33Sosyoloji Sözlüğü

ÖZ

 

 

 

ÖZ

 

Öz kelimesi, bir
şeyin, bir nesnenin var­lığı (mevcudiyeti) veya gücü anlamında kullanılan bir
kavramdır. Aynı zamanda, öz, içsel (dahili) zorunlu bir ilişki veya işle­vi de
dile getirmektedir. Felsefi terminolo­jide öz» bir nesnenin, varlığından
(existen-ce) bağımsız olarak var olan doğasını ifade etmektedir. Bu anlamda
varoluş karşıtı bir kavram olarak öz, birşeyin ne olduğu, nasıl olduğu; bir
şeyi o şey yapan, öyle oluşunu sağlayan şey, bir varlığın yapısını kuran şey
olarak tanımlanmaktadır.

Öz kavramı, mantıkta,
bir şeyin öğeleri, elemanları veya tarifi, açıklaması anlamın­da kullanılmakta,
bilgi teorisi alanında ise ileri sürülmüş belirsiz, müphem bir hükmü tanımlayan
ve belirli kılan akledilebilir bir karakter, bir yeti olarak ele alınmaktadır.
Ayrıca bilgi teorisi öz kavramım bir nesne­nin tümel olasılığı, olabilirliği şeklinde
de tanımlamaktadır.

İlkçağ Yunan
felsefesinde öz kavramı, Aristoteles’in çalışmalarında temel kav­ramlardan
birisi olarak bulunmaktadır. Aristoteles, bu kavramı, “ousia”
karşılığın­da “özgülük” veya “mülk (property)” anla­mında
kullanan erken dönem Yunan yazar­larından almıştı. O dönem Yunan sitelerin­de
bu kavram, genel olarak, sahip olunan şey anlamına gelmekteydi. Ousia kavramı,
Aristoteles’ten önceki felsefe çalışmaların­da Yunanca physis kelimesi ile
eşanlamda kullanılıyordu. Physis’in taşıdığı ya bir nes­nenin menşe’i, ya da o
nesnenin doğal yapı­sı anlamıyla ele alınmaktaydı. Daha sonraki felsefe
çalışmalarında Yunanca iki kelime­nin öz kavramı karşılığında kullanıldığı gö­rülmektedir.
Altta bulunma, altında yer alma anlamında kullanılan “hypostasis” ve
birşeyin altında yer alan şey anlamına gelen “hypokeimenon”
kavramları özellikle Pla­ton ve Aristoteles’in felsefe çalışmalarında
karşılaşılan terimlerdir. Ancak daha sonra­ki dönemlerde, özellikle skolastik
felsefe­de, Öz (essence) ile töz (substance) arasında önemli ve derin farklar
gösterilerek bu iki kavram arasında belirgin ayrımlar yapıla­caktır.

Felsefe tarihinde öz
kavramı konusunda en etkili ve meşhur sima Aristoteles’tir. Ki­mi Aristoteles
yorumcularına göre, onun bu konudaki fikirleri oldukça kapalı ve zor an­laşılır
bir nitelik taşımaktadır. Hatta muhte­melen birbirini tutmayan, görüşler ileri
sür­düğünü söyleyenler de vardır. Ancak, Aris­toteles’in öz konusundaki
düşüncelerinin karanlık ve gizli kalmalarının önemli bir se­bebi, onun, zamanından
günümüze kadar gelen yorumcularının farklı görüşlerinin birleştirilerek, uygun
ve uyumlu bir sonuca ulaşümasındaki zorluktan dolayıdır,

Aristoteles, öz
kavramını “Kategoriler” isimli eserinde geniş bir şekilde ele alarak,
onu, kelimenin en temel, en doğru ve en be­lirgin ifadesiyle, ne bir konu
içinde, ne de bir konu hakkında tasdik edilmiş olan şey olarak tanımlamakta ve
örnek olarak da “bu insan”, “bu at” gibi kavramları
göstermek­tedir (Kategoriler, 2A.11). İfadenin olduk­ça gizli ve zor anlaşılır
olmasına rağmen, kelimenin en basit anlatımıyla Aristoteles’e göre öz, somut,
bireysel, tek tek varolan şeydir. Ancak Aristoteles’in bu konudaki farklı ve
dönemine göre Özgün yaklaşımı, onun özü, birinci ve ikinci öz olmak üzere ikiye
ayırmış olmasıdır. İkinci öz (deutera ousia), birinci anlamda alınan özlerin
için­de bulundukları türlere denilir. Türlere de

bu türlerin cinslerini
eklemek gerekir. Öy­leyse bu ikinci özler, bir konu hakkında tas­dik edilmiş
olabilirler. Sözgelimi insan, bir konu hakkında, yani fert olarak insan hak­kında
tasdik edilmiştir. (Kategoriler, 2A. 21-22) Daha açık bir ifade ile söylenecek
olursa, Aristoteles’in birinci öz kavramı, tek tek varolanların özlerini ifade
etmektedir, ikinci öz ise bu tek tek varolanların Özleri ile ilişkili olan tüm
kavramları dile getir­mektedir. Aristoteles’in Platon’a karşı ileri sürdüğü bu
öz anlayışı, Ortaçağ’m tümeller tartışmasına da önemli bir zemin hazırla­mıştır.

Aristoteles’in öz ile
ilgili görüşleri Me­tafizik isimli eserinde de geniş bir biçimde ele
alınmıştır. Metafizikte Aristoteles, öz kavramını iki anlamda ele alır.
Birincisi, özün bir yandan en son dayanak, başka hiç­bir şeyin yüklemi haline
getirilemeyen ola­rak tanımlanması, diğeri de özü bakımın­dan ele alınan birey
olarak, (maddeden) ay­rılabilen şey, yani her varlığın şekli veya formu
biçimindeki tariftir.

îlkçağ’da Leukippos ve
Demokritos ta­raflarından kurulan ve Epİkuros tarafından geliştirilen antik
atomcu öğreti, özellikle Latin şair Lucretius’un De Rerum Natura isimli eserinde,
öz konusunda bazı görüşler ileri sürmüştür. Ancak, bu konuda atomcu­luğun geniş
bir tartışma alanı açtığı sanıl-mamalıdır. Fakat, Aristoteles’in ortaya attı­ğı
soru açısından bir cevap olması dolayı­sıyla bu öğretiden oldukça bilgi
toplamak da mümkün görünmektedir.

Ortaçağ skolastik
öğretilerde öz kavramı konusundaki görüşler özellikle Aristoteles ve Platon
arasındaki görüş ayrılıklarının devamı şeklinde görülmekte İse de bu döne­min
öz (essence) ile varlık (existence) arasındaki ayrımı oldukça önemli ve oldukça
ileri bir görüştür. Nitekim bu aynm, çağı­mız varoluşçu felsefe sistemlerinde
de mevcuttur. Ortaçağ’daki öz tasarımı, nesne­nin varlığından bağımsız bir
şekilde varo­lan o nesnenin doğası anlamındadır. Aynı zamanda varolmayan
şeylerin de birer özle­ri vardır.

17. yüzyılda
felsefenin yeni bir kimlik kazanması ve kimi düşünürlerce bir yeni­lenme
geçirmesi ile Öz kavramı da temel felsefi problemlerden birisi olma Özelliğini
kazanmıştır. Gerçekte, felsefe tarihinde, Öz üzerinde düşünmemiş ve kendince bir
fikir ileri sürmemiş bir filozofa rastlamak müm­kün değildir. Bu dönemin önemli
ismi Des-cartes, Aristoteles’e benzer bir (arzda, özü birden çok türlere
ayırmıştır. O, “aklın do­ğal ışığı” ile bakıldığı takdirde, mantıkî
bir demlendirmeyle özün üç tür olduğunun gö­rüleceğini söyler. Bunlar, bedenler
(mad­de), zihinler (ruh) ve Tanrı’dır. Descartes, bu türleşmeye de Öz konusunda
ancak yer-kaplayan (res extense) ve yer kaplamayan veya düşünen (rescogitans)
özler aynmı ile gidilebileceğini belirtmektedir.

Descartes ardılı
filozoflardan Spinoza, Descartes’in öz konusundaki görüşlerini farklı bir
tarzda ele alarak Elhica isimli ese­rinde dile getirmiştir. Spinoza, eğer bizim
anladığımız anlamda öz, kendinde birşey ve kendinde düşünülebilir özelliğe
sahip ise onun ancak bir tane olabileceğini göster­mek zor değildir,
demektedir. Bu bir olan ise, Spinoza’da, tüm bir evren veya Tan-rı’dır.
Spinoza’nın felsefi terminolojisinde Öz, evren ve Tann kavramları eşanlamlı ke­limelerdir.
Hume’un alaycı ifadesiyle bu “iğrenç varsayım”, Spinoza’nın panteist
ve hatta ateist bir kimlik kazanmasına sebep

olmuştur. Spinoza,
monist bir öz anlayışı­nın kendi felsefi sistemi içinde yaratacağı güçlükleri
önlemek amacıyla, Descartes’a benzer biçimde, natura naturata (yaratılmış doğa)
ve natura naturans (yaratıcı doğa) ay­rımını zorunlu görmüştür. Yaratıcı doğa
ile Spinoza Tanrı’yı kastetmekte ve böylece Tann’ya en sonunda bir farklı
özellik atfetme yoluna gitmektedir.

Bir diğer önemli
rasyonalist filozof olan Leibniz’de öz kavramı, sisteminin temelini teşkil
etmektedir. Leibniz, Aristoteles’in “değişmenin merkezi olarak öz” ve
“man­tıksal öz” kavramlarına basitlik özelliğini de ekler. Leibniz’in
metafizik sisteminde özler, basit öğeler olup monad ismiyle ad­landırılırlar.
Monad, hiçbir şey fakat, basit bir öz, şeklinde tanımlanır. Buradaki basit­lik
özelliği ile belirtilmek istenen anlam ise parçasız, parçalanamaz olmaktır. Bu
an­lamda monad, ilkçağ atomcularının atom kavramı ile yakın ve hatta aynı gibi
görünü­yor olsa da, Leibniz monadların, maddi ol­mayan özler olduklarını
söylemektedir. B. Russell, Leibniz’in Felsefesi isimli eserin­de, bu anlamdaki
bir özü, anlamdan tama­men yoksun, bir hüküm vermekten de uzak olarak
nitelendirmektedir.

18. yüzyılda Immanuel
Kant’ın Saf Ak­lın Eleştirisi (1781) isimli eseri ile öz kav­ramı yeni bir
değişime ve adeta bir evrime tabi tutulmuştur. Kant’a göre öz, insan dü­şüncesinden
bağımsız bir biçimde objektif dünyanın bir özelliği olarak görülemez. Tam
tersine, özlerin birliği ve devamı, nes­nel dünyaya insan zihni tarafından
yüklen­miş özelliklerdir. Bu görüş, öz kavramı ko­nusundaki görüşlerin çok
rakidal bir değişi­mini temsil etmektedir. Böylece öz kavra­mı, nesnel
(fcnomenal) dünyanın temel bir

özelliği olmaktan
çıkıp insan zihninin, in­san tecrübesini açıklamada kullandığı ve dış dünyaya
yüklediği bir kavrama indir­genmiştir.

Kant’tan sonra kimi
filozoflar, özellikle bilim felsefecileri, Kant’m bu anlayışına karşı çıkarak
onun bu görüşlerinin ve dış dünya tasarımının Newton fiziğine, Eucli-des geometrisine
ve Aristoteles mantığına dayandığını söylemektedirler. Bilimlerde­ki yeni
gelişmeler ile öz problemine bir çö­züm getirildiği iddiaları mevcut olsa bile,
bilim felsefesi alanındaki yeni problemler ile sorun daha kompleks bir duruma
sürük­lenmektedir. Değişik anlayış ve bakış tarz-Iarınca cevaplandırılmaya
çalışılsa da, öz sorunu felsefenin aslî ve temel bir problemi olmaya devam
edeceğe benzemektedir.

Ali DÖLEK Bk. Cevhe

 

 

İlgili Makaleler