NÜBÜVVET
NÜBÜVVET
İnsan, tarih boyunca
gözünü açtığı kozmik ve fizik çevreye bakarak varlık alemini ve varoluşu
anlamlandırmaya çalışmıştır. İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en Önemli
fark, varlığı anlamlandırma çabasını daima sürdürmüş olmasıdır. Sözgelimi
hayvanlar kendi güdüleriyle tanıyabilecekleri sınırlı çevreye uyum
sağlayabildikleri oranda tabii olarak yaşamakla yetinirler; onların görünenden
görünmeyene, bilinenden bilinmeyene ulaşma gibi bir çabaları yoktur. İnsan
ise, varlık alemini merak, hayret ve hayranlıkla gözlemlerken, bu varoluşun
anlam ve sırlarını çözmeden rahat edemez, sadece biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarını
temin etmekle yetinemez. Bu, kendi psişik ve entellektüel gerçeğini inkar etmek
olur. Eğer onun bu tatminsiz, yetinmeyen ve hep arayış halindeki temci insani
özelliği olmasaydı, ne felsefe ve hikmet ve ne de ilim ve kültürden söz
edilebilirdi.
İlke olarak dün ve
bugün yaratıcı fikrini reddeden felsefe ve görüşler, şu önemli sorulara cevap
aramakla karşı karşıya gelmişlerdir: Madem ki evreni ve insanı belli bir
amaç güderek yaratan
bir varlık yok, peki evrenin ve insanın bu tarz varoluşu neye göre mümkün
olabilmiştir? Bizi aşkın ve dışımızda bir irade buraya göndermediyse, bizim
burada oluşumuzun bir anlamı var mı? Hiçbir anlam yoksa bütün bu varoluş niye?
Buna kim karar verdi? Niye başka yer değil de burası? Niye ben 1951’de doğdum
da 1950’de veya 1050rdc veya antik zamanların bir yılında doğmadım? Buna kim
karar verdi? Niçin şu şehirde ve şu anne ve babadan doğdum da bir başka yerde
ve başka anne ve babadan değil? Niçin erkek veya kız? Niçin ailenin ilk
çocuğu? Niçin beyaz? Ve daha binlerce soru.
Kuşkusuz ateist,
nihilist, materyalist, dehri vb. nice felsefe ve görüş bu soruların hiçbirisine
tatminkar cevaplar veremez. Belki varoluşun içinde cereyan eden olayların
nasıllığı keşfedilebilir, nesneler ve olaylar arasındaki nedensel ilişkiler,
geçerli ilişki biçimleri, yasalar ve belirleyici ilkeleler bilinebilir ve
bunlar sayesinde muhtemel bir gelecek de tahmin edilebilir. Ne var ki yine de
asıl varoluşun sır ve anlamı gizli kalmakta devam edecektir. Modern bilim,
olayları yönlendiren temel yasa ve ilişkileri anlamayı, neredeyse olanların
hikmet ve sırlarını keşfetmekle aynı şey saymaya başlıyor. Oysa bir fizik
olayın nasıllığını bilmek, kişiyi niçinini bilme konusunda daha çok
kışkırtmalı değil mi? Belki de fizik bilimlerin bu yöntem ve amaçlarla
sağladıkları haz ve fayda, insanı sadece bununla yetinen, araştırma, bilme,
öğrenme çabasını haz ve fayda sınırlarını genişletmeye yönelten, sıradan bir
tabiat yaratığı haline gelirdi. Bu hayvanlarla eşit seviyeye inmekten başka
bir şey değildir.
