İslam Filozofları – Müslüman Düşünürler

Muhammed Nurül Arabi Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Muhammed Nûrü’l-Arabî (1813-1888) Mutasavvıf, üçüncü dönem Melâmîliğinin kurucusu.

Mısır’ın Garbiye vilâyetine bağlı Mahalletülkübrâ kasabasında doğdu. Hayatı hakkındaki bilgilerin önemli bir kısmı Menbau’n-nûr fî rü’yeti’r-Resûl adını verdiği hal tercümesiyle halifelerinden Harîrîzâde Kemâleddin Efendi’nin Tib-yân’ına ve Bursalı Mehmed Tâhir’in onun hakkında kaleme aldığı menâkıbnâmesi-ne dayanmaktadır. Mısır’dan gelip Ru­meli’ye yerleştiğinden “Arap Hoca”, Hz. Ali’nin Noktatü’l-beyân’ım şerhettiği için “Noktacı Hoca” diye tanınır. Hz. Hüse­yin soyundan Kudüs’e yerleşmiş bir aile­ye mensuptur. Kudüs civarında zaviyesinde medfun olan dedesi Bedrü’l-Velî diye tanınmaktaydı. Babası İbrahim el-Kudsî’nin Mısır’a gelip yerleştiği tarih bilinmemektedir. Dört yaşında babası vefat edince dayısı tarafından himaye edil­miştir.

Muhammed Nûrü’l-Arabî, 1820’de Kahire’de Ezher hocalarından Şeyh Hasan el-Kuveysnî’nin yanında tahsil hayatına başladı. Dokuz yıl sonra öğrenimini ta­mamladığında Yanyalı Şeyh Ahmed Efen­di İle birlikte Yanya’ya gitti. Burada Nak­şibendî şeyhi Yûsuf Efendi’ye intisap etti. Ardından Yûsuf Efendi’nin emriyle Mek­ke’ye gitmek için Yanya’dan ayrıldı. 124S (1829-30) yılında Mekke’ye ulaştığında on yedi yaşında olduğunu söyleyen Mu­hammed Nûrü’l-Arabî, Halvetî-Şâbânî şeyhi İbrahim eş-Şemârikî’ye intisap ede­rek kendisinden Halvetî-Şâbânî. Üveysiy-ye ve Ekberiyye tarikatlarından icazet al­dı. Şeyh Ömer Abdürresûl adlı bir şeyh­ten hadis okudu. Şeyh Ömer, kendisine intisap etmek isteyen talebesine Mısır’a dönmesini tavsiye edince üç yıldır ikamet etmekte olduğu Mekke’den ayrılıp Kahi-re’ye döndü. Şeyh Hasan el-Kuveysnî ile buluştuğunda şeyh ondan Hz. Hüseyin’in makamını ziyaret etmesini istedi, daha sonra da kendisinde artık vehbî ilimlerin inkişaf ettiğini ve Rumeli’ye gitmesi ge­rektiğini söyledi. İskenderiye’den Antal­ya’ya geçen Muhammed Nûrü’l-Arabî, Anadolu’nun bazı şehirlerini dolaşarak Gelibolu’ya ulaştı, oradan Selânik’e geçti (1833). Ardından Serez’e gitti. Burada kü­çük bir medresede üç ay müderrislik yap­tıktan sonra ayrılıp bölgedeki Demirhisar, Doyran, Ustrumcave Koçana kasabaları­nı ziyaret etti. Bu yılın sonunda Koçana’-da Üsküp Valisi Hıfzı Paşa’nın yaptırdığı medresede müderris olarak göreve baş­ladı. Koçana Camii’nde akaid ilmine dair Emâlî kasidesini şerhetti. Ana dili Arap­ça olan bu gencin kasideyi Türkçe şerhet-mesi valinin dikkatini çekti. İlk müntesip-lerinden olan Hıfzı Paşa tarafından Üs-küp’e davet edilince şehrin ulemâsıyla ta­nışma imkânı buldu. Seyrü sülük anlayı­şının özünü oluşturan, “fena makamla­rı” olarak tanımladığı tevhîd-i ef âl, tev-hîd-i sıfat, tevhîd-i zât makamlarını 1250 (1834-35) yılında Koçana’da müderrisken rüyasında bizzat Hz. Peygamber’in ken­disine öğrettiğini ve 1837’de onun elin­den hırka giydiğini, 1843 yılına kadar bu üç makamı zevk etmeye çalıştığını söyle­yen Muhammed Nûrü’l-Arabî 1839’da Koçana’dan ayrılıp Üsküp’e yerleşti. Bura­da Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Kazan-lı Abdülhâlik Efendi’ye intisap etti. 1843 yılında hacca gitmek üzere kalabalık bir kafileyle Üsküp’ten ayrıldı. Kafilede bulu­nan Üsküp ulemâsından Nebî Efendi’ye Mekke’ye mürşid-i kâmili bulmak için git­tiğini söylediği kaydedilmektedir.

Mekke’de hac esnasında Muhammed Mekkî adlı bir meczupla karşılaşan Mu­hammed Nûrü’l-Arabî onun emriyle hal­vete girdiğini, bu sırada beka makamları olan cem’, hazretü’1-cem” ve cem’u’l-cem-‘in Hz. Peygamber tarafından telkin edil­diğini, hac dönüşü Yenbû’ mevkiinde sey­rü sülük anlayışının son makamı olan aha-diyyetü’1-cem” makamını yine Resûl-i Ek­rem’in kendisini rüyasında nûrânî bir şe­beke içine alıp telkin ettiğini anlatır. Mek­ke’de ayrıca Kazanlı Abdülhâlik Efendi’­nin halifesi Trabzonlu Şeyh Mustafa Efen­di’ye intisap ederek Nakşibendî-Müced­didî icazetnamesi aldı. Muhammed Nû-rü’l-Arabî’nin Koçana’daki müderrisliğin­den itibaren irşad faaliyetinde bulundu­ğu bildirilmekteyse de kendisi bu konu­da açık bir şey söylememiştir. 1843’te kâmil bir mürşid bulmak amacıyla hacca gittiğini söylediğine göre hac dönüşünün ardından irşad faaliyetine başlamış olma­lıdır. Öte yandan oğlu Şerif Efendi’den naklen onun 15 Rebîülâhir 1267 [17 Şu­bat 1851] tarihinde fena ve beka mertebeleriyle ahadiyyetü’l-cem” makamını içe­ren tevhid anlayışı üzere irşad faaliyetine mezun olduğu kaydedilmektedir. Bu du­rumda onun bu tarihten önce müridlerini Nakşibendî usulüyle irşad ettiği söylene­bilir.

Muhammed Nûrü’l-Arabî. İstanbul’a hassa müşiri olarak tayin edilen Üsküp Valisi Selim Paşa’nın daveti üzerine 1850 yılında İstanbul’a giderek altı ay kadar pa­şanın misafiri oldu. Bu süre içinde İstan­bul’un ulemâ ve meşâyihiyle tanıştı. Mü-ridlerinden Çerkez İsmail Paşa’nın dave­tiyle 18B3’te Manastır’a gitti. Burada kal­dığı üç ay içerisinde çoğunluğu memur kesiminden bir gruba Şeyh Bedreddin’in Vâridâfını şerhetti. 1868 yılına kadar Üs­küp ve civarında vahdet-i vücûd esasına dayanan kendi seyrü sülük anlayışına gö­re irşad faaliyetini sürdürdü. Bu tarihte zındıklık iddiasıyla İstanbul’a şikâyet edi­lince Sultan Abdülaziz durumun araştı­rılmasını istedi. Ancak Manastır valiliği sı­rasında şeyhi tanımış olan Zaptiye Nâzın Hüsnü Paşa’nın iddianın asılsız olduğunu söylemesi üzerine tahkikattan vazgeçilip şeyhin İstanbul’a davet edilmesi karar­laştırıldı. İstanbul’a gelip devlet ricâliyle şeyhülislâmı ziyaret eden, ulemâ ve me-şâyih meclislerine katılan, camilerde va­azlar veren Muhammed Nûrü’l-Arabî altı ay kadar Zaptiye nazırının konağında ika­met ettikten sonra Üsküp’e döndü. Ertesi yıl Bosna valiliğinden azledilerek İs­tanbul’a gelen Topal Osman Paşa ile Zap­tiye Nâzın Hüsnü Paşa’nın daveti üzerine bir defa daha İstanbul’a geldi. 1870’te Manastır’a giderken uğrayıp birkaç gün kaldığı Tikveş’te tarihini belirterek [27 Cemâziyelâhir 1287 / 24 Eylül 1870] kutbiyet makamına ulaştığını kaydeden Mu­hammed Nûrü’l-Arabî, müridi Şeyhülis­lâm Ahmed Muhtar Beyefendi’nin (Molla Bey) davetiyle ertesi yıl tekrar İstanbul’u ziyaret etti. Harîrîzâde Kemâleddin Efen­di’nin Boyaciköyü’ndeki yalısında misafir olan Muhammed Nûrü’l-Arabrye ulemâ­dan Mürefteli Hoca Abdullah, Evkaf mü­fettişi Hacı Tevfik, Mısır mollası Kâmil, Rifâî şeyhleri Ahmed Safî ve Abdülkerim ile Harîrîzâde Kemâleddin efendiler inti­sap etti. Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin bu gelişinde Hamzavî-Melâmî kutbu Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’yi Şeyh Murad Dergâ-hı’nda ziyaret edip bazı geceler dergâh­ta kaldığı belirtilmekte ve amacının Abdülkâdir-i Belhî’nin intisabını sağlayarak Hamzavî-Melâmîieri’ni kendisine bağla­mak olduğu ileri sürülmektedir. An­cak bu sırada Hamzavî Melâmîliği’nin kutbiyet makamında Bekir Reşad Efendi bulunduğuna göre bu rivayet ve ona da­yanan görüş doğru değildir.

1874 yılında Üsküp’ten ayrılan Muham­med Nûrü’l-Arabî, bugün Makedonya sı­nırları içinde kalan Ustrumca’ya yerleşti. 1879 ve 1884’te kalabalık bir ihvan gru­buyla iki defa daha hacca gitti. Hac dö­nüşü damadı ve başhalifesi Abdürrahim Fedaî, Süveyş Kanalı’nı geçerken öldü. Son yıllarında irşad faaliyetleriyle uğraşan Mu­hammed Nûrü’l-Arabî 29 Cemâziyelâhir 1305’te [13 Mart 1888] Ustrumca’daki evinde vefat etti ve öldüğü odaya defne­dildi. Buraya daha sonra türbe yaptırıl­mış, türbe Rumeli’nin Osmanlılar’ın elin­den çıkmasının ardından bakımsızlıktan harap olmuş, yerine bir postahane binası inşa edilmiş, postahanenin de yıkılması üzerine kabrinin yeri tamamen kaybol­muş, mensupları bir işaret olmak üzere buraya bir ağaç dikmişlerdir. Üsküp’te Muhammed Nûrü’l-Arabî’yİ ziyaret eden ve bu sırada şeyhten icazetname alan Fâ­tih türbedan Ahmed Amiş Efendi’nin şeyhin vefatından altı ay önce onu bir de­fa daha ziyaret ettiği, bu esnada şeyhin, “Altı ay sonra da ben seni ziyaret edece­ğim” dediği rivayet edilmektedir. Bu olay, Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin manevî vâ­risinin Ahmed Amiş Efendi olduğu şek­linde yorumlanmıştır.

Muhammed Nûrü’l-Arabî üçüncü dev­re Melâmîliğinin pîri olarak tanınır. Müri­di Harîrizâde Kemâleddin Efendi, Tibyânü vesâ’ili’l-haka’ik adlı ansiklopedik eserinde “Melâmiyye” maddesinde Melâmîliği Hamdûn eİ-Kassâr. Hacı Bayrâm-ı Velî ve Muhammed Nûrü’l-Arabî’ye nisbet ettiği üç şubeye ayı­rarak inceler; Nûriyye adıyla zikrettiği son şubenin Nakşibendiyye-i Müceddiyye’nin bir kolu olduğunu söyler. Kitabın “Nûriy­ye” maddesinde de Mu­hammed Nûrü’l-Arabî ve tarikat hakkın­da geniş bilgi verir. Sâdık Vicdânî’nin, Me­lâmîliği devre-i ûlâ Kassâriyye Melâmîliği ve Melâmîler’i, devre-i vustâ Bayramiyye Melâmîliği ve Melâmîler’İ ve devre-i uhrâ Arab Hoca Efendi Melâmîliği şeklinde ele almasının ardından Abdülbâki Gölpınarlı Melâmetîler’e ilk devre Meiâmîler’i, Bayramîler’e ikinci devre Meiâmîler’i, Muham­med Nûrü’l-Arabî mensuplarına üçüncü devre Melâmîler’i adını vermiş, onun bu tasnifi daha sonra yaygınlık kazanarak Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin üçüncü dev­re Melâmîliğinin kurucusu olduğu kabul edilmiştir. Esasen o da kendisini “Melâ-mî” nisbesiyle tanımlamaktadır.

Bursalı Mehmed Tâhir, Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin ilâhî marifetleri muha­tabının istidadına göre telkin ettiğini, kendisine sorulan sorulara aklî ve naklî delillerle cevap verdiğini ve bu konudaki maharetinin insanı hayrette bıraktığını, özellikle tefsir ve hadis sahasında ileri de­recede bulunduğunu, bâtın ilimlerinde tahkik mertebesine ulaşmış birçok arif yetiştirdiğini söyleyerek damadı ve baş-halifesi Abdürrahim Fedâî’nin yanı sıra Harîrîzâde Kemâleddin Efendi, Kalantazâde Hoca Mahmud Efendi, Manastırlı Hacı Ahmed Baba, Ali Örfî Efendi, müderris Mürefteli Hoca Abdullah Efendi ve Hacı Süleyman Bey’in isimlerini zikreder. Mehmed Tâhir’in verdiği bilgiye göre Mu­hammed Nûrü’l-Arabî’nin bunların dışın­da otuzu aşkın halifesi vardır. Gerek ken­di halifeleri gerekse damadı Abdürrahim Fedâî’nin yetiştirdiği halifeler vasıtasıyla tarikatı Rumeli’de, İstanbul’da, Ege bölgesinde ve Anadolu’nun bazı şehirlerinde yaygınlık kazanmıştır.

Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin tarikat silsilesi Nakşibendîliğin Müceddidiyye ko­luna ulaşmakla birlikte uyguladığı seyrü sülük usulü ve fikirleri bu tarikattan fark­lıdır. Bu kolun kurucusu olan İmâm-ı Rab-bânîvahdet-i vücûda ve Muhyiddin İbnü’l-Arabi’ye şiddetle muhalifken o İbnü’l-Ara-bî’ye büyük bir muhabbetle bağlıdır. İsmindeki “Arabi” nisbesi de bunu ifade eder. Görüşlerinin özünü vahdet-i vücûd ve kendi temellendirdiği tevhid anlayışı oluşturur. Ona göre üç tür İlâhî tecelli vardır. Bunları müşahede tevhidin merâtibini bilmeye bağlıdır. Ancak bu­nun için önce mücâhede, mücâhede için de dinin hükümlerini öğrenmek ve tari­katın esrarı zikr-i dâimi ehl-i zikr olan me-şâyihten almak gerekir. Meşâyihin görevi sâlike zikrin nasıl yapılacağını öğretmek­tir; onların zikri belli bir sayı ile sınırlama­ya yetkileri yoktur. Muhammed Nûrü’l-Arabî’ye göre tevhid yedi mertebe veya makamdır. Bunların ilk üçüne [tevhid-i ef’âl, tevhid-i sıfat, tevhid-i zât] “fena ma­kamları”, diğer üçüne “beka makamları” de­nir. Son makam olan ahadiyyetü’l-cem’ makâm-ı Muhammedi olup zamanın kut­buna mahsustur. Muhammed Nûrü’l-Arabî, “Yetimin malına yaklaşmayınız” mealindeki âyeti [İsrâ 17/34] zikrede­rek bu âyetteki “yetim”in Hz. Peygamber, “marın ise ahadiyyetü’l-cem” makamı olduğunu, ancak Resûlullah’ın telkini ha­linde bu makama ulaşılıp zevk edilebile­ceğini söyler. Öte yandan Melâmîler’in hakikat ehli olduğunu anlatırken bu ma­kamları başka bir tasnife tâbi tutar. On­ların yollarının tevhid, ittihad ve vahdet olduğunu belirtir. Tevhidi üç ittihadı bir [makâm-ı rûh ve cem’ve­ya kurb-i ferâiz] vahdeti üç [hazretü’l-cem cem’u’l-cem’, ahadiyyetü’l-cem’] ma­kama ayırır. O, Melâmîler’İ bütün tarikat mensuplarından üstün görür, Melâmî­ler’in avamdan farkları bulunmadığını, farzları eda ettiklerini, ilâhî emirlere sa­rıldıklarını, daima Hak ile birlikte olduk­larını, onlardan biriyle tanışmanın büyük bir saadet ve Hakk’a vuslat olduğunu söy­ler.

Muhammed Nûrü’l-Arabî hakkında onun görüşleriyle bir ilgisinin bulunma­dığını söyleyen Abdülbâki Gölpınarlı’nın ardından onun çizdiği çerçeveyi aşamayan birkaç kitap dışında ciddi bir çalışma yapılmamıştır.

İlgili Makaleler