III. Murad’ın 1578’de yaptırdığı metin kalesi ile sınır
hattıdır. Elbruz dağından çıkarak Gürcistan’ın içinden geçen büyük Rion nehri,
kalenin önünde göl haline geldiği için iyi bir liman teşkil eder ve oradan
denize dökülür. (s. 77)

Abazalar

Sokhum’un ötesinde bulunan Abaza memleketinin
İskit Tatarlar denilen sakinleri bazı yerlerde Mingreller ve Türklerle karışmış
olup (…) Bunlar putperest ve ağaca tapan bir topluluk oldukları halde haçtan
çok korkar ve ona da taparlar.

Abazalar, büyücü ve falcıların baklaya ve
hayvanların kürek kemiğine bakarak yaptıkları kehânetlere inanırlar.

Rüşvet ve gaddarlığı aslâ sevmezler; nizam ve
taamüllerine karşı geleni şiddetle cezalandırırlar.

Ticarette ve hırsızlıkta mahir insanlardır.
Çok basit ve yabani bir hayat tarzları vardır. Yemekte mütedil oldukları halde,
içkiye çok düşkündürler. (s. 79)

Abazalar, Tapşi dedikleri büyük ağaçlara
taparlar

Bekâr gençler evleninceye kadar sakallarını
asla traş etmezler, evlenince traş olurlar ve ölünceye kadar sakalsız kalırlar.
Soydaşlardan kız almazlar.

Nişanlanmak isteyen oğlan mendilini çıkarıp
alnına sürer ve beğendiği kızın omuzuna koyar, kız da oğlanı beğenmişse aynı
mendili kendi alnına sürdükten sonra koynuna koyar. Nişan bu suretle kıyılmış
olur.

Evlilikte ahlâksızlık yapanı tutup denize
atarlar ve kimse korumağa kalkışmaz.

Ölüleri yıkadıktan sonra gömerler,
göğüslerini döver ve kırk gün matem tutarak siyah giyer ve traş olmazlar. Gelen
geçenin yiyip dua etmesi için, mezarın yanma yiyecek koyarlar ve kırk gün
mumlar yakarlar. Kırk günlük mâtem bittikten sonra, akraba ve dostlar tekrar
mezarın etrafında toplanarak feryad eder, sonra da koyunlar keser, kebap yapar,
yer içer ve oynamağa başlarlar. (s. 80)

Çerkesler

Çerkesler, Kabarta tarafında Kafkas dağı
sâkinlerindendirler. Kuban ve Don arasında bulunan memleketleri 600 mil uzunluğundadır.
Çerkesler kuvvetli ve cesur insanlardır, fakat aralarında hüküm süren
anlaşmazlıkları yüzünden toplu bir kuvvet hâlini muhâfaza edemiyorlar.
Çerkesler, kabile reisi, asiller ve avam olmak üzere üç sınıfa ayrılırlar. (s.
85)

Kabile reisi, erkek bir çocuğu dünyaya
gelince, ileride onu büyütecek olan birisini seçer. Çocuk bir yaşına bastıktan
sonra önüne silah ve oyuncak koyarlar ve çocuk elini silaha uzatırsa bu büyük
bir alâmet sayılarak bütün ailece şenlik yaparlar. Çocuk yedi yaşına geldiği
vakit baba evini terk ederek, kendisine ata binmesini, silah kullanmasını,
şekavet ve hırsızlık yapmasını Öğretecek ustasının yanına gider. Çocuk bunları
başarmadan ve büyük bir soygunculuk yapmadan baba evine dönemez.

Kız çocuklar anneleri tarafından büyütülür ve
onlardan iş yapmağı öğrenirler. Çocuk doğar doğmaz beline geniş bir kayış
bağlarlar, beden büyüyüp sıklaşan kayış kopunca yenisini bağlarlar. Çocuk bu
suretle büyüyerek narin ve uzun boylu olur.

Çerkes kadınları usta ve cesur binici
oldukları için, onları eski Amazonlara benzetmişlerdir.

Çerkeslerin sâbit bir dini yoktur. Türklere
yakın olanların çoğu müslüman olmuşsa da eski âdetlerini muhafaza etmişlerdir.
(s. 86)

Beşinci
Bölüm

(Azak denizi ve çevresini anlatıyor)

Abaza’dan itibaren Tuna’ya kadar, Azakdenizi
ve Don nehrinin etrafındaki memleketlerin bütününe Sarmatya denir ki bu ad,
Tataristan’ı ifade eder, çünkü grekçede sarmat, kertenkele gözü yani ufak göz
demektir ve bilindiği veçhile, tatarlar ufak gözlüdürler. Bunlar o kadar
yayılmış bir millettir ki büyük Tataristan Çinü Maçine kadar uzanır. (s. 94)

Kırım

Han’ın erkek soyundan olan ve Hanzade
unvanını taşıyan üç büyük prens vardı.

Han’ın dişi soyundan olanlara Mirza denir,
fakat bunlar Han mevkiine çıkamazlardı. (s. 95)

Altıncı
Bölüm

Dneper veya Nieber (grekçede: Danapris veya Poıistene; Türkçede:
Kerson suyu),

Nehrin suyu tatlıdır ve içinde çeşitli iri
balıklar vardır. (s. 100)

Akkirman, Odesa’nın altmış mil ve Karadeniz’in üç mil mesafesinde
meşhur ve metin bir kaledir

Akkirman’dan Tuna’ya kadar olan bu topraklara
Besarabya denir. Ne orman, ne de dağ bulunan bu
yerlerin sakinleri çadırlarda ikamet eden Nogay tatarlarıdır.

Bu tatarlar ilerigelenlerine Mirze derler ve
onlara el kaldıranın elini keserler. (s. 102)

Yedinci
Bölüm

Bulgarlar’ın içinde misafirseven ve tatlı
dilli adamlara rastladık. Fakir halk çiftçilik, zenginler de ticaretle
meşguldür. Vaktiyle Bizans imparatorlarını hayli hırpalamış olan Bulgarların
hepsi de cenkci insanlardır. (s. 105)

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları

Türkçeleştiren: Hrand D. Andreasgan

1969

İlgili Makaleler