Kimdir

Mustafa Necati Sepetçioğlu kimdir? Hayatı ve eserleri

Mustafa Necati Sepetçioğlu kimdir? Hayatı ve eserleri: Zile’li bir çiftçi ailesinden gelen Sepetçioğlu, Zile, Sivas, Bursa ve İstanbul’da ilk ve orta öğretimlerini gördükten sonra 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Ede­biyat Fakültesi Türkoloji ve Sanat Tarihi bölümlerini bitirmiştir. Millî Eğitim Ba­kanlığı Basımevi müdürlüğü yapmış, daha sonra Tercüman gazetesi “1001 Temel Eser” dizisini yönetmiştir. Şimdi serbest yazar olarak çalışmaktadır.

Sepetçioğlu hikâye, roman, tiyatro ve destan türlerinde eserler yazmıştır: Hikâye kitapları: Abdürrezzak Efendi (1956) ve Menevşeler Ölmemeli (1972)’dir.

1965 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı piyes yarışında derece almış olan Mehmedin Beklediği oyunundan sonra Sevgisizler, Zehirci Cehennemde, Gün Işığı adlı tiyatro eserini yazmıştır. 1965-1970 yılları arasında kendisini tiyat­roya iyice verdiği anlaşılan Sepetçioğlu’nun Trampacılar oyunu (1968) Şehir Tiyatrosu’nda temsil edilmiştir. Büyük Otmarlar piyesi ise Mayıs 1968’de Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde “en iyi eser” seçilmiştir. Çardaklı Bakıcı (1969), Köprü (1969), Son Bloklar (1969), Büyük Otmarlar (1970), Her Bizansa Bir Fatih (1972), Mehveş Hanım (1984), Maragalı Abdulkadir (1986), Sepetçioğlu’nun kitap halinde çıkmış tiyatro eserleridir.

Sepetçioğlu, millî kaynaklara bir dönüş denemesi olarak Yaratılış ve Türeyiş “destanlarını” çağımızın duygulan ve taze bir üslûp ile yeniden yazmış. 1965’te çı­kan bu eser ilgi toplamıştır. Türk Destanları ve Dede Korkut Hikâyeleri (1973) de aynı türde denemelerdir.

Sepetçioğlu, bütün hikâyelerine, romanlarına ve oyunlarına yayılan “iyiye ve güzele gönül vermiş” sanat havasını şu sözlerle anlatıyor:

“Büyük Peygamber’in iki sözü benim sanat anlayışıma ışık tuttu ve sanat yo­lumu çizdi: 1) Yatıştıran yalan, fitne koparan doğrudan evlâdır. 2) İkincisi bir ola­ya dayalı sözdür: Büyük Peygamber, ashabıyla birlikte, hava almak için Mekke dı­şında gezerken taaffün etmiş bir köpek leşine rastlamıştır. Kokudan burunlarını tutan ashabına gülerek bakan Hz. Muhammed, köpeğin bir sıra beyaz dişlerini göstererek: “Ne güzel!…” buyurmuşlar, “Bakınız; inci gibi dişleri var…”

“Bir 4ünya yaratacak güçte büyük olan bu sözü ilk duyduğumda tüylerim ür­permişti; unutamam, Çirkini, kötüyü, sefili göstermek ucuz ve kolaydır. Pahalı ve zor olan o çirkinlik, o kötülük ve sefalet içinde var olan ve gizlenen güzeli ve gü­zelliği görebilmektedir.

Çıkış noktalarım bunlardır. Buradan insana gittim. Bizde, eşrefü’l-mahlükat olan, Rönesansın temelini teşkil eden; Hümanizmin çekirdeği bulunan insana. Ve gördüm ki yeryüzü ve insan bir içli ve büyük sevgi esası üzerine bina edilmiş­tir. Sevgı’yi çıkarınca nizam birden yıkılır, anarşi doğar ve kaos hali teşekkül eder. En sevmediğim ve en nefret ettiğim şey de anarşi kaos halidir. Bununla be­raber insanların birbirlerini sevmesi de yetmez; insanların yaşamayı, otu, topra­ğı, göğü velhasıl atom çekirdeğinden büyük boşluğa kadar olan her şeyi ve bütün bu nizamın düzenleyicisini de (Tamamlayıcısını da) sevmesi gerekir. Bu sevgi bit­mez, ama başladığı yer vardır. Başladığı yerde benim insanlarımdır; kanımdan olan, dilimi konuşan, ülkümü benimseyen ve bayrağımın altında benim gibi hu­zur duyabilen insanlara olan sevgim, buradan güç ve ışık alır, öteki insanlara va­rır. Bunun için 1952-1953 yıllarında çıkan bir üniversite dergisinde, benimle röpartaj yapan bir arkadaşa sorunca, şöyle cevap vermiştim: “Hümanizime giden yol milliyetten geçer!” O zaman çocuktum; şimdi emekliyorum. Yarın yürüyebilir­sem yine bu söz beni ısıtacak. ”

Arınmış ve Anadolu kelimeleriyle; köklere inen halk dilini şiir zenginliğiyle yazan Sepetçioğlu’nun ilk hikâyelerinde tasvir, çözümleme ve olayların birbiriyle iyice kaynaşmadıkları havası vardır. Nitekim 1958’den sonraki hikâyelerinde olay ve kişilerini daha bir yoğunlukla, uzatmadan, ayrıntılara kaçmadan anlatma gayreti göstermektedir.

