ORTA ÇAĞ’DAN MODERN ÇAĞA AVRUPA’DA KENTLER
410 yılında Roma kentinin kuzey kavimleri tarafından yağmalanmasıyla Roma
İmparatorluğu çöker. Örgütlü toplumun çözülmesi kentlerin şziki görünümlerinin
yıkımı ile sonuçlanır. Aziz Ambrosius, 387 yılında Kuzey İtalya’da gördükleri karşı
sında, kentler için “yıkılmış kentlerin cesedi” diye söz eder. Aziz Augustinus ise
Roma’nın yağmalanmasından sonra insan etkinliğiyle oluşan kentlerin, insanoğlunun
kendi günahları altında yok olduğunu ve Hristiyanlık düzeninin bir “tanrı kenti”
olduğunu söylemektedir. Bu azizlerin söyledikleri antik kentlerin düştüğü bunalı
mı özetlerken, yeni oluşacak kentlerin nitelikleri hakkında da ipuçları vermektedir.
Hristiyanlık merkezli kent imgesinin yeni kentlerin kuruluşundaki etkisi böylece
belirlenmiş oluyordu (Benevolo, 1995, s. 19). Henry Pirenne Orta Çağ kentlerinin
ortaya çıkışını, bu kentlerin özelliklerini, hangi toplumsal etkenlerin kenti
oluşturduğunu farklı bir bakış açısıyla açıklar. Pirenne’ye göre kent öncelikle ekonomik
yapısı ile tanımlanmalıdır. Bu özellik onu “kırsal” olandan ayıran özelliktir.
Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, gelişmiş antik kentlerin özelliklerini kaybettiğ
i, hatta bazılarında kentsel yaşamın ilerleyen zamanlarda tümüyle söndüğü
bilinmektedir. Sönen kentler arasında Anadolu’dan örnekler yer almaktadır. Roma
döneminin sonuna kadar Akdeniz, bir iç deniz olması özelliği ile ticaretin gerçekleşmesinde
çok önemli rol oynuyordu. Ancak 7. yüzyılda yeni bir dinî, siyasi ve askeri
durum ortaya çıkar. Bu tarihlerde İslamiyet çok hızlı bir biçimde yayılarak tüm
Akdeniz çevresini etkileyecektir. İslam fetihleri Akdeniz’in ticaret yolu olma özelliğ
ini başkalaştırır. Deniz ticaretinin yoğunlaştığı yerler Suriye ve Mısır sahillerine
kayar ve Anadolu sahil bandındaki kentler bu durumdan olumsuz etkilenir. Bu ortam
içerisinde Anadolu’nun Akdeniz sahillerindeki antik kentler ticaretten pay alamamaları
ndan dolayı yavaş yavaş kentsel özellikleri yitirmiştir. Side ve Perge gibi
kentler 13. yüzyıla gelindiğinde tümüyle terk edilir (Mansel, 1978, s. 17-18; Tanyeli,
1987, s. 1920). Bu durum Pirenne’nin kent olgusunu ticaretle bağlantılı açıklaması
nı haklı göstermektedir. Avrupa’daki Orta Çağ kentleri, yeni kurulanlar ve
kentsel özelliklerini yitirmiş antik kentler üzerinde; ticaretle ilgilenen sınıf, özellikle
de tüccarlar aracılığıyla canlanmıştır.
Pirenne’ye göre, Roma İmparatorluğu Akdenizli bir karakter taşımaktadır. Akdeniz
çevresindeki yöreler Roma merkezli ticaret ağı içindedir. Avrupa kuzey kavimlerinin
saldırıları bu ticaret düzenini bozmaya başlamış, daha sonraları 7. yüzyı
lda İslam fetihleriyle tümüyle çökmüştür. Bu yıllardan sonra Avrupa başat üretim
tarzı olarak “tarım dönemine” girer ve büyük toprak sahipliği kurumu olan senyörlük
hızla yaygınlaşır. Avrupa kastlara ayrılır: Asiller, ruhbanlar ve köylüler. Artık
atölye üretimine dayalı sanayi ve bu üretimin ticareti yoktur. Malların olduğu gibi
insanlarında dolaşımı yoktur. Her şey senyörlüğe ait ve her şey hareketsizdir. Yollar
bakımsız, köprüler yıkılmıştır. Bu şartlar altında kent hayatı kaybolmuştur (Pirenne,
1984, s. 11-15; Tuna, 1987, s. 23).
