ÖNYARGI
ÖNYARGI
Önyargı, kelimenin de
anlattığı gibi, bir şey ya da kişi hakkında önceden hüküm verme anlamını (aşır.
Önyargılı insan, belirli bir konuda o konuyla, ilgili bilgileri gözden
geçirmeden karar vermiş olan kişidir. Bu önceden karar vermiş olma hissi, önyargının
sosyal psikolojideki anlamının temelini oluşturur. Önyargılı inançların üç
özelliği vardır:
a) Tipik olarak önyargı, sosyal gruplara ilişkin
inançlarda görülür, eğer bir birey belirli bir sosyal grubun üyesi olarak ele
alınıyorsa, bireye yönelik önyargılı inancın olduğundan söz edilebilir,
b) inanç
ya da yargı, esas
olarak olumsuz karakterdedir. Mantıken bir grup hakkında olumlu önyargıya
sahip olunabilse de, önyargı pek çok kez bir gruba karşı olumsuz ve saldırgan
bir tutumu gösterir:Yahudilerin, yahudi olmayanlara karşı bakış açılan, son
zamanlara kadar devam edegelmiş olan A.B.D. deki zencilere karşı gösterilen
aşağılayıcı uygulamalar ve cinsiyet ayrımı güden (se-xist) tutumlar önyargıya
en iyi örnektirler, c) Önyargılı bir inanç ya hatalıdır, ya da inananı hataya
sürükler. Bir önyargı ne bir sosyal grubun gerçekçi biçimde değerlendirilmesine
dayanır, ne de o grupla ilişki kurmak önyargıyı kolay kolay değiştirebilir. Bu
yüzden, Aüport, önyargıyı tartıştığı eserinde, “erken-yargılar” yeni
bilgilerle yüz-leşince değişmiyorsa, önyargıya dönüşmüşler demektir” diye
yazıyordu.
Önyargılı kişinin
hatası, kısmen, sosyal grupları stereotipler şeklinde algılama eğiliminden
kaynaklanır. Stereotipler konusundaki ilk sosyal psikolojik araştırmalardan
birinde Katz ve Braly (1935) Amerikan Kolej öğrencileri arasında değişik sosyal
grupları klişe tanımlarla damgalama konusunda yaygın bir eğilimi tesbit
ettiler. Yani, siyahların stereoûpleri, “batıl itikatları olan” ve
“tembel”; Yahudüerinki, “menfaatperest” ve
“açgözlü”; Türklerinki “kaba” ve “güvenilmez”
olma özelliklerini içeriyordu. Böyle stereotipler içinde düşündüğünde
önyargılı kişi, yalnızca bir bütün olarak gruplarla ilgili hoş olmayan
düşünceler taşımakla kalmaz, aynı zamanda stereotipik özellikleri şans eseri
taşıyan bireylerin yüzdesini de abartır; önyargının en aşırı durumunda tüm
Yahudilerin veya tüm siyahların sözü edilen olumsuz özellikleri taşıdığına
inanacaktır.
Önyargı ile ilgili ilk
araştırmalar, önyargılı inançlara sahip olmak ve belli dış grupların
üyelerine karşı farklı davranışlar içinde olmak arasında doğrudan bir ilişki
alacağını varsaym ıslardı. Ancak genelde tutumlar teorisi konusunda yapılan
araştırmalar, tutumları belirlemek için yapılan soruşturmalarda belirtilen
görüşlerin davranışı yansıtmadığını göstermiştir. Sonuç olarak, şimdi artık
önyargı ve ayınm yapma arasındaki ilişkilerin daha eskiden düşünüldüğünden
daha karmaşık olduğu kabul edilmiştir.
Önyargının psikolojik
kökenlerini açıklamak için kullanılan birçok teori arasında motivasyon
(dürtüleme) teorileri ve öğrenme teorilerini ayrı ayrı ele almak mümkündür.
Motivasyon teorileri önyargılı tutumları, kişilikteki eksikliklere veya
bireyin tatmin olmamış arzularına bağlamaya çalışmışlardır. Bunlar genellikle
“günah tekesi” teorileri olarak adlandırılır, çünkü önyargı
kurbanları genellikle önyargılı kişinin iç dünyasındaki yetersizlikler
nedeniyle mantıksız bir biçimde suçlanmaktadırlar. Böyle günah tekesi
teorilerinden birisi de engel-lenme-saldırganlık teorisidir. (Dollard ve
arkadaşları tarafından 1939’da öne sürülmüş ve 1962’de Berkowitz tarafından
yeniden formüle edilmiştir.) Bu teori önyargının; birey bir engel tarafından
kızdırıldığı ve bu kızgınlığı şu veya bu nedenle o engele doğrudan yansıtma
imkanı olmadığında ortaya çıktığını ileri sürer. Bu teori örneğin, azınlık
grupların ekonomik yetersizlik durumlarında neden artmış önyargılara hedef
olduklarını açıklama konusuna uygulanabilir. Bİr başka motivasyon teorisi Adorno
ve arkadaşlarına aittir. Bu teori önyargıyı otoriter-tip kişiliklerin
baskılanmış düşmanlıkları bağlamında açıklama çabasındadır.
Genel önyargı
teorileri olarak motivasyon teorileri sınırlıdır. Örneğin önyargı konusunda
niçin belli hedeflerin seçilip diğerlerinin seçilmediğini açıklamakta
başarısız kalmakladırlar; aynı zamanda önyargılı inanışların önemli bir Ölçüde
öğrenme sonucunda oluşmuş olabileceğini de görmezden gelmektedirler.
Sosyal psikolojideki
son zamanlarda yapılan araştırmaların çoğu, Önyargının bilişsel yönü üzerinde
yoğunlaşmış olup önyargı kişilerin genellikle dünyayı algılayışı ve anlayışına
dayanarak İncelenmektedir. Bu araştırma önyargılı düşüncenin önemli bir
miktarının ‘anormal’ psikolojik süreçlerin sonucu olmadığını öne sürer. Jerome
Bru-ner ve Hcnri Tajfe insanların bilginin pasif uygulayacılari olmadıklarına,
tersine gelen uyarıların anlamını kavramaya çalıştıklarına işaret etmişlerdir.
Yani normal algılama; bilginin sınıflandırılması ve önceki yargılara göre
özümlenmesi, algılanan veya yaşanan şeyi belirlediğine göre, bu sırada bir
miklar hata ve basitleştirmenin yapılmasını gerektirir. Slereotipik düşünce bu
tür süreçlerin uç noktasıdır, slcrcotip sosyal dünyanın hangi yönlerinin
dikkatin yoğunlaşması için seçileceğini ve bu yönlerin nasıl yorumlanacağını
etkiler. Örneğin, belli bir grubu tembel olarak gören bir kişi, sık sık
bilinçsiz bir biçimde kendi stereotipini doğ rulamaya çalışacak ve buna ters
düşen delilleri görmezlikten gelecektir. Buna ek olarak belirsiz deliller,
grubun tembel olduğuna ilişkin fikri desteklemek üzere yorumlanacak ve sonuç
stereotipi destekler görünen bir biçimde o grupla ilgili algıların sistemsel
bir şekilde bozulması olacaktır. Eğer bustereotip, toplum içinde yaygın kabul
görü yorsa bu yalnızca ortak görüşe dönüşüp sosyal baskıların stereotipi teşvik
etmesiyle kalmayacak, aynı zamanda bilişsel süreçlerde inananların kendi
ikilemlerini görmesini de engelleyecektir.
(SBA)