33Sosyoloji Sözlüğü

OSMANLI TOPLUM YAPISI

 

OSMANLI TOPLUM YAPISI

 

Osmanlı toplum yapısı
çeşitli açılardan tabakalaşma göstermekte olup insanların yerleşim mekanı,
toplum hayatında oyna­dıkları rol, toplum yapısını sembolize eden piramitte
işgal edilen yer ve statü gibi deği­şik kriterler, tabakalaşmada etkili olmakta­dır.
Yerleşim mekanı açısından Osmanlı toplumuna bakıldığında, kırsal kesimde köy ve
obalarda yerleşik hayatı yaşayanlar­la konar-göçer bir hayat içinde bulunan Yö­rük
toplulukların, şehir ve kasabada yaşa­yıp sanat, ticaret ve yönelim
faaliyetleriyle ilgilenenlerden daha çok olduğu görülür. Ticaret ve yönetim
merkezleri olan şehir ve kasabalar dışında yaşayan kitlelerin büyük çoğunluğu
mirî arazi veya vakıf araziler üzerinde yaşayıp iktisadî meşguliyet itiba­riyle
toprakla ve hayvancılıkla ilgilenen toplumsal kesimi oluşturmuşlardır. En­düstrileşme
öncesi toplumların yapısal ve

işlevsel özelliklerini
ortaya koyan Osmanlı toplumu çok uluslu, çok dilli, çok dinli, çok renkli
kompleks bir toplum olarak karşımı­za çıkmakta ve kelimenin tam anlamıyla
“pleiralist” yapı özelliklerini ortaya koy­maktadır. Siyaset,
yönetim, dil, din, hukuk, örf, kültür, eğitim ve benzeri her türlü top­lumsal
alanlarda ne “monist” bir yapı, ne de tek bir “form”a irca
edilmesi yönünde bir gayret vardır. Bu bakımdan Osmanlı top­lum yapısı, farklı
renk ve tonlardaki birçok mozayiğin oluşturduğu bir bütünü ifade et­mektedir.

Kuşkusuz Osmanlı
toplumunun plüra­list yapı özellikleriyle, çağdaş toplumların
“monist” yapı içerisindeki plüralist özellik­leri oldukça farklıdır.
Osmanlı toplum yapı­sının, daha çok geleneksel toplum yapıları­nın
“yerellik” ve “çok renklilik” gibi ayırıcı özellikleri
bünyesinde barındırmakla oldu­ğu söylenebilir.

Osmanlı toplumunu
merkezden kenara doğru genişliyen daireler şeklinde tabaka-laştınrsak bu
çizimin en iç kısmındaki dai­rede Osmanlı padişahı ile saray kurumu yer alır.

 

1. Osmanlı Padişahı ve Saray

 

Altıyüz yıllık bir
tarihi dönemi içeren, dil, din, ırk, gelenek ve kültürleri farklı mil­letlerin
aynı siyasal organizasyon içinde teşkilaüanmalanyla oluşan Osmanlı toplu­munun
merkezi yerinde Osmanlı padişahı ve Saray kurumunun yer aldığı görülür. Her
türlü otoriteyi elinde bulunduran, iktidarı kullanan Padişah ve onun hayatının
geçtiği Saray, aynı zamanda Osmanlı siyasal-yö-netsel sisteminin de özünü
teşkil etmekte­dir. Osmanlı Dcvlcti’ni kuran aileden olan

