Sosyoloji

Ortaçağ Felsefesi II: Fârâbî

Fârâbî (872-950)

Tam adı Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed
el-Fârâbî et-Türkî olan filozof, Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki
Vesiç’te doğmuştur. Batıda Alfarabius ve Abunaser adıyla anılır.

Fârâb’da iyi bir eğitim gördüğü tahmin
edilen Fârâbî, kısa bir süre kadılık yaptıktan sonra hayatı boyunca sürdüreceği
seyahatine başladı (bunun nedenini bilmiyoruz). Buhara, Semerkant, Merv ve Belh
gibi önemli şehirleri gezdikten sonra kırklı yaşlarında Bağdat’a ulaştı. Burada
ünlü dil bilgini İbnü’s-Serrâc’dan Arapçanın inceliklerini öğrendi. Şehirdeki
karışıklıklardan dolayı önce Dımaşk ardından da Halep’e geçti.

Kaynaklar Fârâbî’nin hep Orta Asya Türk kıyafeti
giydiğini belirtir. Hiç evlenmedi, mülke heves etmedi.

Fârâbî’ye göre, felsefe yapan kimsenin
nihaî amacı kendi ahlakını düzeltmek, hatta bununla da yetinmeyip yakın çevresi
ve toplumun da ahlaken iyileşmesine katkıda bulunmak olmalıdır. 100’e yakın
eserinden 43’ü günümüze ulaşmıştır. Özellikle mantık alanındaki üstün başarılarından
ötürü, “Muallim-i Evvel” Aristoteles’ten sonra “Muallim-i
Sânî
” unvanıyla anılır.

FÂRÂBÎ’NİN
VARLIK ANLAYIŞI

Fârâbî’ye göre “varlık” insan aklının ulaşabildiği
en genel kavram olup tanımlanamaz. Çünkü tanım, cins ile fasıldan oluşur.

Fârâbî varlığı, en yetkin olandan yetkinliğin
en alt düzeyinde bulunana doğru inen bir sıradüzeni içinde yorumlar.

Buna göre en üstte en mükemmel olan “İlk
Sebep” (Tanrı) en altta ise “ilk madde” (heyûlâ)
bulunmaktadır.

İlk Sebep’ten sonra filozofun “ikinciler” (es-sevânî) ve “maddeden ayrık akıllar” (el-ukûlü’l-müfârıka) adını verdiği, ayrıca ruhanîler
ve melekler mertebesinde gördüğü akıllar gelir ki sayıları dokuz gökküresinin (felek) sayısına denk düşer.

Bu dokuz akıl hem gökkürelerinin hem de
üçüncü varlık mertebesini oluşturan “faal akıl”ın
varlık sebebi olmaktadır.

Dördüncü varlık düzeyinde “nefis” bulunmakta olup gök cisimlerinde dairevî
hareketi; insan, hayvan ve bitkilerde ise her türlü biyolojik, fizyolojik ve
psikolojik aktiviteyi ifade eder.

Beşinci düzeyde yer alan “suret” (form) ile altıncı varlık mertebesini oluşturan “madde”
yalın (basît) birer varlık olmakla birlikte yetkinlikten
uzak olup birbirinden ayrı olarak bulunamazlar.

Aktif suret ile pasif maddenin birleşmesiyle,
ay-altı âlemde öncelikle her biri ikişer nitelik
taşıyan toprak, su, hava ve ateşten ibaret dört unsur (element) oluşur.

Zorunlu
Varlık-Zorunsuz Varlık

Zorunlu varlık (vâcibü’l-vücûd) var olması ve varlığını devam ettirmesi için
hiçbir sebebe muhtaç olmayandır. Bir an için onun var olmadığı varsayılacak olsa
bu durum mantıkî imkânsızlığa yol açar; yani onun yokluğu düşünülemez. Özü gereği
(bizâtihî) var olan ve yokluğu düşünülemeyen bu varlık Tanrı’dır.