Bugün için yaratıcı
düşüncesini kabul
etmeyen felsefelerin,
kendilerine de inandırıcı gelmese bile, bütün yukarıda sıraladığımız sorulara
verdikleri tek cevap raslantı (tesadüf) dır. Ama insan hayatını çepeçevre
kuşatmış bulunan tabiî ve fizik zorunlulukların olduğu bir evrende -psişik ve
manevî, enlellektüel ve sanatsal yanları hesaba kat-masak bile- zorunluk için
de bu kadar mükerrer tesadüf olabilir mi? Binlerce olayın hergün başlangıçta
bir tesadüf eseri olarak meydana geldiklerini ve o tesadüf neticesinde
milyonlarca yıldır tekrar edip durduklarını nasıl söyleyebiliriz? Bütün
ülkeler ölçeğinde, hergün olan binlerce doğum olayının, binlerce yıldır hep
erkek-dişi dengesini hep tesadüfen koruduğunu nasıl düşünebiliriz? Modern
bilimsel teknik ve gelişmelerin hangi durum ve şartlarda zigotun dişi veya
erkek olarak teşekkül ettiğini söyleyebilir, ama niçin bu şekilde teşekkül
ettiğini söyleyemiyorsa ve üstelik buna rastlantı diyorsa, burada allanan çok
önemli bir gerçeklik var demektir ve bu da bir türlü açıklanamıyor. Demek ki
rastlantı teorisi latmin-kar olmaktan uzaktır ve biz her halükarda ve
kaçınılmaz olarak yaratıcı fikrine ulaşmak zorunda kalıyoruz. Aksi halde
geriye lek bir seçenek kalır, o da absürd felsefedir. Yani herşey, biz ve evren
saçma, anlamsız ve boş şeyleriz.
Belki absürd felsefe
bazı kişilerce be-nimscncbiUr, ama herkesin bununla yetineceğini bekleyemeyiz.
Çünkü özünde akla karşıdır. Akıl ise bizim en büyük gerçeklerimizden biridir.
Onun cevap ve tatminkar açıklama isteyen sorularına bir son veremeyiz.
Kuşkusuz salt yaratıcı
fikri de çözüm olamaz. Çünkü salt yaratıcı fikriyle yetinebileceğimizi savunan
dcist felsefeler de aynı sorunlar karşısında çaresiz kalmışlardır. Eğer bir
yaratıcı varsa ve bizi o yaratmışsa, onun bizimle bir şekilde iletişim kurması,
bize mesajlar ve haberler iletmesi de gerekir. Bizi yarattığı ve halen
yaratmakta olduğu halde, bizden bir şey istemiyorsa, bize söyleyecek bir şeyi
yoksa ve düzenli peri-yodlarla varlığın düzenini sürdürmekle ye-tiniyorsa, onun
bütün bu yaptıklarının bizce anlamı yoktur. Belki kendisi bir anlam içinde
yaraüyordur; ama bizim bundan haberimiz olmuyorsa, bizim İçin bu anlam var değildir.
Bu, O’nun açısından yine absürdtür. Veya bize varoluşun anlamını iletmek istiyor
da, buna gücü yetmiyorsa, bu durumda güç, irade ve kudret alanı sınırlıdır,
öyleyse bu yaratıcı mullak ve her dilediğini yaratmaya gücü yeten varlık
değildir. Bu da en azından aklın geçerli kuralları içinde kabul edilemez.
Öyleyse şu çıkıyor
ortaya: Evreni ve bizi yaralan bir varlık vardır ve bu varlık bize yaratılışın
ve varoluşun anlam, neden ve hikmetini de anlatmaktadır. O, bize bilgi ve haber
gönderiyor, bir takım mesajlar iletiyor.
Kur’an-ı Kerim’e göre
evrenin tek, benzersiz ve orlaksız yaratıcısı Allah’tır. Allah, insanlara
tarih boyunca mesaj gönderiyor. İstek ve iradesini açıklıyor. Ancak O’nun
insanla fizik olarak yani frekansların alanına giren titreşimlerin sesiyle
konuşması sadece bir kere, o da Hz. Musa ile olmuş, Allah onunla konuşmuştur.
Peygamber olmadığı halde, Hz. Meryem’e, Hz. Musa’nın annesine, kızkardeşine
vahyetmiştir; ama bu sözlü veya yazılı değil, kalbe ilka olunan ilham veya
bilinci düzeyine iyiden iyiye çıkmış bilgi aktarımıdır. Diğer durumlarda ve
diğer peygamberlere vahy gönderir. Vahy
ya doğrudan kalbe ilka
edilen bilgi, rüya veya bir melek (Cebrail) aracılığıyla gelir ve gerçekleşir.
İşte nübüvvet denen
olay, kendisiyle ilim (bilgi) hasıl olan haber ve bu haberi getiren seçilmiş
özel kişilerin ortaya çıkışı, aldıkları vahyi diğer insanlara aktarmaları,
tebliğ ediklerinin genel adıdır. “Nebe,” haber demektir; haberi
getiren kişiye nebi, bu olaya da nübüvvet denir. Yani Allah’ın seçilmiş bir
insan (Peygamber) aracılığıyla insanlara seslenmesi, onlara mesaj iletmesi,
kısaca onlarla dolaylı olarak konuşmasıdır.
Nübüvvetin kendisinden
türediği nebe kelimesi Kur’an-ı Kcrım’dc teknik anlamda birkaç şekilde
kullanılır. Doğrudan haber anlamında kullanıldığı gibi (Tahrim:3, Kchf:78),
larihte ortaya çıkmış ve yaşanmış olaylar ve bu olaylara ilişkin bilgi anlamında
da kullanılır (Maidc:28, Taha:99, Tev-bc:70, Yunus:71, İbrahim:9, Kasas:3). Ancak
tarihten aktarılan bu bilgi veya geçmişe ilişkin haber hiçbir insanî ve
sübjektif paradigma ile saptırılmamış doğru, kesin ve gerçeklik ifade eden
haber ve bilgidir (Kchf:13). Çünkü haberin doğruluğu vahy kanalıyla bize
bildirilmektedir. Şu halde yalnız larihi bilgi değil, insanın duyumlana-bilir
evrenin ötesinden Nebi kanalıyla aldığı ve öğrendiği haber de kesin ve
doğrudur. Bu tür haber ve bilgileri, gayba ve yaşanmış bir geçmişe ait oluşları
dolayısıyla, yalnızca Peygamberler bize öğretebilir. Buna üçüncü bir bilgi
türü daha ekleyebiliriz. O da, kişinin dış dünyaya ve başkalarına karşı sadece
kendi içinde, kalbinin ve bilincinin deriniİkİcrindc sakladığı bilgi ve düşüncelerin,
niyet ve taşanların bilinmesi, vahiyle öğretil mesid ir (Tevbe: 64). Gelen vahy
veya Peygambere öğretilenler, kişilerin iç derinliklerinde gizlediklerini
açığa çıkarabilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, nebi olan seçkin kişiler, vahy
aracılığıyla 1. Metafizik veya melakozmik alemden, 2. Bugün gözleme imkanımız
olmayan kadim geçmişten, 3. Muhatabın iç dünyasında saklamaya çalıştığı
şeylerden bize haber verebilirler. Ancak Peygamberin bu bilgileri beşer
olarak değil, nebi olarak ve ancak kendisine vahy geldiği takdirde bize
verebileceğini unutmamalı. Çünkü kişi (beşer) olarak Peygamber de gaybı
bilemez.
Nebi bir bakıma bilgi
aktarıcısı durumunda güvenilir bir kimse olduğundan, ona ilişkin güven sarsıcı
bir davranışta bulunması düşünülemez. Yani Peygamber kendisine vahyedilen
bilgileri değişikliğe uğratıp kendinden bir şeyler kalamaz, kıcasa ihanet etmez
(Ali lmran:161). Nebi koruma altında bir kişidir. Buna rağmen onun cin ve insan
şeytanlarından birçok düşmanı vardır (En’am:122); özellikle şeytan ona nüfuz etmek
ister (Hacc:12). Ama ilahi koruma altında olan Nebi’ye herhangi bir zararın
isabet etmesi mümkün değildir.
Kuşkusuz vahy temeline
dayalı dini öğretilerde nübüvvet önemli bir kurumdur. Başla da belirttiğimiz
gibi Nebi, İnsanın Allah ile temasını kuran temiz bir araç, bir vasıtadır. O,
Allah’ın insandan ne istediğini aldığı vahy ile bildirir. Onun öğrettiği Kitap
ve Hikmet sayesinde insan varoluşun anlamını öğrenir, evreni, kendini ve
yaratılışı kavrar. Peygamber büyük bir öğretmendir; ama sadece bilgi vermekle
yetinmez, İnsanın ve toplumun geleceğinin ne olacağını da haber verir. Bundan
dolayı Peygamber hem Nezir (uyanp-korkutan), hem de Beşir (müjdeci) dir
(Ahzab:45). Onun uyarı ve
korkutmaları ile
müjdeleri dünyaya ilişkin olduğu kadar ebedi hayat, yani ahiretle de ilgilidir.
Eğer insanoğlu, onun rehberliğini, yol göstericiliğini kabul edip öğrettiği ve
gösterdiği gibi yaşamaya çalışırsa, hem dünyada adalet, özgürlük, huzur ve
barışa kavuşur; hem de ahiret hayatını güven altına alır.
Buna ek olarak
Ncbi’nin, kendisine inananları güçlü kılma, savaşa hazırlama ve düşmanlarına
karşı cihada götürme gibi aktif görevleri de vardır (Enfal:65, Tev-be:73).
Peygamberler, insanlar
arasında ortaya çıkan ihtilaf ve anlaşmazlıkların çözüm şekillerini gösterir,
bu alanda evrensel, adil ve objektif hukuki kural ve ilkeler koyarlar. İlahi
hukuk veya şeriat dediğimiz olgu, insanlar başlangıçta tek ve uyumlu bir topluluk
(ümmet) iken, aralarında anlaşmazlığa düştükleri zaman Allah, onlara hakem olacak
nebiler gönderdi (Bakara:213). Onlar bütün bu epistemolojik, ahlaki, sosyal, askeri
ve adlî görevleri yanında insana hikmet bilgisini öğretirler. Allah,
yaratılışta insana (Adem’e) isimleri, yani varlığın bilgisini öğretti, sonra da
tarih boyunca peygamberlere vahy bilgilerini gönderip insana tebliğ
edilmelerini sağladı. Ancak Hz. Adem’le başlayan Nübüvvet zinciri, son halka
olan Hz. Muhammed (s.) 1c son buldu (Ah-zab:40). Bundan sonra Peygamber gelmeyecek,
nübüvvetin tarih boyunca gördüğü işlev Kur’an’la sürdürülecektir.
Bütün Peygamberlerin
öğrettiği bilgi ve hikmet aynı öze dayanır. Bu da ilahi hikmet ve bilgidir. Bu
bakımdan aralarında üstünlük açısından derece farkı olsa da (İsra:55),
peygamberler arasında ayırım yapılmaz (Bakara:
Nebiler konumlan
itibariyle insanüstü varlıklar değil, birer insandırlar. Yer, içer ve ihtiyaçlarla
karşılaşırlar. Biyolojik ve fizyolojik ilahi yasalar onlar için de geçerlidir.
Kısaca ölümlüdürler. Bu açıdan islam öğretisine göre Peygamberler birer mit
veya do-ğa-üstü kültler değildirler. Hele onlara tapınmak, onları
tanrılaştırmak doğrudan şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır (Al-i îm-ran:80).
Kur’an-ı Kerim açıkça kendisine kitap, hikmet ve nübüvvet geldikten sonra
hiçbir Peygamberin insanlara “Bana kulluk edin” şeklinde bir istekte
bulunmasının mümkün olmadığını söyler (Ali İmran: 79). Yahudilerin Hz. Uzeyr’i
ve Hıristiyanların Hz, isa’yı tanrılaştırmaları, onları Allah’ın oğullan veya
Tann’nın kendilerinde beden-leştirdiği varlıklar şeklinde görmeleri büyük bir
sapmadır. Peygamberler, kendilerine gelen vahyi insanlara olduğu gibi lebliğ
eder, ona uygun yaşama yollarım ve örneklerini pratikte gösterir ve ömürlerini
tamamladıktan sonra her ölümlü gibi bu dünyadan çekilirler. Onlara ittiba,
getirdikleri kitab ve uyguladıkları sünnet’e bağlılık de mektir. Nitekim son
peygamber Hz. Mu-hammed (s.) de bizlere bunu tavsiye etmiştir.
Ali BULAÇ