ÖZ
Öz kelimesi, bir
şeyin, bir nesnenin varlığı (mevcudiyeti) veya gücü anlamında kullanılan bir
kavramdır. Aynı zamanda, öz, içsel (dahili) zorunlu bir ilişki veya işlevi de
dile getirmektedir. Felsefi terminolojide öz» bir nesnenin, varlığından
(existen-ce) bağımsız olarak var olan doğasını ifade etmektedir. Bu anlamda
varoluş karşıtı bir kavram olarak öz, birşeyin ne olduğu, nasıl olduğu; bir
şeyi o şey yapan, öyle oluşunu sağlayan şey, bir varlığın yapısını kuran şey
olarak tanımlanmaktadır.
Öz kavramı, mantıkta,
bir şeyin öğeleri, elemanları veya tarifi, açıklaması anlamında kullanılmakta,
bilgi teorisi alanında ise ileri sürülmüş belirsiz, müphem bir hükmü tanımlayan
ve belirli kılan akledilebilir bir karakter, bir yeti olarak ele alınmaktadır.
Ayrıca bilgi teorisi öz kavramım bir nesnenin tümel olasılığı, olabilirliği şeklinde
de tanımlamaktadır.
İlkçağ Yunan
felsefesinde öz kavramı, Aristoteles’in çalışmalarında temel kavramlardan
birisi olarak bulunmaktadır. Aristoteles, bu kavramı, “ousia”
karşılığında “özgülük” veya “mülk (property)” anlamında
kullanan erken dönem Yunan yazarlarından almıştı. O dönem Yunan sitelerinde
bu kavram, genel olarak, sahip olunan şey anlamına gelmekteydi. Ousia kavramı,
Aristoteles’ten önceki felsefe çalışmalarında Yunanca physis kelimesi ile
eşanlamda kullanılıyordu. Physis’in taşıdığı ya bir nesnenin menşe’i, ya da o
nesnenin doğal yapısı anlamıyla ele alınmaktaydı. Daha sonraki felsefe
çalışmalarında Yunanca iki kelimenin öz kavramı karşılığında kullanıldığı görülmektedir.
Altta bulunma, altında yer alma anlamında kullanılan “hypostasis” ve
birşeyin altında yer alan şey anlamına gelen “hypokeimenon”
kavramları özellikle Platon ve Aristoteles’in felsefe çalışmalarında
karşılaşılan terimlerdir. Ancak daha sonraki dönemlerde, özellikle skolastik
felsefede, Öz (essence) ile töz (substance) arasında önemli ve derin farklar
gösterilerek bu iki kavram arasında belirgin ayrımlar yapılacaktır.
Felsefe tarihinde öz
kavramı konusunda en etkili ve meşhur sima Aristoteles’tir. Kimi Aristoteles
yorumcularına göre, onun bu konudaki fikirleri oldukça kapalı ve zor anlaşılır
bir nitelik taşımaktadır. Hatta muhtemelen birbirini tutmayan, görüşler ileri
sürdüğünü söyleyenler de vardır. Ancak, Aristoteles’in öz konusundaki
düşüncelerinin karanlık ve gizli kalmalarının önemli bir sebebi, onun, zamanından
günümüze kadar gelen yorumcularının farklı görüşlerinin birleştirilerek, uygun
ve uyumlu bir sonuca ulaşümasındaki zorluktan dolayıdır,
Aristoteles, öz
kavramını “Kategoriler” isimli eserinde geniş bir şekilde ele alarak,
onu, kelimenin en temel, en doğru ve en belirgin ifadesiyle, ne bir konu
içinde, ne de bir konu hakkında tasdik edilmiş olan şey olarak tanımlamakta ve
örnek olarak da “bu insan”, “bu at” gibi kavramları
göstermektedir (Kategoriler, 2A.11). İfadenin oldukça gizli ve zor anlaşılır
olmasına rağmen, kelimenin en basit anlatımıyla Aristoteles’e göre öz, somut,
bireysel, tek tek varolan şeydir. Ancak Aristoteles’in bu konudaki farklı ve
dönemine göre Özgün yaklaşımı, onun özü, birinci ve ikinci öz olmak üzere ikiye
ayırmış olmasıdır. İkinci öz (deutera ousia), birinci anlamda alınan özlerin
içinde bulundukları türlere denilir. Türlere de
bu türlerin cinslerini
eklemek gerekir. Öyleyse bu ikinci özler, bir konu hakkında tasdik edilmiş
olabilirler. Sözgelimi insan, bir konu hakkında, yani fert olarak insan hakkında
tasdik edilmiştir. (Kategoriler, 2A. 21-22) Daha açık bir ifade ile söylenecek
olursa, Aristoteles’in birinci öz kavramı, tek tek varolanların özlerini ifade
etmektedir, ikinci öz ise bu tek tek varolanların Özleri ile ilişkili olan tüm
kavramları dile getirmektedir. Aristoteles’in Platon’a karşı ileri sürdüğü bu
öz anlayışı, Ortaçağ’m tümeller tartışmasına da önemli bir zemin hazırlamıştır.