Zorunsuz varlık (mümkinü’l-vücûd) ise sebepli, yani varlığını bir başkasından
alan varlık olup yok sayılması, mantık bakımından herhangi bir çıkmaza yol
açmaz. Çünkü o, bir sebebe bağlı olarak varlık kazanmıştır; yani hem var hem de
yok olabilir. Şu halde Tanrı’dan başka bütün varlıklar zorunsuz varlıklar
kategorisine girmektedir.

Ay-altı âlemdeki varlıkları “mümkün varlıklar”
olarak adlandırır.

Fârâbî, ay-altı âlemdeki her varlığın bir
tür arkesi olup onları ay-üstü âlemdeki varlıklardan ayıranın “ilk madde”
(el-mâddetü’l-ûlâ) olduğunu söyler.

Sudûr
Teorisi

Allah mutlak irade ve kudretiyle kâinatı
sonradan yaratmıştır. İlk defa Fârâbî dinî geleneğin dışına çıkarak Tanrı-varlık
ilişkisini “sudûr yahut kozmik akıllar teorisi”yle yorumlamıştır.
Fârâbî’ye göre Allah, âlemi amaç edinmiş olamaz. Şu halde
âlem, O’ndan bir tür zorunlulukla ve “taşmak” (sudûr, feyezan) suretiyle var
olmuştur.
Mutlak varlık olan Allah, salt
akıl olması itibariyle kendi özünü (zât) bilir; yani O, hem “akıl” hem “âkil”
(akleden) hem de “ma’kûl”dür (akledilen). İşte bu “mutlak bilinç”ten kaynaklanan
aktivete neticesinde O’ndan “ilk akıl” “sudûr” etmiştir.
“İlk akıl” Allah’a nispetle “zorunlu”, fakat özü bakımından “zorunsuz”
(mümkin) varlık olup kendisi bu durumun bilincindedir.
İlk aklın, ilkesi olan Allah’ı bilmesinden ikinci akıl,
kendi özünü bilmesinden birinci gökküresinin (felek) nefsi, özünde zorunsuz
olduğunu bilmesinden ise birinci gökküresinin maddesi meydana gelir. Bu süreç
ve işleyiş aynı şekilde, ay-feleğinin aklı olan ve ay-altı âlemdeki her türlü
değişmenin ilkesi sayılan onuncu akla kadar devam eder. Onuncu akıl, kozmolojik
işlevi dolayısıyla “sûretlerin vericisi” (vâhibu’s-suver) olarak da adlandırılan
“fa’âl akıl” olup Fârâbî’nin bilgi, ahlak ve vahiy anlayışında merkezî konuma
sahiptir. Bu bakımdan filozof onu vahiy meleği Cebrâil ile özdeş sayar.

FÂRÂBÎ’NİN
İLİMLER TASNİFİ VE MANTIK ANLAYIŞI

İlimlerin Sayımı (İhsâ’ü’l-ulûm) adlı
eserinde kendi dönemindeki ilimleri sınıflandırarak her birinin tanımı, teorik
ve pratik açıdan değeri ile eğitim öğretimdeki önemini belirtmiştir. Filozof bu
eserinde ilimleri beş ana başlık (fasıl) altında sınıflandırır:

Birinci fasılda dil ilmi ve buna bağlı olarak
dil (lügat), kelime bilgisi (sarf), cümle bilgisi (nahiv), yazı, okuma ve şiir
ele alınır.

Mantık ilmine ayrılmış olan ikinci fasılda
bu ilmin gerekliliği, faydaları ve yöntem oluşu, konusu ve bölümleri
(kategoriler, önermeler, kıyas, ispat, cedel, safsata, şiir, hitabet), eğitim
ve öğretimdeki önemi gibi hususlar üzerinde durulmuştur.

Üçüncü fasıl matematik ilimlere (aritmetik,
geometri, astronomi, mûsikî, mekanik, kaldıraçlar) ayrılmıştır.

Dördüncü fasılda felsefi ilimler fizik
(fizik, gökyüzü ve dünya, oluş ve bozuluş, meteoroloji, basit cisimler, arazlar
ve edilgiler, zooloji, botanik, psikoloji, mineraloji, antropoloji) ve
metafizik (ontoloji, kanıtların ilkeleri, cisimsiz varlıklar) alt başlıkları
altında sergilenir.