Antik kentlerin bu çöküşü, yeni gelişmeleri beraberin de getirmektedir. Eski
yerleşimler üzerinde, kaynakların olanak verdiği ölçüde az sayıda belirli bir nüfus
barınmayı sürdürmüştür. Bu yerleşimler “burglar” ve “piskoposluk siteleri”dir.
Eski kentin kalıntılarından yapılmış kaleler veya bir katedralin etrafında manastır
ve okulların varlığı ile kentler belirli ölçülerde canlı kalabilmiştir. Ancak, Pirenne’e
göre bu yerleşmeler Orta Çağ’ın tarım dönemi içinde birer kent değillerdir.
Bu yerleşmelerde barınan nüfus, askerî ve dinî hizmetlilerden oluşmaktaydı. Dönemin
yerleşmeleri, Orta Çağ’ın geç devirlerinde ve Yeni Çağ’da gelişecek olan
kentlerde gördüğümüz gibi, belli başlı burjuva sınıfı ve belediye örgütlenmesinden
yoksundur. Pirenne’ye göre, ticaret ve sanayinin yeniden doğması, tüccarları
n toparlanması ve elverişli coğraş koşullar altında, 10. yüzyıl sonrası Orta Çağ
ve ilerleyen devirlerde, kenti kent yapan sosyal yapı, tüccar, burjuva ve beledi örgütlenme
ile sağlanmıştır.
Piskoposluk kentleri
Roma Devleti’nin siyasal anlamda çöküşü ile kentler kilisenin denetimine girmiştir.
Ticaretin sönmesi ve tüccar etkinliklerinin azalması kiliseyi olumsuz yönde
etkilememiştir. Bu süreçte kentlerin nüfusu azalıp yoksullaşırken, piskoposların
gücü ve zenginliği artmıştır. Belirli bir süre Roma dönemi kentler arası yol ağı devamlı
lık göstermiş, ancak İslam’ın 7. yüzyıldan itibaren yayılmasına paralel olarak
antik kentler yol ağı ortadan kalkmıştır. Ticaretin tümüyle ortadan kalkmasıyla 9.
yüzyıldan itibaren kilisenin kentler üzerindeki etkisi mutlaklaşmıştır. Alt tarımsal
temele dayalı Merovenj ve Korolenj gibi Orta Çağ devletleri için kent önemsizleşmiştir.
Bu aşamada Avrupa kentleri piskoposluk kentlerine dönüşmüştür. Korolenj
yöneticileri saraylarını kırsal bölgelere taşımışlardır. Kentler ise, dinsel yönetim
merkezleri hâline gelmişlerdir (Bumin, 1990, s. 48-49).
Antik yerleşmelerin üzerine ya da yeni yerleşimlerin dışında, 6. yüzyıldan sonra
aziz Benoit’in etkisiyle manastırların “tanrı kenti” imgesiyle yeniden düzenlendi-
ği görülmektedir. İleride kent ütopistlerini bir ölçüde etkileyen bu manastırlarda
günlük yaşam disiplin, dakiklik ve düzen ilkeleriyle oluşturuluyordu. Piskoposluk
merkezi bu yerleşmeleri tam anlamıyla kent olarak nitelemek doğru değildir. Orta
Çağ kentlerinde yaşayan halkı tanımlamak gerekirse, bir kent halkından söz etmek
yerine bir kale halkından söz etmek daha doğru olur. 10. Yüzyılda bu durumu de-
ğiştiren olgu ise ticarettir. Uzun yol ticareti yapan tüccarlar, manastır ve derebeyi
kaleleri çevrelerinde yeni yerleşim yerleri kurarlar. Ticaretle birlikte zanaatçılar da
bu yerleşimlere gelirler. Ticaret merkezli bir farklılaşmanın sayesinde ilerleme, kâr
ve giderek eşitlik, özgürlük gibi değerler de gelişmeye ve yerleşmeye başlar. Orta
Çağ kentleri bu anlamda zenginleşip kuvvetlendikçe yargısal ve yönetsel özerklikler
elde etmişlerdir. 15. yüzyıla gelindiğinde ise giderek tasşye edilen kölelik sisteminin
tersine kent nüfusunun büyük çoğunluğu özgür kişilerden oluşmaktadır.