Hikâyelerinin çoğunda köy, tarla ve kır romantizmi esmekte, sürekli veya de­vamlı olarak büyük şehre yerleşmiş köylü ve kasabalıların burunlarında tüten toprak ve yeşillik özlemi dile getirilmektedir. Bağlan, ekinleri, kır çiçekleri, mey­velikleri, çayırlan ile hayal edilen köy ve kasabalar, büyük şehre yeni gelenlere ve çok kez ona uyum sağlayamayanlara bir hayal sığınağı gibidir. Sepetçioğ­lu’nun birçok hikâyelerini, duygu, hasret ve yadırgamaları ile renklendiren kah­ramanlar, uzun yıllar alıştıkları o yeşil zeminden koptukları için hayata yabancı­laşır, can sıkıntısına düşerler. Şehir insanının, merhabasız, bencil, başkasına merhametten uzak, sinirli, huzursuz kişiler oluşlarını da bir bakıma çiçekler, meyveler ve insanca dostluklardan uzak yaşamalarına yorar. Nitekim, aşağıda okuyacağınız “Dönüş” hikâyesinde kasabadan gelmiş olup da bütün çabalarına rağmen İstanbul’a alışamayan ve tarlanın, çayırın hemşehrilerin özlemine daya­namayarak geri dönen bir “zengin” taşralının macerası anlatılıyor. “Menevşeler * Ölmemeli”, “Çamlar Hür Yaşar” hikâyelerinde de yine şehri ve şehrin egoizmini “sevgisizlik” diye yorumlayan, şehirden kaçmak isteyen şehirdeki menekşelere ve çamlara acıyan; tabiattan kopmuşluk, yeşillik nostaljisi ve sıla hasreti içinde yanıp yakılan kişiler yaşatılmaktadır.

Ana, baba, romantik sevgili, kardeş ve dost alışkanlığı içinde taşra liselerin­den veya işyerlerinden yetişip büyük şehirlerin, ilgisiz, çok telâşlı, bencil ve duy­gusuz görünen yeni çevresine düşen gençlerin bu nostaljilerini ve sıla hasretleri­ni şairlerimiz arasınde en güzel dile getiren Yavuz Bülent Bakiler’dir. Necati Sepetçioğlu’nun da hikâyede, ona benzer derinlikte bu duygulan yazdığı; kendi çev­relerinin dostluk ve içtenliklerinden uzak düşenlerin acılarını ve alınganlıklarını anlattığı görülüyor.

Kısacası, Sepetçioğlu’nun en samimî verimleri olan bu şairane hikâyelerin çok alıngan kahramanları, biraz da, yazardaki, sevgi dolu, çevreye hisleriyle ba­kan ve her davranıştan, kendisine üzüntü payı çıkaran mizâcın sonucudur. Aslın­da büyük şehirde, bazen evine veya işine yetişmekten başka bir şey düşünmeyen insanların hızlı hayatı vardır. Bu insanlar, taşrada olduğu gibi önceden tanışmaz ve kolay kolay kaynaşamazlar. Onlar, türlü bölgelerden ve muhitlerden gelmişler­dir. Hikâyelerin duygulu, yalnız ve can sıkıntılı kahramanları, bunları belki de bi­lirler ama, yine de gördükleri her selâmsızlığı, ilgisizliği veya resmî davranışı, kendilerine yöneltilmiş sevgisizlik, hatta düşmanlık veya hakaret sayarlar.

Bu hikâyelerin çoğu otuz kırk yıl önce yazılmıştır. İnsanlarımızın köyden şehre göç macerasını da ustalıkla veren bu hikâyelerin en değerli taraflarından birisi de, tabiat, çevre, çiçek sevgisi üzerindeki ısrarıdır. Dünya kamuoyu ve onu izleyen Türk gazetecileri, sanatçı ve edebiyatçıları çevre bozulması ile gelen faciaları ancak birkaç yıldan beri söz konusu etmeğe başlamışlardır. Samipaşazade Sezai’nin 100 yıl önce bir sezgi halinde yazdığı “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır” (bk. Küçük Şeyler) hikâyesinden sonra, yeşilliklerin, çiçeklerin, su kaynaklarının, deniz kıyılarının çıkarcılık ve kaygısızlıkla mahvedilişini, yakınmalar halin­de ısrarla dile getiren yazarımız Falih Rıfkı Atay ve sonra Çelik Gülersoy olmuş­tur. Çevre güzelliklerinin ve çiçeklerin, insan ruhuna rahatlık ve dostluk kazan­dırdığını hikâyelerinin ana teması yapan Sepetçioğlu bu yönüyle öncü vasıflar taşımaktadır.

Romanları

Mustafa Necati Sepetçioğlu da hikâyeler yazdıktan ve oyunlar kaleme aldık­tan sonra (ancak 1970’li yıllarda) romana geçmiş görünüyor. Fakat bu geçişte benzerlik ve devamlılık yoktur. Hikâyeleri ve romanları arasında epey farklar ol­duğu açıktır. Hikâyeleri, “güncel” vak’alar içinde ve günümüzün mekânlarında geçtiği halde, romanlarının çoğu tarih-destan-masal atmosferinde, günümüze ata­lar diliyle seslenen hikmet ve ibret özellikleriyle dikkati çekiyor. Hikâyelerde ki­şilerin (fertlerin) tek tek duyguları, yaşayışları, toplum psikolojisinin şairce tah­lilleri içinde ele alınırken, romanlarında toplumdan da öte, milletin ve devletin geçmişi, geleceği, var olması ile ilgili meseleler üzerinde duruluyor. Bilge Kağan, Tonyukuk, Edebali veya Akşemsedin kıratında çözümcüler ve yorumcular, onun ele aldığı tarih ve destanlar içinden çağımıza ışık tutuyorlar.

Sepetçioğlu, hikâyelerinde olduğu gibi romanlarında da bir kaçış, bir sığmış, bir özleyiş hali içindedir. Hikâyelerinde, törelerin, dostlukların ve yeşilliğin bere­ketli olduğu kasabaların yeşilliklerine sığınır. Romanlarında ise, onun sığınağı ve kaçış yeri, millî tarihimizin gür imanlı, yüce ahlâklı, tedbir ve ilhamını Kur’ân’dan ve Oğuz töresinden alan kuruluş günleridir. Alparslan, Sultan Osman, Fâtih gibi din ve devletimizin yıldızlan, Dede Korkut, Mevlâna, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli, Somuncu Baba, Ahî Evren gibi ermişler, şairler din, tasavvuf, hikmet ve sevgi ululandır.

Mustafa Necati Sepetçioğlu’ndan önce ve sonra yazanlar arasında da tarihe sı­ğınanlar, geçmişimizin yükseltici maneviyetini devşirip o unsurları, zamanlarının gençlerine ruh gıdası yapmak isteyenler görülmüştür. Namık Kemal, Ömer Seyfeddin, Mehmed Akif, Yahya Kemal, Arif Nihat Asya, Nihâl Atsız, Kemal Tahir, Tank Buğra, Sevinç Çokum vb. onlar arasındadır. Ne var ki, Sepetçioğlu, hemen bütün romanlarını, Türk tarihinin akış ırmağı içinde, konu ve şahıslan ile birbi­rini izleyen o dönemlere ayırmıştır.