Beşinci fasılda ise medenî ilimler olarak
ahlak ve siyaset ile fıkıh ve kelâm ilimleri tanıtılır.

Mantığı “kavramlar” (tasavvurât) ve “hükümler/önermeler”
(tasdîkât) olmak üzere iki kısma ayırır. Birinci kısım terimler ile tarifi
meydana getiren temel unsurları, ikinci kısım ise önermeler, kıyas ve ispat şekillerini
konu alır. Fârâbî’ye göre mantık “hata ihtimali olan her konuda akıl gücünü destekleyerek
doğruya yönelten ve akılla elde edilen tüm bilgilerde hatadan korunmayı öğreten
bir disiplindir.”

Mantık disiplini adını “akıl gücü”, “zihinde
oluşan kavram birikimi” ve “bunların dil ile ifade edilmesi” şeklinde üç anlamı
bulunan “nutk” kelimesinden almıştır ve iki işlevi
bulunmaktadır: Aklı (a) hem kavram üretme ve düşünme sürecinde, (b) hem de söz
ve söylem aşamasında hataya düşmekten koruyup doğru olana yöneltmek.

Fârâbî, mantık isminin etimolojisini de
dikkate alarak bu disiplinin ilk işlevini “iç konuşma” (en-nutku’d-dâhilî),
ikinci işlevini de “dış konuşma” (en-nutku’l-hâricî) olarak değerlendirir.

Fârâbî, genel anlamda “mantık” özel olarak
da “kıyas”la ilişkileri bakımından ilimleri “kıyasa dayalı olanlar” ve “kıyasa
dayalı olmayanlar” şeklinde ikiye ayırır.

Kıyasa dayalı olmayanlar uygulamaya yönelik olan ilim ve sanatlardır. Kıyasa dayalı
olanlar ise ilk defa Fârâbî’nin “Beş Sanat” adı altında değerlendirdiği
felsefe, cedel, safsata, hitabet ve şiir sanatıdır.

Beş
sanatın özellikleri
:

1) “Burhan” (kanıtlama/ispat) adıyla da anılan
“felsefi söylem”, kanıtlanmış önermelere dayanır ve kesin/güvenilir (yakîn)
bilgiye ulaştırır.

2) Diyalektik (cedelî) söylemden beklenen,
yaygın olarak bilinen ve genel kabul gören önermelere dayanarak üstünlük sağlamaktır.

3) Sofistik söylem, hayal ve kuruntu ürünü
önermeler kullanarak muhatabı yanıltma amacına hizmet eder.

4) Retorik (hatâbî) söylemin hedefi
kesinlik taşımayan önermelerle muhatabı ikna etmektir.

5) Şiirsel (poetik) söylem ile yapılmak
istenen de bazı şeylerin duygu ve hayal dünyasında canlanmasını sağlamaktır.

FÂRÂBÎ’NİN
BİLGİ ANLAYIŞI

Bilgi, çeşitli aşamaları olan psikolojik
bir süreç sonunda insan zihninde gerçekleşen bir olgudur. Bu bakımdan Fârâbî
bilgi problemini nefis ve akıl kavramları çerçevesinde temellendirmeye çalışır.

Fârâbî, bilginin kaynağı konusunda bir
“duyumcu” (sensualist) gibi davranır.

Fârâbî’ye göre düşünce ile varlık arasındaki
bağlantı suret üzerinden gerçekleşir. Tür düzeyinde belirlenmeyi ifade eden
suret bir bakıma tanımla aynı anlama gelir; dolayısıyla bir varolanın zihindeki
karşılığı da suret olmaktadır.

Fârâbî’ye göre suretin dış dünyada ve
zihinde olmak üzere iki tür varlığı söz konusudur: Bunlardan ilki suretin
cisimde bulunuşudur; zaten cisim suret almış maddeden ibarettir.