Fernanad Braudel’in sözleriyle “Kentin havası özgür kılar” sözü artık yaşamda karşı
lığını bulmaktadır (Bumin, 1990, s. 51-54). Orta Çağ kentleri bir bakıma sanayi
döneminin ve sanayi kentinin hazırlık süreci olarak görülmektedir. Bu anlayış doğ-
rultusunda kent konusundaki açıklama ve tartışmalar; özellikle yaratıcı vasfıyla Orta
Çağ kentinin idealleştirilmesi algısına yol açmıştır (Karakaş, 2001, s. 126).
Rönesans ve sonrasında en önemli siyasal değişim ise mutlakîyetçi devletin ortaya
çıkmasıdır. Bürokrasi ve ordunun gücü ile temsil edilen bu değişime paralel
olarak kentler yeni iktidar biçimini yansıtan bazı yeni düzenlemelere tabi tutulurlar.
Eski kentin yapıları, sokakları yeni iktidarın ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma
gelmiştir. Mumfurd’un simgesel anlatımı ile Orta Çağ kentlerindeki çan seslerinin
yerine “trompet ve borazan” seslerinin duyulmaya başlanması, yeni değişimin göstergeleri
olarak değerlendirilmelidir. Kentlerde birbirini dik kesen uzun ve geniş caddeler, kamusal yapıların görkemli bir şekilde yeniden yapılmaları Rönesans ve
Barok kentlerin şziki yapısını planlar. Çünkü askerler bir daralıp bir genişleyen
kıvrılarak uzayan caddelerde gösteri yapamazlardı. Rönesans döneminin mimar ve
şehircisi Alberti bu sorunu gözeterek yeni düzenlemeler yapar. Alberti kent tasarı
mlarında ana yolları ikincil önemdeki yollardan ayırıp ana yolları “askerî yollar”
olarak adlandırmıştır (Bumin, 1990, s. 58).
Orta Çağ’ın organik ve kendiliğinden gelişmiş denebilecek kentleri, Rönesans
döneminde bilinçli bir biçimde geometrik düzenlemelere tabi tutulmuştur. Bu durum
Roma’nın yıkılışından sonra düzenli kent oluşturmak çabasının ilk uygulaması
dır. Bu gelişme Barok dönemde daha da gelişerek tam anlamıyla geometrik planlama
ile sonuçlanır. Bu doğal olanın tümüyle tasşyesi demektir. Ağaçların yerleştirilmesi
bile kentin belirli bir yerinden bakışa göre, perspektif yasalarınca düzenlenir.
Ağaçlar budanır ve kentin süs öğesine dönüştürülür. Mutlak monarşilerde,
ordu ve bürokrasinin disiplin düzen üzerine kurulu anlayışı kentin şziki yapısını
ve yaşamını belirler. Berlin’in 1740 yılı belirlenen nüfus yapısı bu bakımdan ilginçtir.
Bu tarihte kent nüfusunun dörtte birini askerler oluşturmaktaydı. Bu askerlerin
beslenmesi ve eğlendirilmesi için gerekli yapılar, kentin mekânsal yapısını büyük
ölçüde belirlemiştir. Yeni planlamada, ana yollar merkeze ve kraliyet sarayına ulaşacak
şekilde inşa edilmiştir (Bumin, 1990, s. 59-60).