Padişah, değişik ırk,
din, dil, kültür ve gele­nek dünyalarından gelen milletlerin oluş­turduğu
Osmanlı toplumunun zirvesinde si­yasal, dinsel, yönetsel ve diğer alanlarda ik­tidarı
elinde tutan birinci derecede otorite sahibi; hem yönetenlerin hem de yönetilen­lerin
kendisine bağlılık duydukları tek kişi­dir. “Bey”, “Gazi”,
“Sultan”, “Han”, “Hüda-vendigar”,
“Emir”, “Hünkar”, “Padişah” gi­bi çeşitli
unvanlar kullanmış olan Osmanlı padişahları, bu unvanların dışında
“Halife-lik”in Osmanlı yönetimine geçmesinden sonra
“Hadimü’l-Haremeyn eş-Şerifeyn”, “Halife-i Ruy-i Zemin” ve
“Halifetü’1-Müs-limin” gibi dinsel-siyasal unvanlar da kul­lanmışlardır.
Osmanlı toplumunun siyasal bakımdan teşkilatlanmasında tslam teorisi ile Eski
Türk geleneklerini, şahsında birleş­tirmiş olmakla birlikte XV. yüzyıldan itiba­ren
Bizans ve XVIII. yüzyıldan itibaren de Batı geleneklerinin etkisi altında
kaldıkları görülür. Osmanlı Padişahlarının tahta ge­çişleri konusunda yerleşik
bir yasal düzen­lemenin olmaması sebebiyle çeşitli toplum­sal çatışmalar
yaşanmış ve bu cümleden olarak “evlat katli” gibi kurumlar yerleş­miştir.
Eski Türk siyasal geleneğindeki “Ülüş sistemi”nin etkisinin izlendiği
XVI. yüzyılın sonlarına kadar şehzadeler arasın­da cereyan eden laht kavgaları,
toplumu bö­lerek siyasal birliğin sağlanmasını güçleşti­rirken İslam m siyasal
iktidarın bölünmezli­ği prensibinin yerleşmesi sonunda, padi­şahlar güç ve
egemenliklerini toplumun her kaüna daha kolay yayma imkanı bulmuş­lardır.
Klasik Osmanlı yönetimini zirveye taşıyan Kanunî Süleyman (öl. 1556) zama­nında
başlayan toplumsal, siyasal ve eko­nomik bozulmanın, XVII. yüzyılın başla­rından
itibaren Padişahlık kurumuna dayansıdığı görülür. Toplumdaki çalkalanma ve
bozulma karşısında padişahların göster­dikleri “yeni düzen” oluşturma
ve “ıslahat” girişimleri olumlu sonuç vermemiş, top­lum sal-siyasal
dönüşümler sonunda, devlet yönetimine egemen olan yeni asker-sivil bürokrasinin
düzenlemeleri ve toplumsal yapıda ortaya çıkan yeni sınıfların talepleri
karşısında güçsüzleşen Osmanlı padişahı, bazı dönemlerde güçlenmek istemişse
de, iç ve dış çıkar çevrelerine ve muhalefete ye­nilmekten kurtulamamıştır.

Osmanlı toplumunun
zirvesinde bir ba­ba olarak yer alan Padişah, aile efradı ve kullarıyfa
birlikte “Saray”da yaşıyordu. Sa­ray, Osmanlı toplumunda çok yönlü
fonksi­yon hırı olan bir toplumsal-yönetsel merke­zi temsil etmektedir. Osmanlı
saraylarının en tipik örneğini temsil eden Topkapı Sara­yı, fonksiyonları
farklı Harem, Enderun ve Birun denilen üç ayn kurumun oluşturduğu bir kompleksi
ifade etmektedir. Padişah’ın özel hayatının geçtiği, kendisinin ve ailesi­nin
yaşadığı Harem ve Padişah’ın günlük hayatının geçtiği, içoğlanlann eğitildiği
özel kurumların bulunduğu Enderun, ka­muya kapalı mekanlardı. Saray’ın dış kıs­mını
oluşturan Birun, merkezi yönetim ör­gütlerini, merkezi bürokrasinin bulunduğu
kısım olup DWan-ı Hümayun, Divan-ı Hü­mayun kalemleri ve diğer merkezi yönetim
örgütleri burada bulunuyordu. XIX. yüzyıl­da Osmanlı padişahları Topkapı
Sarayı’nın dışında Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi
Sarayı gibi» Ba­tı formunda yeni saraylar inşa ettirip burala­ra taşınınca
Osmanlı toplumundaki “Saray” kurumu da, diğer toplumsal-siyasal kurum­lar
gibi dönüşümler geçirdi ve giderek öne­mini yitirdi. Yeni saraylardaki hayat,
eski

saraylara nisbetle
oldukça farklı olup bura­lar ve asker-sivil bürokratların yaşadıkları
“konak”lar, batı etkisinin iyice hissedildiği yerlerdi. Osmanlı
toplumunun süreç içeri­sindeki değişim ile birlikte saray ve yaşa­nan mekan
anlayışı, siyaset ve dünya görü-şündeki değişme ile birlikte yeni biçimler
almış ve giderek toplumun tabanından uzaklaşmıştır.