İlk romanı, “Çağlıyanlı Vadi” adiyle 1962’de tefrika halinde kalmış olmakla beraber, Sepetçioğlu’nun 1970’lere kadar, romana ağırlık vermediğini, 1970’ten bugüne kadar ise, (birkaç istisna dışında) hemen sadece romanlar yazdığını gö­rüyoruz.

1971 yılı Anadolu’yu bize siyasî ve fiilî olarak açan, Malazgirt zaferimizin 900. yıldönümü idi. O zaman, Türk Edebiyatı Vakfı’nın öncesi olan Türk Edebiyatı Ce­miyeti olarak toplandık:

“Bize düşen, gür ve feyizli bir Alparslan ve Malazgirt Edebiyatı Çığırı açılma­sına çalışmaktır, ’’dedik. Bu konuda açtığımız yarışma sonucunda (Ağustos 1971) Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kilit (1971) adlı romanı birincilik kazandı. Daha birçok romanlar, oyun ve şiir kitapları, o yarışmanın edebiyatımıza kazandırdığı değerler olmuştur.

Böylece roman türüne, yeniden ve coşkun hevesle giren Sepetçioğlu onu izle­yen yıllarda ve az zaman içinde Anadolu’da başlayıp cihana yayılan Türk tarihi­nin akışını izleyen romanları yazmıştır: Kilit (1971), Anahtar (1972), Kapı (1973), Konak (1973), Çatı (1974), Üçler-Yediler-Kırklar (1975). Bu eserler Malazgirt’ten Yıldınm Bayezid’e kadar, Türk tarihini başlıca büyük isimlerin odağında anlatan destan ve hikmet tarafları da güçlü olan romanlardır.

Sepetçioğlu Kuruluş devrini, bütün zorluklan ve faziletleri ile anlatan bu ro­manlarından sonra, yine tarih sırasına uyarak bir “üçleme” meydana getirmiştir. Yıldınm Bayezid’in Timurlenk’e yenilişiyle başlayıp, oğullarının taht kavgaları içinde ilk yıkılış acılarını yaşayan taze Osmanlı devletinin “Fetret devri”ni ele alan bu üç roman: Bu Atlı Geçide Gider (1977), Darağacı (1979), Geçitteki Ülke (1980) adlarını taşımaktadır.

Daha sonra, Fatih devrini anlatan Ebemkuşağı (1980) Türkiye’nin bugününü bazı meseleleri ile anlatan Karanlıkta Mum Işığı (1978), Sabır (1980), Ve Çanakka­le, I Geldiler, II Gördüler, III Döndüler (1989), Kutsal Mahpus (1990) romanları çıkmıştır.

Tarihimizin özellikle şanlı bölümlerini destanlaştırmağa, hikmetleştirmeğe ve romanlaştırmağa büyük heyecanla soyunan Mustafa Necati Sepetçioğlu, zaman­la romanlarına göstermesi gereken teknik özenişlere aldırmaz olmuştur. Roman­da bütünlük, sözü kısa kesmek, üslûp güzelliği gibi şartlan önemsemeyerek çala­kalem yazmaya koyulmuştur.

Ne yazık ki bu yargılar gittikçe daha geniş çevrelerce benimsenmektedir. Uzun ve bazen gereksiz cümlelerinden, uzatmalarından, bazı karışıklıklardan kurtarıldığı takdirde, bu eserlerin güzel ve seçkin tarafları yine de ortaya çıka­bilir.-

Sepetçioğlu’nun ilk eseri Kilit 1971’de Edebiyat Cemiyeti Başkanı’nın şu satırları ile ortaya çıktığı zaman, büyük rağbet toplamış, art arda gelen altı eseri de, o hızla, öylesine sıcak bir okuyucu çevresi bulmuştur.

“Anadolu fethini ve Türk devletinin kuruluşunu açan 26 Ağustos 1071 zaferi­nin 900. büyük yılma armağan ettiğimiz bu romanın, değerli yazan Sepetçioğlu’nu yeni bir Türk çağının, öz tarihine millî iman, canlı dil ve sevgi ile bakışma öncülük etmiş görüyoruz.

Alparslan Oğuzları, Malazgirt denilen büyük eşikte, Batı’ya geçmiş (eski) kar­deşleri Karaoğuz ve Peçenekler ile birleşerek, Bizans’ın paslı kilidini, ilmin, imâ­nın ve birlik ruhunun anahtarı ile açmışlardı. Sepetçioğlu, o büyük günlerin ro­manını işte bu Kilit sembolü etrafında verirken, bugünün ve geleceğin sanat, ilim ve fikir adamlarına, Türk’ün öz tılsımını bulmak için… “Dilsiz Yunus”luktan kur­tulup “Yunus-ı Gûyende” olabilmek yoluna, daha nice kilitlerin açılması gerekti­ğini de göstermiş oluyor.”

Bu dizi romanlarda kişiler, Alparslan, Melikşah, Kutalmış Oğlu Süleyman, Af­şin Bey, Yağmur Bey, Atsız Bey, Ertuğrul, Osman Gazi vb. Anadolu fethini başa­ran, bu yurdu Türkleştiren, devlet kuran, büyük zaferler kazanan kahramanlar ol­makla birlikte, bu büyük şahsiyetler, daha çok çevreleriyle, karakterleriyle, ro­mancının onlara verdiği çehre ve dünya görüşleriyle, yetişme tarzları ile ele alın­maktadırlar. Kudretleri, zaafları, gündelik hayatları ve aşkları ile gösterilen bu ki­şiler, böylece bir tarih kahramanı olmaktan çıkarak, birer roman kahramanı ol­maktadırlar.