Aristoteles’in öz ile
ilgili görüşleri Metafizik isimli eserinde de geniş bir biçimde ele
alınmıştır. Metafizikte Aristoteles, öz kavramını iki anlamda ele alır.
Birincisi, özün bir yandan en son dayanak, başka hiçbir şeyin yüklemi haline
getirilemeyen olarak tanımlanması, diğeri de özü bakımından ele alınan birey
olarak, (maddeden) ayrılabilen şey, yani her varlığın şekli veya formu
biçimindeki tariftir.
îlkçağ’da Leukippos ve
Demokritos taraflarından kurulan ve Epİkuros tarafından geliştirilen antik
atomcu öğreti, özellikle Latin şair Lucretius’un De Rerum Natura isimli eserinde,
öz konusunda bazı görüşler ileri sürmüştür. Ancak, bu konuda atomculuğun geniş
bir tartışma alanı açtığı sanıl-mamalıdır. Fakat, Aristoteles’in ortaya attığı
soru açısından bir cevap olması dolayısıyla bu öğretiden oldukça bilgi
toplamak da mümkün görünmektedir.
Ortaçağ skolastik
öğretilerde öz kavramı konusundaki görüşler özellikle Aristoteles ve Platon
arasındaki görüş ayrılıklarının devamı şeklinde görülmekte İse de bu dönemin
öz (essence) ile varlık (existence) arasındaki ayrımı oldukça önemli ve oldukça
ileri bir görüştür. Nitekim bu aynm, çağımız varoluşçu felsefe sistemlerinde
de mevcuttur. Ortaçağ’daki öz tasarımı, nesnenin varlığından bağımsız bir
şekilde varolan o nesnenin doğası anlamındadır. Aynı zamanda varolmayan
şeylerin de birer özleri vardır.
17. yüzyılda
felsefenin yeni bir kimlik kazanması ve kimi düşünürlerce bir yenilenme
geçirmesi ile Öz kavramı da temel felsefi problemlerden birisi olma Özelliğini
kazanmıştır. Gerçekte, felsefe tarihinde, Öz üzerinde düşünmemiş ve kendince bir
fikir ileri sürmemiş bir filozofa rastlamak mümkün değildir. Bu dönemin önemli
ismi Des-cartes, Aristoteles’e benzer bir (arzda, özü birden çok türlere
ayırmıştır. O, “aklın doğal ışığı” ile bakıldığı takdirde, mantıkî
bir demlendirmeyle özün üç tür olduğunun görüleceğini söyler. Bunlar, bedenler
(madde), zihinler (ruh) ve Tanrı’dır. Descartes, bu türleşmeye de Öz konusunda
ancak yer-kaplayan (res extense) ve yer kaplamayan veya düşünen (rescogitans)
özler aynmı ile gidilebileceğini belirtmektedir.
Descartes ardılı
filozoflardan Spinoza, Descartes’in öz konusundaki görüşlerini farklı bir
tarzda ele alarak Elhica isimli eserinde dile getirmiştir. Spinoza, eğer bizim
anladığımız anlamda öz, kendinde birşey ve kendinde düşünülebilir özelliğe
sahip ise onun ancak bir tane olabileceğini göstermek zor değildir,
demektedir. Bu bir olan ise, Spinoza’da, tüm bir evren veya Tan-rı’dır.
Spinoza’nın felsefi terminolojisinde Öz, evren ve Tann kavramları eşanlamlı kelimelerdir.
Hume’un alaycı ifadesiyle bu “iğrenç varsayım”, Spinoza’nın panteist
ve hatta ateist bir kimlik kazanmasına sebep
olmuştur. Spinoza,
monist bir öz anlayışının kendi felsefi sistemi içinde yaratacağı güçlükleri
önlemek amacıyla, Descartes’a benzer biçimde, natura naturata (yaratılmış doğa)
ve natura naturans (yaratıcı doğa) ayrımını zorunlu görmüştür. Yaratıcı doğa
ile Spinoza Tanrı’yı kastetmekte ve böylece Tann’ya en sonunda bir farklı
özellik atfetme yoluna gitmektedir.
Bir diğer önemli
rasyonalist filozof olan Leibniz’de öz kavramı, sisteminin temelini teşkil
etmektedir. Leibniz, Aristoteles’in “değişmenin merkezi olarak öz” ve
“mantıksal öz” kavramlarına basitlik özelliğini de ekler. Leibniz’in
metafizik sisteminde özler, basit öğeler olup monad ismiyle adlandırılırlar.
Monad, hiçbir şey fakat, basit bir öz, şeklinde tanımlanır. Buradaki basitlik
özelliği ile belirtilmek istenen anlam ise parçasız, parçalanamaz olmaktır. Bu
anlamda monad, ilkçağ atomcularının atom kavramı ile yakın ve hatta aynı gibi
görünüyor olsa da, Leibniz monadların, maddi olmayan özler olduklarını
söylemektedir. B. Russell, Leibniz’in Felsefesi isimli eserinde, bu anlamdaki
bir özü, anlamdan tamamen yoksun, bir hüküm vermekten de uzak olarak
nitelendirmektedir.
18. yüzyılda Immanuel
Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi (1781) isimli eseri ile öz kavramı yeni bir
değişime ve adeta bir evrime tabi tutulmuştur. Kant’a göre öz, insan düşüncesinden
bağımsız bir biçimde objektif dünyanın bir özelliği olarak görülemez. Tam
tersine, özlerin birliği ve devamı, nesnel dünyaya insan zihni tarafından
yüklenmiş özelliklerdir. Bu görüş, öz kavramı konusundaki görüşlerin çok
rakidal bir değişimini temsil etmektedir. Böylece öz kavramı, nesnel
(fcnomenal) dünyanın temel bir
özelliği olmaktan
çıkıp insan zihninin, insan tecrübesini açıklamada kullandığı ve dış dünyaya
yüklediği bir kavrama indirgenmiştir.
Kant’tan sonra kimi
filozoflar, özellikle bilim felsefecileri, Kant’m bu anlayışına karşı çıkarak
onun bu görüşlerinin ve dış dünya tasarımının Newton fiziğine, Eucli-des geometrisine
ve Aristoteles mantığına dayandığını söylemektedirler. Bilimlerdeki yeni
gelişmeler ile öz problemine bir çözüm getirildiği iddiaları mevcut olsa bile,
bilim felsefesi alanındaki yeni problemler ile sorun daha kompleks bir duruma
sürüklenmektedir. Değişik anlayış ve bakış tarz-Iarınca cevaplandırılmaya
çalışılsa da, öz sorunu felsefenin aslî ve temel bir problemi olmaya devam
edeceğe benzemektedir.
Ali DÖLEK Bk. Cevhe