 

2. Yönetici Sınıf (Askerîler)

 

Osmanlı toplum
yapısında Padişah ve Saray kurumundan sonra en etkin toplum­sal kesim, özgün
adı ile “Askeri Sınıftır. Padişah tarafından bir “berat’Ia kamu bü­rokrasisinin
herhangi bir merciine atanan, kamu hizmetlerini padişah adına yerine ge­tiren,
çeşitli imtiyazlara sahip olan, toplum yapısında statü ve iktisadi imkan
açısından iyi durumda bulunan görevlilerden müte­şekkil bir “imtiyazlı
sınıf olarak karşımıza çıkmakta olan Askerî Sınıf, kendi içerisin­de homojen
bir yapıya sahip değildir. Esas itibariyle Kapıkulu ve Din bürokrasisinden
oluşan Askerî Sınıf, siyasal-yönetsel siste­min merkezinde ve eyalet
örgütlerinde gö­revli sipahileri, ordu ve bürokrasi mensup­larını, kapıkulları,
medreselerde görevli öğ­retim kadrolarını, adalet hizmetinde görevli kadıları
ve naipleri, bilgi danışma ve müşa­virlik hizmeti sunun müftileri, bir kısım ta­rikat
ehlini, kilise ve diğer dinsel kurumlar­da görevli olanları içine alan oldukça
geniş bir toplumsal kütleyi kapsamaktaydı. Ka­mu bürokrasisinin çeşitli
kademelerinde görevli olanlara “askerî” denmesi, onların fiilen
askerlik hizmeti ile uğraşmaları anla­mına gelmemektedir. Muhtemelen fetih ve
gaza ülküsü üzerinde yükselen ve idare teş-

kilatının en önemli
işlevinin bu fetih ve ga­zaları organize etmek olan Osmanlı Devle-ti’nin İlk örgütlenme
yıllarında siyasi-idari yapıda görevli olanlara bu sıfat verilmiş ve bu gelenek
devam etmiştir. Askerîleri esas itibariyle iki sınıfa ayırmak yerinde olur: İc­racı
Askerîler (Yönetsel-Askerî Sınıf) ve Ulema (Dinsel-Yönetsel sınıf)-