Romanlarda bu büyük insanların fikir, ideal, iman ve felsefe bütünlüklerini, manevî sahada olgunluklarını besleyen ve yücelten San Hoca, Küpeli Hafız, Şeyh Edebali gibi kişiler de asla ihmal edilmeyip vak’aların ön safında bulunmaktadır­lar. Bu tutum, Türk tarihinin kahramanlar tablosuna uygundur: Bilge Kağan’ın yanında bir Tonyukuk, Osman Bey’in mürşidi Edebali, Fatih’in önünde bir Akşemseddin… Alparslan’ın yanı başında da bir “San Hoca’’yı gerekli kılmaktadır. Nitekim, Türk devletinin kuruluşunda kılıç ve kalem yani dünyevî ve manevî kah­ramanlar, aynı ağırlığı taşıyarak, birbirlerini tamamlamışlardır.

M. Necati Sepetçioğlu’nun bu yedi eserinde tarihî olayları genişleten, hayali ve tasarıları ile zenginleştirip, yeni kişiler ekleyerek romanlaştıran bir “Tarihî Ro­man” yazıcısı olmadığını da belirtmek gerekir. Sepetçioğlu, konu olarak seçtiği, ilk Anadolu fethi ve Osmanlı devletinin kuruluşu günlerine, aynı zamanda milli­yetçi açıdan Türk tarih felsefesini gözeterek, kahramanlarında olanı ve olması ge­rekeni ısrarla telkin etmiştir.

Aşağıda, Necati Sepetçioğlu’ndan seçilmiş üç metin bulunacaktır. Bunlardan birisi, “Abdürrezzak Efendi” (1956)’den alınmış, yukarıda anlattığımız Sepetçioğ­lu tarzına uygun, “tipik” bir hikâye olan “Dönüş’tür.

İkinci parça, yukarıda özelliklerini anlattığımız, ilk “dizi” romanlarından ola­rak Kapı’dan alınmıştır.

Üçüncü alıntıyı sunduğumuz eser, Tek Parti ve (1946-1950) ilk demokratik se­çimler döneminde, bir kasabada geçen bazı çarpıcı olayları, yine ihmalkâr üslûp­la, biraz da plânsız ve gereksiz yere uzatılmış olarak anlatan “Karanlıkta Mum Işı­ğı” (1978) romanıdır.

Dönüş

Nasıl oldu? Ne yaptılar? Nerden buldular bu kadar parayı? Kimse bilemedi. Kimi “belediyede memurken çalıp çarptı… yığdı bir kenara. Sonra da…” dedi ve çok şey bilip de saklayan, -neme lâzım benim- deyip kendine fazilet payı çıkaran insanların o esrarlı sessizliği içinde sustu. Kimi “hayır” dedi “o namuslu adam­dır. Babasından kalanlarla oldu bu işler”. Fakat böyle söyleyenler de kendi sözle­rine pek inanamadılar. Bir kısım mahallelinin tesirinde kaldılar. O bir kısım ma­halleli diyordu ki: “Neydi onun babası? Hiç… kötü bir köy imamıydı. Bir köy ima­mı ne bırakacak oğluna? Cerre çıktığı zaman toplayacağı birkaç ölçek buğdayla, birkaç yüz lira fitre zekât parası. Eeee… bununla?”

Doğrusunu söylemek lâzım gelirse o kötü köy imamı faziletli adamdı. Namus­lu adamdı. İsterse köyde kocaman tarlaları olabilirdi. Fakat istemedi. Köylülerin bağışlarını dine uydurdu, kitaba uydurdu geri çevirdi. Yalnız senelik çalışması­nın karşılığı olan buğdayla parayı almamazlık etmedi. Eh bu kadarı da hakkıydı Onun da çoluğu çocuğu vardı. O çoluk çocuğun da boğazı vardı, üstü vardı, başı vardı. Yoksa o kötü köy imamı hak uğruna, köylü için, bedava da çalışabilirdi. Ça­lışmıştı da. İşte o, mahallenin diline düşen adama babasından kalan bunlardı.

Fakat buna rağmen Zile’nin Minare-i Sagir mahallesinden Celile Hanım la Abdürrezkak Efendi derme-çatma evceğizlerinde gözlerini kapadılar. Harbiye’de on daireli güzel bir apartmanın dördüncü katında açtılar. Her şey bir rüya sessizli­ğinde ve bir masal hızında oldu. Abdürrezzak Efendi “işte hanım ” dedi “artık bağ işiydi, tarla işiydi yok! Otur oturabildiğin, yat yatabildiğin kadar. Canın mı sıkıl­dı? Alırsın oğlunu bir yanma, kızını öteki yanma gezersin. Bana gelince… Ya size uyarım, yoksa bir iş tutarım. Ama bu yaştan sonra da bir iş tutmak…

Hele bunlar sonraki iş. Şimdi kiracılarla görüşüp apartmanın yeni sahibini on­lara tanıtmalı.”

Abdürrezzak Efendi kiracılara kendini tanıttı. Boş vakitlerinde, Hazret-i Ham­za ve Ömer İbn Hattab adlı eserleri gazetelerde tefrika edilen bir muharrirle soh­bet etti. Cuma namazlarını Eyüp’te kıldı. Öğle namazları için Şişli, Süleymaniye, Beyazıd, ikindi namazları için Sultanahmed, Şehzade, Fatih Camilerini tercih et­ti. Kiracılar bu kendi halinde, bu halim selim, gaddar olmayan ev sahiplerine hay­ret ettiler ve Abdürrezzak Efendi hoşlarına gitti.

Celile Hanım da memnundu. Bazen bir kiracı hanımın davetine gidiyordu. Ge­ziyor, tozuyor, eve döndüğü zaman bulaşıkları yıkanmış, yemeği hazırlanmış, eş­yaları pırıl pırıl buluyordu. O zaman günlük gezmelerin yorgunluğu her tarafına hafif, tatlı bir melodi ahengiyle yayılıyor “oh” diyordu. “Böyle yaşamayı seveyim. Hanımlık bu!”

Bahar başlarındaydı. Bir akşam yemeğinde masanın etrafındaydılar. Susuyor­lardı. Pencerelerde iyi ve güzel bir akşam vardır. Abdürrezzak Efendi birdenbire içinde, tâ yüreğinin başından gelen bir iç çekişle “ah” dedi. Celile Hanım bir tu­haf oldu. Dalgındı. Sesi ve hareketleri, rüyadaki müphem hareketler gibiydi. “Bu ah neyin nesi?” dedi. Abdürrezzak Efendi çatalını bıraktı. Bir yudum su içti. Ha­reketlerinde bir isteksizlik, ellerinde bir titreklik vardı. “Hiç” dedi. Sesi de titri­yordu. “Tarlalar!” Gözleri süzüldü. “Tarlalar şimdi yemyeşildir. ” Ne olduğunu pek anlayamadıkları bir eziklikle, meyvelerin yüküne dayanamayarak eğilmiş dallara benzediler.