İkincisi ise duyuda, hayalde ve akılda
olmak üzere üç aşamada veya üç şekilde ortaya çıkar. Duyu aşamasında doğrudan
tikel varlıkların sureti algılanırken, hayal gücünde tam bir soyutlama gerçekleşmez,
tikel nesneler burada türsel boyutları ile idrak edilirler. Son aşama olan akılda
ise suret tikel özelliklerden bütünüyle arındırılmış yahut soyutlanmış bir tümel
olarak tasavvur edilir. fiu halde bilme, duyu ve hayal gücünden geçerek akılda gerçekleşen
bir soyutlama işlemidir.

Psikolojik akıllar teorisi: Aristoteles’in güç-fiil ayrımına dayanır. Ona göre güç
halindeki bir şey kendiliğinden fiil alanına çıkamayacağı için insan nefsinin
bir gücü olan edilgin akıl da kendiliğinden soyutlama yapamaz ve bilgi üretemez.
Dolayısıyla onu güç halinden fiil alanına çıkaran sürekli fiil halindeki bir
etken bulunmalıdır. Aristoteles’e göre, güç halindeki insan aklına dışarıdan
etki eden ve daima aktif durumda bulunan, etkin yahut aktif akıldır.

Ona göre akıl öncelikle amelî ve nazarî
olmak üzere ikiye ayrılır. Amelî (pratik) akıl, insana özgü her türlü dengeli
davranışı ortaya koymada etken olan akıldır.

Nazarî (teorik) akıl ise nefis cevherinin
gelişip olgunlaşarak akıl cevherine dönüşmesinden ibaret olup insan iradesi ve
yapıp etmesinden bağımsız olan matematik, fizik ve metafizik gibi teorik
disiplinler ile bu alanlarda kesin bilgiye ulaştırır.

Özne-nesne ilişkisinde duyulardan gelip
hayal gücünde kısmen soyut hale gelen izlenimler nazarî akıl tarafından üç aşamalı
bir işlemden geçirilir ki Fârâbî her aşamadaki bilgiyi akıl olarak adlandırır.
Bu aşamalardan ilki (a) “güç halindeki akıl”dır
(el-aklü’l-heyûlânî, el-akl bi’l-kuvve). Bir bakıma
nefis veya nefsin bir cüzü ya da gücü olan bu akıl varlığa ait suretleri
soyutlayarak kavram haline getirme gücüne sahiptir. Filozofun üzerine damga basılmamış
pürüzsüz muma benzettiği güç halindeki akıl, faal aklın etkisi olmadan kendiliğinden
harekete geçip soyutlama yapamaz ve bilgi üretemez.

İkinci aşamada (b) “fiil halindeki akıl” (el-akl bi’l-fi’l)
yer alır ki bu, güç halindeki aklın aktif duruma geçmesidir. Bu aşamada akıl
soyutlama yaparak bütünüyle maddeden yahut tikellikten bağımsız kavram ve
bilgilere ulaşır. Bu sayede insan kendini bildiği gibi tümel (küllî) ve önsel bilgileri elde ederek, adeta üzerine
damga basılan mumun da bir damgaya dönüşmesi gibi, onlarla özdeşleşir.
Filozofun (c) “kazanılmış akıl” (el-aklü’l-müstefâd) dediği üçüncü aşama insanın ulaşabileceği
en yüksek düzeydir. Duyu algılarıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan kazanılmış akıl,
sezgi ve ilhama açık olduğu için artık faal akılla ilişki kurmaya (ittisâl) hazır durumdadır. İnsan, teorik düşünme ve akıl
yürütme imkânına ancak kazanılmış akıl aşamasında kavuşur.

FÂRÂBÎ’NİN
DEVLET VE SİYASET ANLAYIŞI

İnsanların örgütlü toplum yapısı ve devlet
fikrine nasıl ulaştığını irdeleyen Fârâbî, bu konuda çeşitli ihtimaller
üzerinde durur.

1) ontolojik teoriye göre, genel varlık
planından esinlenen insanları devlet fikrine götürür.

2) biyo-organik teoriye göre insanlar kendi
biyolojik düzenlerinden hareketle devlet organizasyonuna ulaşabilirler.

3) fıtrat teorisine göre, doğuştan
toplumsal bir varlık olan insan, çok çeşili ihtiyaçlarını gidermek üzere
kurduğu ilişkiler neticesinde devlet düşüncesine ulaşmıştır.

4) adalet teorisine göre ise sevgi ve
adaleti en yüksek insani hasletler olarak gören insanlar bunu
gerçekleştirebilmek için devlet organizasyonuna ihtiyaç duyarlar.

İnsan topluluklarını (el-ictimâ’âtü’l-insâniyye) önce “yetkin” (kâmile) ve “yetkin olmayan” (gayrü’l-kâmile)
diye ikiye ayıran filozof, yetkin yahut gelişmiş olanları küçük (şehir), orta (devlet)
ve büyük (birleşik devletler); yetkin olmayan
yahut az gelişmiş olanların da ev, sokak, mahalle ve köy şeklinde sınıflandırır.

Fârâbî’nin ortaya koyduğu bir diğer sınıflandırma
da “erdemli devlet” (el-medînetü’l-fâzıla)
“erdemsiz devlet” yahut “cahil ve sapkın devletler” (el-müdünü’l-câhileve’d-dâlle)
ayırımıdır.

Filozofa göre erdemli devletin bir tek şekli
bulunurken onun zıtları konumundaki erdemsiz devletler “cahil devlet” , “sapkın
devlet”, “fâsık devlet”, “değişebilen devlet” olmak üzere dörde ayrılır.
Bunlardan cahil devletin de altı ayrı şekli olup bunların belirlenmesinde
devlet başkanının zihniyet ve ahlak yapısı, yöneticilerin insanlık, hayat,
ahlak, adalet ve hukuk, anlayışlarının önemli rolü söz konusudur.

Erdemli devleti sağlıklı bir organizmaya
benzeten filozofa göre devlet mekanizmasının baş düzenleyicisi olan devlet başkanının
durumu/tutumu devletin karakterini ve kaderini belirler.

Fârâbî’ye göre erdemli devletin başkanında
bulunması gereken on iki temel nitelik şunlardır:

(a) Eksiksiz ve sağlıklı bir fizikî yapı,

(b) kendisine söylenen her şeyi doğru anlayıp
sağlıklı değerlendirme yeteneği,

(c) keskin zekâ ve aylayış,

(d) güçlü hafıza,

(e) düşüncelerini açık ve anlaşılır bir üslûpla
ifade edebilme yeteneği,

(f) öğrenme ve öğretmeyi sevme, bu uğurda
her zorluğu göğüsleme iradesi,

(g) yeme-içme, oyun-eğlence, mal-mülk,
cinsel ilişki gibi geçici ve kaba hazlara düşkün olmama,

(h) doğruluk ve dürüstlüğü sevip yalandan
ve yalancıdan nefret etme,

(ı) haksızlık ve zulümden nefret eden ve
adaleti gerçekleştirme tutkusuyla davranan bir kişilik,

(i) insanlık onuruna düşkün olma,

(k) yapılması gerekeni uygulama azim,
kararlılık ve cesareti ile

(l) gönül zenginliği ve tok gözlülük.

Bu kadar çok niteliği bir bünyede bir arada
görmek çok düşük bir olasılıktır. Bunun farkında olan Fârâbî, hükümdar için olmazsa
olmaz altı hasleti sıralar: Bilge olmalı, kanunları ve töreyi bilmeli, gelenekten
kopmadan yeni meseleler hakkında hüküm çıkarabilmeli, geleneğe bağlı kalarak
yeni yasalar yapabilmeli, liderlik edebilecek kadar ikna gücü kuvvetli olmalı
ve savaş halince savaşabilecek kadar cesur ve sağlıklı olmalı.

Bu niteliklerde biri bulunamıyorsa devlet,
biri bilge ve diğeri de geri kalan niteliklere sahip olan iki kişiyle
yönetilir. Bu dahi bulunamıyorsa her bir niteliğe sahip altı kişi devleti
birlikte yönetir. 


Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir