OSMANLILARDA SOSYO-EKONOMİK YAPI
Osmanlı Devletinin
kuruluşundan XVIII. yüzyılın sonlarındaki Yenileşmeci-
Batılılaşmacı (Nizam-ı
Cedid) hareketinin başlangıcına kadar geçen yaklaşık beş yüzyıllık süre,
klasik dönem olarak adlandırılabilir. Klasik dönem de oluşma, olgunlaşma ve
esnekliği kaybetme diye alt dönemlere ayrılabilir. Esnekliği kaybetme,
yenileşme ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Bunun sonucu ise batılılaşma
ve bağımhlaşma sürecidir. Osmanlı Devletinin son bir buçuk yüzyılı bu şekilde
tanımlanabilir.
Osmanlı Devleti
oluşurken çok yönlü ve karmaşık bir etkileşim çerçevesi içindeydi. önce İslam
devletlerinin bir mirasçısı idi. Devletin ve ekonominin temelleri olan kurumları
incelediğimizde, bunların İslam i kurumlarla olan yakın ilişkisini görürüz.
îk-ta-tımar, fütüvvet-ahilik-esnaf sistemleri gibi.
Bunun yanında Osmanlı
Devleti, Orta Asya döneminde kalan birçok özelliği bünyesinde barındırmakla,
bunlardan İslam ilkelerine ters düşen uygulamalarla özellikle Selçukluların
başlattıkları mücadeleyi sürdürmektedir. Mesela devletin bölünmesini esas alan
eski Türk aşiret zihniyeti, Osmanlılarda yerini tamamen merkezi üniter bir
devlet anlayışına bırakmıştır. Memluklerin ve Selçukluların devlet idaresinde
aşiret ileri gelenleri yerine köle asıllıları kullanmaları geleneği
Osmanlılarda devşirme sistemi olarak kurumlaşmıştır.
Bu etkileşim
çerçevesinde Anadolu ve Orta Asya’nın, özellikle İran ve Bizans’ın iktisadi
geleneklerinin büyük yeri vardır. İslam’ın ilk yayılma döneminde siyasi ve iktisadi
mahalli gelenekler karşısında gösterdiği esnek tavrı Osmanlılar da sürdürmüşlerdir.
Burada S asan ilerden beri topraktan alınan bir altınlık verginin Osmanlılarda
çift resmi olarak sürdürüldüğünü bir
Örnek olarak
verebiliriz.
Bu sistem içerisinde
Avrupa’nın da önemli bir yeri vardır. Oluşma döneminde, kapitalizm yolunda
ilerleyen Avrupa karşısında elde edilen başarıların büyük payı vardır.
Olgunlaşma dönemi bir noktada kapitalizmle mücadele tarihidir. Esnekliği
kaybetme, hakim sistem özelliğini de kaybetme anlamına gelebilir. Yine
yenileşme dönemi atıfların kapitalizme yapıldığı, bu sistemin model alındığı
dönemdir.
Sosyal Yapı
Devletin kuruluş
dönemi olan XIV. yüzyılda nüfus azdı ve iktisadi durgunluk vardı. Ülkenin
iktisadi imkanlarını tesbit amacıyla yapılan sayımlar (tapu tahrirleri), avarız
ve temettüat defterleri nüfusun seyri hakkında bilgi verir. XIV. yüzyıla ait sayımlara
sahip değiliz. XV. yüzyıla ait sayım defterleri, Anadolu ve Rumeli’nin fazla ka
labalık olmadığını gösterir. XVI. yüzyılda ise bir nüfus artışı vardır. I.
Süleyman devrinde, 1520-1530 yıllarında bugünkü Türkiye topraklarında 12-13
milyon insan yaşadığı tahmin edilmektedir. Yine yüzyıl sonlarında bütün
Osmanlı ülkesindeki nüfus 30-35 milyon olmalıdır. Nüfusun dini dağılımı ise
%60 müsluman ve %40 gayr-i müslim olarak tahmin edilebilir.
Daha sonraki
yüzyıllarda, Rumeli hariç, nüfusun durağan olduğu ve büyük şehirlerde
toplandığı anlaşılıyor.
II. Mahmut zamanında
1831’de yapılan bir sayıma göre, sadece Anadolu’da 7-7,5 milyon kişinin
yaşadığı tahmin edilebilir. Abdülmecid zamanında, 1844’de yapılan bir sayımda
ülke nüfusu, yine tahmini olarak, 36,5 milyondur. Bunun 10,5-12 milyonu
Anadolu’da yaşamaktadır. 1884’teki rakamlara göre ise ülke nüfusu 28.9 milyon,
Anadolu nüfusu ise 11.8 milyon olmalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu
düşük artış eğilimi sürmüştür. Türkiye ancak 1950’lerden itibaren ciddi bir
nüfus artışıyla karşı karşıyadır.
İslami toplum ve
mülkiyet telakkileri Osmanlı devletinde özgül bir tabakalaşma oluşturmuştur.
Vahdet ilkesi Batı anlamındaki antogonizmalan ve sınıflaşmayı bertaraf
etmiştir. Toprak gibi temel bir üretim faktöründeki devlet mülkiyeti,
sermayenin belli ellerde toplanmaması ilkesi, bu yönde ortaya çıkabilecek
eğilimleri zayıflatmıştır. Eski Türk aşiret aristokrasisi tamamen bertaraf
edildiği gibi, siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri, büyük sermaye
sahipleri gibi, iktisadi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlılarda sosyal
tabakalaşmayı belirleyen yönetenler (askeri zümre) ve yönetilenler (reaya)
ayrımıdır. Askeri zümre kendilerine tımar kesiminden, hazineden veya
vakıflardan gelir ayrılan kişilerdir. Reaya ise üretim yapan ve vergi veren zümredir.
Bu tabakalaşmada malî düşünce önemlidir. Askeri zümre ilmiye, kapıkulları ve
tımarlı sipahilerden meydana gelmektedir.
Yönetilenleri
oluşturan yerleşik reaya köylü ve şehirli olabilir. Köylü reaya tımar, vakıf
gibi zirai toprakların reayasıdır. Şehirli reaya ise esnaf ve tüccardan
ibarettir. Yan yerleşik reaya da konar-göçer olarak adlandırılmışlardı. Bunlar
yaylak ve kışlaklarda hayatlarını sürdürürler ve daha çok hayvancılıkla
geçinirlerdi. Yaylak ve kışlaklar arasındaki gidiş-gelişlerde, eskiden olduğu
gibi, zaman zaman yerleşiklerle ça-
tışıyorlardı. Devlet ise
geleneksel olarak yerleşiklerin yanındadır. Bu yüzden Osmanlılar XVII.
yüzyıldan itibaren aşiretleri iskan siyaseti izlemişlerdir.
Reaya dini yönden
müslim ve zimmî olarak ikiye ayrılır. Zimmîler devletin gayri müslim
tebaasıdır. Bunlar cizye verirler. Hukuki açıdan hür ve köle ayrımı
sözkonu-sudur. Kölelik öncelikle savaşların ortaya Çıkardığı bir kurumdur,
islam dünyasındaki geleneği takiben Osmanlılar da köleliği bir eğitim kurumu ve
hür emeğin alternatifi olarak kullanmışlar, daha da önemlisi idari ve siyasi
mekanizmanın merkezine yerleştirmişlerdir (Devşirme sistemi).
Bu resmi ayırımın
dışında XVII. yüzyıldan itibaren “Ayan” denen yeni bir sosyal tabaka
belirmiştir. Devlet biraz da istemeyerek ayanlığı yeni bir kurum olarak kabullenmiştir
ve resmi bir hüviyet vermiştir. Bu merkeziyetçiliğin zayıflaması ve mahalli
güçlerin ayn bir sosyal tabaka oluşturması demektir.
Osmanlı iskan
siyasetinin esasları Rumeli’ye müslüman, Anadolu’ya gayr-i müs-limlerin iskanı
ile konar-göçerlerin yerleşik hale getirilmesidir. Iskanda sürgün usulünün
etkili bir şekilde kullanıldığını biliyoruz. Bunda özellikle yeni fethedilen
yerlere kalifiye elemanların iskanı sözkonusudur.
XVI. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren köyden şehire göç olgusu ortaya çıkmıştı. Bu yüzden daha
1567’de İstanbul’a göç edip yerleşme yasağı konmuştu. Bu göç olayı XVIII.
yüzyılda ev göçü haline gelmiş; kiracılık, gecekondulaşma, asayişin bozulması,
esnafın geçim imkanlarının daralması gibi yeni olgular ortaya çıkarmıştır.
Osmanlılar ilke olarak
çocukların, babalarının mesleğini devam ettirmelerini benimsemişler ve ihtiyaç
olmadan yer değiştirmeleri önlemek istemişlerdi. Böylece üretimin ve vergi
gelirlerinin düşmesini engellemeyi düşünüyorlardı. Göç olayı bu siyaseti
zorlaştırmıştır.
Osmanlı sisteminin
esnekliğini kaybetmesi, yenileşme ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyacın kanun-ı
kadime dönülerek giderilebileceği fikri Tanzimalla bile sürmüştü. Nitekim
XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki iktisadi ve siyasi genişleme bu dönüşün başarılı
bir örneği olarak görülebilir.
Lale devri,
yenileşmenin sosyal hazırlığıdır. Yenileşme özlemleri, yeni düzen (Ni-zam-ı
Ccdid) teşebbüsleri, halkın tüketim kalıplarında değişme bu dönemde başlamıştır.
Yenileşme ve Batılılaşma eğilimi XVIII. yüzyılın sonlarında III. Selim’İn
Ni-zam-ı Cedid dönemini açmasıyla askeri ve İdari boyut kazanmış, Tanzimat da
bu yolda ideolojik, hukuki ve siyasi bir kilometre taşı oluşturmuştur.
Tanzimat bir noktada
ticari kapitalizmi, yani merkantilizmi yaşamadan sanayi kapitalizmine geçme
arzusunu ifade ediyor. Yani tarihi farklılığı dikkate almıyor.
Osmanlı toplum ve
ekonomisinin kapitalist gelişmenin dışında olmasının en önemli
göstergelerinden biri de yerli bir burjuva sınıfının olmayışı, büyük özel servetlerin
engellenişi idi. Tanzimat mal güvenliği gerekçesiyle böyle bir sosyal zümrenin
doğuşunu desteklemiştir. Yine zihniyet planında gelişme düşüncesi, gelenek
düşüncesini etkisİzleştirmiştir. Nihayet dünya devleti giderek küçülerek bir
doğu Akdeniz Devleti haline gelmiş, hakim sistem kaybolarak bir başka sistemin
bir ımsu-ru olmuştur.
Osmanlılarda Tımar Sistemi
Osmanlı toprak sistemi
tımar rejimine dayanmaktadır. Tımar, Selçuklu ikta sisteminin bir devamıdır.
Tımann esası devlet mülkiyeti (rakabe) altındaki toprakların yine birer devlet
memuru olan sipahilerin gözetiminde kullanım (intifa) hakkına sahip köylüler
tarafından işletilmesidir.
Tımar sisteminin
denetlenmesi görevi kadılara aitti. Her köylü ailesinin işlettiği toprak
parçası, bir veya yarım çiftlik idi. Çiftliğin alam verimine göre 70-150 dönüm
(1 dönüm 40 adım kare veya yaklaşık 1 dekardır) arasında değişiyordu.
Tımar geniş anlamıyla
“geçimlerini ve hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım
asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsil yetkisi
ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına” verilmiş isimdi.
Tımar, Osmanlı uygulamasında üç kısma ayrılmıştır: Senelik hasılatı 20.000
akçeye kadar olan topraklar -dar anlamıyla- tımar unvanını korurlarken,
20.000-100.000 akçe gelirli bölgelere zeamet, 160.000’dcn fazla gelirli
bölgelere de has denmiştir.
Tımar genellikle
sihapi denen eyalet askerlerine tahsis edilirdi. Tımann başlangıçta verilen
çekirdek kısmına “kılıç” deniyordu. Bu toprak parçası, zamanla
“terakki” alarak büyüyebilirdi. Bu sipahinin maaşına yapılan zam
demekti. Tımar, mahiyet itibariyle beş bölümdür:
1-Eşkinci
tımarı (mülk uman). Sistemde en büyük yeri kapsayan sipahi tımarıdır. Sipahilerin
sefer zamanlarında beraberlerinde umarlarının verimine göre cebclü (köylü
asker) getirmek yükümlülükleri vardır. Sefere gelemedikleri yıla ait vergi
hasılatı
devlete kalırdı.
Sipahi ölünce dirliğinin kılıç kısmı çocuklara bırakılırdı.
2-Mustahfız
tıman. Kale muhafızlarına verilen tımardır.
3-Hizmet
tıman: Bazı sınır boylarında bulunan camilerin imam ve hatipliğine, bazı saray
hizmetlerine mahsustur.
4-Mensuhat
tımarı. Müsellem ve yürük askerleri gibi lağvedilen sınıflardan boş kalan
tımarlardır. Bunlar deniz kuvvetlerinin Önem kazanmasından sonra leventlere tahsis
edilmiştir.
5-Sepet
tımarı: Hasılatı azalan ve kimseye verilmeyip beratları güya sepette kalan
umarlardır.
1527-8 bütçesine göre
devlet gelirlerinin %37’si tımar kesiminde oluşuyordu. Aynı bütçede vakıfların
payı %\2, Merkezi hazinenin payı ise %51 idi. Zaman içerisinde tımar
topraklan merkezi hazine ve vakıflar aleyhine azalmıştır. XVII. yüzyılda
200.000 kişiye ulaşan sipahi ordusu da azalarak Önemini kaybetmiştir. Nihayet
Tanzimat ve yeni Arazi Kanunnamesi yle toprakta özel mülkiyet ağırlık kazanmış
ve tımar sisteminin de kalıntıları ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
Klasik tımar sistemi
içeresinde Osmanlı topraklan ülke ihtiyacını karşılayacak bir tarım
kapasitesine sahipti. Genellikle hububat üretimi önemlidir. Bunun dışında Selçuklulardan
beri şehirlerin etrafında yürütülen bağcılık, bahçecilik ve sebzecilik
söz-konusuydu. Dut, pirinç, kendir, kenevir, pamuk, susam .zeytin gibi lif ve
yağ bitkilerinin üretimleri de vergi indirimi ile teşvik edilmiştir. Devlet
ziraî ürün arzını yüksek tutmak İçin zaman zaman ihraç yasaklan koymuş ve stok
palitikası izlemiştir.
Konar göçerlerin esas
geçim sahalan
hayvancılık idi. Bunun
yanında çiftçilik hayvancılığı da önemliydi. Et, süt ve süt ürünlerinin
tüketimi ile sanayi hammaddesi olan deri ve yün üretimi adeta devlet politikası
tarafından yönlendiriliyordu.
Osmanlılar’da Esnaf ve Küçük Sanayi
Osmanlı sanayi ve iç
ticaret kesimleri, esnaf birlikleri halinde teşkilatlanmıştı. Bu birlikler,
fülüvvet ve ahilik kurumuna dayalı İslam ve Selçuklu esnaf birliklerinin bir
devamıdır. Osmanlı devletinin kuruluşunda görev alan dört sosyal zümreden biri
ahiler, ikincisi bunun kadın kolu olan bacılar, sonra gaziler ve abdallardır.
II. Mehmed dahil olmak üzere ilk Osmanlı sultanları, ahi teşkilatının da başlan
idiler. Devletin yerleşmesinden sonra ahiler siyasi yönlerini bırakarak esnaf
olarak varlık ve etkilerini sürdürmüşlerdir. Bu yüzden esnaf, fütüv-vetname
denen yönetmeliklere tabi, hizmet ehli, diğcrgam, dayanışma, özerk bir yapıya
sahiptir. Sistem rekabete değil işbirliğine, karşılıklı kontrol ve tahsis
ilkelerine dayanır, iş ve çalışma hayatı belli bir disiplin altına
alınmıştır. Yükselebilmek için ehliyet ve liyakat esastır. Bu yolda herşey
sıralıdır, teşkilatın en büyüğü gibi keyfî hareket edemez. Esnaflığa giren
genç, mesleğinde uz-manlaşmadıkça ve zaman gelmedikçe yük-selemez ve ayn dükkan
açamaz.
Sistem, ihtiyaca göre
üretim hedeflerine uygun olduğu gibi, zihniyet de çıkarcı değil dayanışmacı,
bencil değil diğergam esasa dayanmaktadır. Esnafın üzerinde kadı ve muhtesib
bulunmaktadır. İç teşkilatın önemli unsurlan şeyh, nakib, kethüda (kahya),
yiğitbaşı, ehli vukuf (ehli-i hibre)dir. Diğer görevlerinin yanında, kadı’mn bu
teşkilatın başı olması piyasa üzerinde devlet denetiminin derecesini gösterir.
Üretilen ve piyasaya arzedilen her şey kadının bilgisi içindeydi. Sistem içinde
malların üreticiden tüketiciye en kısa yoldan intikali amaçlanmıştı. Esnaf
gedik usulüne tabiydi. Bu, memurların kadro sistemine benzer. Bunda da ihtiyaç
duyuldukça yeni kadrolar ihdas edilir, böylece iç ticaret kesiminin aşırı büyümesi
engellenirdi.
Alım ve satış
tekelleri esnaf düzeninin en önemli hususlarındandır. Bu tekeller devletin
üretim, mübadele ve fiyatları etkin bir şekilde denetlemesini sağlıyordu. Bu olgu
bir işbölümü disiplini de oluşturmuştu. Esnafın birbirlerinin üretim ve saüş
sahalarına taşmaları yasaktı. Yine böylece hem haksız rekabetin, hem de
işsizliğin önlenmesi amaçlanıyordu. Esnafın işleyeceği hammadde tedarikinde
güçlük çekmemesi için de tahsis politikası izleniyordu. Yani belli hammaddeler,
belli esnafa tahsis edilmişti. Bu tahsislerde, özellikle stratejik maddelerde
devlete bir öncelik tanınmıştır.
Esnaf sistemi içinde
ürün arzının, dolayısıyla bu ürünlerin fiyatlarının istikrarlı, kalitelerinin
standartlara uygun olması amaçlanmıştır. Teşkilat yan özerk yapısıyla devletin
uyguladığı narh politikasının en önemli yürütme ve denetim cihazını oluşturmuştur.
Böyle bir
sosyo-ekonomik yapıyla karşılaşan, mesleğe yeni giren genç, mesleğin inceliklerini
öğreninceye kadar ustasına hizmet ederken, bîr yandan da ahlakî arınma
içerisinde olmalıdır. Gence bu yolda verilen yol atası ve yol kardeşi
yardımcıdır. Geleceği yola (fütüvvete), birliğe, yardımlaşma sandığına,
mesleğe, sanala ve ihvana
ihanet etmedikçe,
birlik mensupları tarafından garanti edilmiştir.
Esnaf birliklerinde
meslekteki maharet ve eskiliğe dayanan bir kademeleşme mevcuttu. Fakat aynı
dönemde batı korporas-yonlarında görülen tabakalaşma sözkonusu olmamıştır. Batı
sınıflı toplum yapısının sonucu olan bu durum, Avrupa sendikacılığına
yansımıştır.
Esnaf teşkilatı
içerisinde sosyal güvenlik ve eğitim önemle kendini gösterir. Yine siyasi
katılma olayı oldukça yüksektir. Esasen kendi içindeki özerk ve demokratik yapısı,
dış ilişkilerdeki katılımcı rolüyle tamamlanmıştır.
Sanayi, dericilik,
ipekli ve yünlü dokumacılık gibi hayvancılıkla, pamuklu doku macılık gibi
tarımla yakın ilişki halindeydi, Gemi inşa sanayii devletin elinde tuttuğu
savunma sanayiine örnek olarak verilebilir. Küçük sanayi esnaf teşkilatının
elindedir.
Ülkede bakır, gümüş,
altın, şap, demir, kurşun ve kükürt madenleri bulunmakta para politikasının
gerekleri ve savunma sanayiinin ihtiyaçtan maden işletmeciliğine yön
vermiştir. Maden sanayii tanm aletleri, ev gereçleri ve savaş malzemeleri
konusunda yoğunlaşmıştır.
Osmanlılar’da Fiyatlar ve Ücretler
Osmanlı ekonomisinde
görülen fiyat hareketlerini enflasyon olarak tanımlamak oldukça zordur. Bunun
en önemli sebebi madeni para rejimidir.
Mesela XVI. yüzyıldaki
yıllık fiyat hareketleri, nominal olarak %2’ye, reel ola-rak%l’e bile
varmamakıadır. Üstelik sürekli ve yaygın fiyat artışlarının olmadığı bir
ekonomi olan Osmanlı ekonomisinde, bu
rakamları ortaya
çıkaran amil, büyük ölçüde Amerika’dan Avrupa’ya intikal eden gümüşlerin para
arzını attırmasıdır. Bu döneme ait bazı verilerden anlaşıldığına göre,
1585-1606 arasında nominal fiyat artışları yılda %9.2 reel fiyat artışları ise
%4.8’dir. XVIII. yüzyıl başlarındaki iktisadî genişleme, bir fiyat istikran
içinde gerçekleşmiştir. Üretim ve ihracat artmış ve 1760’lara kadar hiçbir
ciddi para operasyonu yapılmamıştır. Ancak yüzyıl sonlarındaki iktisadi daralma
ile birlikte para değeri düşer ve fiyatlar yükselmeye başlar. 1790-1800
arasında fiyat artış hızı, o zamana kadar görülmemiş boyutta olmak üzere %5
civarına yükselir.
Osmanlılar da, İslam i
geleneğe bağlı olarak narh sistemi denilen fiyat tesbit ve denetim sistemi
oluşturmuşlardı. 8u uygulamada temel ölçü, arz ve tolep şartlan olup tekelci
eğilimler giderilmek istenmektedir. Ortalama kâr genellikle % 10-20 arasında
değişmektedir.
Narh, toptancı ve
perakendeci için ayn ayn tesbit edilirdi. Toptancılann perakendecilik yapmalan
yasaktı. Malların ham, yan mamul veya mamul olmaları, tedarik piyasalannın farklılığı
fiyat tesbit yöntemlerinin de farklı olmasına yol açardı.
Piyasanın denetlenmesi
kadı’nın ve muhtesibin görevleri arasındaydı. Ticaret ahlakına uymayan
davranışlar öncelikle esnafın iç denetimi, sonra da muhtesip ve kadı’nın
denetimleri ile karşılaşırdı. Narh düzenini bozma teşebbüsünde bulunanlar cezalandırılırlardı.
Narh sistemi
standartlaşma ve kalite denetimi ile teminat altına alınmak istenmiştir.
Emek ve Ücretler
Osmanlı ekonomisinde
emek faktörünü, hür ve köle emeği olarak ikiye ayırabiliriz. Hür emek, esnaf
veya esnaf dışı olabilir. İkinciler de sıkı bir iş disiplinine tabıydı. Devlet,
su kanallannın yapımı, büyük bina-lann, köprülerin, kalelerin yapım ve tamiri,
madencilik, tuzlacılık, hasat gibi önemli sayılan işler için belli bölgelerden,
genellikle iş aletleriyle ve bazen harcırahlanyla peşin ücretleri ödenerek işçi
celbederdi. Bütün bunlar istisna değildir ve emek piyasa büyük ölçüde devlet
denetimi altındadır.
Özellikle Osmanlı
Anadolu’sunda nüfusun az ve XVI. yüzyıldaki nüfus artışı hariç, durgun
olduğunu hatırlarsak ücret seviyesinin yüksek olduğunu varsayabiliriz. Bu
yüzden işsizlik olayı değil, işgücü noksanı vardır. Tanm dokuma ve inşaat
sektörlerinde XVI. yüzyıl ve sonrasında emekçiler daha yüksek ücret aldıktan
işyerlerine kayıyorlardı. Bu yüzden devlet ve vakıflar bu, nisbeten yüksek
ücretleri karşılamada güçlük çekiyorlardı.
Ücretlerin yüksek
seviyesini koruması, işverenin başka çözümler aramasına yol açmıştır. Mesela
Bursa dokuma sanayiinde hür emek yerine köle istihdamının daha elverişli
görüldüğünü biliyoruz. Ücret karşılığı işçi çalışünlacağina, köle satın
alınıyor, bedeli tutannda işi yerine getirmesi sağlanıp sonunda azad ediliyor
ve başka bir köle satın alınıyordu.
Osmanlı ekonomisinde
bir işçi sınıfı olmadığı gibi, sanayi devrimi döneminde bir işçi sefaletinden
söz etmek mümkün değildir. Belki de Osmanlı ekonomisinde sanayi devriminin
oluşmasının sebeplerinden biri de, ücretlerin nisbî yüksekliğidi
. Osmanlılarda Finansman
İslam ve Osmanlı para
siyasetinin esası, paranın yani altın ve gümüşün, mübadele aracı olarak
kullanılması, eşya olarak kullanılmasının en aza indirilmesidir. Yine Osmanlılar,
geleneği sürdürerek, ülkeye kıymetli maden girişini teşvik etmişler, çıkışını
ise yasaklamışlardır. Böylece para arzının kaynağının yeterli seviyede olması
amaçlanmıştır.
Osmanlı para sistemi
“kötü para, iyi parayı kovar” kuralının ve dış fiyatlardaki
farklılığın baskısı altındaydı. Bu yüzden, içindeki bakır miktarı nisbeten
fazla olan Mısır paralan ile yüksek değerli İstanbul paralan arasında sürekli
bir mücadele vardı. Bu mücadele sonunda istanbul paralan kayboluyor, piyasada
Mısır paralan kullanılıyordu. Yine doğuda kıymetli maden fi-yatlanmn yüksek
oluşu, Osmanlı ülkesinden bu bölgelere, yani Iran ve Hindistan’a doğru bir
altın ve gümüş kaçakçılığı oluşturmuştu. Devlet bu kaçakçılıkla sürekli olarak
mücadele ediyor, piyasada yeterli para bulunmasına çalışıyordu.
Kıymetli maden ve para
darlığı, paranın içindeki bakır oranının çoğaltılması veya kenarlarının
kırkılmastyla sonuçlanıyordu. Bunu devlet yapmasa, piyasa yapıyordu. Fakat
paradaki değer kaybı asırlara göre hesaplandığında çok azdı. Mesela ilk
Osmanlı akçesinin darbedildiği 1362 yılından 1740 yılına kadar geçen süre
içinde değer kayıp oranı %84,3 idi. Buna göre yıllık ortalama değer kaybı
%0,2’de kalmıştı.
Osmanlılarda bağımsız
olarak ilk gümüş parayı (akçe) 1326 yılında Orhan Gazi bas-
tırmıştı. Ancak Fatih
zamanında ticari faaliyetlerin gelişmesiyle oluk akçe (1470) ve ilk Osmanlı
altını (1476) basılmıştır.
Akçe değeri 1492-1565
arasında sabit kaldı. Bu dönemde nisbi bir altın bolluğu vardı. Fetihlerin bir
sonucu olarak da ülke içinde çeşitli para tedavül bölgeleri ortaya çıkmıştı. Bu
bölgelerdeki eskiden kalan pa-ralann ağırlık, ayar ve hatla isimlerine bile
dokunulmuyordu. Mesela, Mısır Pare, Doğu Anadolu şahî, Macaristan penz
bölge-siydi. Bu gümüş paraların akçeye göre ayarlanmasında ortaya çıkan
dengesizlikler çoğunlukla akçeyi iyi para durumuna getirdiğinden, bu paranın
piyasadan kaybolmasına yol açabiliyordu.
Amerika’nın keşfinden
(1492) sonra Av-rupalılann ele geçirdikleri gümüş, XVI. yüzyılın ikinci
yansından itibaren “guruş” denen iri gümüş sikkeler (30 gr.) şeklinde
Osmanlı ülkesinde görülmeye başlandı. Yüksek mal fiyatları Batı’ya doğru kaçak
mal akımı oluşturmuşken, altın ve gümüş fiyatlannın yüksekliği Güney ve Doğu’ya
doğru da kıymetli maden ve para akımı meydana getirmişti. Bu yüzden devlet, ülkedeki
para arzını daraltan bu akımı da engellemek zorundaydı. Bunun için ülke dışına,
Özellikle Doğu”ya kıymetli maden ve para çıkarılması yasaktı. Mal getiren
tacir, ülkesine yine mal ile dönmek zorundaydı.
XVI. yüzyılın
sonlannda gümüşün bol-laşıp değerinin düşmesi, altın ve mal fiyatlarının
yükselmesi, gelirleri nisbî olarak düşürmeye başladı. Bu durum XVII. yüzyılda
da devam edecekti. Bu ortamda ve 1578-90 İran savaşlan sırasında ilk büyük
devalüasyon yapıldı (1586). Bunun yanında maliyetleri yükselen ve iktisadi
olmaktan çıkan birçok gümüş ve altın madeniyle darbhane kapandı. Ülkede bir
yabancı para hakimiyeti başladı.
1600-1685 dönemi, akçe
devalüasyonlarının ve yabancı para hakimiyetinin sürdüğü dönemdir. Özellikle
savaşların getirdiği büyük harcamalar malî darlık getirmiş, bu da
devalüasyonların ek sebebi olmuştur. Ülke ekonomisini tahrip eden bu savaşlar
sonunda Osmanlı devletinin kapitalizm karşısındaki enerjisi azalmıştı. Fakat
Viyana yenilgisi onu derlenip toparlanmaya ve para politikasına çekidüzen
vermeye itti. 1685’ten itibaren darbhaneler, ardından da madenler açılarak
yerli paraya dönüş devri başladı ve yeni finansman imkanları yaratılmaya
çalışıldı.
XVI. yüzyılın sonundan
beri ülkede tedavül eden yabancı guruşlar Ömek altnarak büyük gümüş ve altın
paralar basılmış, ufak alışlar için kullanılan, fakat küçülerek kullanışsız
hale gelen akçe, yerini Mısır kaynaklı “pare”ye bırakmıştır. Fakat
darbedi-len paralar özellikle askeri harcamaların finansmanında yetersiz
kalınca, mankur darbına gidilmiştir.
Mankur veya pul denen
bakır para I. Murat’tan (1360-1389) XVII. yüzyıl ortalarına kadar ufaklık para
ihtiyacını karşılamak üzere basılagelmişti. Ancak bu dönem, 1688 “de,
darbedilmeye başlanan mankur, altın ve gümüş paraların yetersizliği karşısında
nakit ihtiyacını karşılamaya yönelikti.
Mankur itibari bir
para olduğu İçin, yani maden değeriyle para değeri arasında büyük bir fark
olduğu için serbest darb hakkına sahip değildi. Yani isteyen kişi, altın ve
gümüş parada olduğu gibi, darbhaneye bakır getirip mankur darbettiremezdi.
1688’de mankur, ikisi
bir akçe üzerinden
tedavüle sürülmüş ve
bu raiç piyasada olumsuz bir tepki yaratmamıştır. Bundan cesaret alan maliye,
aynı yıl içinde bir man-Vuru bir akçe üzerinden sonsuz ibra hakkı ile tedavül
etmesini kararlaştırdı ve büyük miktarlarda mankur tedavüle sürüldü. Hazine
borçlarının büyük bir kısmı bu “enflasyon” parası ile tasfiye
edildi. Mankura yüklenen bu olağanüstü değer ve sonsuz ibra hakkı kalpazanlık
hareketlerini kamçılamış ve ülkeye gemiler dolusu kaçak bakır para girişine yol
açmıştır. Böylece piyasa alt üst olmuş, tüccar mankur kabul etmez hale gelmişti,
özellikle İstanbul çevresinde yarattığı bunalım ve enflasyonist eğilim
sebebiyle mankur, 1961 sonlarında tedavülden kaldırılmış ve devlet yeniden
altın ve gümüş paralar darbederek yerli paraya verdiği önemi sürdürmüştür.
Aynı yıldan İtibaren “zolta” denen Polonya asıllı yeni Osmanlı
guruşlan darbedilmeye başlandı. II. Mustafa XVII. yüzyıl sonlarında ülkede
yerli para hakimiyetini ve para birliğini sağlamak için, yeni darbhanelerin
açılması gibi kalıcı teşebbüsler yaptı. Bu arada gümüşün nisbeten bollaşması
ile XVIII. yüzyılda gümüş paralar altın karşısında birkaç defa devalüe edilmiştir.
Osmanlı ekonomisinde
hesap parası sonlara kadar akçe idi. Fakat XVIII. yüzyıl ortalarında bütçe vs.
rakamları için pare, XIX. yüzyılda guruş ağırlık kazanmıştır. Bu yüzyılın
sonlarında da lira esası kabul edilmiştir.
Tanzimatla beraber
kağıt para süreci başlamıştır. 1840’ta tedavüle çıkarılan esham, bir kese akçe
karşılığı olup kaime adıyla ilk kağıt para örneğini teşkil etmiştir. Aynı
dönemde altın ve gümüş mecidiyeler çıkarılmış, altın ve gümüş arasında 1/16
oranı kurulmuştur. Bu
arada 1846’da guruş %90 oranında değer kaybetmiştir.
1861’de bu kaimelerin
tedavülden kaldırılma teşebbüsünden sonra, 1863 yılında Osmanlı Bankasına
banknot ihracı imtiyazı verildi. 1867’de devlet yeniden banknot ihraç etti.
1915’te üçüncü defa banknot ihracı yapıldı.
Osmanlılarda ticaretin
teşvik edilmesi, kredi kullanımının da yaygın olduğunu akla getirebilir. Burada
kredi arzının yüksek olduğunu ve teşvik edildiğini görüyoruz. Vakıf,
Yeniçeri, Esnaf Sandıklan, Para Vakıfları ellerindeki paralan kredi verme
yoluyla işletiyorlardı. Buna mukabil kredi talebi teşvik edilmemekteydi. Bunda
esas amil bir İslam ekonomisinin öz sermaye ekonomisi olduğu ve kredi
kullanımının asgariye indirilerek riba şartlarının gerçekleşmemesi fikirleridir.
Kredi yerine mudaraba gibi ortaklıklar, finansman meselesine daha uygun bir
çözüm tarzı olarak görülmüş olmalıdır.
Osmanlılarda Ulaşım Sistemi ve Ticaret
Osmanlı ekonomisi
geleneksel olarak ticaret serbestisini ve özellikle transit ve dış ticaretin
geliştirilmesini sağlamıştır. Osmanlı topraklan Doğu ve Batı ekonomilerini
birbirine bağlayan İpek ve Baharat yollarının üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan
elde edilen gümrük gelirleri devlet için önemli bir kaynaktı. Bunun için
ticaretin denetimi ve yolların güvenliğinin sağlanması devletin sorumluluğu
altındaydı.
Devletin en geniş
zamanlarında Karadeniz, Marmara, Kızıldenİz gibi iç denizler ülkeye dahildi.
Akdeniz, Hind denizi ve Basra körfezinde büyük ölçüde hakimiyet sağlanmıştı.
Osmanlıların Doğu Akdeniz ve Ortadoğu ulaşımına hakim olmaları Batılıları
doğrudan Asya’ya ulaşma çabası içine itmişti. Ulaştırma ağı içinde, kara
ulaştırması ile deniz ulaştırması bütünleşmişti. Limanlar aynı zamanda kara
yollarının nihayetinde bulunuyorlardı. Osmanlılar devraldıkları ulaşım
teknolojisinde bir değişiklik yapmamışlardır. Sadece yol üzerindeki kervansaray,
köprü gibi bayındırlık tesisleri korunup geliştirilmiştir. İç ulaşımda at, deve
ve tekerlekli araçlar kullanılmaktadır. Ulaşım maliyetleri oldukça yüksektir.
Ulaşım güvenliğini sağlamak için derbent teşkilatı kurulmuştur. XIX. yüzyılda
Batı, karayollarını ıslah edip demiryollarını kurarak Avrupa kıtasını
bütünleştirmiş, buhar gücünü, sanayi ve ulaştırmada kullanarak hamle yapmıştır.
Osmanlı iç ticaret
hayatı açık ve kapalı çarşılarda sürdürülmektedir. Ticari hayat devlet denetimi
altındadır. Üretim ve arz düzenlenerek hem ihtiyaç duyulan malın üretimi, hem
de fiyat istikran sağlanmak istenmiştir. Tekelci eğilimlerin önlenmesi için
tedbirler alınmıştır. Kalite denetimi ve standartlaşmaya özel bir ilgi
gösterilmiştir.
Osmanlı Devletinin
kuruluş ve genişleme dönemlerinde dünya ticareti Akdeniz çevresinde
yoğunlaşmıştı. XV. yüzyıl son-lanndan itibaren yapılan deniz keşiflerinin
sonucunda, dünya ticareti XVII. yüzyılda Akdeniz’den Okyanuslara kaymıştı.
Türkiye’nin dünya ticaretinden aldığı pay azalmaya başlamış, yerli sanayi
mamullerine karşı ciddi dış rakipler ortaya çıkmıştır.
Devlet, bir esas
olarak kabul ettiği adalelin ancak sosyal refahla sağlanacağını bilmektedir.
Bu amaçla ithalat genellikle kısıt-lanmamıştır. Temel gıda maddelerinin, sanayi
hammaddelerinin ve yan mamul maddelerinin ve savunma araçlarının ihracatı
genellikle yasaktır. Buna rağmen toplam ihracat tutarı ithalat tutarından
fazladır. Bunun en önemli göstergesi klasik dönemde ülkedeki döviz bolluğudur.
Yabancı tacirler
sadece toptancılıkla uğraşabiliyorlardı. Çünkü perakende ticaret yerli esnaf
ve tüccarın hakkıydı. Bu yerli perakendeci esnaf ve tüccarın, yabancı tacirler
karşısında azımsanmayacak pazarlık güçleri vardı. Ancak yabancı tüccarın yerli
gayri müslim tacirlerle iş yapma eğiliminde oldukları da bir gerçekti.
XVIII. yüzyılda sınaî
ve ziraî üretim ve ihracatta hissedilir gelişmeler olmuştu. Osmanlı dış
ticareti fazla vermeye devam etmişti. Ancak yüzyılın ikinci yansında iktisadi
daralma ve üretim yetersizliği sözko-nusuydu.
Osmanlı ülkesi yabancı
tüccarlar için cazip olmakla birlikte Osmanlı tüccarlan da dış pazarlarda
ticaretle uğraşıyorlardı. Devlet tarafından bazan dışarıya “hassa tacirleri”
denen satın alma heyetleri gönderilmekteydi. XVIII. yüzyıl başlarında gayri
müslim tüccara büyük haklar tanınmış, bu haklar daha sonraları müslüman
tüccarlara da genişletilmişti (hayriye tüccan). Tanzimat yerli tüccarın
avantajlarını bertaraf etme yolunda Önemli bir eğilimi hızlandırmıştır.
Sözgelimi 1838 ticaret sözleşmesiyle yed-i vahid denen imtiyaz lan kaldırılarak
yerli esnaf ve tüccar savunmasız bırakılmıştır.
Ticarette peşin
ödemeler kadar, vadeli ödemeler de önemlidir. Bu yüzden Osmanlılar da poliçeye
benzeyen süftece ve kita-bu’1-kadı (kadı mektubu) denen belgeleri
kullanıyorlardı.
Süftece, nakit para transferinden doğan zorluklan bertaraf eder.
Kita-bu’1-kadı ise, bir alacağı tahsil etmek amacıyla kullanılan belgedir.
Bununla alacaklının vekili bazı şartlarla bu belge ile borçlunun borçlusundan
parasını tahsil edebilirdi.
Mudaraba denen emek
sermaye ortaklığı ile atıl para sahibi kişiler ile vakıflar ve yardım
sandıklan paralannı işletiyorlardı.
Osmanlı ekonomisinde
ticaretten alınan vergiler gümrük sistemi içerisinde incelenir. İç ve transit
ticaretten alınan vergiler iç gümrüklerin, dış ticaretten alınan vergiler ise
dış gümrüklerin konusudur, tç gümrüklerde alınan vergiler amediye (gelen)
refti-ye (giden) masdariye (ithal edilen), müruri-ye (transit) vergilerdir. Dış
gümrüklerin oluşmasında Osmanlı devletinin ahidna-me-i hümayun adı altında
yabancı devletlere verdiği ticari imtiyazlar, bir başka ifade ile
kapitülasyonlar önemlidir. Kapitülasyon sistemi Osmanlılardan önce oluşmuştur.
Osmanlılar bu politika ile mali ve siyasi amaçlar güdüyorlardı. Mali amaç
ticari kazançları arttırmaktı. Siyasi amaç ise Osmanlıların Batılı devletlere
imtiyaz vererek bunları birbirlerine karşı kullanmasıydı. Ancak devlet
zayıflayınca bu sistem Osmanlılar aleyhine kullanılmış, özellikle gayri müslim
yerli tüccar Avrupa devletlerinin himayesine girerek tekelci özellikler
kazanmışlardır.
Osmanlı Maliyesi
Osmanlı maliyesi çok
geniş topraklar üzerinde kurulmuş bir devlet yapısı içerisinde esneklik
özelliği taşır. Bu şekilde fethedilen yerlerdeki mahalli gelenekler de
değerlendirilerek mali bütünleşme sağlanmıştır. Mali ve idari bakımlardan
özerk ve yarı özerk birimler kuvvetli bir merkeziyetçilik çerçevesinde
yerlerini almışlardır.
Osmanlı Devleti sayım
(tahrir) geleneğine sahip ülkelerde yayılmıştır. Bu sayımlar gelir
kaynaklarını tesbit amacıyla yapılır ve değişiklikleri izleyebilmek için de
genellikle otuz yılda bir tekrarlanırdı. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren
ancak yeni fethedilen veya elden çıktıktan sonra geri alınan bölgelerin sayımı
yapılmıştır.
Sayımlar genellikle
iki safralıydı. îlkinde faal nüfus, mali imkanlar ve bundan devletin payı
belirleniyordu. İkinci safhada devlet payına düşen gelirin hazine ile tımar
kesimi arasında bölüştürülmesi yapılırdı. İlk safhada hazırlanan deftere
mufassal (ayrıntılı defter), ikincisine icmal (özet) denirdi. Bu defterlere
tapu defterleri de denmektedir.
Mali teşkilatın en üst
makamı baş defterdarlıktır (Bab-ı defleri). Merkez ve eyaletler maliyesi ona
bağlıdır. Tımar sistemi için ayrı defterdarlar vardır. Başdefterdarhğın
yönetiminde hazinenin çeşitli gelir ve gider hesaplarının tutulduğu ve
koordinasyonun sağlandığı çeşitli kalemler vardı. Başdefter-dann zaman içinde
değişen sayıda yardımcıları vardı. Bunlardan Rumeli birinci defterdarı, aynı
zamanda sadramaza karşı sorumlu olan Başdefterdar idi. Başdefterdar malî
yargının ve hazine işlemlerinin en üst’ makamıydı. Rumeli ve Anadolu eyaletlerinin
dışında kalan diğer eyaletler de Başdef-terdara bağlı taşra defterdarlık lan
kurulmuştur.
Merkezdeki maliye
daireleri eyaletlerde ve merkezde oluşan gelirleri, giderleri veya her ikisini
de yönetmekte, bir kısmı da koordinasyon işlevi görmektedir. Gelir ve gİ-der
kalemleri mukataa denen işletmelerin satış, el değiştirmesi gibi işlemleriyle
ve cizye ve avarız gelirlerinin tahsili, ödemelerin yapılması vs. işlerle uğraşırlardı.
Bir dereceye kadar coğrafi bir işbölümünü aksettiren merkez maliye kalemleri
şunlardı:
A. Gelir
kalemleri: Başmuhasebc (Mu-hasebc-i evvel), Cizye Muhasebesi, Hara-meyn
Muhasebesi, Harameyn Mukataası, Mevkufct, Başmukataa (Mukataa-i evvel), Ziyade-i
cizye, Maden Mukataası, Bursa Mukataası, İstanbul Mukataası, Avlonya ve Ağriboz
Mukataası, Haslar Mukataası, Anadolu Muhasebesi, Ağnam Mukataası, Şıkk-ı sanî
kalemi.
B. Gider kalemleri: Yeniçeri Kalemi, Piyade
Mukabelesi, Süvari Mukabelesi, Tezkire-i kaf’a-i evvel, Tezkire-i kal’a-i küçük,
Küçük Ruzmançc, Teşrifat Kalemi, Salyane Mukataası.
Bazı gelir büroları
aynı zamanda bazı giderlerin hesabını tutmayı da üstlenmişti. Ruznamce kalemi
de merkezi koordinasyonu sağlayan kalemlerin başında gelmektedir.
Osmanlılarda hazine,
iç ve dış hazineler olmak üzere iki türlüydü. İç hazine bir yönüyle
padişahların özel gelir ve giderleriyle ilgiliydi. Bir yönüyle de dış hazine
için bir destek hazinesi, bir kredi kurumu vasıflan taşımıştır. Dış hazine,
maliye dairelerinden Ruznamçe kalemi tarafından kayıtlan tutulan, yönetim
sorumluluğu sadrazamın ve defterdarın üzerinde olan devlet hazinesi dir.
Ruznamçe kaleminde tutulan günlük hazine kayıtlan “sağlama, mizan”
Özelliği taşımaktadır. Bu yüzden defterdarlık kalemlerinin kayıtlarında bir
hata varsa, bu ruznamçe kayıtlarıyla karşılaştınlarak bulunurdu.
Nizam-ı cedid
döneminde tek dış hazine yerine, çoklu hazine sistemine geçilmiş, Tanzimatla
birlikle yeniden tek hazine sistemine dönülmüştür.
Osmanlı Devletinde eyaletlerin
malî bakımdan farklılıkları vardı. Ülkenin en geniş zamanında devlete bağlı
kırktan fazla eyalet, özerk yönetim ve tabi devlet vardı. Eyaletler haslı ve
salyaneli olarak ikiye ayrılır. Haslı eyaletler tımar kesimine dahildir ve
Beylerbeylerine öncelikle eyalet hazinesinden nakit yıllık (salyane) tahsis
edilirdi. Bu tür eyaletlerin gelir fazlalarından, ihtiyacı olan diğer
eyaletlere katkıda bulunulurdu. Artan miktar ise, irsaliye adı altında merkeze
yollanırdı. Eflak, Boğdan, Erdel ve Dubrovnik gibi tabi devletlerin Osmanlı
devletine bedel-i cizye Öderlerdi.
Devletin yıllık gelir
ve giderleri bütçelerde (icmal) gösterilirdi. Bunlar genellikle yıl sonuna ait
hesap cetvelleridir. Yine de çağdaş bütçe kavramına uyan bir şekilde, yıl
başına ait gelir ve harcama tahmini şeklinde icmaller de vardır.
Bütçe rakamları XVI.
yüzyıldan itibaren sürekli olarak artmıştır. 1523-1784 arasındaki 261 yılda
bütçe gelir ve giderlerindeki artık nominal olarak %1532 ve %1898’dir. Para
birimi olarak akçedeki değer kayıplarını hesaba katarsak reci gelir ve gider
artışları ise %352 ve %436 olmuştur.
XV-XVI. yüzyıla ait
bütçeler birbirini izleyen iki Nevruz arasındaki bir güneş yılı için
düzenlenmekteydi. Yine bu bütçeler gelir bölümlerinde eyaletlere göre bir tasnif
verir. XVtI-XVtIL yüzyıl bütçeleri ise ay yılı bütçeleridir. Bunlar
merkeziyetçi bir gidişin sonucu olarak maliye bürolarına veya gelir-gider
türlerine göre tasnif gösterir.
Bütçelerde yer alan
gelir kaynaklan çoğunlukla mukataa, cizye ve avanz gelirleridir. Mukataalar
doğrudan devlet işletmeleri, devlete ait bir gelir payının tahsili işi, inhisar
(alış tekeli, monopol) haline getirilen herhangi bir kuruluşun işletme hakkı
veya üretilen malı satın alma tekeli (monopson) oluşturma gibi özellikler taşıyabilirler.
Kara ve deniz gümrükleri, darbhaneler, madenler ve şaphaneler buna örnek
olarak verilebilir. Mukataa gelirleri çoğunlukla devlete ait olmakla
birlikte, vakıflara tahsis edilen, ulufe karşılığı veya ocaklık olarak
verilebilen veya has olarak tahsis edilebilen mukataalar da vardır. Devlet
uygun gördüğü her türlü ziraî, ticarî ve sınaî işletmeyi mukataa haline
getirebilir ve bunlardan payına düşeni çoğunlukla özel teşübbes eliyle
toplatabil irdi. Mukataa gelirlerinin bütçe içindeki payı %24-40 arasında
değişmiştir. Mukataalar başlıca üç yöntemle işletilirdi. Bunlar iltizam, emanet
ve XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren malikanedir.
İltizam mukataaların
ihale sonucu bir bedel karşılığında özel teşebbüs tarafından işletilmesidir.
İltizamın süresi genellikle üç yıldır. Ancak bu süre dolmadan mukataa
gelirlerinde olağandışı bir artış olması, bir rant oluşması durumunda mukataa
daha yüksek bir bedel teklif eden bir başkasına verilebilirdi. Yine mukataa
sahipleri yeteri kadar kefil göstermek zorunda oldukları gibi, bunların bütün
mal ve mülkleri hazineye ipotekli sayıldığından, hiçbir şeylerini satamazlar
ve başkasına devredemezlerdi.
Emanet, mukataaların
emin denen memur tarafından işletilmesidir. Mültezimlere çekici gelmeyen veya
madenler ve gümrükler gibi devlet tarafından işletilmesi gereken mukataalar
emanet ile işletilirdi. Her hangi bir sebeple mukataalann iltizamla işletilmesi
zorlaştığında, devlet mukataalan kapatmaktansa, onları yarı iltizam-yan emanet
yoluyla (emanet ber vech-i iltizam) işletirdi. Bu taktirde mukataayı işleten
kişi, kendinde memuriyetle özel teşebbüsü birleştirmiş olurdu. Emin sıfatıyla
maaşlı bir memur ve belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığından işletmenin
kâr ve zararından sorumlu bir kişi olarak görünürdü.
Üçüncü usul olan
malikane ömür boyu olarak verilen iltizamlara verilen isimdir. XVII. yüzyılın
sonlarından itibaren iltizamla işletilen mukataalar malikane haline getirilmeye
başlanmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar Osmanlı iktisadi ve mali tarihinin
önemli bir kurumu olarak yaşayan malikane, devletin vergi aldığı bütün
faaliyetlere ve hatla eyaletlere kadar genişlemiştir. Malikane sahiplerinin
işletmelere kendi mülkleri imişcesine uzun vadeli yatırım yapacağı ve
dolayısıyla malikane sisteminin tımar kesimindeki güvenliği iltizama da hakim
kılacağı düşünülmüştü. Fakat bunun pek gerçekleşmediği zamanla görülmüştür.
Osmanlı devletinin
ikinci Önemli gelir kaynağı cizyedir. Cizye zımmi statüsündeki faal erkek
nüfustan alınan vergiydi. Bundan başka Rumeli’deki tabi devletler bedel-i cizye
denen maktu cizye öderlerdi.
XVII. yüzyılın
sonlarında yapılan reformla cizye, klasik Islami dönemde oldu ğu gibi
yükümlünün mali durumuna göre üç sınıfa ayrılarak farklılaştırılmıştır. Bu cizye,
cizye muhasebesi bürosu tarafından toplanırken, tabi devlet vergisi vasfındaki
cizyeler ise maden kalemi tarafından toplanırdı. Cizye gelirlerinin payı,
toplam bütçegelirleri içinde %23-48 arasındadır ve reformdan sonra büyük
artışlar göstermiştir.
Üçüncü önemli kaynağı kısaca
avarız denen olağandışı vergilerdir. Bunlar başlangıçta savaş harcamalarını
finanse etmek için konmuş, XVII. yüzyılın sonlarından itibaren olağan vergiler
haline gelmişlerdir. Bunların toplam bütçe gelirlerine oranı % 10-20
arasındadır.
Osmanlı bütçeleri
devletin tımar ve vakıf sisteminin dışında kalan nakdî harcamalarını
kaydeder. Bunların bir kısmı mahsup işlemiyle yapılırken, bir kısmı da
hazineden yapılan nakit çıkışlardır. Tahsis ilkesi devletin harcama
politikasının esasıdır.
Bütçelerin ikinci
önemli gider kalemi teslimattır. Bunlar ordunun ve sarayın çeşitli mühimmat
ihtiyaçlarına ayrılan harcamalardır. Paylan %30’lardan %15’lere düşmüştür.
Has ve salyane harcamaları %5-15 arasında bir orana sahip olmuşlardır. Bunlar
haslara karşılık ayrılan Ödeneklerle yıllık Ödeneklerdir. Hazineden yapılan ve
%5-15lik bir paya sahip olan küçük cari harcamalara da ihracaat denir.
Görüldüğü gibi, modern
bütçelerde önemli bir yer tutan kamu yatırım harcamaları bu bütçelerde yer
almıyor. Çünkü bayındırlık, eğitim, sağlık vs. yatırımları hazineden para
çıkışı ile değil, bazı vergi muafiyetleri ve vakıfları eliyle yürütülüyordu.
Osmanlı maliyesi savaş
ve maaş harcamaları için XVII. yüzyıldan itibaren iç borçlanma teşebbüslerine
girişmiş, bunlar sonraları imdad-ı seferiye ve imdad-ı haza-riye adı altında
vergilere dönüşmüştür. Yine XVIII. yüzyılın sonlarında başlayan esham
uygulaması, büyük mukataa gelirlerinin halka satılması demekti ve bugünkü gelir
ortaklığı sistemine benzer. XVIII. yüzyıİın sonlarında sözü edilmeye başlanılan
dış borçlanma ise XIX. yüzyıl ortalarında, Kırım Savaşı sırasında
gerçekleştirilmiştir. Bu süreç yirmibeş yılda duyûn-ı umumi-ye’ye yol açmıştır.
Osmanlılarda Vakıf
İslam’ın sosyal ve
iktisadî sistemi, vakıfların gösterdiği gelişmenin önemli sebebidir. Lüks ve
israf yasaklan harcanabilir gelirlerin önündeki alanları daraltmış ve bunların
vakıflar yoluyla toplum refahının artmasına yönelmesini sağlamıştır.
Vakıf gayn menkul ve
menkul olarak ikiye ayrılır. İkisinde de esas, bir malı insanların
faydalanması için, Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere, ferdî mülkiyet sahasından
çıkarmaktır. Asıl vakıf gayr-i menkul vakfıdır. Özellikle bunların gelirleri
hayır kurumlarının finanse edilmesine ayrılmıştır.
Gayr-i menkul vakıfların
en önemli kısmını oluşturan toprak vakıfları İki kısımda ele alınabilir:
Birincisi özel mülkiyet altındayken vakfedilen topraklardır. İkincisi devletin
mülkiyetini (rakabesini) elde tutarak vakfettiği topraklardır. Bu ikincilere
ir-sadî vakıf denir ve bunların gelirlerinden hazineden alacaklı olanlar
faydalanır.
Osmanlı ekonomisinde,
XVI. yüzyıl başlarında, toprakların % 6O’ı tımar sistemi içerisinde, %20’si
merkezi hazineye, % 20’si de vakıf sistemine dahildi.
Gayri menkul
vakıfların ikinci türünü gelir getiren çeşitli yapılar oluşturur ki, bunların
başında çarşılar ve ticaret merkezleri gelir.
Menkul servetin, yani
özellikle nakit paraların vakfı tartışmalıdır. Para vakıftan örfe binaen caiz
görülmüştür. Osmanlılar bu görüşü tercih etmişlerdir. Para vakıflarım önemli
kredi ve finansman kurumlan olarak yaşatmışlardır.
Osmanlılarda kamu
gelirlerinin üç kaynağı vardır: Merkezi hazine gelirleri, umar sistemi
içerisinde oluşan ziraî gelirler ve vakıf gelirleri. Bugün merkezi bütçe gelirleri
içerisinde yer alan diyanet, eğitim, sağlık ve sosyal yardım, bazı yönetim,
bayındırlık hizmetlerine aynlan yatıranlar ve vakıflar tarafından finanse
edilmekteydi. XVI. yüzyılın ilk yansında merkezî hazine gelirleri toplam kamu
gelirleri içinde % 51, tımar sisteminde oluşan gelirler % 37, vakıf gelirleri
(bazı emlak dahil) %12 civannda bir paya sahiptiler. Ancak bu %12’lik pay vakıf
topraklann geliridir. Binalardan, para-vakıflardan ve diğer vakıflardan elde
edilen gelirler buna dahil değildir.
İltizam ve özel
mülkleşme eğilimlerinin güçlendiği XVII. yüzyıldan itibaren vakıflarda da bir
genişleme olduğu tahmin edilebilir. XVIII. yüzyılda vakıf gelirlerinin %
25’lere yükseldiği ileri sürülebilir.
Yine XVIII. yüzyılda
vakıf kurucularının % 80-90’ının askeri zümre mensupları, % 10-20 kadannın ise
reaya olduğu görülmektedir. Yine devşirme sisteminin bir sonucu olarak aynı
yüzyılda büyük vakıfların % 14’ü köle asıllılar tarafından kurulmuştu.
Osmanlı vakıflan
1826’da Evkaf Nezareti kuruluncaya kadar nazır ve mütevelliler vasıtasıyla
idare edilmiştir. Bu dönemde Avrupalıların Osmanlı topraklarında serbest
dolaşım, mülk sahibi olma gibi istekleri vardı. Tanzimat, tımar sistemini
ortadan kaldırmış, dolayısıyla miri topraklara müdahale kolaylaşmıştı.
Vakıflara da müdahale edilebilmesi için, belirtilen Evkaf nezareti kuruldu.
Bu şekilde vakıflar
batılılaşma süreci içerisinde tesir ve nüfuzlarını kaybetmeye başladılar.
Vakıflara yöneltilen tenkitlerin başında, bu kurumun teşebbüs şevkini zayıflattığı
ve kapitalist oluşumu engellediği görüşleri gelmektedir. Mesela Z. Gökalp bu
görüştedir.
Ytne vakıfların
oluşmasında şahsi ve ailevi düşüncelerin ve servetin müsadereden korunması
amacının da önemli olduğu hususu vardır. Oysa amaç aileye gelir bırakmak
olsaydı, hayır eserleri değil, gelir getiren eserler daha çok yapılırdı.
Ahmet TABAKOĞLU Bk.
Osmanlı Toplum Yapısı