İcracı askeriler, kamu
bürokrasisinin merkezî ve taşra örgütlerinde görevli olan genellikle kapıkulu
kökenli kişiler olup ço­ğu tımar sahibi kişilerdir. Osmanlı Devle-ti’nin
kuruluş yıllarında henüz “devşirme” kurumu gelişmemişken yöneticiler,
genel­likle Türk aristokrat ailelerine mensup idi­ler. Ayrıca Anadolu dışındaki
diğer İslam ülkelerinden de geliyorlardı. Devşirme ku­rumunun yerleşmesinden
sonra, bilhassa II. Mehmed’ten itibaren siyasal-yönetsel oto­riteye iyice
bağımlı bir kamu bürokrasisi oluşturulmaya çalışılmış ve bu cümleden olarak
Kapıkulu yaratılmıştır. Toplumsal bir kitleye dayanmayan Kapıkulu, devlet
hizmetindeki emeğinin karşılığı olarak kendisine tahsis edilen mirî arazi
gelirlerin­den istifade edebiliyordu. Tımar sistemi ile oluşturulan Sipahi
kitlesi de yönetici sınıf içerisinde yer almıştır. Padişah’ın vekil-i mutlak’ı
olan vezir-i azamhk makamına ka­dar yükselebilen Kapıkulu mensuptan, din ve
adalet hizmetleri dışında yönetimin bü­tün kademelerine gelebiliyorlardı.
Padişa­hın kulları sayılan icracı askerîlerin iktidar karşısındaki durumları
oldukça güvensiz bir noktada bulunmaktaydı. Padişah iradesi karşısında
“mallarının ve canlarının” hiçbir teminatı bulunmadığını ve siyaseten
kati ve müsadere gibi uygulamalardan en çok bun­ların etkilendiklerini görüyoruz.
Padişahlar çeşitli sebeplerle yargılamadan, ya da yargılayarak kullarım bir
sözle ölüme göndere­bilmişler, mallarını müsadere edip kamu geliri olarak
hazineye aktarabilm işlerdir. Osmanlı toplumunda, kuşkusuz, en güven­siz sınıfı
İcracı Askerîler teşkil etmiştir. Ka­mu bürokrasisinde yeni “asker-sivil
bürok­rasisinin güçlenerek Padişah karşısına bir­takım isteklerle çıkması ile
“icracı askeri­lerin klasik dönemdeki statüleri değişmiş, siyasal-yönetsel
sisteme ve hatta padişahla­ra bile hükmedebilecek noktaya gelmişler­dir.
Osmanlı kamu bürokrasisinin özünü oluşturan bu kesimin, toplumsal-siyasal de­ğişme
ile birlikte toplum yöneliminde ve toplumun gidişine yön vermede etkileri ve
işlevleri giderek artmış, Tanzimat sonrasın­da “bürokratik yönetim geleneği”nin
yer­leşmesinde önemli rol oynamıştır. Padişah­lık ve Saray kurumunun çeşitli iç
ve dış et­kenlerle güçsüzleşmesi karşısında, özellik­le “Asker-Sivil
Bürokrasi” siyasal-yönetsel sisteme egemen olarak iktidara gelecekleri
belirleme, örgütleri oluşturma, yasal ve anayasal düzenlemeler yapma, toplum
nor­mu ve değerler sistemi dikte etme gibi te­mel toplumsal işlevleri
görmüşlerdir. Tan­zimat döneminin icracı askerileri olan as­ker-sivil
bürokratlar, yönetsel işlevlerden çok, siyasal işlevler görmüş, gerileyen Din
Bürokrasisi karşısında güçlenerek yukarı­dan aşağıya toplumu kurma ve
şekillendir­me misyonu yüklenmiştir. Bu yapı, Cum­huriyet yönetiminde de uzun
yıllar devam edecek ve toplumu yukarıdan aşağıya kur­ma ve düzenleme geleneği
demokrasiye rağmen sürüp gidecektir.

Osmanlı toplumunda
Yönetici Sınıfın ikinci kategorisi Ulema sınıfına mensup görevliler tarafından
oluşturulmuştur. Ule­ma, Yönetici Sınıf içerisinde prestij, medenî haklardan
yararlanma ve gelecek gü­vencesi bakımından İcracı Askerilere nis-betle oldukça
iyi durumda bulunan bir kate­goriyi temsil etmiştir. Kanunları yorumla­ma,
adalet dağıtma, kamuoyu oluşturma ve eğitim ve öğretimi düzenleme gibi temel
toplumsal-yönetsel faaliyetlerle görevli olan Ulema sınıfı, hem toplum
yapısında, hem de siyasal-yönetsel sist&mde oldukça önemli bir noktada
bulunmuştur. Devletin din, yargı ve eğitim hizmetlerini yöneten Ulema, kamu
bürokrasisinin “Din Bürokra­sisi” Örgütünü oluşturmuştur. Osmanlı top­lumsal
yapısı, dinsel ve siyasal güçlerin ay­nı siyasal organizasyon içerisinde uyumlu
bir biçimde örgüüendirilmesiyle oluşmuş bir sistem olduğundan, siyasal-yönetsel
sis­tem de buna uygun bir biçimde yapılaşmış­tır. Toplumun bütün otorite
alanları, ne sa­dece siyasal güçlerin, ne de sadece dinsel güçlerin eline
verilmiştir. Siyasal güçlerle dinsel-yönctsel güçler uyumlu bir biçimde
örgütlendiğinden, Osmanlı Devleti’nde di­ni güçleri temsil eden Ulema’nın
önemli iş­levleri ve yeri olmuştur. Osmanlı toplu­munda gayet iyi durumda
bulunan Ulema sınıfını toplumsal yapıda saygın noktaya getiren temel unsur,
gördüğü işlevler oldu­ğu gibi Padişah iradesinin ulema karşısında adeta
sınırlandırılmış olmasından da ileri gelmesiydi. Kul kökenli olmayan ulema
mensuplarına siyaseten kati cezası pek en­der ve olağanüstü hallerde
uygulanmıştır. Ulema sınıfı, kuşkusuz, kendi içerisinde za­man içinde
farklılaşmıştır. Kuruluş döne­minde» bilhassa heterodoks din ulularının ve
tasavvufi tslam temsilcilerinin hakimi­yeti ağır basarken, ilerleyen yıllarda
medre-seli-sünni din seçkinlerinin etkisi artmıştır. Yine ilk yıllarda İran ve
arap kökenliler ço-ğunlukta olmakla birlikte, daha sonra Türk kökenli olanlar
bu sınıfa egemen olmuşlar­dır. XV. XVI. yüzyıllarda güçlü liderler yo­lu İle
siyasal-yönetsel sistemdeki etkisi iyi­ce artmış olan Ulema sınıfının
siyasal-yö­netsel işlevleri özellikle Tanzimat’tan sonra gerilemeye başlamış ve
toplum yapısında gelişme gösteren yeni sınıflar karşısında et­kileri
azalmıştır. Toplumun siyasal-yönet­sel yönetimini eline geçiren Asker-Sivil
Bürokrasi, toplumun düzenlemesini Batı örneğinde ve Batı ölçüleri ile yapmaya
çalı­şarak Din Bürokrasisinin etkisini azaltmak istemiştir. Kamu bürokrasisi
içerisinde ör­gütlü olan “din”in etkisi Cumhuriyet döne­minde
gittikçe azaltılmış ve sadece ibadet­lerin yönetimi görevi kendisine
verilmiştir. Osmanlı toplum yapısında ulema sınıfının ve dolayısı ile dinin
toplum sal-sıyasal etki­sinin giderek gerilediği ve bugünkü nokta­sına geldiği
söylenilebilir.

 

3. Yönetilen Sınıf (Reaya)

 

Osmanlı toplum
yapısında en önemli ke­simi, özgün adıyla “reaya” teşkil etmiştir,
iktisadi hayatın tarım ve ziraate dayalı ol­duğu Osmanlı toplumunda üretim
faaliyeti­ni elinde tutan, siyasal-yönetsel sisteme çe­şitli adlar altında
vergi ve resim gibi gelir aktaran, devletin hemen hemen bütün kamu
hizmetlerini, savaş giderlerini, imar ve ba­yındırlık faaliyetlerini, Yönetici
Sınıfın üc­retlerini finanse eden, buna karşılık yöneti­cilerin imtiyazlarına
sahip olmayan ve hü­kümdara bir “Tann emaneti” olarak verildi­ği
kabul edilen bir sınıf olarak karşımıza çı­kan “reaya”, sistemin ve
toplumun hayati­yetini sürdürebilmesi için “adalet” ve
“sükûnet” üzerinde bulunması gereken bir

sınıf olarak
görülüyor. Sosyo-politik siste­min başında bulunan ve her türlü otorite sa­hibi
olan Padişah’ın reaya üzerindeki tasar­rufu, kapıkulları üzerindeki tasarrufuna
nis-betle daha geri planda seyrettiği gözlen­mektedir, özellikle siyaseten kati
ve müsa­dere uygulamaları, özel durumlarda ve belli Ölçülerde gerçekleşmiştir.
Reaya, yekne­sak olmayan bir kitle olup yönetici sınıfın dışında kalan kamu
bürokrasisinde özel bir görevi bulunmayan bütün köylü, şehirli, es­naf,
zanaatkar, yörük ve diğer toplulukları içermektedir. Reaya sınıfı içerisinde
müta­laa edilen her dini-sosyal grubun siyasal-yönetsel sisteme karşı sorumluluğu
ve hak­lan değişik yasalarda düzenlenmiştir. Ge­nelde rcaya’nın birtakım
hizmetleri yapmak veya yerine “Raiyeüik Rüsumu” denilen bir vergi ve
resimler topluluğunu Devlct’e Öde­mek zorunluluğu bulunuyordu.

Osmanlı toplumunda
bütün yönetilenler “reaya” adı altında ifade edilmişse de, aslın­da
reaya kitlesi kendi içerisinde farklı top luluklan barındırmaktaydı. Reaya
içerisin­de daha çok hür olanların göçebe Türkmen­ler ve Yörükler olduğu,
Ortakçı Kulların Batıdaki sertlere benzer niteliklere sahip bulundukları, bazı
kitlelerin raiyeüik rüsu­mu denilen vergilerden affedildikleri için “muaf
ve müsellem reaya” dendiği ve dola­yısıyla bunların durumlarının farklılık
gös­terdiği bilinmektedir, Osmanlı toplumunda yönetilenlerin hepsi aynı
niteliklere sahip bulunmadığından çeşitli kriterlere göre sı­nıflandırılmıştır.

II. Mehmed’in reaya
hakkındaki kanun­namesinde reaya; müslim reaya, gayr-i müslim reaya ve yürükler
şeklinde üç kate­goriye ayrılmıştır. XV yy. a kadar genelde Osmanlı toplum
yapısında reayanın üç kategori halinde Örgütlenmiş olduğu ve reaya ile iktidarı
temsil eden timarlı sipahi arasın­daki ilişkilerin buna göre düzenlenmiş ol­duğu
anlaşılıyorsa da bu yapının XVI yy. ortalarından itibaren bozulduğu ve
Osman-lıu yapısının yeni ve farklı bir toplumsal ya­pıya kavuşmağa başladığı
görülmektedir. Bu dönemde toplumsal yapının muhtelif sı­nıflan ve kurumlan
arasındaki ilişkiler, nü­fus artışı, köyden şehre göç, işsizlik, fetih-lerdeki
başarısızlık, paranın kıymetindeki düşüş gibi çeşitli sebeplerle bozulmuş ve
Celali İsyanları, Büyük kaçgun, Suhte ayaklanmaları gibi bir dizi toplumsal
hare­ket Osmanlı toplumsal yapısının sarsılma­sına ve yeni ilişkilerin
kurulmasına sebep olmuştur.

Reayanın çeşitli
kriterlere göre tasnifi mümkündür:

Yaşanan yer açısından
askerilerin dışın­daki halkın kentliler, köylüler ve göçebe kitleler şeklinde
sınıflandırılabilmesi im­kanı varsa da, genellikle reaya, Osmanlı toplumunda
dini inanışlara göre sınıflandı­rılmıştır. Buna göre müslim reaya ve gayri
müslim reaya şeklinde ikiye ayrılması, bu ayrıma göre kitlelerin devletle olan
ilişkile­rinin ve sorumluluklarının düzenlenmesi yaygın bir yöntemdir. Osmanlı
toplumunda vakıf, mülk ve mirî arazi üzerinde oturan, tarım ve ziraatla meşgul
olan köylülerin ya­nı sıra, şehirlerde ticaret ve zanaatla ilgile­nen
kentlileri de içine alan müslim reaya kitlesinin siyasal-yönetsel sistemle olan
ilişkileri şer! ve örfi yasalara göre düzen­lenmiştir. Osmanlı yönetiminde
reayanın başla gelen görevi, lasarruf ettiği mirî arazi­yi işlemek ve kanunnamelerde
yazılı vergi­leri ilgili timar sahibine vermek olmuştur. Müslim reayanın
Devlete ödediği vergilerin başında öşür (aşar) ve “çift resmi” gel­mekteydi.
Ayrıca “Tekalif-i Şakka” adı al­tında olağanüstü bir verginin daha
olduğu biliniyor. Şer’i vergilerin dışındaki “çift res­mi” adı
verilen örfi vergilerin siyasal otorite tarafından konulduğunu, bu ad altında
top­lanan bir dizi vergiyi reayanın timar sahibi­ne ödemek zorunda olduğunu,
vergilerin reayaya zulmeden yöneticileri darvanışla-rından menetmek için
çeşitli olağanüstü tedbirler almasına rağmen zulmün devam ettiğini, artan
vergiler dolayısı ile zor du­rumda kalan köylünün çiftini bırakarak kentlere
akın ettiğini, bu olayların çeşitli toplumsal çalkantılara sebep olduğunu be­lirtmek
yerinde olur. Osmanlı toplumunda müslümanların dışında kalan ve farklı din­sel
gruplara mensup yönetilenler “gayri müslim reaya” adı altında
toplanmış olup bunların sorumlulukları ve haklan kanun­namelerde farklı
şekillerde düzenlenmiştir. Gayri müslim reayanın da Devlet’e ödemek zorunda
olduğu şer! ve örfi vergiler bulun­maktaydı. Cizye ve haraç şer! vergiler sını­fında,
“ispençe” de örfî vergiler sınıfında yer almıştır. İspençe, gayri
müslim reaya­nın “raiyetlik rüsumu” olup XV. yüzyılın başlarından
itibaren yılda yirmibeş akça olarak tahsil olunmuştur. Ayrıca bu kitle­den
ispençe dışında “bive resmi” adı alünda bir başka vergi daha tahsil
olunmuştur.

Osmanlı toplum
yapısının tarihi süreç içerisinde önemli değişmelere uğramış ol­duğu bir
gerçektir. Toplum yapısına özel­likle XVII. yüzyılın sonlarından itibaren yeni
sınıflar ve zümrelerin girdiği görülür. XVI. yüzyılın sonlarında ve bunu
izleyen yüzyılın başlarında yayımlanan çeşitli res­mi belgelerde ve padişahlara
sunulan layi­halarda, yönetimdeki bozulmayı ve toplum

içinde reayanın
sosyoekonomik durumu­nu izlememiz mümkündür. Padişaha bir “Tann
emaneti” olarak verilmiş olduğu ka­bul edilen reaya, XVI. yüzyılın ikinci
yan­sından itibaren yönetim sınıfındaki kul ve din bürokrasisine mensup
görevlilerin key­fî ve kanunsuz icraatları sonunda perişan olmuş ve neticede
tarihe “büyük kaçgun” diye geçen toplumsal olayla binlerce köylü
evini yurdunu terkederek şehir merkezine akın etmiştir. Şehirlerde aşırı nüfus
artışı yeni toplumsal sorunların ve yeni kitlelerin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur.

Klasik Osmanlı toplum
yapısı XVI. yüz­yılın sonlarına doğru siyasal-yönetsel sis­temle birlikte
bozulmaya başlamış ve yeni formlara bürünmüştür. Bu çağda Anado­lu’da Osmanlı
toplumunu ve yönetimini önemli Ölçüde uğraştıran Celali İsyanları ve Suhte
ayaklanmaları toplum yapısını sars­mış ve yeni yapılanmalara imkan vermiştir.
Köylerdeki çiftlerini, vergilerin yüksekliği ve verimsizlik gibi çeşitli
sebeplerle terke­derek kentlere doluşan ve buralara idareci­lerin kapısında
görevli olmak için gelen le­ventler, neticede soygun ve yağma olayları­na
karışmışlar ve uzun yıllar toplum yapısı­nı ve Devlet yönetimini sarsmışlardır,
işsiz­lik, geçim sıkıntısı ve ahlak bunalımı gibi sebeplerin yaratmış olduğu
Suhte İsyanları­nın öncülerinin ezilen zümre arasında geniş kabul görmüş ve
bunların desteğini kazan­mış olmaları dikkat çekicidir.

XVII. yüzyıldan
itibaren oluşmaya baş­layan yeni Osmanlı toplum yapısında siya­sal-yönetsel
sisteme hakim bir elit grubu­nun altında, klasik toplumsal yapıdaki rea­yanın
yerine teşekkül eden bir orta sınıfın oluştuğunu görmek mümkündür. Bu orta
sınıf içerisinde ayan ve eşraf, küçük üreticiler, cemaatlerin dinsel liderleri
ve ulema, özellikle gayri müslimlerle tüccarlar, küçük sanayi mensupları,
cemaat liderleri (koca­başı, çorbacı, voyvoda) ve fikir adamlarının yer
aldıkları görülür. Ayrıca şehirlerdeki küçük işletmelerde ve atölyelerde
çalışan işçilerin (amele) oluşturdukları çalışanlar grubu İle yerleşik bir
hayatı bulunmayan göçmen kitlelerin toplum yapısının en alt sıralarında
bulundukları belirtilmelidir. Ayan, Osmanlı toplum yapısında XVII. yüzyıldan
itibaren ortaya çıkan ve yöneti­lenler sınıfında görülmesine rağmen, aslın­da
taşra halkının tabii lideri durumundaki etkin ve güçlü şahsiyetlerin ve
aristokraük nitelikli aile mensuplarının oluşturdukları bir kitle olması
sebebiyle, resmi ve gayri resmi yollarla siyasal-yönetsel sistemde yönetici
olarak görev alan ve bu yolla güç­lenerek sisteme ve topluma egemen olmaya
çalışan bir sınıf olarak değerlendirilmelidir. Ayanın teşekkülünde temel etken,
bozul­maya başlayan Osmanlı maliye sisteminde geliştirilen iltizam usulü
olmuştur. Devlete ait bir gelir kaynağının açık arttırma yoluy la bir kısmını
peşin almak şartı İle bir mülte­zime bırakılmasını ifade eden iltizam usu­lünde
genellikle gayri müslimler görev al­mış ve Devlete ödediklerinin birkaç katini
vatandaşlardan zorla tahsil ederek kısa za­manda varlıklı bir sınıf haline
gelmişlerdir. Bunlara serbest pazar ekonomisi haline ge­len Osmanlı
ekonomisinin Batı ekonomile­ri karşısında tutunamayarak Batı mamulle­rinin
istilasına uğraması sonucu zenginle­şen azınlık tüccarları da eklenince, Ayan,
Osmanlı toplumunda sisteme egemen bir sınıf halini almıştır. İltizam usulünün
“malî malikane” sistemine dönüşmesiyle Devle­tin gelir kaynaklan bazı
kişilere hayat boyu

verilmiş ve bu yolla
Ayan’ın ortaya çıkması adeta teşvik edilmiştir. Önceleri toplum grupları ile
yönetim arasında ilişkiyi sağla­yan bir kitle olan Ayan, XVIII. yüzyılda
toplumun gidişine yön veren, siyasal ve yö­netsel kararların alınmasına etki
eden var­lıklı bir sınıf halini almıştır.

Vergilerin
toplanmasını üstlenen ve hayat boyu bu işi üzerine alan Ayan’ın, kısa zamanda
iktisadi bakımdan güçlenip mer­kezin zayıflamasıyla ortaya çıkan otorite
boşluğundan yararlanarak yerel yönetimde görev alması toplum yapısındaki gücünü
ve etkinliğini artırmıştır. Önceden kadılar ta­rafından yürütülen bazı işlerin
Ayana inti­kal etmiş olması, bir yandan din bürokrasi­sinin gerilemesini, diğer
yandan Ayan’ın sivrilerek Öne çıkmasını ifade etmiştir. Özellikle mahallin
güvenliğini sağlamak, vergilerin tahsili, askerin eğitim ve savaşa gönderilmesi
gibi kamusal işleri Ayan ve eşrafın üzerine aldığı gözlenmektedir.

XIX. yüzyıl, Osmanlı
toplum yapısında çok hızlı dönüşümlerin yaşandığı bir çağı ifade etmektedir.
Toplum yapısına bir yan­dan yeni gruplar katılırken, diğer yandan si­yasal,
dinsel, ekonomik, sanatsal ve edebi­yat alanlarında olduğu gibi, aile yapısı
ala­nında da dünya görüşü ve yaşama biçimi değişime uğramış ve Batı etkisinde, farklı
bir dünya görüşü egemen olmaya başlamış­tır. Özellikle gayri müslim kesimde
ticaret ve iltizam yoluyla zenginleşen lövantenler sınıfı sivrilerek öne
geçmiştir. Türk ticaret ve sanayi sınıfı ancak bu yüzyılın sonlarına doğru
toplum yapısında görü leb i I m iştir. Bir yandan siyasal-yönetsel sistemde
radikal değişmeler olurken, diğer yandan toplum yapısı da yeniden
yapılaşmıştır. Klasik Ka pıkulu bürokrasisinin yerine, Batı yanlısı

mekteplerden mezun,
Baü değerleri ile mü­cehhez bürokratların oluşturduğu yeni As-ker-Sivil
Bürokrasi toplumsal sisteme ege­men olurken adalet, eğitim ve dinsel bilgi
danışma ve yönetim işlerinde egemen Din Bürokrasisi iyice gerilemiştir. XX.
yüzyılın başlarındaki Osmanlı toplum yapısı, ufak tefek bazı değişikliklerle
Cumhuriyet yöne­timine intikal etmiştir.

Davut DURSUN Bk.
Osmanlılarda Sosyo-Ekonomik Yapı