Ve bu bahar akşamının getirdiği iç ezikliğini öteki akşamlar devam ettirdi. Ar­tık tarlalar, bağlar, bağların yemyeşil ağaçları; ağaçların kırmızı, mor pıtır pıtır kirazları, vişneleri yorgun gözlerinde bir arzuyla yanıyordu.

Celile Hanım evden çıkamaz olmuştu. En sevdiği yerler bir buğday, bir arpa tarlası kadar güzel değildi. Denizi görmeğe dayanamıyor, şehrin gürültüsü canı­nı sıkıyordu. Komşularının radyoları… geç vakitlere kadar susmayan hoparlörler, sabahın erken saatlerindeki satıcıların geçim derdi ve yaşayabilme endişesiyle titreyen gür, cılız ve korkak sesleri, tramvay gürültüleri…

Celile Hanım sinirlerine hâkim olamıyordu. Sararmıştı. Zayıflamağa başla­mıştı.

Abdürrezzak Efendi bir akşam “adam sen de” dedi. “Sanki dönüp dene yapa­cağız. Mektebi ayağımızda, medresesi ayağımızda. Oraya gidince bu sefer de oğ­lanı düşüneceğiz. Sonra… dönersek kızı da okutamayız.” Bu Abdürrezzak Efendi’nin esas fikri değildi. Değildi de kendisini aldatmak için, karısını aldatmak için ve böylece bir teselli yolu bulmak içindi bu sözler. Yoksa Celile Hanım da bi­liyordu M yeni fidanlar, genç körpe ağaçlar kocasının gözlerinde tütüyor. Ve Abdürrezzak Efendi bir buçuk aydan beri o muharririn yanma değil, bahçelere, şeh­rin dışındaki bahçıvanlara gidiyor.

Bir başka akşam, insanların üzerine bir uyuşukluk, bir çaresizlik çöktüğü bir­çok akşamların birinde ve hafif bir aydınlık altında yine oturdular, ağaçlardan bahsettiler. Memleketlerinden bahsettiler. Zile’nin Minare-i Sagir mahallesinin o daracık, o eciş-bücûş, o çıkmaz sokağından bahsettiler. Küçük kız “yine o kapımı­zın önündeki elektrik lâmbası öyle yanar değil mi?” diye sordu. Gözlerini yaş ka­pamış, boynunu bükmüştü. Güzel Sanatlardaki oğlu “kadınlar toplanmış, açık ha­va kahvesine dönmüştür bizim kapımız” dedi.

Lâmia Hanımla beraber bütün kiracıların üzüntüsüne rağmen bu gecenin haf­tasında Abdürrezzak Efendilerin dönüşü gelişleri gibi bir rüya sessizliğinde bir masal hızında oldu. Kimi “Gördünüz mü?” dedi, “Biz söylemiştik. Ne olacak, ha­ram mal adamın ayağına dolaşır böyle. Koskoca apartmanı da satıp yemişler. Yaa… böyledir işte, milletin kesesinden çalman haram mal böyledir. Ayağına do­laşır adamın. ” Ve sustular. Ve yine o esrarlı susuşla faziletlerini göstermek istedi­ler. Bir kısım mahalleli “yok canım ” dedi, “Ne haram malı. O adamın günahı yok. Kışı geçirmek için gittiler. Sonra burda mallan da var. ” Fakat daha öteye gidip de kesin bir şey söyleyemediler. Açıkçası kimse hakikati öğrenemedi. Kimse Celile Hanım’ın akşamları pencereden, kapının önünde oturan genç, ihtiyar, ağırbaşlı, hafifmeşrep, çocuklan, kadınları seyretmesindeki sebebi bilemedi. Abdürrezzak Efendi’nin yeni fidanlarla, körpe ve genç ağaçlarla uğraşırken, onları öpüp, yapraklarını okşarken duyduğunu duyamadı. Kimse küçük kızın, evlerinin önünde yanan elektrik lâmbasına, gözlerini kırpa kırpa bakmasındaki güzelliği göreme­di.

Ve kimse Minare-i Sagir mahallesindeki o çıkmaz, o eciş-bücüş, o kirli soka­ğın her şeylerine rağmen iyi insanlarını ve o bambaşka havasını anlayamadı, du­yamadı, bilemedi. (Abdürrezzak Efendi 1955,s. 7-13)

Kapı’dan

Sepetçioğlu’nun Kapı romanı, adı geçen dizinin üçüncü romanıdır. Aşağıdaki bölümde, Alparslan’ın birlik ruhu ve devlet ülküsünü sürdüren -Ersagun Bey’in, Bizans (İstanbul)’ta bir evde, ilk romanlarda anlatılan Akça Kız ve kendisine bağ­lı Bizanslı güzel bir kadın olan Vima ve Selcen’in bulunduğu mecliste, bilhassa (Bizans’ta büyümüş Selçuklu şehzadesi) Çaka Bey’e yönelen telkinci sözleri gö­rülmektedir…

Melikşah’ın ölüm haberi gelmiş, Selçuklu Türk Devleti yeni büyük bir anarşi içine düşmüştür. Millî devlet ülküsüne, ayrıca Türkmen milleti, Türkmen yurdu imanına bağlı olan Ersagun Bey, kendisinde Bizans prensesi ile evlenmek ve İm­parator Aleksiyus’un oyunlarına kapılıp (baş olmak hırsıyla) Türk millî birliğine aykırı işler yapmak ihtirası gördüğü Çaka Bey’e, devlet, birlik ve tevazu yolunda sert, fakat inandırıcı öğütler vermektedir.

Ersagun Bey: “Kısa kessem iyi olacak.” Selcen’in anasını ben bile unuttum; unutmam gerekliydi. Bizim durumumuzda olanların hayatı, hesap kitap hayatı­dır; et kemik hayatı değildir. Hesap kitap hayatının içinde her şey ölçülüp biçil­miştir, Selcen ölçünün dışında oldu.”

