Felsefe Akımları

Oluş Nedir? Tanımı, -Anaximandros’tan Bergson’a- (Felsefe Konuları)

Tekevvün, sayruret, tahavvül, tekamül vb. kelimeler karşılığında kulanılan oluş kelimesi bir durumdan öteki duruma ya da imkandan gerçekliğe geçiş, değişim süreci veya bir konunun oluşudur.

Felsefi anlamda oluş sorunu, Batı düşüncesinin başlangıcında daha İonialı filozofların felsefelerinde söz konusu edilir. Açık ve bilinçli bir şekilde olmasa bile nüve halinde Miletli Anaximondros´un evrenin ilk başlangıcı (arkhe) kabul ettiği “apeiron”un sahip olduğu karşıt nitelikler varlığın oluşunun da temeli şeklinde düşünülmüş olmalıydı. Ancak Anaximandros herhangi bir açıklayıcı düşünce ileri sürmediği için, var olanın olduğu gibi kalmasına rağmen nasıl oluyor da değişme, hareket, oluş gerçekleşebiliyor, şeklinde bir soruyu da araştırmaktan uzak kalıyor. Bir başka söyleşiyle var olan hem var olarak kalabiliyor hem de kalamıyor Bu oluş sorununa bağlanması gereken sorunun cevabının araştırılması ilk olarak bilinçli bir şekilde Efesli Herakleitos tarafından yapılacaktır. Evrendeki tüm nesneleri “yalnız bir aynı” ilkenin değişimleri kabul eden Herakleitos, bu ilkenin de bazen ateş bazen sıcak soluk olarak nitelediği bir “şey” olduğunu düşünür. Bu ilk başlangıç dünyanın sınırlarından evrenin sonuna kadar yayılmıştır ve var olan her şey ondan gelir ve tekrar ona dönmek ister. Kısacası Herakleitos´a göre her varlık değişmiş ateş olduğundan, her varlığın ateş haline dönmesi söz konusudur. Hava ve su, ona göre, sönmek ve yeniden olmak üzere olan ateştir. İşte evren düzenli aralıklarla yanıp sönen (olan ve yok olan, kevn u fesâd) değişim halinde, sürekli canlı bir ateştir. Evrenin başlangıcı ve sonu olmadığı gibi, ne bir Tanrının ne de bir insanın eseri değildir. Dünyanın ya da evrenin sonu denildiğinde, Herakleitos, her şeyin ateşe dönüşünü anlamaktadır. Bu bir anlamda göreceli bir son buluştur. Çünkü evren sonsuz olarak ve durmaksızın yeniden meydana gelmektedir. Oluşun ve yok oluşun sonsuz olarak birbirini izlemesi “Külli hayat”tır. Her şey akmaktadır (panta rei), bir nehre iki kez giremeyiz, hatta bir kez bile giremeyiz, çünkü içine daldığımızı sandığımız dalgalar, hemen uzaklaşmışlardır. “Oraya giriyoruz ve girmiyoruz, oradayız ve artık orada değiliz.” Bu sonsuz değişim ve oluşla, yokluk sürekli varlık olur, varlık sürekli yoklukta kaybolur. Böylece yokluk varlığı, varlık yokluğu doğurduğundan, varolmak ve olmamak, olmak ve yok olmak aynı anlama gelen algılardır. Öyle olmasaydı, bunlar değişerek, birbirine dönüşmezlerdi.

Ne var ki, sürekli oluş, sanıldığı gibi kolay ve engelsiz değildir. Tersine oluş, karşıt güçlerin ve niteliklerin bir savaşıdır. Bunlardan biri, tıpkı bir dağın zirvesinden etek­lerine iniş gibi yukarıdan gelerek “gök ateşi”ni katı maddeye çevirmek isterken, öteki, yani karşıt olanı göğe yükselerek yeryüzü maddesini ateş haline dönüştürmek ister. Yeryüzündeki hayat bu karşıt güçlerin çatışmasıyla meydana gelmektedir. Savaşı herşeyin babası, kralı olarak nitelendiren Herakleitos, her şeyin karşıtlardan doğduğunu kabui eder. Sükunetin, durmanın, duyumlarımızın bir sanısı (duxa) olduğunu söyleyen Herakleitos, evrendeki birliğin, evrenin birliğinin karşıtların savaşmasıyla, yani sürekli oluşla açıklar. Böylece felaket, değişme ve oluş mutlaktır. Başlangıçsız ve sonsuz olan bu oluşta tek değişmeyen, sabit olan ilke, yasa, mutlak düzen Logos´tur. Böylece Herakleitos oluşu diyalektik bir temele dayandırmış oluyordu. Platon, Herakleitos´un diyalektik ilkesini oluş düşüncesiyle bağlantılı kılacak ve idea öğretisini bu yöntemle açıklamaya çalışacaktır.

Oluş öğretisi üzerinde yeni çağda Hegel felsefesi geniş bir şekilde duracaktır. Oluş, ona göre varlığın gelişmesini, ilerlemesini, sürekli değişmesini anlatır. Varlığın karşıtı olan oluşta olduğu gibi değişme de dengenin veya istikrarın karşıtıdır, ama yokluk (adem) var olarak düşünülemez. Çünkü her şey oluş halindedir, diyalektik bir süreç içindedir. Hegel´e göre diyalektik evrensel bir yöntemdir, yani hem düşünmenin hem de külli varlığın gelişme formudur. Düşünme ve varlık daima karşıtların içiden geçerek, karşıtları uzaklaştırarak gelişir. Fakat her uzlaşmada ortadan kaldırılması gereken bir karşıtlık saklı olduğundan, diyalektik düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavramasına, yani varlığın bilincine erip özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider. Bunun üç safhadan oluştuğunu belirten Hegel, varlık alanını da buna paralel üç aşamaya ayırır. Birincisine, Platon´da olduğu gibi, ideal objelerin dünyası olarak nitelendirir. İdenin ikinci safhası ya da basamağı doğadır ve burada tamamiyle başka bir varlık yapısı sözkonusudur. Doğa alanında bir şeyin varlığın başka bir şey nedeniyledir. Bu bakımdan doğa, ide´nin özdeşliğini yitirdiği, nesnelerin çokluğu içinde bölündüğü ve “kendisine yabancı lastiği” alandır. Onun için doğa “oluş”un dünyasıdır. Marx, Hegel´in diyalektiğini tersine çevirerek oluşu da farklı bir şekilde açıklamaya çalışacaktır.

Doğrudan Herakleitos, Hegel ve Marx felsefesiyle ilişkili olmasa da oluş sorunu XX. yüzyılda farklı bîr şekilde tartışan sezgiciliğin kurucusu Henri Bergson´u da anmak gerekir. Varlık felsefesi karşısına bir oluş felsefesi koyan Bergson´a göre her şey süre (duree)´den ibarettir. Hareket halinde olan her şey, birbirlerine etkide bulunarak nüfuz ederler. Dolayısıyla her şeyde, her an ve her yerde değişim sözkonusudur. Aslında varlık değişmeden ibarettir, denebilir ve değişmeyen şeyin varlığından söz edilmesi mümkün olmamalıdır. Ancak Bergson´un oluş kavramına verdiği anlam herhalde Herakleitos ve Hegel felsefelerindeki anlamla aynı düzeyde ele alınmamalıdırlar.

İslam düşüncesinde vahdet-i vücut veya sudur teorileri ile oluş öğretisi arasında belli noktalarda benzerlik görülebilirse de, temelde aynı mahiyete dayanmadıkları söylenmelidir. Çünkü vahdet-i vücut veya sudur teorilerinde mutlak bir varlığın, yani Allah´ın temel alındığı ve sürekli tecelli ya da yaratışlar ile Allah´ın varlığının mutlaklığına ve kudretinin sonsuzluğuna işaret sözkonusudur.

İsmail KILLIOĞLU – SBA

İlgili Makaleler