Mimar Alberti’den Leonardo de Vinci’ye, Rönesans sanatçıları rasyonel ve simetrik
kent tasarımlarıyla birer ütopist sayılabilir. Her şey “ideal toplum” ve “ideal
kent” düşüncesiyle tasarlanmaktadır. Batı Avrupa’da ticaret ve endüstri kenti olarak
büyüyen kentler bünyelerinde birçok sorunu da taşıyordu. Özellikle 15 ve 16.
yüzyılda toplumsal krizi T. More’un adlandırması ile İngiltere’yi “koyunların insanları
yediği ülkeye” dönüştürmüştür. Gelişen tekstil sanayisi büyük yığınlar hâlinde
kentsel alanlara doğru gerçekleşen göçün nedeni olmuştur. Kentin çeperlerine yerleşen
bu yığınlar sağlıksız ortamlarda yaşamak zorunda kalmıştır. Bunların yanı sı-
ra, salgın hastalıkların yaygınlaşması da ölüm oranlarının yükselmesine neden olmuştur.
Bu olumsuzluklara suç oranlarının yükselmesi ve ahlaki çöküntüyü eklemek
de gerekir. Bir yanda gelişen ve zenginleşen sermaye ve temsilcileri, diğer yandan
yokluk içinde çapulcu duruma dönüşmüş yığınlar More tarafından büyük bir
sorun olarak görülmüştür. More yarattığı ütopyasında iyi yöneticilerle kötülüklerden
uzak, eşitliğin olduğu bir dünya tasarlamıştır. Bu tasarımda kent çok iyi organize
olan rasyonel ve geometrik özellikler taşımaktadır. Amerika’da İnka kentlerinden
esinlenerek oluşturulan ütopyanın kentinde, herkes akşam sekizde yatağa girecek,
sabah dörtte uyanacaktır. Çalışma zorunluluğu vardır ve lüks kesinlikle yasaktı
r. Evlenme yapıları belirlidir. Boş zamanlarında periyodik olarak ne zaman satranç
oynayacakları, ne zaman yün eğrilecekleri saptanmış ve bunun dışına çıkılmayacaktı
r (Bumin, 1990, s. 63-65). Yaşamı ve şziksel yapısı buna göre tasarlanan bu
ütopya kentinde birey tam olarak bir makinenin parçası gibi görülür.
Ütopist kentçilere tek örnek More değildir. Cabet, III. Napoléon’u örnek alarak
oluşturduğu ideal kentinde maksimum eşitlik minimum özgürlük vardır. Bu kentte
atölyeler büyük ve temizdir, yorucu işler makineler tarafından yapılmaktadır.
Para yoktur, polis yoktur. Sanat planlama içine alınmıştır. Sanatçılar ideal kentin
memurlarıdır. Çocuklar beş yaşında ailelerinden alınırlar ve ideal kentin yurttaşı
olarak eğitilirler. Pikniğin nasıl yapılacağı, çocukların nasıl ve ne zaman dayak yiyecekleri
yine belirlenenlerin arasındadır. Kısacası birey hiçbir inisiyatiş olmayan
nasıl yaşayacağı saptanmış bir makine parçasıdır. Cabet 1847 yılında Texas’ta toprak
satın alıp bu ütopyasını gerçekleştirmek istese de hiçbir zaman başarılı olamamı
ştır (Bumin, 1990, s. 72-73). İdeal kent imgesi 19. yüzyıl toplumsal yapısına koşut
olarak kötülüklerin tasşyesi amaçlı alternatif kentler sunuyordu. Yaşanılan ile
olanın birbirinden bu derece uzaklaştığı ütopya tasarımlar hiçbir zaman gerçekliğe
dönüşmemiştir. Ancak, kentsel yaşama müdahale şkri de hiçbir zaman ortadan
kalkmamıştır.