Sustu. Susadığım hissediyordu; aynı zamanda suya doymuş bir toprağın şiş­kinliğini. Bir süre konuşmadı. Selcen meselesini bitirmeği düşündü. Km, Vir- na’nm yanında, Bizans delişmenliğiyle, Selçuk usluluğunun karıştığı bir balmu­mu heykel susuşunda oturuyordu. Boynu belli belirsiz sağa eğikti; gözlerinde sa­dece balmumu heykel eriyordu. Ersagun Bey: “Anasını unuttuğumu söylemekle üzdüm mü acaba?” diye aklından geçirdi. Fakat durmadı üstünde: “Hislerimiz de bizim değil!” dedi. “Selçuk’un, daha bir nice yıl, duygularım kendinin dışında bir duyguya bağlaması lâzım. Benim, senin, ötekinin tek tek, yani kendi başına duy­gusu olmamalı, olursa öldürmeli. Şimdi, demek istediğim şu:

Akça Kız, Yağmur Bey’le evlendiği gün, ya yarım saat, ya bir saat evliliğini bil­di. Süleyman Bey’e acele bir ulak gidecekti; gitmezse hesabın kitabın ölçüsüne göre, Süleyman Bey, hazırlanan bir tuzağa düşebilirdi. Yarım saatlik evli olan Yağmur Bey, vardı gitti; Akça Kız’dan çok Süleyman Bey önemliydi Selçuklu için, hesap kitap Süleyman Bey için yapılmıştı. Yetmedi; Süleyman Bey de yine hesa­bın kitabın dayandığı ölçüye uyup Yağmur Bey’i Melikşah’a saldı, İltutmuş Beye saldı. Akça Kız, şu kadar yıldır Yağmur Beyin yüzünü görmez oldu, belki daha şu kadar yıl da görmeyecek ”

Akça Kız’a bakmıyordu ama Akça Kız’ın gözlerinin delicesine açıldığını, çatlamağa hazır titrediğini seziyordu. Nitekim Akça Kız’ın yüzü de ak üzümlerden en hastalıklısının rengi gibi dökülmek üzre idi. “Şimdi benim… Şimdi Yağmur’un?” diyebilirdi. “Bu ne meseledir hay Ersagun Bey’im?”

Ersagun Bey, gözlerini yerden kaldırmadı. Akça Kız’ın sorusunu, kekeleme­sindeki korkuyu anlamamış gözüktü: “Çaka’ya umut bağladık. Umudumuzu hesa­ba kitaba vurduk, Çaka’nın hayatı şöyledir, şöyle devam edecektir ama öyle değil de böyle olmalı, böyle devam etmeli dedik. Tıpkı benim gibi, tıpkı Akça Kız’la Yağ­mur Bey gibi Çaka da kendisi olarak düşünemez artık, hissedemez; yani eti kemi­ği bile kendisinin değildir. Sözgelimi, gidip bir Bizans yosmasına gönül veremez, gidip İmparatorun bile olsa bir Bizans kızma gönül düşüremez… yanlış mı de­dim?” Çaka kızarıverdi…

Ersagun Bey, konuşmağa başladığından beri ilk defa oturanları süzdü. Yüzüy­le gözleri daha katılaştı: “Toprak çöküyor, göğnüme en son kertesinde… Aleksiyon’un kızı Anna, küçüklüğünü de düşünürsek hayli güzel kız… Çaka’ya bak ver­memek zor.”

Çaka, Ersagun Bey’in bir anlık soluk alışından yararlandı; “Fakat Ersagun Be­yim!” diye itiraz ediyorken, Ersagun Bey: “Toprak çöküyor evet” diyerek ara ver­memiş gibi devam etti:

Göğnüme son kertesinde. Bizans duygu cambazıdır. Kuyularım duygular üze­rine örer. Benim de karşıma bir İmparator km çıkmıştı: Selcen’in anası oldu. Aklımı başıma toplamasaydım, şu az önce dediğim gibi, duygumun ALPARSLAN merkezine bağlı olduğu inancından caysaydım, Bizans kuyusuna düşmüş olacaktım. Bizim için Alparslan, devlet’ti. Devlet Melikşah’ta devam etti, Süleyman bey devletin bir koluydu. Devlet yoksa sen de yoksun Çaka Bey!.. Ben deyokum. Onun için senin hissin olamaz. Biliyorum, şimdi sen Melikşah öldü diye düşünüyor­sun.”

Çaka Bey, sözün dönüp dolaşıp başında çöreklenmiş olmasından huzursuz­du… Ersagun Beye, cevap bekler gibi bakıyordu. Ersagun Bey’den gözlerini kaçır­dı…

Ersagun Bey: “Sadece bizim Selçuklu’nun mu hesabı kitabı var sanırsınız? Selçuklu’dan başkalarının da var: Bizans’ın, Bizans’ın ötesindekilerin, Hasan Sabbah’ın daha aklımıza gelmeyenlerin. Bir de Tanrı’nın hesabı kitabı var ki en doğru olanıdır, en şaşmayanı. Bunu sezebilmek, bunu iyi ölçebilmek gerek. Tanrı’nın hesabı kitabı Alparslan’ın da, Melikşah’ın da erken, vakitsiz ölümlerini kay­detmiş, bunun için Hasan Sabbah’ı ortaya çıkarmış.”

“Süleyman Bey’in ölümüne ne demeli?”

Çaka Bey, huzursuzluğunun tedirginliğinde sormuştu: “Süleyman Bey’in ölü­münü de Hasan Sabbah’a yükleyemeyiz ya! Belki Melikşah, el altından hazırladı. ”

Ersagun Bey, Çaka’nın, Selçuklu’yu çekemeyen Çavuldur yanının hâlâ ağır basmasına üzüldü: “Dediğin gibi olsa daha mı iyi olurdu hey Çaka! Ama dediğin gibi değil. Süleyman Bey’in ölümünde belki Nizamül Mülk’ün parmağı var; ama daha çok Selçuk beylerinin eski aşiret beylikçiliğinden kurtulamaması, kendi­lerini hâlâ başına buyruk, bağlantısız bey saymaları asıl sebep… yani his… his!.. Kendi olma hissi… Böyle devlet olmaz, böyle devlet kurulmaz, kurulsa da devam etmez! Halkalar sımsıkı birbirine bağlanmazsa, en baş halkadan en son halka­ya kadar aynı fikri düşünmez, aynı fikir için endişelenmezse, her halka bir ya­na çekerse zincir ne işe yarar? Fikir diyorum Çaka, his değil. Bahan hisset, yıl­dızlan duy, kadını yaşa ama bütün bunlar seni zincirin halkası olarak kendile­rine doğru çekiyorsa, öteki halkalan unutturuyorsa orda kal işte, ileri gitmeğe hakkın yok!”

“Ey!., anladım say, ne yapmamı istiyorsun?”

“Ben bir şey istemiyorum; durum istiyor. Toprak çöküyor dedim; göğnümüş dedim. Hasan Sabbah, Nizamül Mülk’ü vurdurdu… îşin aslını öğrenemedim ama Melikşah’ın zehirlendiği söyleniyor. Artık o yanda bir kalemiz yok demektir, var­sa bile kendini savunmada zorluk çeken bir kaleden bize hayır gelmeyecek de­mektir. Aleksiyon bunu biliyor. Bu yanda, yani batımızda ise Papa var. Ya dün, ya bugün, yayarın; Klermont denilen bir kentte Ruhani Meclisi toplamadıysa, topla­mak üzeredir. Eğer Hasan Sabbah, oralara da fitne tohumlannı s aldıysa, Ruhani Meclis, karannı tezelden verir, sürülerini üstümüze salar. Hasan Sabbah’m da, Aleskiyon’un da istediği zaten bu. Buraya, bu dar boğaz üzerindeki köprüye gelip yerleştik bir kere. Buna yerleşme denmez; yerleşmeğe çalışıyoruz İstedikleri şu: Doğudan ve batıdan vurmak; köprüden suya yuvarlamak bizi, suda boğmak, yok etmek. Buna onlar da mecbur, yoksa Bizans silinecek orta yerden. Hasan Sabbah, bizim tuttuğumuz köprüden geçemeyecek, sağa sola taramayacak, fitnesini fideleyemeyecek. Hatta Papa tehlikeye düşecek.”

“Pekey, pekey, pekey; Ersagun Beyin, hepsine birden pekey. Ama ben ne ya­pacağım? Ben, ben, ben!”

“Taşmana lüzum yok Çaka! Ne yapacağını kendin bil. Urumeli dedik bu köp­rüye bir kere. Köprü başlarının kapılarını tutmazsa, KAPI’lar bir üfürmede açılır­sa neye yarar? Köprünün bir de ayaklan var, kapılan sağlam tutmuşsun ayaklar çürük, ayaklar sallantıda olduktan sonra ne fayda?”

“Bizans’ın içinde bu yapılamaz. ”

“Bizans’ın içinde kal diyen kim? Malas’ın haberini Vima’dan duydun. Aleksi- yon, zaten bizi Bizans’ta rahat bırakmayacak artık Melikşah korkusundan da kurtulduğuna göre, bugün yarın yapacağım yapar…”

Vima şimdi Ersagun Bey’in bırakmak istediği emanetin ne olduğunu anlamış­tı; ayrıca Ersagun Bey’in niyetini de. Yüreği kabardı; bir kor düştü sanki, yahut bir hamur mayalanıp yüreğinde ekşidi. Selcen’e doğru eğildi, ellerini tuttu. Ersa­gun bey, gözlerini yavaşça yumdu. Çaka: “Yalnız nereye gidebilirim Ersagun Be­yim?” diye sorunca açtı ancak “İznik tahtı, Süleyman Bey’in oğulları için.”

“Ben de Bizans ’a yalnız geldim sayılır Çaka Bey! Yalnızlık kadar büyük bir güç yoktur, bunu böyle belle, denedim ben! üstelik sen yalnız da değilsin. Bizans sarayında yetiştin, Bizans’ın bütün oyunlarını bilirsin… Hiç bir Selçuklu’ya nasip olmadı bu. Oyununu bildiğin pehlivanı yenmek kolaydır.” (Kapı, s. 94-100)

Karanlıkta Mum Işığı’ndan

Bir Anadolu ilçesinde Temir Hoca Vakfı’ını işleten Hacı Arif Bey, bu romanın başlıca kahramanıdır. 18. yüzyılda, ecdadının kurduğu bu vakfı yaşatmak, onun bir sembol olan kutsal MUM’unu söndürmemek, Hacı Arif Bey’in babalarından devralarak kendisinin de özenle sürdürdüğü ve çocuklarına da telkin ettiği, dinî- millî gelenekli amacıdır. Kasabanın nüfuzlu eşrafından, dindar, hayırsever, millî ahlâka bağlı, siyasete karışmak niyeti olmayan, çevresine çok yardımı, faydası do­kunan, kasaba yöneticileriyle de iyi geçinen bir “Ağa”dır.

Denilebilir ki, Sepetçioğlu, bu romanda günümüzün çoğu romancılarında (sosyalistler başta olmak üzere) hırpalanan, ölümü istenilen, eşkıyaya çiğnetilen, soyguncu, din sömürücüsü, zalim, hükümete dayanıp, memurlara rüşvet yedire­rek, köylü üzerinde tahakküm sağlayan “ağa, patron, eşraf’ tipleri uydurma mo­dasına toplu bir cevap vermek istemiştir. Ağa ve eşraftan bir kesiminin de herkes gibi, büyük veya küçük hataları, kusurları ve hatta zulümleri olsa bile… Onların da içinde, çok olumlu, üstün vasıfta insanlar bulunabileceğini ortaya koymaya çalışmıştır. Onlar arasında, hele İslama, tasavvufa, töreye, vakıf kudsiyetine bağlı olanların, halka, işçiye, yoksullara kötülük değil çok büyük iyilikler yapmakta ol­duklarını bir roman çerçevesinde anlatmıştır.

Fakat, Hacı Arif Bey, bir yandan, tek parti yönetiminin, “geleneğe, vakfa ve mumun sembolleştirdiği kudsî değerlere karşı olduklarından”, 200 yıllık ecdat geleneğini hakkıyla devam ettiremez. Bir yandan “eğitim sistemi” onun çocukla­rını bile kendisine âsi yetiştirmektedir. Öbür yandan kasabaya sürülen “komü­nist” öğretmen ve memurlar, onun “forsunu” kırmaya çalışmaktadırlar. Kaldı ki • tek parti iktidarı, Hacı Arif Beyin peşine hafiyeler bile takmıştır.

İşte bu şartlar altında Hacı Arif Bey, ağalık, aile ve vakıf geleneklerinin timsâ­li olan kutsal mumu daha fazla uyanık tutamaz. Roman, onun ve temsil ettiği ec­dat, gelenek, din, hizmet, vakıf mumunun birlikte can vermeleriyle üzücü şekilde sona erer.

Aşağıdaki bölümde, vakfın merkezi olan Taş Han adlı Türk yapısını yıktırarak altındaki Roma kalıntılarını çıkartmak isteyen, böylece göze gireceğini uman iş­güzar kaymakam ile Hacı Arifin tartışmasıdır. Kaymakam’ın onu hile ile mahvet­mek için uydurma delillerle yaptığı hesaplar da birer birer aklından geçmektedir.

“……… Kaymakam; böylece Hacı Arifin ayakta dinlemesini sağlamış ola­caktı. “Sizi fazla tutmayacağım artık. Taş Hanın, eski haline getirilip onarılması­nı isteyecektim. Buna ne dersin?”

Hacı Arif Bey: “Olabilir” dedi. “Şu sıra, ilçedeki eski kalıntıları görmeğe gelen yabancılar için temiz bir barınak…’’

“Değil değil… hayır… Benim düşüncem… Yani ben diyorum ki Taş Han eski bir Roma yapısıdır.”

“Roma mı? Ne Roması? Bizim bildiğimiz Taş Hanı dip dedemiz Temir Hoca yaptırmıştır. Tapumuz öyle gösterir. Su katılmamış Osmanlıdır bizim dip dede­miz.”

Kaymakamın çenesine Hacı Arif Bey’in bilebildiğini küçümser bir tebessüm düştü; gözleri hor görücü döndü göz evlerinde: “Dip dedeniz Taş Hanın eski ka­lıntısının üstüne oturmuş fırsatını bulmuş da beyim. Görünen temel taşlarına ba­karsanız Roma çizgileri görürsünüz. Eski Roma inanışında bir adak yeridir, yani bir tapmak tapmak! Bizim görevimiz de eskiye gereken değerini ve hakkını ver­mektir; böyle düşünmez misiniz? Bütün Türkiye’de Anadolu kültürünün açığa çı­karılması gayreti varken ben de görevimi yapmalıyım… Böyle düşünmez misin sen de?”

“Hayır! Sizin görevinizin ne olduğunu şimdi öğrendim, karışmam tabiî, karış­mam. Lâkin bir çift lâfım olacak. Dip dedemiz, sizin üstüne oturdu dediğiniz eski Taş Ham almış; herhal bir kalıntıydı, belki bir örendi. Oraya bize uygun bir yapı yapmış bir han. Yolcuya vakfetmiş; orada yoksul yolcu yedirilip içirilmiş, yatırıl­mış, hastaysa bakılıp ilâcı verilmiş. Orası Roma tapmağı değil benim Taş Hanım olarak bilinmiş. Taş Han bu ilçe toprağının tapusu olmuş tapusu. Şimdi sen, ora­yı, bütün Türkiye’deki benzerleri gibi Romalılaştırmak istiyor bunun da görevin olduğunu söylüyorsun he mi? Romalılar Mm ise onların bugün torunu olan bir millet vardır herhal, bir devletleri vardır. Dünkü Yunan gibi onlar da birgün gelir­lerse, bre siz şurdaki şurdaki şurdaki yapıların sizin değil bizim olduğunu söylü­yorsunuz demek ki toprak da sizin değil… varın nerden geldiyseniz oraya gidin biz yurdumuzu isteriz!., derlerse ne cevap verirsiniz? Ot gibi bile bitmemiş iseniz bu topraklarda, dallanıp budaklanmamış iseniz ne yaparsınız, yani dalınızı buda­ğınızı kendiniz kuruttuysanız Kaymakam Bey ne yaparsınız? Bu Taş Han gibi ya­pılar sizin olarak durursa toprağın sahibi biziz! dersiniz yoksa… gidecek yeriniz de yoktur? Orta Asya mı kaldı ortada, kalsa da hangi yüzle dönersiniz kim kabul eder oraya; yüzünüze tükürürler yüzünüze!.. Uzun lâfın kısası. Zorlarsınız. Devlet­siniz, dediğinizi yaptırırsınız. Haşhaş ekimini yasaklar, köylünün tohumluğu için sakladığımız buğdayları elimizden alır, demeğinizle kadınlarımızı kurtarırsınız. Lâkin Kaymakam Bey kulağı dört aç lâkin Taş Han’a el süremezsiniz, sen değil senin ağa baban da el süremez/ Ben dağa çıkma nedir bilmem; ama Taş Han için çıktım mı önce senin başını gitti belle!”

Oda herhalde kaynadı ateşlerde; bir görünmez kaynayışın fokurtusu doldu, belki de o kahrolası eşek ansı uçuyordu… Kazanlar dolusu eşek anlan da uçabi­lirdi.

Hacı Arif Bey’in çıkışı da fokurtuları durduramadı, eşek ansı vızıltılarını bastıramadı.

Kaymakam, Hacı Arifi yıkmak üzere hazırladığı kâğıttaki yazıların, binlerce an kanatlarında uçuştuğunu görüyordu; sıkı sıkıya tuttuğu kâğıt, elinin her titre­yişinde şapırdıyordu. Elinin titremesi kasılma halini alınca kâğıt bumburuşuk kıvrıldı avuçlarında, dertop oldu, fırlatıldı atıldı. Hiç, hiç, hiçbir şey yapamamıştı.

Yapamamış mıydı?

Vurdu yumruğunu masaya!

Görürdü o!

Buğday karaborsacılığı ha!

Afyon yağı kaçakçılığı ha!

Geceleri mum yakmak ki evliyalık taslağı irtica hortlatması ha!

(Karanlıkta Mum Işığı, s. 192-194)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler